Pazartesi, Şubat 17, 2025
No menu items!

Babaannemin Yunus’u

Tuğrul Asi Balkar
Babaannemin Yunus’u
Evveli varmış yokmuş. Gün varmış gece yokmuş,gece varmış gün yokmuş, ay varmış güneş yokmuş, güneş varmış ay yokmuş, kim nerede bilinmez, iz nerede bilinir. Söz nerede bilinmez, öz nerede bilinir. Doğruyu soysan yalanı, yalanı soysan doğrusu kalır. Dereyi geçsen dağ vardır, dağı aşsan dar vardır, hikâyesi bol olanın çözgüsü gücük kalır. Lakin, gönül kalmasın yeter. Onarsam yazık, dikersem kazak olur, çıngar çıkaran haylaza bi güzel azar olur. Yunus diye erenin eskilerden bir vakit ata ninemden dinlediğim hikâyesi bu. Yalanım varsa ondan miras, doğrusu varsa size miras, kıssası dinleyene miras.
Günün geceye gecenin güne kavuşup durduğu zamanların birinde, eski çok eski günlerin birinde, Anadolu’nun sinesindeki köylerin birinde, ekin süren, davar güden kendi halinde bir köylü olan Yunus, bir kıtlık yılında -eskiden kıtlıksız, kıransız, kıyımsız yıl mı geçermiş- tohumluk buğday istemek üzere, ödünç öküz koştuğu kağnısıyla, yedi gün yedi gece yol aşıp, yanına yamacına varanların gönlünden ambarından çokça nasip aldığı Hacıbektaş Veli’ nin dergahına varmış. Hacıbektaş bir koca veli. Ne de olsa varacağı yer, koca velinin dergahı, boş gitmek olmaz, armağan götürmek, gönül sunmak gerek. Yok olunca varsıllık, tabiatın kucağından bir koku bir tad olsun, oh olsun safa olsun, dost damağına bal olsun diyerek, eli de boş gitmemek için, dağdan bir torba dolusu alıç toplayıp götürmüş. Geldiğini ve geliş nedenini kendisine bildirdiklerinde Hacıbektaş, adamları aracılığı ile, sordurmuş:
“Ne verelim Yunus cana, buğday mı, nefes mi?”
Yunus’ un yanıtı şu olmuş:
“Ne yapayım nefesi? çoluk çocuk açız,bana buğday gerek.”
Hacıbektaş:
“Deyün, gerekse buğday verelim. Amma,nefes gerekse, getirdiğin alıçın her danesine bir nefes verelim.”
Duyurmuşlar bu sözü Yunus’ a.
Yunus yine:
“Nefes neme gerek!” demiş.
Hünkar koca veli bu kez de:
“Gerekse buğday verelim. Amma, nefes gerekse, getirdiğin alıçın çekirdeği başına on nefes verelim.”
Yunus bu söze karşı da dayatmış, diretmiş. Köylüsünün durumunu, çoluk çocuğu olduğunu, nefesin onların karnını doyurmayacağını söylemiş.
“Nidem, neyleyim ben nefesi? Bağışlarlarsa bana buğday versinler, karnımın acısı canımın acısıdır.” demiş.
Koca velinin emriyle Yunus’ un öküzünün götürebileceği kadar buğday yüklemişler. Yunus helalleşip yola koyulmuş. Köyden biraz uzaklaşınca, yokuş başında aklı başına gelmiş.
“Eyvah ki eyvah, ne olmayacak iş ettim ben. Nasib sundular bana kabul etmedim. Hem de alıçın her çekirdeği başına on nefes sundu da koca veli, nasibin yüksündüm de bir güzel kabullenmedim. Buğdaydır boğaza yüktür, gün gelir tükenir, yersin çıkar can tüketir. Nefes ölünceye dek tükenmez ki. Geri dönüp eşiğine varayım erenlerin. Belki verirler bana himmet ettikleri nasibi.”
Diyerek dönüp dergaha gelmiş. Öküzüne yüklediği buğdayı indirivermiş.
“Erenler bana himmet ettikleri nasibi versinler.” demiş.
Dervişler bu hali koca veliye bildirivermişler. Hacıbektaş koca veli buyurmuşlar ki:
“Bundan öte bundan beri, artık bu iş burada olmaz. Yunus canın kilidin anahtarını biz Tapduk Emre deyü anılır erenler pirine verdik. Varsın gitsin, nasibi ondadır, nasibin Tapduk’tan alsın.”
Yunus yeniden yola düşüp köyüne gelmiş, köylüsüyle helalleşip araya taraya, güç bela Tapduğu bulmuş. Hünkar koca velinin selamını deyivermiş. Tapduk Emre:
“Olan biteni biliyoruz. Safa geldin, kadem getirdin. Hizmet et, çok çabala, nasibin al!” demiş.
Yunus kırk yıl aşrı Tapduğa canla başla hizmet etmiş. Diğer dervişler gibi dağdan odun getiriyor, dergaha su taşıyor, ocağı yakıyormuş. Zaman geliyor rahlede diz çöküyor, kitap, kuran öğreniyor, yazmaz eli yazar oluyor, tutuk dili beliğini çözüyor. Dağdan en çok odun taşıyan Yunus. Dağdan sırtında dergaha odun taşıya taşıya sırtı kabarıyor, hatta yaralar açılıyor. Fakat kimselere bir şey söylemiyor. Tapduk da Yunus’ un çalışkanlığını, çabasını görüyor ve çok seviyormuş onu. Bu hal öteki dervişleri kıskandırıyormuş. Tapduğun kızını seviyor da ondan bu kadar aşırı hizmet ediyor, gibi sözler işkil işkil söylenmeğe başlamış. Yunus’ ta böyle art düşünce ne gezer. Şeyhi de biliyormuş bunu. Bir gün Yunus dergaha yine odun getirmiş. Tapduk sormuş:
“Ne düzgün odunlar bunlar Yunus. Dağda eğri odun yok mu?”
“Var amma eşiğinizden içeri eğrüsü girmez. Bu eşiğe eğrüsü yaraşmaz.”
Soru da karşılığı da aslında, söze düşen, gönül üzen o yersiz düşünce ve dedikodulara karşı.
Tapduk, Yunus’ un doğruluğunu biliyor da ondan kuşku duymuyormuş. Bu gerçeği pekiştirmek için Yunus’ u konuşturmuş. Günün birinde, derviş kardeşler yalancı çıkmasın diye tutmuş kızını Yunus’ a vermiş. Tapduğun kızı bilgili, iyi yetişmiş bir kız. Ulu mertebelere ulaşmış. Denir ki, o Kuran okurken ırmakların akışı, kuşların ötüşü, geyiklerin sekişi durur, esen yelin uğultusu diner, dinlerlermiş. Yunus:
“Bu nimete layık değilim ben.”


Diye ömrü boyunca, dergahta kaldığınca kıza dokunmamış, el sürmemiş, ilişmemiş.
Bir gün dağda hazırladığı odunları sarmaya elindeki kıldan örük urgan yetişmiyor. Beneksiz gözü kör kara yılanlar gelip birbirine düğümleniyor, boylu boyunca urgan gibi uzanıyorlar. Yunus onlarla odunları sarıp sırtlıyor ve Tapduğun dergahına getiriyor. Odunları yere bırakınca beneksiz gözü kör kara yılanlar çözülüyor, gözden yitip gidiyorlar. Durumu, diğer dervişleri Tapduğa yetiştiriyorlar. Şeyhi soruyor:
“Yunus,bu ne haldir?”
“Canların büktüğü urgan kısa gelmiştir şeyhim, tabiatın nasibinle yüklendik de geldik.”
“Bir kötülüğü dokunmaz mı? Zararı olmazlar mı?”
“Urganı kısa bükenlere mi?”
“Dergahın odununu sırtlayanlara da.”
“Nasibi Tapdukda tapulu olanlara bir kötülüğü, zararları yoktur onların. Hem kötülük yapmak için göz gerek, söz gerek, beneksizlerin gözü görmez, dili işlemez şeyhim.”
“Yunus bu toprağın sana nasibidir. Bunu bil ve sakla e mi!”
Yunus, suyu, kimi gün dergahın avlusundaki kuyudan bakraçla, kuyudan sular çekilince de, kimi gün dere boyundan su evleğinden kırbalarla yüklenip yüklenip getiriyormuş. Konuklar arttıkça suya gerek de artıyormuş haliyle. Yine bir yaz günü konuklar gelmiş. Avludaki kuyunun sularının çekildiği, derelerin kuruduğu bir zaman. Yunus dere boyuna evleğe varmış. Dere cılız bir halde akıyor, evlekteki suysa cansızmış. Doldursa yarısı su, çoğusu çamur batak. Yunus kırbaları evleğin kıyısına bırakmış. Çar naçar su dilemiş dergaha. Sağ elini evleğin içine ulaşan ağacın toprakla su arasına bitişen köklerinden birine değdirmiş. Ağaç bir hoş olmuş da tubalayın canlanmış. Şırlamaya, şırıldamaya başlamış birden. Yunus şaşayazmış ama kırbaları da doldurmuş, götürmüş. Dergahtan biri onu izlermiş ve olan biteni görmüşmüş. Durumu hemen şeyhe duyurmuş. Konuklar gidince, şeyhi Yunus’u çağırtmış:
“Kırbaları nasıl doldurdun Yunus?”
“Şeyhim, bilirsin kuyunun suyu çekildi, evlekte de su cansızdı. Yanıdüzünde bir ağaç vardı. El sürdüm, su şorladı, doldurdum da geldim.”
“Sanki kevserdi.”
“Bilmem ki.”
“Yunus, bu sana suyun nasibidir. Sakla Yunus.”
Gece olunca, tekkede ocak başında konuklarla oturup söyleşirlerken, Tapduk sözü Yunus’ a vermiş. Yunus:
“Şeyhim,çalaba tapınma ne gerek? Bütün tapınmalar beşer içindir. Cümle mahlukat fıtratınca tapınadurur. Beşer olan özünü bilmeden, özü sözü bir olmadan tapınadursa yararı kime ne? Kinle namaza dursa çalabın toprağı küser. Koğu ile oruca dursa canın susuzluğu utanayaza. Gönül kabesini her daim tavaf etmeden, onca yolu aşıp dört duvarın etrafında dönmenin nesi ola?”
Bu sözler, Tapduğu da konukları da etkilemiş. Sıra nefes söylemeye gelmiş. Tapduk bu kez, sözü Yunus’la adı aynı sanı farklı dervişe vermiş. Ancak, o gece, bu derviş Yunus’ un sanki dili tutulmuş, hiçbir söz hiçbir nefes diyememiş. Bunun üzerine Tapduk, Yunus Emre’ ye dönmüş:
“Şimdi sen ünle Yunus. Senin nefesin kilidin açtık.” demiş. Yunus da elini sinesine gömmüş bir nefes ünlemiş ki, sözünü işitenlerin yürekleri dağlanmış, canları paklanmış.
Yunus’ un dergahtaki görevlerinden biri de sırası gelince ocağı yakmakmış. Kışın zorlu geçtiği günlerin birinde kavın feri bitmiş, kav taşını kavuşturmaktan kolları ağırlaşmış bir durumda, Yunus kara kara ’nasıl yakacağım ben bu ocağı’ diye düşünüyormuş. Dergahtakiler onun bu haline için için gülüyorlar, bir ocağı bile yakmayı beceremediği için seviniyorlarmış gözden gönülden düşer umuduyla. Yunus birden fırlamış gitmiş. Sanki kuş olup uçmuş. Denir ki,ateşli dağların birinden bir avuç kor alıp dönmüş. Ocağa koymuş ve odunu tutuşturmuş. Diğerleri şaşkınlık içindeymiş. Koru nereden bulduğunu ve nasıl taşıdığını sormuşlar, o da saf saf söyleyince, tez elden şeyhe yetiştirmişler. Tapduk, Yunus’ a:
“Bu ne iştir Yunus? Canların söylediği doğru mu?”
“Şeyhim, derviş canlar söylüyorsa doğrudur. Kavın feri bitince, bir koşu gittim, ateşli dağdan kor aldım geldim. Bu ocağın ateşi hiç sönmemeli. Çar naçar gittim geldim. Bir kusurum varsa bağışla.”
“Yok Yunus, bu sana ateşin nasibidir. Eyi sakla.”
Yıllar birbirini kovalamış. Yine kurak geçeyazan bir yıl. Toprak kızgın, havada yaprak kımıldamıyormuş. Herkes üzgün. Yağmur düşürmesi için çevre yörelerden insanlar Tapduğa varmışlar. Tapduk gelenleri konukluyor. Dertlerini dinliyormuş.
“Derdinizin dermanını bilirim, lakin şu kırbayı birinin rüzgarla doldurması gerek. Ben yaşlı yorgun bir adamım. Bakın, bakının birini bulun.”
Köylüler:
“Biz bu işi beceremeyiz. Senin himmetini kazanmış dervişlerinden birine söylesen olmaz mı?”
“Bu eşikten içerü girenin ayrısı gayrısı olmaz. Himmeti hepsi alır, ne yapacağını himmeti kucaklayan bilir. Kimi gönlünde saklar, kimi gönlünden saçar. Ben saklayanı da saçanı da görürüm, amma diyemem ki şu saklar şu saçar. Saçanı bulursak evladır.”
Tapduk, aralarında Yunus’un da bulunduğu tüm dervişlerini biraraya toplamış. Dervişler bu işe gönüllü değilmiş gibi duruyorlar. Söz uzar, uzatmayalım. Ad çekiyorlar, kur’a Yunus’ a çıkıyor. Diğer dervişler sevindirik, nasılsa Yunus bu işten yüz geri döner diye. Yunus, Tapduğun verdiği kırbayı alarak düşmüş yollara. Üç gün üç gece gittikten sonra, bir uçurumun kıyısına varmış. Yarın kıyısından bir ses:
“Hoş geldin ey derviş Yunus. Ne ararsın buralarda?”
“Tapduğun arzusudur bu.” diyerek, susuzluğu, kuraklığı anlatmış.
Yardan gelen ses:
“Aç kırbayı. Gönlünden geçen ne ise onunla dolar. Saklayanlardan isen sana kalır, saçanlardan isen gerekene varır.”
Yunus, kırbayı açıvermiş, kavlince doldurmuş ve aradan yol zamanı geçtikten sonra dönmüş. Tapduk kırbayı köylülere vermiş.
“Varın gidin bu kırbayı ekinleriniz üzerine saçın.”
Köylüler gitmiş ve kırbayı açınca güçlü bir rüzgâr esivermiş, bulutlar toplaşmış, yumak düğüm sarılmış ve bir süre sonra yağmur yağmaya başlamış. Toprak suyuna kavuşmuş. Herkesi bir sevinçtir almış yürümüş.
Tapduk Yunus’ a:
“Nerede doldurdun kırbayı Yunus?”
“Bir yarın kıyısında.”
“Neyle doldurdun?”
“Şeyhim bilinmezden bir ses duydum. Ne derse yaptım, geldim.”
“Bu sana yelin nasibidir Yunus. Eyi sakla.”
Yunus yıllar yılı, kırk yıl aşrı, şeyhine hizmet etmiş. Fakat beklediği ve umduğu himmeti bulamayacağı ve erişemeyeceği sanısına kapılmış. Kaçıp zor dağlara yol geçmez geçitlere düşmüş. Havra bulunca havrada, bazilika bulunca bazilikada, mescit bulunca mescitte, cami yoksa ayak altı gönül tahtı toprakta, kıble sormamış, çalabı anmış, beşere banmış, kuş kıştlamamış, kurt avlamamış, kaplanları dost tutmuş.
Bir gün bir söylentiye göre bir inde, bir söylentiye göre de ıssız bir yolda yedi garip dervişle buluşmuş. Her gece içlerinden biri dua ediyor, ortaya bir sofra dolusu yemek geliyormuş. Nöbet, Yunus’ a gelince düşünmüş: ’Ne ideyim, ne diyeyim?’ diye. İçinden onlar kimin adını anarak dua etti ise ben de öyle yapayım demiş ve öyle de yapmış. O gece önlerine bir yerine iki sofra yemek gelmiş. Dervişler şaşırıp sormuşlar:
“Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?“ diye. Yunus, onlara:
“Önce siz söyleyin.” demiş.
“Tapduğun kapısında kırk yıl aşrı hizmet eden, beneksiz gözü kör kara yılanların bile onun çün kendilerini düğümlediği, kırbasına bereket rüzgarı dolan canın yüzü suyu hürmetine dua ederiz.”
Karşılığını alınca koşa koşa tekkeye dönüp, öz anası gibi saydığı, Anaöz bacım diye ünlediği, Tapduğun kadınına sığınmış:
“Beni bağışlat.”
Diye içli içli yalvarmış. Anaöz bacı:
“Sen gittin gideli gözleri gün ışığını unuttu. Tapduk birazdan sabah namazına abdest almak için doğrulur. Ben koluna girer su başına götürürüm. Eşiğin önüne yüzükoyun yat uzan.”
Üstüne basınca:
“Bu kim?”
Diye soracaktır. Ben:
“Yunus’ tur.” derim.
“Hangi Yunus? diye sorarsa, bil ki gönül tahtından düştün. Artık buralarda eğleşme. Durma git gidebildiğince, nasibin başka yerde ara oğul.”
“Yok, bizim Yunus mu? derse, kapan ayaklarına, bağışlat kendini.”
Yunus, Anaöz bacının dediği gibi yapıvermiş. Tapduk’tan:
“Bizim Yunus mu?” Sözünü işitince davranıp ayaklarına kapanmış, kendini bağışlatmış.
Tapduk kolunda Yunus tekkenin bahçesinde söyleşmeye durmuşlar. Bir ara Tapduk elindeki asayı irem kokulu yediveren güllere doğru uzatmış. Yunus’ tan aşılık bir gül çubuğu çıkarmasını istemiş. Yunus, Taptuğun dediğini yapmış, kolunda şeyhi, elinde gül çubuğu yürümeyi sürdürürken, Tapduk:
“Yunus’ um, senin gönlün pişmiştir. Gönlü pişenin değil, pişirmek isteyenin yeri vardır burada. Yine de kalmak dilersen, dilediğince kal. Derim ki, elindeki çubukla git. Onun kökü burada,ama nice toprağın nice beşerin bu gül kokusuna hasreti var bilir misin, Yunus’um? Hasreti söndürmek gerek.” demiş ve elindeki asayı göğe doğru fırlatıvermiş:
”Asayı nerede bulursan toprağın gönül çubuğuna hasretini bitir, oraya yerleş, orada eğleş.” Yunus yola düşmüş yeniden. Asayı bağrı yanık amma kanı canlı bir köyde bulmuş. Çubuğu toprağa aşılamış. Oraya yerleşmiş. Duranı gideni, geleni güdeni, soranı susanı, ışıyanı pusanı aydınlatmaya başlamış. Söz düşürmüş şiir olmuş, nicesi bellenmeye. Belleyip gönül öşürmeye.
Gün gelmiş her can gibi Yunus da göçmüş. Yunus göçtükten sonra bir gün Molla Kasım diye çığrılır bir adam, su başına oturmuş, Yunus’ un şiirlerini okuyor, fikrince bozukçaları yanındaki ocağın ateşine ata savura yakıyormuş. Böylece binüçyüzotuzüçünü yakmış, binüçyüzotuzüçünü yel uçurmuş, binüçyüzotuzüçünü de suya atmış, su göçürmüş. Arta kalanları okumayı sürdürürken:
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker bir Molla Kasım gelür
İkiliğine gelince aymış ki ne aymış ve Yunus’un mertebesini anlamış. Fakat olanlar olmuş bir kere. Ateşte yanan duman duman göğe ağanlar meleklere, havaya uçanlar kuşlara, suya atılanlar balıklara gitmiş. Onları sevindirmiş, nasiplendirmiş. Elde kalanlar da adına beşer denen eşrefi mahluka miras kalmış. Yunus’ un deyişlerinden, nefeslerinden, şiirlerinden herkesler nasibini almış.
Gün ola devran döne, Yunus artık geri dönmeye. Gidip de dönmemeye yazılı her beşerin yazgısı. Yunussa orda da Yunus, burda da Yunus. Kul hakkı kalmasın yeter. Gitmiş,bak anılır hayırla. Siz de değnek kadar sözün düzgününü, düğümün çözgülüsünü, gönlün temizini kendinize kılavuzlayın, sakının ki, kıssası kısa kalmasın aklınızın.
*Ne güzel babaannem vardı benim.Çocukluğumda nice masal nice öykü nice söylence nice mani nice türkü dinlerdim. Yaşadıkları acılı göçün yarattığı dokunaklı öyküler,türküler bir yana,nasıl kıpır kıpır bir aklı,nece tatlı bir dili vardı.Yaşadığı coğrafyanın dayattığı zorunlulukla hem türkçe hem rumca bilir,gün geçirdiği yörelerin nice olayını nice gerçeğini biz torunları için ‘evveli varmış yokmuş’ diyerek masal dünyasının gizem dolu gerçekliğiyle anlatır dururdu. Belleğimde kalan onun bana anlattığı bir Yunus söylenidir bu.Onun kadar güzel,onun kadar akıcı olmayabilir dilim,bağışlansın.

İLGİLİ YAZILAR
spot_img