Salı, Ekim 28, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog Sayfa 145

Hasan Dede

0

Anadolu fiziksel konumu sebebiyle kültürel açıdan zengin bir yapıya sahiptir. Yüzyıllar boyunca çeşitli halk ve kültürlerin yaşayıp kaynaştığı Anadolu toprakları bir çok dinin gelişimine ve yayılışına mekân olmuştur. Bir zamanlar Ana Tanrıçanın yaşadığı topraklarda zamanla Meryemler ve Azizler, sonraları ise Evliyalar, Pirler, Erenler yaşamıştır. Bunlar arasında önemli bir yeri olan Hasan Dede ve Hasan Dede Türbesi Kırıkkale iline bağlı, aynı adla anılan kasabada bulunmaktadır. Kasaba önceleri “Süleymanlı”, “Çukurcak” ve “İkikol” adlarını almış sonunda bu topraklarda yaşayıp bölgenin gelişmesinde önemli katkıları olan ve halkça büyük bir saygı gören Hasan Dede’ nin adını almıştır

Hasan Dede Horasan diyarı Karaman ilinden Anadolu’ ya gelmiştir. Babası 31. Babadan Hz. Peygamber (sav) evlatlarından ve Karaman Ustucalı dergahının piri Şeyh Yakup Fakih’ dir. Soy olarak aslı Muhammed nesli Ali soyundan 9. İmam Muhammet Taki’ye dayandırılır. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Orta Asya dan Horasan yoluyla Anadolu’ya göç hız kazanmıştır. Özellikle ulu kişilerin arkasından Anadolu’ya gelen Türk boyları, erenlerin barışçı ve hoşgörülü yaklaşımları sayesinde Anadolu’nun Türkleşmesi daha kolay ve hızlı olmuştur. Bu erenlerin biri de Hasan Dede’dir. Hasan Dede sekiz nefer derviş ile Anadolu’ya gelir. 1515 yılının ilkbaharında Suluca Karahöyük’e (Hacı Bektaş’a) gelir. Bir efsaneye göre; Hacı Bektaş’ın bırakmış olduğu Peygamber emanetlerinin Akpınar’ dan kızıl elma aktığı zaman gelecek kişiye verileceği üzerinedir (Bkz. BİRDOĞAN, 1992: 44-45). O zamanın Postnişini Balım Sultan tarafından emanet olan Peygamberin tahta kılıcı Hasan Dede’ ye verilir ve bundan sonra nasibinin Anavarza (Adana dan sonra Çukurova’nın doğu tarafından Kadirliye dayanan bölge) da olduğu söylenir. Bir süre burada yaşayan Hasan Dede Padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın ordu kumandanı olarak 1. Viyana Kuşatmasına katılır
Hasan Dede’ nin şu an ki yerleşim bölgesine gelmesi m.1579 dur. Hasan Dede bu bölgeye sekiz dervişi ile beraber gelmiştir. Bu dervişlerin adları şöyledir. İshak (iki oğluyla gelmiştir. Bunların adları Süleyman ve Mustafa’ dır.), Ramazan, İsrafil, Emirze, Mahmut, Havahindi, İskender ve Işık. Köy, ilk başlardan beri tümü ile Alevi iken sonradan Mahmut’ un soyundan gelenlerin Sünnileştiği söylenmektedir. Dönemin Padişahı tarafından verilen beratla bu bölgeye yerleşmesi ve topraklarından vergi alınmaması sağlanmıştır. Nejat Birdoğan Hasan Dede Kasabası hakkında yazmış olduğu eserinde bu beratın bu günkü dile aktarımını şöyle yapmaktadır:
“Yakup Fakih’in oğlu Şeyh Hasan Fakih”

Adı geçen Şeyh Hasan Fakih, sekiz dervişi ile Karaman’dan gelip Ankara yolu üzerindeki Teke Salan adındaki bölgenin yanındaki İki Kol adlı terkedilmiş, viran yerde “alişan beratı” ile iki çiftlik büyüklüğündeki arazi ve bu yol ise ıssız bir yol olduğundan üzerinde zaviye yapıp gelen gidene hizmet etmiştir. Durum, yüce makamlara sunulup kendisinden vergi alınmaması ve kurduğu zaviyeye hizmet etmesi buyruldu. Yeni Hakani Defterlerine bu biçimde yazılmıştır. Eski Defter’de ise 9 nefer kayıtlıdır.” (BİRDOĞAN,1992: 32)
Bu bölgeye yerleşen Hasan Dede bağcılık ve bahçecilikle uğraşmış, özellikle yetiştirmiş olduğu karpuzların büyüklüğü nedeniyle ün salmıştır. Hatta bu nedenle bölgeye “Karpuzu Büyük Hasan Dede” bile denmektedir.
Türk Halk Edebiyatında da önemli bir yeri olan Aşık Hasan Dede’ nin hece ölçüsü ve aruz ölçüsü ile yazılmış şiirleri, deyişleri ve cönkleri bulunur. Görmüş olduğu eğitim neticesinde Arapça ve Farsça bilen Hasan Dedenin Bektaşi şairleri arasında saygınlığı yüksektir. En ünlü deyişleri “Budin Türküsü”, “Tameşvar Türküsü” ve “Eşrefoğlu al haberi” sayıla bilir.

Hasan Dede Türbesi

Hasan Dede Camisi’nin batı duvarı bitişiğinde yan yana duran iki türbedir. Bu türbelerin camiye bitişik ve büyük olanında Şeyh Hasan Dede diğerinde ise evlatları Mustafa, Halil İbrahim ve Ümmühan’ın sandukaları bulunur. Kesme taş duvarlı ve sekiz köşe duvar üzerine oturtulmuş kubbeden oluşur. Camiinin hemen önünde yeşillikler içinde bir şadırvan bulunmaktadır. Güllerle süslenmiş bahçenin içinde ise Hasan Dede torunlarının mezarları bulunmaktadır. Türbenin girişinde bulunan onarım yazıtı Hicrî 1312(1894) tarihlidir. Hasan Dede Camii Kanuni Süleyman zamanında Mimar Sinan’a Hasan Dede tarafından yaptırılmıştır
Caminin kasabaya bakan giriş kapısının yanında duvarda Hacerü’l- esved’in parçasıdır denilerek el sürülen ve öpülen Mekke taşı bulunur. 15×25 santim boyutunda olan bu taş rengi ve parlaklığıyla diğer taşlardan ayırt edilir. Ayrıca bir Alman mühendis tarafından pirinç çerçeve içine de alınmıştır. Bu taşın gelişine dair çeşitli efsaneler vardır. Bunlardan en yaygın versiyonu şöyledir:
Hasan Dede Kasabasının eşraflarından Ömer Ağa Hacca gitmeden önce Hasan Dedeye uğrar. Hasan Dede evinde inşaat olduğu için Hacca gidemeyeceğini söyler ancak Mekke Şerifine verilmek üzere bir çıkın verir. Ömer Ağa yolda iken Hasan Dedenin vermiş olduğu çıkını merak eder ve içine bakar. Çıkını açtığında iki karpuz çekirdeği ve bir kömür parçası görür. Bunun üzerine Mekke’ye ulaştığında çıkını Mekke Şerifine vermeyi istemez. Ancak Hac borçlarını yerine getirdikten sonra dönüş hazırlığına giriştiği vakit Mekke Şerifi dellel çıkartarak Rum diyarından bir emanetinin olduğunu söyletir. Bunun üzerine Ömer Ağa Mekke Şerifinin huzuruna çıkar ve çıkını açar. Yere dökülen karpuz çekirdekleri birer büyük karpuza, kömür parçası ise kara koyuna dönüşür. Bunun üzerine Mekke Şerifi de Hasan Dede’ye verilmek üzere bir emanet verir. Dönüş yolunda çıkını merak eden Ömer Ağa çıkını açtığında çıkın içinde bulunan taş güvercin olur ve camii inşaatında bir türlü taş tutmayan bir oyuğa gelerek yerleşir ve tekrar taş kesilir.

Güler Özden GÖKBULUT

şiirler

Seni seven aşıkların
Gözü yaşı dinmez imiş
Seni maksut edinenler
Dünya, ahret anmaz imiş

Gönlün sana verenlerin
Eli sana erenlerin
Gözü seni görenlerin
Davranları dönmez imiş.

Ölmez imiş aşık canı
Hiç çürümez imiş teni
Aşk her kimi kıldı fani
Ana zeval vermez imiş.

Aşkına düşen canların
Yoluna baş verenlerin
Aşka bülbül olanların
Kimse dilin bilmez imiş.

Aşkın ile bilişenler
Senin ile buluşanlar.
Sen Maşuka erişenler
Ezel edeb olmaz imiş.

“EŞREFOĞLU RUMİ” senin
Yansın aşk uğruna canın
Aşk uğruna yanmayanın
Kalbi safi olmaz imiş.

Bizdedir

Eşrefoğlu al haberi,
Bahçe bizim gül bizdedir.
Bizde Mevlanın kuluyuz,
Yetmiş iki dil bizdedir..

Erlikmidir eri yormak,
Irak yoldan haber sormak.
Cennetdeki ol dört ırmak,
Coşkun akan sel bizdedir..

Adem vardır cismi semiz,
Aptest alır olmaz temiz,
Halkı dahl-eylemek nemiz.
Bircümle vebal bizdedir.

Arı vardır uçup gezer,
Teni tenden seçip gezer.
Canan bizden kaçıp gezer.
Arı biziz bal bizdedir..

Kimi sofu kimi hacı
Cümlemiz hakka duacı
Resulü Ekremin tacı
Aba, hırka, şal bizdedir..

Biz erenler gerçeğiyiz.
Has bahçenin çiçeğiz.
Hacı Bektaş köçeğiyiz
Eden, Erkan, yol bizdedir.

Kuldur Hasan Dedem kuldur.
Manayı söyleyen dildir
Elif hakka doğru yoldur
Cim arasan dal bizdedir..

Gönlüme

Acep neden benim zarı figanım
Gül yüzlü cananım düştü gönlüme
Leylü nehar sevdasında gezdiğim
Derdimin tabibi düştü gönlüme

Dosttan cüda düştüm nic olur halim
Acep vis’aline erermi elim
Lalürenk kırmızı konca misalim
Sümbülü, reyhanım düştü gönlüme.

Aşıka naz eden bakışın nazlım
Gülüstana girmiş bülbül avazlım
Mestane bakışlım o ela gözlüm
Kaşları kemanım düştü gönlüme.

“HASAN DEDEM” her an doğup dolunan
Cemalin görünce aklımı alan
Her sabah her seher çıkıp salınan
Selvi hürümanım düştü gönlüme..

Efendim

Böyle adet olmuş bu yol ezelden,
Har düşer domurcuk güle efendim.
Haberin var ise ilmü ezelden,
Mevladan maksudun dile efendim.

Ey gönül aldanma bu cihan fani
Önünü fikriyle, sonunu tanı
Kişinin ettiği kalırmu yani
Herkes ettiğini bulur efendim.

Bel bağlama zemanenin dostuna
At umurun mukadderin üstüne
Nereye uzatsa gelir destine
Hak nazar ederse kula efendim.

Gel imdi eyleyem sana bir takrir
Yok olamaz,
ne ise o olur takdir
İster isen eyle, bin türlü tebdir
Nasip yoksa ele, girmez efendim.

Alimler ilmine aşıklar varis
Kah arabi söyler, kahi’de faris
“HASAN DEDEM” derki imanım dürüs
vermezler rızgımı ele efendim..

Kaderim Benim

Bir zaman anama erlik eyledim
Bir zaman hıfzetti pederim benim
Bir zaman babama avretlik ettim
Bir zaman taşıdı Maderim benim.

Mevlam izin verdi doğdum anadan
Arif olan fehmeyleyor manadan
Vücudumuz gelip geçti fenadan
Aşkdan başka yoktur didarım benim

Piyadeyim şimdi yoktur kardeşim
Sırrım verip sır alacak sırdaşım
Her nereye gitsem, size yoldaşım
Yanımdan ayrılmaz kaderim benim.

Kimi işi işarette, kimi mihnette,
Kimi Ruşendedir, kimi zulmette,
“HASAN DEDEM” kusurum yok gayrette
Bu kadarca imiş kaderim benim..

Gönül

Ey sevgilim hayalinde gezerim,
Ne amel işledin dünyada gönül.
Rüzgarın muhalif esti sezerim,
Gemin baştan kara deryada gönül..

Ne bir ahbabımız nede yaran var,
Lokman gibi ne yaremi saran var,
Dert gönderip dermanını veren var,
Gitme başka yere imdada gönül.

Aşıkların işi cilvedir nazdır,
Söyle bu cevabını kamile sezdir,
Böyle ağlamanın gölmesi tezdir,
Niçin döştün ahu feryada gönül.

Bakmazmısın şu feleğin fendine,
Düşürüptür tuzağına bendine,
Kamilin kemali yeter kendine,
Ne hacet arifi işrada gönül.

Tarikden çıkarmı hiç asil dida,
Kendine malumdur kıldığım nida,
“HASAN DEDEM” derki takdiri hüda,
Ya niçin karıştın inada gönül..

Gelmiştir

Gönül melul olma eyleme ahı,
Aşıka ayrılık uya gelmiştir.
Dinle nasiyatım huyların şahı,
Herdem ağlayanlar güle gelmiştir..

Bir gün arzularsın konca gülleri,
Bülbül aşk elinden çeker halleri,
Eser badi seba seher yelleri,
Sevdiğim zülfünü yola gelmiştir.

Her seher vaktinde zar eder bülbül,
Gülünü metheder dilince bülbül,
Lale, menekşe, karanfil, sümbül,
Cümlesi bu hale uyagelmiştir.

Ey sevdiğim canım yoluna feda,
Affeyle günahım ey bari hüda,
“HASAN DEDM” daim eyleyip dua,
Aşk ile serini veregelmiştim.

Gerek

Efendim cihanda iptida kula,
Tanrı tarafından hidayet gerek.
Hidayete eren Mevlasını bula,
Hulüsu kalbile itikat gerek.

İtikatı tam eyle bulasın iman,
Hamdolsun Nebimiz hem ahir zaman,
Ahlakını düzelt tutasın daman,
Daima yedekde şeriat gerek.

Şeriat sahibi vahidi mutlak,
Hiç mahrum olurmu kimki diye hak,
Cihana aldanma sen behey ahmak,
Mümin olanlara tarikat gerek.

Marifeti olmayan naşidir naşi,
Dünyada ahretde fenadır işi,
“HASAN DEDEM” farkeyle şeş ile beşi,
Her zaman kalbine hakikat gerek.

Şen kuğu

0

Şol Denek dağının baharı yazı
Ötüşüp geliyor turnası kazı
Ne yaman ağlattı şu edna bizi
Biz ağlatır kendi güler şen kuğu

Konacağım yerde ekin bitirsin
Gideceğin belin karı sökülsün
Akça kuğum sende akıl yüküsün
Irakkaya giden beyler vardı mı

Edna beyim kimler konsun yurduna
Dayanılmaz ateşine virdine
Hasan Dedem yardım eyle derdime
Irakkaya giden beyler vardı mı.

Budalam’da bu fermanı yazınca
Gayip erenleri atıyor kanca
Ayrılığı dersen ağıdan anca
Ayrılığa dayanamam şen kuğu.

Gör

0

Akça kuğum sen mi geldin göllere
Arif ol kendini bildirmeyi gör.
Avcının dilinde güllerin namı
Sakın ol tellerin yoldurmayı gör.

Sinemin başını yareli gördüm
Bir dost yareledi birde sen vurdun
Eşindenmi ayrıldın ya nerden geldin
Derdini dertsize bildirmeyi gör.

Derdin var isede bilene bildir
Güle har düşürmek bir müşkül haldir
Kızılırmak dosta bir doğru yoldur
Karış ummanlara gel durmayı gör.

İptida Muhammed Deveyi boyla
İn koyun babayı ziyaret eyle
Bildir ahvalini halini söyle
Gerçeğin nefesin öldürmeyi gör.

Der “BUDALAM” böyle imiş yazılar
Sinesinde yarası olan sızılar
Aşık olan maşukunu arzular
Terk edip adeti kaldırmayı gör.

Bulunmaz

0

Kadir Allah ne acayip kulun var,
Aşığım diyenin hali bulunmaz.
Öğünür meydanda Talibim deyu,
Bir hayır amelde eli bulunmaz.

Meydana gelince beli best dersin,
Helal haram kazandığım has dersin,
Haktan haberim yok cennet istersin,
Pirsiz bu cennetin yolu bulunmaz..

Tazeden kesildim akçayım dersin,
Güzeller elinde bohçayım dersin,
Dört duvarı mamur bahçeyim dersin,
Meyvası yenecek dalı bulunmaz..

Kime sorsam Hakkın, yariyim diyor,
Lokmanım yareni, sorayim diyor,
Her çiçek toplayan arıyım diyor,
Boş kalmış kovanı balı bulunmaz..

“DERVİŞ ALİM” Hakkın binasın yıkma,
Kulda kusur çoktur, kusura bakma,
Ali ismi çoktur hep delip takma,
Benim aradığım Ali bulunmaz..

Bizimdir

0

Hak Muhammed Ali Haydarı Kerrar
Çok şükür dest ile deman bizdedir
Onsekiz bin alem bir ulu Cebbar
Ela gözlü kaşlar, keman bizimdir.

Medet mürvet yaradan gani
Ser kurban yoluna koymuşan canı
Halillullah İsmailin Bürhanı
Arafata inen kurban bizimdir.

Arzum kaldı erenlerin merdinde
Şehitlerin Şühedanın virdinde
Ali imran dört kitabın dördünde
Destiğirim sahip zamanı bizimdir.

Ahseni takvimde yazımız yazar
Gönül seyahatta cihanı gezer
Beni Mecnun etti bir hüsnü güzel
Ona mürüvvetle aman bizimdir

Gönül arzeyliyor Didari dari
Kerbela bekçisi gül yüzlü yari
Nuru nefes iman Aliden beri
Hakka doğru giden kervan bizimdir

“DELİ BORAN” derman ister Aliden
HASAN DEDEM Hacı Bektaş Veliden
Demanım Haydardır galübeliden
Sürelim bu demi devran bizimdir.

ATATÜRK VE ALEVİLER HAKKINDA BİLİNMEYENLER Rıza Zelyut

0

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile Anadolu’daki Alevilerin ilişkisi halen tam olarak bilinmemektedir. Siyasette yer kapmaya çalışan bazı Alevi okumuşları, Gazi’yi, “Alevilerin dergâhlarını kapattı. Dersim’de Alevileri katletti!” biçiminde suçlayabilmektedirler.
Bu azınlığa karşın Alevilerin çok büyük bölümü Büyük Atatürk’ü kendi ailelerinden bir büyükmüş gibi görmekteler ve sevmektedirler.

ALEVİLERİ ÇOK İYİ TANIYORDU
Mustafa Kemal Paşa, 1919’da vatanı kurtaracak bir mücadele başlatmak için Samsun’a çıkarken Aleviler hakkında yeterli bilgiye sahipti. Özellikle kendisinin de içinde yer aldığı İttihad ve Terakki Partisi kadroları, Alevilerin öz Türkler olduğunu anlamışlardı ve bu konuda çalışmalar başlatmışlardı.
Mustafa Kemal’in doğup çocukluğunu geçirdiği çevreler de Alevi kültürüne uygun idi. Samsun’dan Sivas’a doğru yaptığı o tehlikeli yolculukta Alevi kökenli eşrafın evinde kalması, kendisine bu toplumu yakın gördüğünün en açık kanıtıdır. Bunun bir de belgesi vardır. Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Savaşı’na Alevilerin kazanılması için çaba göstermiş ve Alevi toplumunun buna uygun olduğunu bildirmiştir. 26 Haziran 1919 tarihinde Tokat’tan Konya’daki 2. Ordu Komutanlığı’na çektiği telgraf Amasya ve Tokat’taki Alevileri, nüfus oranlarına kadar bildiğini ortaya koymaktadır. (Bu belgenin içeriğini, Türk aleviliği adlı kitabımızda (Kripto Yayınevi) yayımladık.)
Bugünkü Tunceli bölgesini Osmanlı subayları Kürt sanırken, Mustafa Kemal’in Türk kabul ettiğini de biliyoruz. Bunun bilgisini de yaman bir Atatürk düşmanı olan Kürtçü Baytar Nuri’nin anılarından öğreniyoruz. Bu gerçeği de “Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği” adlı çalışmamızda (Kripto Yayınevi) ortaya koyduk. Büyük Atatürk’ün isyancı derebeylerini ikna etmek için Dersim’e elçi olarak yolladığı Ali Cemal Bardakçı’nın raporunda Dersimliler öz Türk olarak anlatılır ki bu da Atatürk’ün görüşüdür. Bu yüzden de kendisi ölene kadar Tunceli halkını Osmanlı zihniyetindeki Sünni mezhepten subayların katliamına karşı korumuştur. Bunun belgelerini de söz konusu kitabımızda verdik.
Düşünün ki başlangıcı ta 1920’ye kadar giden Dersim bölgesi ayaklanmalarında ve 1937 yılındaki kalkışmada sivil halka dokunulmamıştır. Devletin yayımladığımız belgesinde 1937 yılında “Eşkıyadan ölü ele geçirilen insan sayısı sadece 262’dir”. Ancak o ağır hasta iken 1938 yılında Başbakan Celal Bayar ile Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın İçişleri Bakanlığı’nın da katkısıyla yaptığı planlama ile yürüttükleri kırım operasyonu farklıdır. Burada devlet belgesi, eşkıyadan 13160 kişinin ölü ele geçirildiğini gösteriyor. İki rakam arasındaki fark, Mustafa Kemal Atatürk’ün Tunceli halkını korumak için gösterdiği özeni çok açık biçimde ortaya koymaktadır. 1937 ile 1938 arasındaki farkın bilgisine ulaşmak isteyenler Dersim İsyanları ve Seyit Rıza Gerçeği adlı kitabımıza koyduğumuz belgelere bakabilirler.

MUSTAFA KEMAL’E KARŞI KULLANILAN ALEVİLER

Bir gerçeğin altını özenle çizelim: Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları vatanı kurtarma savaşını başlattıklarında, bu hareketi ezmek isteyen İstanbul’daki Osmanlı yönetimi ile işgalci İngilizler, bazı Alevi aşiretlerini de kullandılar. Bu iş için de 1918 yılında kurulan Kürt Teali Cemiyeti’ni kullandılar. Bir Kürt devleti kurmak peşindeki bu cemiyetin Alevi kimlikli iki üyesi vardı: Dersimli Baytar Nuri ile Ali Şir.
İşte bu ikisi önce 1921 yılı başında o sıralar Batı Dersim denilen şimdi Sivas’ın doğusunu kaplayan Koç Kırı bölgesindeki Alevileri ayaklandırdılar ve Ankara hükümetine karşı kullandılar. Batıdan Yunan ordusu saldırırken doğudan aslında tümü Türk olan Koç Kırı’nın gerici derebeyleri vurdular. Ankara hükümeti bu isyanı zar zor da olsa bastırdı.
Bu ayaklanmanın elebaşıları Tunceli bölgesine kaçtılar ve 1925’ten itibaren irili ufaklı ayaklanmalarda rol aldılar. İkinci dünya Savaşı’nın patlayacağı sıralarda Dersim bölgesi, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kullanılacak ayaklanmacıların deposu haline getirilmişti. Bunun belgelerini de Ermeni kaynaklarından söz konusu kitabımızda verdik.
Alevilerin bulunduğu yerlerde çıkan iki önemli ayaklanmaya karşın Mustafa Kemal Paşa asla onlara karşı bir düşmanlık gütmemiştir. Öyle ki 1925’te Seyit Rıza ve öbür Dersim derebeylerine gönderdiği elçisi, Atatürk’ün önerisiyle “Dersim’de Alevilik eğitimi verecek okullar açalım!” demesine karşın, bunların derdi Alevilik olmadığı için bu öneri de reddedilmiş ve devletin bölgeye girmesi çete savaşlarıyla önlenmek istenmiştir. Cumhuriyete ve devrimlere direnen bu derebeylik, 1937 harekâtıyla yıkılmış, elebaşılar da yargılanıp asılmışlardır.

DERGAHLARIN KAPATILMASI YALANI

Atatürk düşmanları, Alevileri onun karşısına dikmek için, “Atatürk Alevi dergahlarını kapatarak inanç kurumlarını yok etti!” yalanını yaymaktadırlar. Bu konuyu, TÜRK ALEVİLİĞİ kitabımızda ayrıntılı olarak inceledik… Alevi dergah ve tekkelerini kapatan Atatürk değildir, Osmanlı padişahı 2. Mahmut’tur. Bu zalim adam binlerce Alevi-Bektaşi’yi öldürttüğü gibi binlerce Alevi-Bektaşi kurumunu yıktırıp yok etmiştir. Sadece Hacı Bektaş Dergahı ile Rumeli’deki Kızıldeli Sultan Tekkesi’ne doknulmamış ama buralara Halidi yobaz şeyhler atanmıştır. 1920’lerde Hacı Bektaş Dergahı’nda resmi yönetici olarak İran’dan gelme Hacı Abdullah adlı Sünni Halidi bir şeyh bulunuyordu.
Atatürk aslında Sünnilerin sayısı binleri bulan dergahlarını ve tekkelerini kapatmış, halkın başına bela olan binlerce softayı sıradan insan haline sokmuştur. Tarikatçıların bugünkü Atatürk düşmanlığının sebebi de budur. Bu arada gayriresmi biçimde çalışan Alevi tekkeleri de kapatılmıştır. Ama zaten bunların sayıları bir elin parmağını geçmemekteydi.
Büyük Atatürk’ün doğrudan Alevileri hedef alan en küçük bir kararı veya uygulaması olmamıştır. O, ülkeyi kasıp kavuran ve 1925 yılında Şeyh Sait isyanına da kaynaklık eden tekke-dergah görüntülü bütün gerici yerleri kapatarak çok doğru bir karar almıştır.

ALEVİ ÇOĞUNLUK ONUN YANINDA YER ALDI

Koç Kırı ve Tunceli bölgesindeki Kürtçü ajanların ayaklandırdığı kesim dışındaki Aleviler bütün güçleri ile Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer aldılar. Kendisi bunu biliyordu ve o yüzden Sivas’tan Ankara’ya giderken Hacı Bektaş İlçesi’ne de giderek buradaki Alevi dedesi Cemalettin Çelebi ile buluşmuştu. Yine buradaki Bektaşi dervişleri ile de konuşmuştu. Geceleyin Cemalettin Çelebi’nin konuğu olan Atatürk buradan aldığı destekle daha bir güçlenmiş olarak Ankara’ya ulaşmıştır. Savaş süresinde ve sonraki devrimler döneminde Aleviler bütün güçleri ile Gazi Mustafa Kemal’in arkasında durmuşlardır.
Atatürk’ün Hacı Bektaş’taki görüşmelerini, bunları izleyen Cemalettin Çelebi’nin kardeşi Veliyettin Çelebi’nin oğlu rahmetli Celalettin Çelebi’den 1988 yılında ayrıntılı biçimde dinlemiştim. O günlerin anısını çok büyük bir onurla ve coşkuyla anlatıyordu.

İLK KEZ EŞİT VATANDAŞ OLDULAR

Aleviler, Mustafa Kemal’i daha ilk anlardan itibaren o kadar önemsediler ki ona, “Zamanın sahibi Mehdi” bile dediler. Onu kötülüklerle dolmuş olan Osmanlı zulüm düzenini bitirecek Mehdi gözüyle bakmaları boşuna da değildi ve beklentileri de hemen çıkmıştı.
Alevi toplumunu 400 sene boyunca inim inim inleten gerici Osmanlı Devleti’ni Mustafa Kemal yıkmıştı. Yerine de cumhuriyet rejimini getirerek halkı ilk kez kulluktan birey konumuna yükseltmişti. Devrimlerle eski kuruluşları parçalayıp atmıştı. Bundan en çok da Aleviler faydalanmıştı.
Örneğin dünya faşizmin çizmeleri altına girerken Büyük Atatürk 1924’te çok demokrat bir anayasa yaptırmıştı. Bu anayasada “Türkiye’de din ve irk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese Türk denilir (Madde 88)” maddesini koydurmuştur. Böylece insanların dinleri, mezhepleri, ırkları geriye itilmiş, Alevi ile Sünni yasa karşısında eşit duruma getirilmiştir.
Daha sonra anayasaya laiklik ilkesi de doğrudan konularak Sünni mezhepçi din organlarının devleti yönetmesine hem hukuken hem siyaseten son verilmiştir. Sünni tarikatçıların Atatürk düşmanlığının bir sebebi de işte budur. İşlerine yarayan bu büyük devrimleri bugünkü Aleviler anlayacak durumda değil ne yazık ki… Gelin, 1900’ün başında bile Alevileri Kızılbaş diye aşağılayan ve mahkemelerde mezhep üstünden haksız çıkartan Osmanlı’nın yıkılmasının ve mezhep diktasının çökertilmesinin önemini siz o günkü Alevilere bir sorun.
Sünnilerle Alevileri yasa önünde eşitleme, Alevi tarihindeki en büyük devrimdi ve bizim dedelerimiz bu yüzden Kemal Atatürk’e sonsuz saygı duyarlardı. Gel gör ki günümüzde bazı Aleviciler, bu devrimleri tersinden okuyup Büyük Atatürk’e saldırarak hem Sünni tarikatçıların hem de onların iktidarının yanına düşüyorlar.

TUTUNACAK DALIMIZ

Büyük Atatürk’ün toplumun başına bela olan “şeyh, derviş, mürit, baba, dede, molla” takımına karşı yürüttüğü bastırma hareketi, onun ölümünden sonra rayından çıkartılmıştır. 1946’dan itibaren Sünni tarikatlar Amerikancı Yeşil Kuşak projesi için yeniden canlandırılmıştır. Sünni temelli tarikatlar zamanla siyaseti yönlendirecek büyüklüğe ulaşmışlardır. Bugünkü AKP iktidarını Amerikancı Halidi tarikatı yaratmıştır. Böylece, yeniden örgütlenen gericilik Yeni Osmanlıcı bir ideolojiyle Atatürkçü değerlere karşı saldırıya geçmiştir. Bugün işte ülkemizde böyle bir savaş yürütülmektedir.
Belirtelim ki Aleviler eğer Atatürk ilkelerinden uzaklaşırlarsa, yeni Osmanlıcı gericiliğe yem olacaklardır. Alevilerin tutunacak tek dalı vardır: “Sarı saçlım, mavi gözlüm; devrimci Büyük Atatürk’üm!”
Görüyorsunuz… Gericiler ve bölücüler vurdukça Atatürk’ümüz nasıl da büyüyor!

TÜRK TASAVVUF EDEBİYATINDA BİR DUÂ VE NİYÂZ TARZI

0

G Ü L B A N K
Mustafa UZUN
Gülbank, Farsça birleşik bir kelime olup “gül sesi, bülbül şakıması” anlamına gelmektedir. Çiçek adı olan “gül” ile “ses, seda, haykırma” mânâsına kullanılan “bang” kelimelerinden meydana gelmiştir. Gerek Türkçe gerekse Farsça sözlüklerde kelimeye birbirine yakın anlamlar verildiği görülmektedir} Mütercim Âsim “gülbâm” kelimesi hakkında bilgi verirken “Ol perde bîrûn âhenk ve gülbankdır ki mehterler nevbete başlarken ve salâtîn ü vüzerâ süvâr olurken çavuşlar yekdehen demsâz olurlar” demekte, ardından yer verdiği “gülbank” kelimesi için “Bu dahî ol mânâdadır ve bülbül avâzına da denir” açıklamasını yapmaktadır. Şemseddin Sâmî ise bu kelimeye “Bir cemaat tarafından bir ağızdan makamla çağrılan duâ ve sürûcl ve âhenk veya tekbir ve tehlil; vaktiyle mektebe yeni başlayan çocuğun hânesi kapısının önünde mektep çocuklarının ettikleri duâ” anlamını vermektedir. Hüseyin Kâzım Kadri ise kelimeyi “Âyinlerde ve bazı merasimde müteaddit adamlar tarafından duâ ve alkış tarzında hep bir ağızdan bağrışma” şeklinde îzah etmiştir. Gülbank Türkçe Sozlük’tiT “Hep bir ağızdan ve makamla yapılan duâ veya ant” diye karşılanmıştır. Gülbank okunması için daha çok gülbank çekmek deyimi kullanılmıştır. Kelimenin dilimizde gülbenk, gülbank şeklinde iki telaffuzu olduğu gibi Farsça telaffuzun tesiriyle gülbang sûretincle yazıldığı da görülmektedir.
Dihhudâ, Fars edebiyatında da geniş ölçüde kullanılan gülbank kelimesinin gülbâm ile aynı mânâya geldiğine işâret ettikten sonra, “coşkulu bir şekilde yüksek sesle bağırmak, savaş sırasında askerlerin attığı na’ra, bülbül sesi, müjde ve İran mûsikisinde bir makam adı” olarak kullanılışına bir çok şâir ve yazardan çeşitli örnekler vermektedir.3
Kelime bir terim olarak ele alındığında ise karşımıza bir tasavvuf ve tarîkat ıstılâhı olarak çıktığı gibi, Yeniçerilik törenlerinde kullanılan bir askerî
tâbir olma özelliğini de göstermektedir. Süleyman Uludağ bir tasavvuf terimi olarak yer verdiği kelime hakkında “belli hususlar için tertip edilmiş dualar” şeklinde yetersiz bir tarif vermekte, Gölpmarlı ise “terim olarak, yüce ve bir ağızdan bağırışa denir” dedikten sonra Yeniçeri ve Bektaşî gülbanklarına kısa örnekler vermektedir. Pakalın da, uzun bir yer ayırdığı gülbank maddesinde kelimeyi bir askerlik ıstılahı olarak “Yeniçerilerce bir takım mürettep dualara verilen addır” diye tarif etmekte, sûfiyye tabiri olarak da “Bektaşî ve Mevlevî tarikatlarında … muhtelif vesilelerle gülbank çekildiğini” belirterek örneklere geçmektedir.
Dikkat edilirse kullandığı yerler ve çekiliş tarzları gözönüne alındığında bütün bu tariflerin gülbank için tek başına yeterli veya kapsamlı karşılıklar olmaktan uzak düştüklerini söylemek mümkündür. Ancak bütün bu tariflerde müştereken zikredilen en önemli husus gülbank’ın “bir takım dualar” oluşudur.
Gülbank kelimesi Türk edebiyatında yukarıdaki mânâları yanında zaman zaman değişik anlamlarla da kullanılmıştır. Nef’î’nin:
“Erişe müjde-i feth ü zafer etraf u eknâfa
Tuta dünyayı hep gülbank-ı kûs-i rıusret-âvâzî’
mısraında gülbank, zafer havaları vuran kös sesi, zafer nârası anlamındadır. Surûrî’nin:
“Hükm-i âsafla arşı aldı erbâb-ı salâh
İşitip gülbank-ı İslâm ’ı adû etti enîri’
beytinde ise şâir, gülbank kelimesini tekbir ve tehlil yerine kullanmıştır.
Yahya Kemal’in bir mehter marşı olarak bestelenmiş “Yeniçeriye Gazel” acili şiirindeki:
“ Vurperıçe-i Alî’deki şemşîr aşkına
Gülbankı âsmânı tutan pîr aşkmd’
beytinde ise duâ ve zikir anlamınadır.
Şeyh Gâlib’in bir na’tindeki,
“ Gülbank-ı kudûmun çekilir arş-ı Hüdâ ’da
Esmâ-ı şerifin anılır arz u semâdd’
beytinde Hz. Peygamber’in namının arş ve semâda yankılanması gülbank kelimesiyle ifade edilmiştir. Kelimenin kuş sesi mânâsına kullanılışına ise Ganîzâde Nâdirî’nin Bâkî’yi tahmîsen kaleme aldığı şu mısralar örnek verilebilir:
“ Şâhenşeh-i nevruz eder her kişveri pür zîh ü fer
Ezhârdan asker çeker rûy-i zemîne ser-be-ser
Şâhâne nevbettir ana gülbank-ı mürgân-ı seher1’
Ayrıca Fars ve Türk edebiyatında gülbank-ı müselmânî ve gülbank-ı Muhammedi tamlamaları ezan için kullanılmıştır.
Bu bilgiler ışığında gülbank için şöyle bir tarif yapmak mümkün görülmektedir: “Çeşitli tarikat toplantılarıyla dînî, askerî, mülkî bazı törenlerde belli bir edâ veya makamla, bazan topluca okunan duâ”.
Gülbanklar yapılacak işin hayırlı ve uğurlu olması veya girişilen işte sağlık-esenlik ve başarı talebi için çoğu kere daha rahat anlaşılabilecek, hemen hemen kalıplaşmış bir ifade tarzıyla Allah’a yalvarıp yakarmayı, daha doğrusu niyâzı ihtiva eden duâ metinleridir. Bundan dolayı Osmanlı toplum hayatında çeşitli toplantılar yanında dînî törenlerde, özellikle tarîkatlarca yapılan zikir ve merasimlerde okunan birbirinden farklı gülbank metinleri ortaya çıkmıştır. Bunların en belirgin vasıfları, nisbeten sâde bir nesirle yazılmış olmaları yanında, dualar gibi secî ve iç kafiyeleri olan, bu özelliği sebebiyle, belli bir edâ ile yüksek sesle okunmaya elverişli melodik bir yapıya ve âhenge sahip bulunmalarıdır. Gülbanklar bir işe başlanmadan okunduğu gibi ekseriya yapılan işin ardından okunmaktadır. Nitekim mektep gülbankı talebelerin ilk mektebe başlama merâsiminde, nikâh gülbankı, nikâh akdinin ardından okunmaktadır.
Aralarında bazı farklar olmakla birlikte terceman kelimesi de zaman zaman gülbank ile eş manâlı olarak kullanılan bir tabirdir. Bir işe başlanırken yahut bitirildikten sonra okunan manzum veya mensur, Arapça, Farsça, Türkçe duâ ve sena ifade eden ibareler demek olan terceman ile gülbank arasındaki en mühim fark, terceman’ın, yatağa girildiğinde, uykudan kalkıldığında, yüz yıkanırken, tıraş olunurken, yeni ay görüldüğünde, bir kabir veya türbe ziyaret edildiğinde ve benzeri günlük şahsî işlerde, işi yapan kişi tarafından tek başına da okunabilmesidir. Gülbank ise topluca yapılan bir merasim esnasında ve belirli bir âdap içinde Şeyh, Dede, Baba veya duâhan, duâgû, duâcı gibi, bu işle vazifeli kişilerce okunur. Ayrıca tercemanların özellikle manzum olanlarının bir kısmının müellifleri belli olduğu halde gülbanklar anonimdir.
Bir de tercemanlar daha çok Bektâşîlerle Fütüvvet ehli arasında yaygındır. Konuyla ilgili makalesinde fütüvvet ehli tercemanları hakkında geniş bilgi veren Gölpınarlı, bunların Alevî ve Bektaşî tercemanlarıyla alâkasına da işaret etmiştir. Neşet Çağatay ise Seyyid Muhammed Alâeddin el-Hüseynî er- Radavî’nin Miftabu’d-Dekâyık Beyânu’l-Fütüvve ve’l-Hakâyık acili fütüvvetnamesinde bulunan 14’ü Türkçe, 7’si Farsça tercemanı neşretmiştir. Cavit Sunar da eserinde Bektâşî tercemanlarından bir çok örnek vermektedir.
Halk arasında tekerleme halinde belli zamanlarda söylenen manzum anonim ifadeler de bu grupta mütalaa edilebilecek benzer bir kalıptır ve bunlar da Fütüvvet ve Bektâşîlik kanalıyla halka intikal etmiş olmalıdır. Mesela yeni ay görüldüğünde okunan:
“Ay gördüm Allah
Âmentü billah
Günahlarım varsa
Affeyle Allah” tekerlemesi hemen hemen terceman gibidir.
Bektâşîlerin “Çâr-clarb tıraş” (saç, sakal, kaş ve bıyıkların kelimesi) olurken okudukları tıraş tercemanı bu hususta fikir verebilecek manzum bir örnektir; Tıraştan önce:
“Tıraş olmak bugürı minnet Hûda’ya
Tevellâ eyledik biz Mustafa’ya
Teberrâ eyledik hem Hâricî’ye
Olup bende Aliyyü’l-Murtazâ’yd’
tercemanı okunur.
Tıraş olduktan sonra ise:
“Tıraş olduk bugün elhamdü-lillah
Hüdâ birliğine eş-şükril-lillah
Muhammed’le Ali ‘rıirı hürmetiyçün
Bu dergahtan ayırma ey GanîŞâb”
tercemanı okunurdu.
Tekkenin çeıağları uyandırılırken (kandilleri yakılırken) çerağcı tarafından okunan çerağ tercemanı da mensur bir örnektir:
“Seyyidü’s-sâdât, muhibbu’s-sâdât, hulâsa-i mevcudat, fahr-i kâinat Muhammed Mustafa râ salavât! Ber cemal-i Muhammed, kemâl-i İmam Hüseyn, Muhammed Mustafa râ salavât”.
Özellikle Bektâşîlerde çok zengin bir terceman edebiyatı gelişmiştir. Nitekim İsmail Erünsaİ’ın özel kütüphanesinde bulunan yazma bir cönkte clâr, tâc, vudû fabelest), gusul, ikrar, vedâ, eşik, çamaşır, post, meydan, teslim, niyaz, tiğ-bend, ziyaret-i türbe, tevbe, su, lokma, yatak, çırağ, hak hayırlı” başlıkları altında yirmi terceman metni ile bir sabah gülbangi yer almaktadır. Mir’âtü’l-Mekâsıd’Mr ise bunlardan başka “tebdîl-i libâs, recâ, tekbîr-i teslîm, fenâî, pâlhenk, kanberiyye, tennure, dolak (sarık), nefîr, cümcüme, mengûş (küpe), keşkül, serbest, clestegül” tercemanlarının metinleri de kaydedilmiştir.1? Çoğunluğu mensur ve herbirinin başında mevzuya uygun bir âyetin yer aklığı görülen bu tercemanlarda, sayı ve çeşitlilik itibariyle görülen zenginlik ele Bektâşîlikte terceman okumaya ne kadar önem verildiğini göstermektedir.
Osmanlı toplum hayatında gülbank çekmeye öncelikle çeşitli tarikat toplantılarında büyük önem verildiği bilinmektedir. Bunlar arasında bilhassa Mevlevî, Bektaşî ve Halvetîliğin bazı kollarında Gülbank çekmek yaygın bir gelenektir. Bektaşî tarikatına bağlı Yeniçeri ocağında da önemli bir an’ane halinde asırlarca yaşamış ve bir örneği Türk askerî müziği olan Mehter
törenleriyle günümüze ulaşmıştır. Ayrıca fütüvvet ehli arasında yapılan yârân toplantılarıyla çıraklık, kalfalık, ustalık gibi esnaf teşkilatı merasimlerinde de gülbank’ın önemli bir yeri vardır.
Bazı bölümleri Arapça ve Farsça, büyük bir kısmı ise Türkçe olan gülbanklar arasında Mevlevî gülbanklarının baş taraflarında bazan konuya uygun ve Mesnevî’den seçilmiş Farsça beyitler, nâdir olarak da bazı Arapça ibareler yer alır. Bektaşîlikle diğer tarikatlarda ise Farsçanın yerini daha çok Arapça ibarelerin aldığı söylenebilir. Çok uzun metinler olduğu gibi kısa birkaç cümlelik gülbanklar ela vardır. Gülbanklara daima “Allah Allah İllallah, Allah Allah eyvallah, bism-i Şâh Allah Allah” gibi kalıplaşmış bir ifade içinde tekrar edilen Allah adı ile başlanır. Hangi iş için tertiplenmişse ona işaret eden bir veya birkaç cümle ile devam eder, ardından klasik duâ cümleleri yer alır ki bu kısım, gülbankın en uzun bölümünü teşkil eder. Nihayet Hz. Peygamber ve Hz. Ali’nin adlarıyla gülbank çekenin bağlı olduğu tarikat silsilesinden önde gelen bazı şeyhler ve özellikle son şeyhin ismi anılır. Bu zevattan meded ve himmet talebinin ardından “Demine devranına hû diyelim” sözüyle sona erer. Dinleyenlerin bir ağızdan yyüksek sesle “hû” diyerek karşılık vermeleriyle gülbank çekme işi tamamlanır. Bu son “hû”nun nefes yettiğince uzatılması gülbank çekmenin ayrılmaz bir özelliğidir.
Mevlevîler’de gülbank çekilirken hazır bulunanlar sonuna kadar sessizce dinler ve sadece son “hû”ya iştirak ederler. Bektaşî ve Alevîlerde ise gülbank çekilirken muhib ve dervişler niyaz vaziyeti alır, yani ayakta bulunanlar ayağını mühürler, ellerini niyaz vaziyetinde tutar; oturanlar sağ ellerinin parmak uçlarını sol ellerinin parmak uçları üstüne koyacak şekilde yere değdirip üzerine secde ederler ve gülbank sonuna kadar bu vaziyette kalırlar; gülbank bitince “hû” diyerek niyâzdan kalkarlar. Ayrıca bu esnâda “Allah Allah” diye belli bir âhenk ile zikrederek gülbanka iştirak ederler; bu da gülbanka bir nevi müzikalite katarak, dinleyenler üzerinde dînî bir coşku ve heyacana sebep olacak bir tesir icra eder. Diğer tarikatlarda ise dervişler secde durumunda “Allah Allah” diye zikrederek gülbank çekimine katılırlar.

Şeyh Edeb Ali

0

“Çok konuşma, boş konuşma, kem konuşma” Osmanoğulları Beyliği’nin Osmanlı Devleti olma sürecinde etkili olan dervişlerden biri de Şeyh Edebali’dir. Türbesi Bilecik’te mezarı Eskişehir’de olan Şeyh Edebali, kimi kaynaklarda Edebalı, kimi kaynaklarda Edıbali olarak geçmektedir. Osman Bey’in Ertuğrul Gazi’nin vefatı sonrası Osmanoğullarının başına geçmesi ve devamında Osmanlı Devleti’nin ilk temellerini atması sürecinde manevi anlamda adeta bir fikir babası olan Şeyh Edebali, Osman Gazi’ye verdiği öğütleriyle de tanınır. Şeyh Edebali, Malhun Hatun’un babasıdır ve Osman Gazi’nin kayınpederi, Orhan Gazi’nin dedesidir. Yine Anadolu Ahilerinin reislerinden olan Edebali, İslam alimidir. 600 yıl gibi uzun bir süre egemen olan ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin temel toplum ve kültür yapısını oluşturan Osmanlı İmparatorluğu, Hoca Ahmed Yesevi’den Pir Sultan Abdal’a, Şeyh Edebali’den Yunus Emre’ye birçok dervişin manevi önderliği ile kurulmuş ve yücelmiştir. Anadolu dervişleri, manevi dünya ile maddi dünyayı fark eden, eser üreten, hayatın gerçekliği ile Allah aşkını birleştirerek öğretiler oluşturan özel insanlardır. Dünya ölçeğinde pek çok felsefi akımın izlerini ve köklerini barındıran fikirlere kaynak olan dervişler, Anadolu tarihinde önemli bir yer tutmaktadır.

Şeyh Edebali damadı Otman Gazi’nin Bey olması üzerine verdiği nasihati çok ünlüdür.

”Ey oğul!

Bundan sonra öfke bize, uysallık sana

Güceniklik bize, gönül almak sana

Suçlama bize, katlanmak sana

Acizlik bize, yanılgı bize, hoş görmek sana

Geçimsizlikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar bize, adalet sana

Kötü göz, şom ağız haksız yorum bize, bağışlamak sana

Ey Oğul!

Bundan sonra bölmek bize, bütünlemnek sana

Üşengeçlik bize, uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana

Ey Oğul!

Sabretmesini bil, vaktinden önce çiçek açmaz

İnsanı yaşat ki, Devlet yaşasın

Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı

Allah (C.C) yardımcın olsun

Sözleri

  • Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez.
  • Kişinin gücü günün birinde tükenir ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı kapalı gözlerden bile içeri sızar aydınlığa kavuşturur.
  • Ukalayla dost olma: çok konuşur, boş konuşur, kem konuşur; üzülürsün.
  • Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen sabah rüzgarlarında savrulur gidersin.
  • Üç kişiye acı; cahiller arasındaki alime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken itibarını kaybedene.
  • Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.
  • Sana yükünü taşıyacak güç , ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin.
  • Aç gözlü ile dost olma: ikram bilmez, kural bilmez, doymak bilmez; üzülürsün.

Hacı Bektaş-i Veli

0

“Bir olalım, iri olalım, diri olalım.” Anadolu dervişleri arasında en öne çıkan isimlerden biri de Hacı Bektaş-i Veli’dir. İslamiyet içinde bir yaşam felsefesi kurucusu olan Hacı Bektaşi Veli, İran Nişabur doğumludur. Asıl adı Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan Hacı Bektaş, velilik makamında olan bir derviş olarak kabul edildiği için Veli ismi almıştır. 1300’lü yıllarda Ahilik teşkilatında önemli hizmetlerde bulunmuştur. Makalat isimli Arapça dilinde bir eseri bulunan Hacı Bektaş-i Veli, kurduğu tarikatıyla, tarikatın anlamı olan Allah yolunu insan erdemleriyle bulmaya dönük bir öğretiyi oluşturmuştur. Dergahına tabi olan ya da oradan yetişenlere Bektaşi ismi verilmiştir ve bazı kesimlerce Anadolu Aleviliği, Bektaşilik ile bir olarak görülür. Hacı Bektaş-i Veli, öğretisi ve kültürü yüzyıllarca taşınan özel bir derviştir. Hacı Bektaş-i Veli, Osmanlı askeri yapılanması olan Yeniçerilerin manevi altyapısını ve birliğini oluşturan kişidir. Osmanlı’nın ilk zamanlarında kültürel ve manevi yönden büyük katkılar sunan derviş, Orhan Bey’in sultanlık duasını da yapan kişidir. Yeniçeriler, savaşa başlarken; “Allah, Allah! İllallah! Baş üryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali… Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli…” demeleri de bunun en önemli kanıtıdır. Hacı Bektaş-i Veli’nin mezarı ve türbesi Nevşehir’de Kapadokya yolu üzerindedir.

Yunus Emre

0

“ Ana rahminden geldik pazara, Bir kefen aldık, döndük mezara” Anadolu coğrafyasının en değerli ozanlarından olan ve Taptuk Emre’nin öğrencisi olan Yunus Emre, sözleri müzikle buluşarak modern zamanlara taşınmış olan dervişlerden. Tıpkı Mevlana gibi ilahi aşkın peşinde ilerleyen Yunus Emre, Hacı Bektaş-i Veli’nin yönlendirmesi ile Taptuk Emre’nin dervişi olur. Tam 40 yıl dergaha odun taşıyan Yunus Emre, Türkçe dilini çok iyi kullandığı ve hayatın anlamını arayan değerli bir felsefe taşıyan eserler vermiştir. İlahi aşkı, “Gel gör beni, aşk neyledi” şeklinde anlatan Yunus, Risalet-i Nushiyye ve Divan isminde iki büyük eser üretmiştir. Osmanlı Beyliğinin devlete dönüşme süreci olan 13. Ve 14. Yüzyılda yaşayan Yunus Emre, hoşgörü felsefesiyle Anadolu’nun zor zamanlarında halkın birliği için önemli katkıları olmuş bir Türkmendir. İsmi Yunus olup Emre ismi, Taptuk Emre’den gelmektedir.

Mevlana Celaleddin – i Rumi

0

“”Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Türkiye’de Mevlana’yı, Dünya entelektüelleri arasında da Rumi’yi bilmeyen yoktur. Bu ikisini birleştirdiğimizde derviş Mevlana ile filozof Rumi, yani Mevlana Celaleddin-i Rumi ortaya çıkıyor. UNESCO tarafından 2007 yılı, Mevlana Yılı olarak kabul edilmiştir. İran’dan Fars kökenli olan Mevlana’nın bugün türbesinin bulunduğu yer, sağlığında da dergahıdır. Konya’daki dergahında ortaya çıkardığı “Hamdım, Piştim, Yandım” öğretisi ile tasavvuf felsefesinin gelişiminde önemli rol oynamıştır. Yalnızca Türkiye’de değil başta İran olmak üzere dünya çapında bilinirliğe ve değere sahip olan eseri Mesnevi, içinde yer alan hikayeler ve öğretilerle adeta bir yol kitabıdır. 1207 yılında Horasan’da ( bugün Afganistan sınırları içindedir) doğan Mevlana, babası Bahaeddin Veled ile birlikte Kabe’ye kadar giderek Hac ziyaretini gerçekleştirmiş ardından Selçuklu egemenliğindeki Anadolu’ya gelerek Karaman’a yerleşmiştir. Karaman’da babasının dergahında yetişmeye devam eden Hz. Mevlana, babasının vefatından sonra dergahın başı olmuş ve sufizm felsefesinden Mevlevilik anlayışını oluşturmuştur. Dergahında karşılaştığı Şems-i Tebrizi’de kendi söylemiyle “Mutlak kemalin varlığı ve Tanrının nurlarını gören Mevlana, Şems’in vefatından sonra içine kapanmıştır. Mevlana’nın vefatından sonra arkasında kalanlar Mevlevi dergahını ve Mevlevilik öğretisini geliştirerek taşımışlardır. Mevlana Celaleddin-i Rumi, tüm dünyada hoşgörü, anlayış, barış ve ilahi aşk ile bilinir. Mevlana, eserlerini Farsça dilinde yazmıştır.

Anadolu Erenleri

0

Dervişlik, kelime anlamı olarak abdal kelimesi ile eş anlamlıdır. Derviş ya da abdal, ozanlık, yazarlık, bilgelik ve filozofluğu bir arada barındıran, hayatı İslamiyetin özünde ve dergah öğretilerinden hareketle derinlemesine işleyen, anlamaya ve anlatmaya çalışan özel insanlardır. Derviş kelimesi, Anadolu’da yaygın olan dergah, tekke gibi örgütlenmelerin önderleri olarak bilinir. Ancak dervişlik bu durumla sınırlı değildir. Derviş olmak hem bir makam hem bir yaşam biçimi olduğu için mutlaka bir dini örgütlenmenin önderi olmak zorunluluğu yoktur. Dervişleri, Abdallık olarak sınırlandırarak değerlendirdiğimizde ise, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamileşmesi yönünde önemli katkıları olan Alevi – Bektaşi inancından filozof, alim, ozan olmuş insanları görürüz. Buradan hareketle Anadolu Dervişleri arasında öne çıkanları, hem abdallar hem de İslam felsefesi ve ozanlık yönünden bir miras bırakmış kişiler olarak daha geniş bir kapsamda değerlendirebiliriz.
Anadolu Dervişleri Kimlerdir?

Allahın Emri Barış Manço

0

Kevnü Mekandan gelip geri dönen esrarı anlaşılamayan bir değer

PARANIZ DÜŞTÜ BEYEFENDİ…

0

Sinema tarihinin en ünlü komedyeni Charlie Chaplin anlatıyor:
“Küçük bir çocukken babamla bir sirk şovunu izlemeye gittik. Bilet sırasında uzun bir kuyruk vardı ve önümüzde anne-baba ve 6 çocuktan oluşan bir aile vardı.
Fakirlik hallerinden belliydi, elbiseleri eski ama temizdi. Çocuklar sirkten bahsederken çok mutlu görünüyordu.
Onların sırası gelince, babaları gişeye geçti ve bilet fiyatını sordu. Gişe çalışanı ona bilet fiyatını söyleyince adam kekelemeye başladı ve dönüp karısının kulağına birşeyler fısıldadı.
Mahcubiyet yüzünden kolayca okunuyordu.
Birden babam cebinden 20 Dolar çıkardı ve yere attı. Sonra da eğilip yerden aldı ve adamın omzuna dokunarak şöyle dedi; “Paranız düştü beyefendi..”
Adam babama baktı ve gözleri dolarak; “Teşekkür ederim efendim.” dedi.
Onlar içeri girdikten sonra babam beni elimden çekti ve kuyruktan çıktı. Çünkü babamın adama verdiği 20 Dolardan başka parası yoktu.
O günden beri babamla gurur duyuyorum ve O 2 dakika benim hayatımda izlediğim en güzel şovdu. O GÜN İZLEYEMEDİĞİM SİRK ŞOVUNDAN EMİNİM DAHA GÜZELDİ…”
Charlie Chaplin, Kevin J. Hayes