Salı, Ekim 28, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog Sayfa 144

Malatya, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas Katliamlarının İçyüzüne Dönük Bir İnceleme

0

H. Nedim Şahhüseyinoğlu

ÖNSÖZ

Orhan Apaydın, Kim Öldürüyor, Niçin Öldürüyor? adlı yapıtında, tarihçi Augistin Thierry’ın şu sözünü aktarır: “Bir toplumsal eylemi kimin tasarlamış olduğunu doğru olarak bilmek istiyor musunuz? Bunlara özünde kimlerin gereksinmesi olduğunu araştırırsanız, ilk düşüncenin eyleme geçme iradesinin ve hiç olmazsa yapılan işten en büyük payın o kimselere ait olması gerekir. Yapılan iş kimin çıkarına ise, o işi yapan kimsedir.”

Geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde siyasal cinayetlerin, toplu katliamların perde arkasında konumlarını sürdürmek isteyen egemen güçleri görürüz. Egemen güçleri emperyalistlerle işbirliği içinde olan ülkelerde, siyasal cinayetlerin, toplu katliamların daha da boyutlanarak iç savaşa dönüştüğü görülmüş ve yaşanmıştır.

Osmanlı’nın ekonomik, kültürel, sosyal uygulamalarına (asimilasyon, rüşvet ve soyguna) karşı, Anadolu halkının direnişi, Kızılbaşlık ya da Celâli ayaklanması diye kılıflanmış, yoksul halktan yüzbinlercesinin kellesi vurulmuştur.

Sukarno, Endonezya’da bağımsızlık ve özgürlük yanlısı bir milyonu aşkın insanı bir gecede katlettirdi. Şili’de ABD işbirlikçisi faşist Augusto Pinochet, sosyalist Allende iktidarını kanla devirdi. Yüzbinlerce yurtsever insan işkencelerde yaşamını yitirdi. Toplumların sosyal mücadele tarihi, bu tür örneklerle doludur…

Türkiye, yarı bağımlı, yolsuzluk, rüşvet ve mafyanın kurumlaştığı; çetelerin at oynattığı bir ülke durumundadır. Devlet erkini elinde tutan güçler, egemenlik ve çıkarlarını güvenceye almak, halkın ve emekçilerin uyanışını, direnişini engellemek için karşıt faşist örgütler (Ülkü Ocakları, Akıncılar, Komünizmle Mücadele Dernekleri vb.) kurdurarak eyleme yöneltmişlerdir. Böylece siyasal ve faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar halkın güncel yazgısı haline getirilmiştir…

Bu kitabın yazımında güdülen amaç, etnik ve inançsal toplulukların arasına sokulan kin ve kan güdümünü körüklemek değildir; dinsel bir inancı üstün tutma veya küçümseme de değildir. Amaç, bu tür katliamların mezhep (Alevilerle Sünnilerin) ya da sağ-sol çatışması olmadığını; emperyalist güçlerin ve işbirlikçilerinin ortak planlarının perde arkası gizli güçler (CIA, MİT, Kontr-Gerilla) tarafından uygulanmasının sonucu olduğunu bir yönü ile sergilemektir.

Siyasal cinayetler ve katliamlar yaşadık; bu gibi olaylara tanık olduk. Demokrasi havarisi nice iktidar geldi-geçti. Hiçbiri, ne katliamların nedenlerini, perde arkasındaki güçleri görmek istedi, ne de katliam tertipçilerinin üstüne gidebildi. İktidar ve muhalefet rolünü dönüşümlü olarak oynayan siyasi partiler birbirini suçlamaya; Alevi-Sünni çatışması sonucu olduğunu iddia ederek katliamların gerçek nedenini kılıflamaya çalıştılar. Devlet içinde devlet konumunda olan gizli eller biliniyordu. Bütün çaba, bu gerçeğin kamoyuna malolmasına engel olmak; sınıfsal ve toplumsal bir uyanış sürecine giren emekçilerin arasına dinsel ya da ırksal nifak tohumları ekerek onları karşı karşıya getirmek için harcanıyordu. Katliamlarda toplumun inancı, değeri ve kurumları (din ve cami gibi) büyük bir pervasızlıkla basit birer araç olarak kullanılıyordu. Örneğin, Malatya’da halk, “Alevilerle solcular Cezmi Kartay Caddesindeki Camiye saldırdılar, patlayıcı madde attılar” propagandasıyla kışkırtıldı. Oysa o dönemde, Cezmi Kartay Caddesi üzerinde ve yakınında cami yoktu. Kahramanmaraş’ta katliam, “Komünistler-Aleviler, Ulu Cami’ye saldırdılar; Müslümanları öldürüyorlar” kışkırtmasıyla başlatılmıştı. Çorum’da “Alaaddin Cami’ye patlayıcı madde atıldı”ğı tahrikiyle halk sokaklara dökülmüştü. Sivas’ta, “Alibaba Mahallesinde Cami’ye saldırıldı” denilerek propaganda yapılmıştı. Keza 1993 Sivas katliamından önce “Cihad çağrıları“ yapılmıştı. Saldırı ve katliamlardan sonra söylentilerin gerçek olmadığı ortaya çıkmıştı ama ne gam! Devlet yöneticileri bu gerçekleri görmezden geliyor ve yanlı tutumları ile saldırganların cesaretini artırıyordu.

Amacımız, katliamların üzerindeki giz örtüsünü aralamak, gizli örgütleri tanımak, böylece olayları daha akılcı değerlendirmenin imkanlarını yaratmak ve tarihten ders çıkararak provokasyonlara gelmeyecek bir bilinç oluşturmaktır. Bir başka ifadeyle amacımız, belirli bir zümrenin çıkarlarını koruyan, biçimsellikle sınırlandırılmış demokrasinin yerine; bütün kurum ve kurallarıyla işleyen, çok sesli, katılımcı, özgürlükçü, eşitçi, barışçı ve insan haklarını koruyan bir demokratik ortamın oluşmasına yardımcı olmaktır.

Malatya, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamlarıyla ilgili belgeleri, kaynakları, mahkeme kararlarını, iddianameleri uzun bir süre boyunca inceledik. Katliamı yaşayan tanıklarla görüştük. Elde edilen bilgi ve belgeleri değerlendirdik ve sonuçta, elinizde tuttuğunuz ve beş bölümden oluşan yapıt ortaya çıktı.

Çalışmamızı sürdürürken birçok dostumuz katkılarını esirgemedi. Kahramanmaraş katliamını yaşayan ve tanık olan CHP eski milletvekili ve hukukçu Hüseyin Doğan, elindeki dokümanları, bilgileri verdi. Yine Kahramanmaraş katliamında mağdurların avukatı Nusret Senem ile yazar ve araştırmacı Muzaffer İlhan Erdost olanca katkılarını esirgemediler. Çorum katliamıyla ilgili bilgi ve belgelere ulaşmam konusunda, avukat-yazar Sadık Eral, CHP eski milletvekili Ethem Eken, Çorum Gazetesi sahibi ve CHP Çorum eski milletvekili Rıza Ilıman, eğitimci-yazar İsmail Pamuk, aynı ölçüde katkı verdiler. Sivas katliamının mağdurlarının (aynı zamanda müdahillerin) avukatlarından Mehdi Bektaş da Sivas katliamıyla ilgili dokümanları verdi. PSAKD’nin zengin arşivinden yararlanırken her türlü kolaylık ve katkı sağlandı. Kitabın dizgisini ve sayfa düzenini gerçekleştiren Deniz Aydın’a, kitabın dil ve yazım kuralları yönünden düzeltisini yapan Metin Kayaoğlu’na ve katkı veren tüm canlara içtenlikle teşekkür ediyorum.

Mart 1999

Ankara

H. Nedim Şahhüseyinoğlu

Günümüz Aleviliğinin Evrensel Değerleri

0

Anadolu etnik, inançsal, kültürel farklılıkları bünyesinde barındıran çok renkli bir mozaiktir. Büyük ve zengin tarihsel geçmişi ile bir dünya kültür mirası coğrafyasıdır. Doğaldır ki bu dünyanın insanlık ailesi için son derece değerli birçok inançsal/kültürel unsuru yeterince bilinip tanınmamaktadır.

Anadolu’da yaşayan kültürel inançsal topluluklardan birini de kendilerine özgün yapıları ile Aleviler meydana getirir.

Alevilik nedir, Aleviler kimlerdir?

Alevilik çeşitli ve farklı kültürlerden, dinlerden, inançlardan aldığı ögeleri sentezleyerek bünyesine alarak orjinal bir öğreti yaratmıştır. Alevilikte Hırıstiyanlık’tan, İslamiyet’ten, Budizim’den, Mani inancından, Zerdüşlük’ten, Anadolu’nun yerli inançlarından vb. unsurlar görülür. Düşünüldüğünün tersine Alevilik İslamiyet’ten farkı, onun şartlarına, olmazsa olmazlarına uzak duran bir felsefedir.

Alevilik; insanı merkezine koyan (insanı merkez alan) Anadolu’ya özgü eşi benzeri olmayan bir felsefe, bir inanç, bir yaşam biçimi, bir kültür, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de aşan bir toplumsal olgudur.

Aleviler Anadolu toprakları üzerinde 1000 yıldır yaşamlarını sürdürmektedirler. Anadolu Alevi nüfusu ise 20 milyon civarındadır.

Alevilik Anadolu’daki resmi dinsel anlayışın dışında oluşmuş ve olmuştur. Bu nedenledir ki tarihte Anadolu’da kurulan gerek Selçuklu devleti zamanında gerekse Osmanlı İmparatorluğunun hakimiyeti altında sürekli olarak Aleviler baskı ve zulüm görmüşler, aşağılanmışlar, horlanmışlar, yadsınıp yok edilmeye kalkışılmışlardır.

Alevilik Osmanlı’nın resmi dinsel anlayışı olan Şeriatı/İslamiyeti yadsıyan bir inanç/öğreti olduğundan Aleviler birçok katliama maruz kalmış, tarihsel süreçte kendi varlığını korumak için bedeller ödemiştir. Avrupa’da ortaçağda yaşanan engizisyonun bir benzeri Anadolu’da Aleviler üzerinde uygulanmıştır.

Hümanizm Aleviliğin Temel Karakteridir

Aleviler tarihte salt inançlarından/ kültürlerinden/öğretilerinden dolayı birçok katliam yaşamış olmalarına rağmen Alevi öğretisinin temelini insan sevgisi yani hümanizm oluştur. Aleviler insanda tanrısal özellikler görürler. Onlara göre insan tanrının yeryüzündeki yansımasıdır. İnsana gösterilecek sevgi ve saygı yeryüzündeki her türlü ibadetten daha değerlidir. İnsana değer verilmelidir çünkü insan dünyadaki her şeyin yaratıcısıdır. İnsan yaratan ve yaşatandır. Hümanizm, insan sevgisi temelinde tüm “kerametlerin/ mucizelerin” insanda olduğuna inanır. Bunu “her ne arar isen insanda ara” özdeyişiyle dile getirir.

Aleviler insanlar arasındaki her türlü ayrımcılığa karşıdırlar. İnsanın insan olarak doğmasından ötürü saygıya, hak ve özgürlüklere layık olduğuna inanırlar.

İnsan hakları evrensel bildirgesinde ifadesini bulan temel insan haklarının bütün insanlar için gerçekleşmesi gereğine inanırlar.

Alevi toplumu barıştan, dostluktan, hoşgörüden yana, bilime ve gelişime açık zengin sanatsal ve estetik değerleri ile insanlığın gelişimine katkıda bulunmaktadır.

Alevilik dünyada yaşayan tüm insanlık ailesini/tüm insanları dost ve kardeş bilir. Farklı olmayı insanlık için bir zenginlik sayar.

Aleviler Demokrasiden Yanadır

Aleviler ve Alevi öğretisi demokrasiye bağlıdır. Bu onun tarihsel geleneğinden, Alevi öğretisinin yapısından kaynaklanır. Aleviler kendilerini demokrasi cephesinde görür. Çünkü demokrasi genel anlamıyla halka ve çoğulculuğa dayanan ama bireyin ve azınlıkların haklarına güvence veren inançların, düşüncelerin, siyasi eğilimlerin özgürce tartışıldığı farklılıkların kendisini ifade edebildiği çoğunluk ilkesinin hakim olduğu ve sorumluluklarının yüklendiği bir ortamı varkılar.

Yoksul Anadolu insanlarının varoluş öğretisi olan Alevilik sürekli bir gelişim, oluşum ve değişim içerisinde olmuştur. Alevilik 1000 yıllık tarihi boyunca mazlumdan yana zalime karşı, ezilenden yana ezene karşı, zulme, zorbalığa baskıya karşı haktan ve haklıdan yana olmuştur.

Kendi dışındaki inançsal, dinsel, kültürel farklılıkları bir gerçeklik olarak gören ve saygı ile yaklaşan Aleviler tüm toplumsal kararların o toplumda varolan bireylerin ortak iradesi ele alınması gereğini savunur.

Alevilikteki toplumun iradesini arama anlayışı günümüzde demokrasi olgusu ile bütünüyle örtüşmektedir. Günümüz Alevi topluluğu tamamıyla demokrasiden yanadır. Yaşadıkları ortamlarda eksiksiz bir demokrasinin gerçekleşmesi için uğraş vermektedirler. Alevi hareketi insanını doğası ve tarihi birikim bakımından dolayı özgürlükçüdür ve demokrasi yanlısıdır. Çünkü özgürlük insan kişiliğini ve düşüncesinin gelişmesi, gerek bireyin gerek toplumun yaratıcı, yetenekli ve sürekli gelişebilmesi için başta gelen koşuldur. Özgürlük, aynı zamanda yenilenme, gelişim ve değişim için gereklidir.

Bu anlamıyla Alevi örgütlenmesi, inanç özgürlüğünü, siyasi örgütlenme özgürlüğünü, düşünce ve basın yayın özgürlüğünün, insan hak ve özgürlüklerini savunur.Tüm sorunların ancak demokrasi temelinde çözülebileceğine inanırlar.

ALEVİLİK DOĞMATİK VE BAĞNAZ DEĞİLDİR ALEVİLİK RASYONELDİR

Alevilik dogmatik ve bağnaz değildir. Aleviler kuralcı ve biçimciliği reddederler. Öze, önem verirler. Diğer dinlerde, inançlarda olan, insan yaşamının her alanına müdahale eden kendileri dışında “doğruyu” görmeyen katı donuk yaklaşımları Alevilikte bulamazsınız. Dogmatizme karşı, bilimden yana, insan aklının ve iradesinin özgürlüğüne inanırlar. Alevilik eleştirel bir yaklaşımı savunur. Alevi öğretisinde “mutlak”lık, “değişmez”lik söz konusu değildir. Kılık-kıyafetten, ibabet etme biçimine, dünyaya, yaşama bakışta bu farklılıkları açık seçik görmek mümkündür. Bu durum aynı zamanda Aleviliğin bir zenginliğidir. Aleviler hiç kimsenin kendileri gibi inanmak ve düşünmek zorunda olduğunu dayatmazlar. Kimseyi kendilerine benzetmek istemezler. Herkesi kendilerini ifade ediş biçimlerine göre algılarlar, eşit koşullarda bir arada özgürce yaşamayı savunurlar. Alevilik rasyoneldir. Alevilikte akıl ve mantığa aykırı düşüncelere / inançlara / uygulamalara yer yoktur. Alevilik gerçekliği temel aldığından dolayı, realisttir, ilericidir.

ALEVİLİK ÇAĞDAŞTIR SÜREKLİ BİR DEĞİŞİM VE GELİŞİMDEN YANADIR

Alevlik donmuş, kalıplaşmış bir öğreti/inanç değildir. Tüm tarihi boyunca sürekli bir gelişim, değişim ve ilerleme içerisinde olmuştur. Alevilikte bir söz vardır: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!” Aleviler tüm çağdaş yeniliklere öğretilerini uyarlamayı bilmişlerdir. Alevilik yaşadığı ülkeye, zamana, mekana, yenilik ve değişimlere uyma yeteneğini her zaman gösterebilmiştir. Alevilik bilimsel ve teknolojik gelişmelerden yana olmuş, değişim ve gelişime her ortamda öncülük etmişlerdir.Bilim dışılığı, akıl dışılığı şiddetle reddeder. Bilim her koşulda Aleviliğin yol göstericisi olmuştur. Bir Alevi özdeyişi bu anlayışı şu şekilde ifade eder: “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır!”

ALEVİ ÖĞRETİSİ EVRENSELDİR HOŞGÖRÜ ÜZERİNE YÜKSELİR

Anadolu Aleviliği evrensel özellikler gösterir. Bu nedenle yalnız başına hiçbir ulusa, etnik guruba mal edilemez, onunla sınırlanıp daraltılamaz.

Alevilik yeryüzünde yaşayan tüm insanları din, dil, ırk, inanç, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bir ve eşit olarak görür. Alevi öğretisinde “72 millete bir nazarla bakmak” ilkesi esastır. Bu tüm insanlar için eşitlik ve kardeşlik demektir.

Aleviler geçmişten bugüne hiçbir ulusa kendi dışındaki hiçbir inanca ve kültüre arşı düşmanlık beslememiştir. Tersine kardeşçe bir arada eşitçe yaşamayı öne çıkartmıştır. Çok kültürlü, çok inançlı, çok milliyetli bir barış ve kardeşlik ortamını özler.

Alevi öğretisi hoşgörü temeli üzerine kurulmuştur. Aleviler hiçbir insanı inancından dolayı kınamazlar, hakir görmezler, küçümsemezler. Hiç bir insandan kendileri gibi inanmalarını talep etmezler. Kendi yollarına girmeye zorlamazlar. Kimseyi kendilerine benzetmek istemezler. İslamiyet’in fetih anlayışına şiddetle karşıdırlar. Dinsel bağnazlığa, fundamentalizmi şiddetle reddeder. Alevilik ırkçılığı insanlık suçu olarak değerlendirir.

Uluslarüstü bir inanç bir yaşam tarzı olan Alevilik, kendisini Alevi gören, Alevi hisseden bütün uluslardan insanların, yani Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Arnavut ve diğer ulusların ortak bir inancı kültür mozaiğidir.

Aleviler, Anadolu’nun zengin mozaiğinden, ulus ve inanç kültür kimlikleri temelinde eşit koşullarda kardeşçe bir arada yaşamayı hayata geçirecek, imha ve inkar politikalarını reddeder ve yeni bir toplumsal barış projenin yaratılmasından yanadırlar. Bu çerçevede Alevi öğretisi Alevi inancı ve kültürü her türlü ırkçı-şovenist ve milliyetçi akımı reddeder. Ona karşı mücadele eder. Bu anlayışlarda barışçı, eşitlikçi ve evrenseldir.

ALEVİLER LAİK TOPLUM LAİK DEVLET İLKESİNİ SAVUNURLAR

Alevi toplumu yaşadığı her toplumda kamusal ve toplumsal hayatın laiklik ilkesine uygun olarak yapılandırılması gereğini savunurlar. Laiklik, siyasal, hukuksal ve felsefi bir bütünlük arzeden, imam ve inanç yerine aklın hakimiyetini, bilimi öne çıkaran laiklik aynı zamanda, siyasi iktidarların dini kudretten ayrılması dinin kamu hayatı üstündeki etkisini sınırlamak ve genel olarak devletle din işlerinin birbirinden ayrılması anlamını da taşır. Laiklik ilkesinin reddi, kamusal ve toplumsal hayatın bir inanca, bir dine göre şekillendirilmesi çağdışılıktır, toplumsal bir çatışma nedenidir.

Laiklik inananların, farklı inananlar farklı düşünenlerin kendi tercihlerinin ortak güvencesidir. Bunun için laiklikte devlet inançlar karşısında taraf değil, ortak güvencedir. Laiklik inanç dünyasının sivil topluma devridir. Bu çerçevede laiklik demokrasinin temel bir ilkesidir.Bunun içindir ki Aleviler laiklik ilkesini ısrarla benimserler. Laiklik için mücadeleyi her zaman yürütür ve savunurlar.

ALEVİLİK DOĞAVE ÇEVRE DOSTUDUR

Alevi öğretisi doğa ve insan dostudur. Alevilikte “her şeyin bir canı/ruhu” olduğu inancı vardır. Dolayısıyla dağın, taşın, ağacın, ırmağın, böceğin yani doğadaki tüm canlı ve cansız varlıkların da bir canı vardır. Ve hiç bir canı incitmemek gerekir. Aleviler doğayla dosttur. Doğanın tahrip edilmesine, insanların insanca yaşayacağı ortamın yok edilerek çevrenin kirletilmesine karşı dururlar. Hatta Alevilikte ağaçların, dağların, suların kutsallığı söz konusudur. Bu kutsallık yaşam kaynağı olan doğanın korunmasından kaynaklanıyor olsa gerekir.

ALEVİLİKTE KADIN ERKEK EŞİTLİĞİ VARDIR

Alevi felsefe ve öğretisinde cinsiyet ayrımcılığına yer yoktur. Kadın ve erkek toplumda eşit statüdedirler. Alevilik tüm kültür ve inanç eylemlerinde kadın ve erkeğin eşit biçimde yer almasını öngörür. Alevilikte kadın erkek eşitliği “aslanın dişisi de aslandır” özdeyişi ile dile getirilir.

SANAT ALEVİLİĞİNİN VAROLUŞ UNSURUDUR

Sanat Alevi öğretisini var eden temel unsurların başında gelir. Aleviliğin toplumsal/inançsal kurumlarının başında gelen “cem” adı verilen toplantılar saz, şiir, semah eşliğinde yürütülür. Alevilik’te Alevi felsefesini dile getiren şiirleri söyleyen ozanlara büyük saygı duyulur. Ozanların eren/evliya olduğu dahi düşünülür. Şiirler saz eşliğinde ezgili bir biçimde söylenir. Bir müzik aleti olan saz da Alevilikte kutsal addedilir. Kadın ve erkeklerin birlikte katıldıkları semahlar (yani dans) da Aleviliğin vazgeçilmez unsurlarındandır. Sazı, şiiri, semahı ile Alevilik estetize edilmiş bir yaşam sunar. Estetik güzellik adeta Aleviliğin kendisidir.

ALEVİLER DÜNYAYA KUCAK AÇIYOR

Farklı ulusların, toplulukların, inançlarından, kültürlerinden, tarihi birikim ve estetik değerlerinden süzülüp gelerek özgün bir öğreti oluşturan Anadolu Aleviliği sosyolojik gelişime uygun olarak bugün kıtaları kapsayan bir geniş coğrafyaya yayılmış bulunmaktadır.

Ne var ki bütün varlığına rağmen Alevilik Türkiye’de resmi olarak yok sayılmakta, inkar edilip yadsınmaktadır. Aleviliğin inkarı yalnız Türkiye için değil insanlık ailesi için de önemli bir kayıptır.

Dünya insanlığını sevgi, saygı ve hoşgörü ile birbirine kaynaştırarak barış içinde uyumlu bir şekilde bir ararda yaşamalarını özleyen/öngören Alevilik bunun için tüm dünya insanlığına kucak açmış bulunmaktadır.

SEMAH HAKKINDA SORULARA KISA CEVAPLAR

0

Değerli Rıza Aydın Can,
 
Cem- Semah ile ilgili kısa açıklamalarınız için teşekkür ederim.
Cem – Semah – Kırklar konusunda sizden öğrenebileceğim çok şeyin var olduğunu düşündüğüm için izninizle bir kaç soru daha sormak istiyorum.
 
1- Semahı ilk dönen kırklar kimlerdi? İsimleri belli midir? Gerçek hayatta vuku bulan bir olay mıdır, bazılarının söylediği gibi mitoloji midir?
2- Semahın uygulanması  kırklara ilahi yol ile mi bildirilmişti? Kırkların kültürlerinin bir parçası mıydı?
3- Kırklardan bahsedilirken, Hz Muhammed (saa) neden kırklara dâhil edilmiyor? (Cem de 39 kişi var, 40. kisi olan Selman o an orda yoktur).
4- Kırklar ile semah dönen Hz Muhammed (saa) semahı ümmetine açıklamış mıdır?
5- Kırkların semah döndüğüne dair Ehlibeyt İmamlarından hadisler nakledilmiş midir?
6- Kırklar Hz Muhammed (saa)’in haberi dâhilinde ve rızası olarak mı toplanmışlardı? Hz Muhammed(saa)’in bu oluşumdan habersiz miydi?
7- Kırklara dâhil olmak bir ayrıcalık, fazilet sebebi midir?

 
Saygılarımla
 
Velayet Aytan

SEMAH HAKKINDA SORULARA KISA CEVAPLAR

Değerli muhabbet ehli.

Sayın Velayet Aytan Can’ın, semahlar bağlamında sorduğu sorular üzerine düşünüp bütün boyutlarıyla bu soruların çağrıştırdığı konuları yazmak isterdim, ancak iki gün sonra Maraş katliamını Maraş’ta anmak için Türkiye ye gideceğiz, hem de bugünler de Muharrem sohbetleri babında etkinliklerimiz var. Oradan oraya koşturup duruyoruz. Zaman dar. Bu yüzden dolayı, dostumuzun sorularını yanıtsız bırakmamak için, aceleden kısaca cevaplamaya çalışacağım. 

Birinci sorunun başında sorduğu: “Semahı ilk dönen Kırklar kimlerdi” sorusu eksik yada yanlış bir sorudur. Kırklar Meclisinde ilk kez, ne zaman, kimlerin semah döndükleri konusunda ne bir bilgi vardır, nede bu bugüne kadarda bu tür sorular sorulmuştur. Semah, cemde yürütülen on iki hizmetten biridir, birlik cemleri olduğundan beri, bu cemlerde semahta dönülmüş olmalıdır. Burada konuştuğumuz –konuşulan konu, Hz. Muhammed’in ilk kez katıldığı, Kırklar Ceminde dönülen semahtır. Alevilik insanlığın en kadim anlayışlarından biridir, bu yüzden bu geleneğin, bu yolun ne zaman başladığını, nasıl o günlerden bu günlere geldiğini pek konuşmadık. Bu olguyu “Devriye” konusunu işleyen -anlatan nefeslere bakarak çözebiliriz belki. Örneğin bunun için, Şiri ile Edip Harabi’nin devriyelerinde anlattıklarına bakılabilir.  Bu nefeslerden biri, “Daha Allah ile cihan yoğ iken / Biz anı var edip ilan eyledik” diye söze başlarken diğeri “Cihan var olmadan ketm-i âdemde / Hak ile birlikte yektaş idim ben” diyor. Bu nefseleri yazanlar, tarihlerini daha evrenin yaratılmasından önceye alıp oradan buyana getirirler. Şiri: “Bu cihan mülkünü devredip geldim / Kırklar meydanında erkâna girdim” diyor.  Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Cemi, Kırkların İlk Cemi, Kırkların ilk toplantısı değildi zahir, ancak bu Muhammet için ilkti, Muhammed buna ilk defa katılıp tanık olacaktı. Bunu ben böyle anlıyorum. Burada murat edileninde bu olduğunu düşünüyorum. Duyduğum dinlediğim kadarıyla da bu konu hep böyle anlaşılmıştır.  Kırklar Cemi, o günlerden bu günlere hep sürüp gelmiştir, işte bir gün, Hz. Muhammed’in o özel gününde, Hz. Muhammed’de Kırklar Cemine katılıp o cemde semah dönmüştür. Bu konularda, kesin, mutlak şeyler söylemek gibi bir tarzım olmadığı bilinir ama bu konun bundan başka bir izahını da duymadım ben.

Konu (Hz. Muhammed’in Kırlarının cemine konuk olması) Alevi inancında şöyle yer alır, yada şu vesile ile gündeme gelir. Peygamber’in Miraç’a gidip geliş süreci anlatılırken, Peygamber dünyaya dönünce, yolu Kırklar meclisine uğrar, oraya mihman olmak, onlarla tanışmak nasip olur, orda semah dönerler, işte konu bu vesile ile gündeme gelir. Bunun temel kaynaklarda nasıl anlatıldığına bakalım.

Bu konun, en yetkin anlatımı, BUYRUK diye bilinen “Menakıb-ül Esrar Behcet-ül Ahrar” adlı kitabın[1] “Kırklar Cemi” adını taşıyan birici bölümü ile Şah İsmail Hatayi başta olmak üzere, ulu ozanlarımızın nefeslerinde vardır. En yetkin anlatım yada ilk başvuracağımız yer buralar olduğu için, bizimde konuya buralarda nasıl anlatıldığına bakarak başlamamız doğru olur. Bizde oralardaki anlatıma bakıp, bunu anlamaya çalışarak koyu anlatmaya başlayacağız.

Önce sorunun şu şıkkını yanıtlayalım. Soruyu soran dostumuz sorusunda “Bu hayatta vuku bulan bir olay mıdır, bazılarının söylediği gibi mitoloji midir?” diyor. Buna şöyle bir cevap vermek uygun olur: Peygamberin, Burak adlı bir binite binip, Miraç’a çıkışı, Allah ile bin bir kelam danışıp, dönüşünü anlatan olgu ne ise, bu hangi kategoride değerlendiriliyorsa, buda aynen öyledir, öyle değerlendirilmelidir. Peygamber’in Miraç’a çıkışı, hayatta vuku bulmuş bir şey ise buda öyledir, yok öyle değil de bu bir mitoloji ise buda bir mitolojidir. O nasıl bir öngörüyse buda öyle bir öngörüdür, düşüncedir. Bunları böyle algılamak, böyle anlamak gerekir. Aslında bana kalırsa, benim kendi düşüncem şöyle, nasıl olduğu tanımlanamayan, Burak adlı bir binitle, arşı alaya çıkmak, göğün bir katında Allah ile görüşmek somut olarak yaşanıp, algılanmanın ötesinde, manevi olarak algılanan bir motifler olabilir, ama şehirde giderken, karşılaştığı, Kırkların Cemine katılmak mümkündür, sahici olarak olma ihtimali olabilecek bir şeydir.

Bu kaynakların ışığından bakınca, Alevi inancına göre bu yolculuğun şöyle anlatıldığı görülür. Peygamber Miraç’a giderken, yolunun üstünde bir Aslanın durduğunu görür, Aslan yolun üstünde kükremektedir, gaipten gelen bir nida (ses)  Aslanın ağzına hatemini (yüzüğünü) vermesini söyler. Peygamber denileni uyup aslanın ağzına yüzüğünü verir, Aslan sakinleşir, Muhammed’de bu sayede yoluna devam eder. Göğün en yüksek katında dostuna ulaşıp onunla “doksan bin söz konuşur”[2]   

“Muhammed, Miraçtan dönerken şehirde bir kubbe görür. Bu kubbe ilgisini çeker. Yürüyüp onun kapısına varır. İçerde birileri sohbet ediyordur. Hz. Muhabbet içeri girmek için kapıyı vurur. İçerden bir ses “kimsin, ne için geldin” diye sorar.

Hz Muhammed:

“Ben peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin yüzüne göreyim!” diye karşılık verir.

İçerden:

Bizim aramıza Peygamber sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap” derler.

Bunun üzerine Muhammed kapıdan çekilir, tam gideceği zaman Tanrıdan bir ses bir nida gelir.

O ses “Ey Muhammed, o kapıya var” diye buyurur.

Tanrının bu buyruğu üzerine Muhammed, yeniden o kapıya varıp kapıyı çalar.

İçerden:

“Kim o” diye sorulur.

Hz. Muhammed:

“Ben peygamberim açın içeri gireyim, mübarek yüzlerinizi göreyim” der.

İçerden:

Bizim aramıza peygamber sığmaz, ayrıca bize peygamber gerekli değil” derler.

“Tanrı’nın Elçisi, bu sözler üzerine geri döndü. Oradan uzaklaşacağı sırada Tanrı yeniden buyurdu:

“Ey Muhammed, geri dön. Nereye gidiyorsun? Var, o kapıyı arala” buyurdu.

İçerden:

“Kimsin?” diye bir ses geldiğinde:

Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum. Yoksulların hizmetkârıyım. Sizi görmeye geldim. İçeri girmeme izin var mı?” diye karşılık verdi. Yeniden geri dönüp geldiğini bildirmedi.

O anda kapı açıldı.

İçerdekiler:

“Merhaba, hoş gelip uğur getirdin; gelişin kutlu olsun, ey kapılar açarı!” diye karşılayarak içeri çağırdılar.

O mecliste Kırklar oturmuş, aralarında söyleşiyorlardı.

Peygamber Hazretleri:

“Kutsal kapı, hayırlar kapısı açıldı. Bismillâhirrahmanirrahim” diyerek, önce sağ ayağını içeri atıp o kapıdan içeri girdi. Muhammed bakınca bunları yirmi ikisinin er, on yedisinin bacı olduğunu gördü[3].

“Muhammet peygamber geldi” diye gaipten bir ses geldi.

Muhammed’in içeri girmesi için, inananlar ayağa kalktılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz. Ali de o mecliste idi. Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin yanına oturdu. Ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı.

Hz. Muhammed’in aklına bir takım sorular belirdi. “Bunlar kimler? Tümü aynı düzeyde. Büyükleri hangisi, küçükleri hangisi?” diye düşündü. Soru sormayı gereksiz görüyordu ama dayanamadı:

Sizler kimlersiniz? Size kimler derler?” diye sordu.

İçerdekiler:

Biz Kırklar’ız” diye karşılık verdiler.

Hz. Muhammed:

Peki, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim, ben anlayamadım” dedi.

Kırklar:

Bizim ulumuzda uludur, küçüğümüzde uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır, birimize neşter vursan kırkımızdan kan akar” diye karşılık verdiler.

Hz. Muhammed:

“Ama biriniz eksik o biriniz ne oldu?” diye sordu.

Kırklar:

“O birimiz Selman’dır. Taşraya çıktı. Pars’a (İran’a) gitti. Ama niçin sordun? Selman da burada. Onu aramızda say” dediler.

Hz. Muhammed, Kırklardan bunu göstermelerini istedi. O zaman Hz. Ali kutsal kolunu uzattı. Kırklardan biri “Destur” diyerek Hz. Ali’ni koluna bir neşter (bıçak) vurdu. Hz. Ali’nin kolundan kan akmaya başladı. Bu sırada tüm Kırkların bileğinden kan akıyordu. O an pencereden bir damla kan gelip ortaya damladı. Bu kan, taşrada bulunan Selman’ın kanıydı. Sonra Kırklardan biri Hz. Ali’nin kolunu bağladı. Öbür Kırklar’ın da kanı durdu.

O sırada Pars’tan Selman-ı Farisî’nin geldiğini gördüler. ( Mu muhabbet cemlerinde, bura şöyle anlatılır: Selman keşgüllahdan geldi. “Hu” deyip içeri girdi. Kırklar ile beraber Muhammed’de ayağa durdu. Selman’ın keşgüllahından çıktı bir üzüm danesi) Selman bir üzüm tanesi getirdi. Kırklar bu üzümü getirip Hz. Muhammed’in önüne koydular:

Ey yoksulların hizmetkârı, bir hizmet et de bu üzüm tanesini bize paylaştır[4]” dediler.

Hz. Muhammed duruma baktı. “Bunlar kırk kişi, üzüm tanesi bir tane. Ben bu üzümü nasıl böleyim?” diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail’e:

“Sevgilim (Muhammed) zorda (darda) kaldı. Tez yetiş, cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eylesin. Kırklara verip içsin” diye buyurdu.

Cebrail, cennetten, nurdan yapılmış bir tabak alıp, Tanrı’nın Elçisi’nin karşısına geldi. Tanrının selamını ileterek o tabağı Muhammed’in önüne koydu.

“Şerbet eyle ey Muhammed” dedi.

O sırada Kırklar, Hz. Muhammed üzümü ne yapacak diye seyrediyordu. Birden, Hz. Muhammed’in önünde nurdan tabağın belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Hz. Muhammed, tabağın içine bir damla su koydu. Sonra parmağı ile o üzüm tanesini o nurdan tabak içinde ezip şerbet eyledi. Tabağı Kırkların önüne koydu. Kırklar o şerbeti içtiler. Tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bir kez “Ya Allah” diyerek el ele verdiler. Üryan büryan semaha girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırkların semahı ilahi bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz. Muhammed’in başından mübarek imamesi düştü. İmame kırk parça oldu. Kırkların her biri bir parçasını aldı. O parçayı etek yapıp kuşandılar.

Hz. Muhammed pirlerini ve rehberlerini sordu.

Kırklar:

“Pirimiz Şah-ı Merdan Ali’dir; kuşkusuz, tartışmasız ve rehberimiz Cebrail Aleyhisselam’dır” dediler.[5]

Bunun üzerine Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin orada olduğunu anladı. Hz. Ali, Hz. Muhammed’in yanına doğru yürüdü. Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin geldiğini görünce, saygı ve sevgi ile eğilerek Hz. Ali’ye yer gösterdi. Kırklar da Hz. Muhammed’e katılarak, Hz. Ali karşısında saygı ile eğilerek, yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin parmağında nişan-ı mührü gördü.[6]

Buyruk’ta, Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Ceminde dönülen semah hakkında anlatılan bunlar. Konuyu Şah İsmail Hatayi de nefeslerinde aynen böyle anlatır. Bir ayrıntı yada farklılık varsa oda şudur, Hatayi nefesinde Muhammed semah dönerken Kırkların da “El çırptığını” söyler. “El çırpma” tabiri bizim yörede “çibik çalmak” diye söylenir, sanırım bu söz buğun “alkışlamak” denileş şeyle aynı olguyu anlatır. Bugünlerde semahta aman alkış tutmayın diyen arkadaşların bunu düşünmesi gerekir.  Şimdi Hatayi’nin “Miraçlama”  diye bilinen 29 beyitlik nefesinden ilgili bölümü buraya alarak, bunun nasıl anlatıldığına bakalım:

“Canım size kimler derler / Şahım bize kırklar derler

Cümleden ulu yolumuz / Eldedir kulhü varımız

Birimize neşter vursan / Bir yere akar kanımız

Cümledir ulu yolumuz / Eldedir küllü varımız

Madem size kırklar derler / Neden eksik biriniz

Selman Şeydullah’a gitti / Ondandır eksik birimiz

Selman Şeydullah’dan geldi / Hü deyip içeri girdi

Muhammed esridi coştu / Tacı başından da düştü

Ol şerbetten biri içti / Cümlesi oldu hayran

Mümün müslüm üryan büryan / Hep girdiler semaha

Cümleside el çırpuben / Dediler Allah Allah

Muhammed de bile girdi / Kırklar ile semaha[7].

Hz. Muhammed’in katıldığı, Kırklar Ceminde dönülen o semahla ilgili, temel kaynaklarda anlatılanlar öz olarak böyledir. Burada yeri gelmişken yada değinilmişken şunu da vurgulayalım hem Fuat Bozkurt’un hazırladığı Buyruğun ilerleyen sayfalarında, Hem de “Bisâti’nin kaleme aldığı Şeyh Sâfî Buyruğunda “Pirin kimdir” diye sorarlarsa, “Yoldur” de, deniyor.[8] Bisati Buyrugunda söyleniş biraz farklı “Eğer sorarlarsa pirin kimdir diye? Eyit kim pirim yoldur.”[9] Aslında geleneğin, yolun gereği olarak böyle denmek gerekir, yol uludur.

– Bu anlatımımla, ikinci sorunun cevabını da verdiğimizi düşünüyorum. 2. Soru şöyle sorulmuş: “ Semah uygulaması, Kırklara ilahi bir emirle mi gelmişti? Yoksa kültürlerinin bir parçası mıydı?”

Bir defa sorudaki şu yanlışı düzeltelim, semah bir uygulama değil, bu tabirin kendisi yanlış, semah cem ibadetinin bir bölümüdür, cemde yapılan on iki hizmetten biridir. Sorudaki bu söylemin hatasını düzelttikten sonra cevaben şunları diyebiliriz.  Bence Kırkların eskiden buyana, yani Hz. Peygamber’in Kırlar Cemine gelip bunlardan haberdar olmasından çok önceden beri, Kırklar semah dönerlerdi. Muhammed’de Kırklar Cemine alınınca, onlarla bu güzelliği yaşadı diye biliriz. Bence bu onların kültürlerinin, dini anlayışlarının, ibadeti yapışlarının bir parçasıydı. Alevi inancında ibadetin standardı yoktur, ibadet tek bir standart tipe indirilmemiştir, buna da şiddetle karşı çıkılır. Aslında Mevlana’nın, Mesnevisinde anlattığı Hz. Musa ile çoban yada çocuk arasında geçen ibadetin şekli konusunda ki tartışmada buradan kaynaklanır. Mevlana’da ibadetin standartlaştırılmasına karşıdır. 

Sorunun ikinci şıkkındaki, semah ilahi bir yol ile mi bildirilmiştir bölümüne gelince, Alevilikte ilahı emir kavramı pek yoktur. Her can, Hakkın bir görünümü olduğu için, her şey onların, cemal cemale oturup muhabbet etmesinden çıkar[10]. Bu yüzden her şey muhabbetten hâsıl olur derler. Bu tartışmanın sınırlarını aşar ama şunu söyleyeyim Alevilikte Hakkı kişinin dışında görmek yanlıştır. Hakk her canın içindedir, her canın içindeki bu güzellikle hemhal olması gerekir. “Şimdi Hakk’ı birlemişim özümde evvel iki bildiğime ağlarım” der bir ozanımız. Bu konuya dalarsak tartışmanın boyutu genişler. Ama şunu söyleyeyim, İsmet Zeki Eyüboğlu Hacı Bektaş’ı anlattığı kitabında şunu sorar. Her tarikat kurucusu sonunda Allah ile birleşir, onunla konuşur ama böyle bir şey Hacı Bektaş’ta yoktur, niye yoktur onu anlamadım der. Bence bu sorunun cevabı şudur, Anadolu Alevi’si Hakk’ı dışında aramaz,[11] araması bu felsefenin anlaşılamaması olur. “Hakk’tan ayrı görme yâri” diye türküler söyleyen, bu geleneğin insanları, uluları kendilerinden de Hakk’ı ayrı görmezler. Hakk insanın gönlündedir. Bu anlayış Hakk’ı arşı alada arama anlayışını da gereksiz hale getirir. Bu ayrı bir tartışmadır, Alevilikteki yol ayrımları bahsinin ikinci bölümünü yazarken -anırım- bu konuya da değineceğim.

Şimdi buradan diğer iki soruya, dördüncü soru ile beşinci soruya geçe biliriz, dördüncü soruda şöyle deniyor:  “Kırklar ile semah dönen Hz Muhammed (saa) semahı ümmetine açıklamış mıdır?” diye soruluyor.

Hz. Muhammed’in Kırklar cemini görüp oradaki güzelliği yaşadıktan sonra, bunu ümmetine açıklayıp açıklamadığını bilmiyorum. Bundan sonraki Hz. Muhammed ile ilgili araştırmalarımda bu soruya yanıt olacak bir şey bulursam onu yazarım ama bu güne kadarki okuduklarımdan buna verilecek bir yanıt hatırlamıyorum; bu yüzden bugün bunu açıklamışta diyemem açıklamamışta diyemem; beklide Hz. Muhammet bunu açıklamıştır ama bu hadislere alınmamıştır. Ancak burada iki konuya dikkat çekmek isterim:

Birincisi,  Buyrukta, Muhammed’e ilginç bir eleştiri var. Buna dikkat çekmek isterim. Buyrukta Muhammed’e Cebrail aracılığıyla Tanrının emrettiği “buyruğu halka söylemekten kaçındı”, şeklinde çok ağır bir eleştiride vardır.  Bu alevi muhabbetlerinden içten içe söylenen şey, buraya da geçmiş, buna kısaca bakalım. Buyruktan olduğu gibi aktarıyorum.

“Bu sırada Cebrail geldi:

“Ey Muhammed; Tanrı, Ali’yi vasi etmeni buyurdu” dedi.

Hz. Muhammed bundan kaçınmak istedi. Bunun üzerine Cebrail yeniden geldi:

Ey Muhammed, Tanrının buyruğunu yerine getirmekten niçin kaçınıyorsun?” diye sordu.

Hz. Muhammed:

“Ama minber yok” diye karşılık verdi.

Cebrail:

“Ey Muhammed, yüce Tanrı “Ali’yi vasiyet eyle” diye buyurdu” dedi.

Hz. Peygamber bundan kaçınmak istedi. Bunun üzerine Cebrail yeniden geldi. Hazretin ulu kapısına yükseldi. Şöyle dedi.

“Ey Muhammed, Tanrının buyruğunu yerine getirmekten niçin kaçınıyorsun?”

Peygamber (Tanrının selamı üstünde olsun):

“Peki ama, minber yok” diye karşılık verdi.

Cebrail:

“Tanrı deve palanlarından minber yapıp, üzerine çıkıp vasiyet etmeni buyurdu” dedi.

Bunun üzerine, Hz. Peygamber işaret etti. İnsanlar deve palanlarından minber düzdüler. Hz. Muhammed, o minberin üzerine çıktı. Önce güzel bir hutbe okudu. Sonra şunları söyledi.

“Ey insanlar, hakikat Şah-ı Merdan Ali hakkında geldi. Varın Hz. Ali’ye iradet getirin.”[12]

Bunlar idrak edenlerin anlayacağı gibi, bu kültürde söylenebilecek ağır eleştiridir. Hz. Muhammed, Kırklar cemine katıldıktan sonra, bunu ümmetine açıkladı mı açıklamadı mı bunu tam bilmiyorum. Ama bu konuda sorgulayabiliriz. Yukarda bunun nasıl yapıldığını bir örneği vardır. Ancak Hadislerin sağlıksızlığından dolayı, yanı Muhammed’in neleri söyleyip neleri söylemediklerini tam bilemediğimizden dolayı buna net bir cevap veremeyiz. Bunu aşağıdaki beşinci sorunun yanıtında anlatacağız ama burada da kısaca yazalım.

Dikkat çekmek istediğim ikinci konuda şudur: Hz. Peygamber, bu dünyadan göçerken, kendisinin istediği vasiyet yazdırma arzusu, engellendiği gibi, o bu dünyadan göçünce, onun hadisleri de toplanıp imha edilir. Sonrada Hz. Peygamberin hadislerini yazmak, hadislerinden söz etmek yasaklanır. Bunlar bugünün insanına garip gelecektir ama bu bir hakikattir. Özellikle Ömer ile Osman’ın halifeliği dönemlerinde, hadislerden bahsetmek, onları yazmak yâda toplamak kesinlikle yasaktır. Ben bu konuyu “İmam Ali’yı Anlamak” adlı yazımda kısmen yazmıştım, bunun için o yazıma bakılabilinir. Bu konuyu Abdülbaki Gölpınarlı  “Tarih boyunca İslam mezhepleri ve Şiilik” adlı kitabın da, özellikle “HADİS YASAĞI” bölümünde anlatmaktadır, oradaki anlatımlar da bu konu anlamak isteyenin anlayacağı açıklıkta anlatılır[13]. Konu Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in “Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlarınca” yayınlanan “Hadis Tarihi” adlı kitabında da utangaç bir şekilde olsa da vardır. Bunun için, Abdülbaki Gölpınarlı’nın yazdıklarını okuduktan sonra, bu kitabın -26 sayfasındaki- “HADİSLERİN YAZILMASI bölümüne bakılırsa konu kısmen anlaşılır. Bu kitap, gerçeği karartmak için ne kadar çabalasa da konu anlaşılıyor. Kitabın dikkatle okunması, eleştirel bir gözle anlatımın değerlendirilmesi gerçeği anlamamızı sağlıyor. Örneğin şöyle diyor, Halifeliği döneminde “Ebu Bekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığını fakat sonradan bazı sebeplerden dolayısıyla bu kitabı imha ettirdiğini belirten hadisler vardır” diyor.[14]  Yani demem oki, bu günkü hadis kitaplarına asla güvenilemez. Yazımın konusu bu olmadığı için buraya dikkat çekip geçiyorum.

Beşinci soru şöyle diyor: 5- Kırkların semah döndüğüne dair Ehlibeyt İmamlarından hadisler nakledilmiş midir?

Bu sorunun cevabı yukarda ki soru ile ilintilidir. Burada hadisten bahsedildiği için kısaca bunu aydınlatmak gerekir. Peygamberin bu dünyadan göçtüğü zamanlarda yaşadığı şehirde 17 tane okuryazar var imiş. Ama Hz. Muhammed’in söylediklerinin iktidarların hoşuna gitmediğinden hadislerin yazılması önceleri yasaklanmış. Bu yasağın kalkıp, hadis toplanmaya başlandığı tarihin 717 yılından, yanı Peygamberin bu dünyadan göçüşünden 85 yıl sonra başladığı, bunlarında dönemin iktidarının hoşuna giden şeyler olduğu bilinen bir gerçektir. Bu yüzden hadislere dayanılarak bir tartışma yapmanın, buradan bir sonuca gitmenin doğru olama imkânı yoktur. Ayrıca Ehli Beyit imamlarının Semahlar konusunda bir şey deyip demediklerini bilmiyorum. Bu güne kadarki okuduklarımda böyle bir bilgi hatırlamıyorum. Belki vardı ben dikkat etmediğimden hatırlamıyorum. Bizler, “Bildiğimizin âlimi, bilmediğimizin talibi” olduğumuzu her dem söyledik, bunu yine söylüyoruz; her şeyi bilmemizin imkanı yoktur.

Altıncı soruda şöyle deniyor: “Kırklar Hz Muhammed (saa)’in haberi dâhilinde ve rızası olarak mı toplanmışlardı? Hz Muhammed(saa)’in bu oluşumdan habersiz miydi?”

Yukarda anlatılanlar bu soruyu açıklıyor bence. Yukarda Buyruktan aktardıklarımın ışığında, bu soruya şu karşılığı versem yanlış olmaz sanırım: Kırkların varlığından da, Kırklar Meclisinin Cem yaptığından da, Hz. Peygamberin önceden bir haberi yoktu, ben bu sonucunu çıkarıyorum; haberi olsa “size kimler derler, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim” diye sormazdı, zahir. Beklide bu konunun buraya alınmasıyla verilmek istenen mesajın özü budur; bu yol bu erkân, Hz. Peygamberin bu şekilde bundan haberinin olmasından önce kurulup o günlere gelmişti.

Gelelim üçüncü soruya, üçüncü soruda şöyle deniyor: “Kırklardan bahsedilirken, Hz Muhammed (saa) neden kırklara dâhil edilmiyor? (Cem de 39 kişi var, 40. kişi olan Selman o an orda yoktur).”

Bence beklide en önemli soru bu.

Kırklardan bahsedilirken, Hz. Muhammed Kırklara neden dahil edilmiyor?  Dâhil olsa idi, meclis Kırk birler meclisi olacaktı. Yukarıdaki anlatımdan açıkça anlaşıldığı gibi, Hz Muhammed’in Kırklar Meclisine konuk olduğu o ana kadar o meclisten haberi yok. Haberi olduktan sonra o meclisinin cemlerine (Toplantılarına) gelmiş mi bunu bilmiyoruz. Belki burada, Hz. Muhammet, Kırklardan biri olabilir miydi bunu tartışmak gerekir. Aslında yukarda anlatılan iyi tahlil edilirse bunun cevabının içinde olduğu anlaşılır. Bunu sorgulamak ilginç olabilir.

Ama bunu nasıl tartışacağız.

Bilindiği gibi, Anadolu Alevileri, Hz. Muhammed’e Sünnilerin baktığı gibi bakmazlar, onu, onların gördüğü gibi görmezler. Sorunda büyük ölçüde buradan çıkıyor-kaynaklanıyor.

Aleviler Hz. Muhammed’e kırk yıl, yaşını yaşadıktan, bu süre içinde olgunlaştıktan, kamalata erdikten sonra, ona peygamberlik verildiğini söylerler. Kaygusuz Abdal “Dil – Guşâ”da şöyle diyor: “Ârifler her menzile ki geçer, her mertebeye ki irüşür. Gerek haberdâr ola, zira ki Hakk’ı bilmek arifliktür. Dahı Muhammed Mustafâ kırk yaşında kâmil oldu. Âdem yaratılandan ta bu deme değin ol sıfatlu adem gelmedi. Anun ârifliği haddi kırk yılda oldu.”[15] Sünni camia ise doğuştan, Muhammet’in yaratılışta, özel yaratıldığına, Muhammed’in kutlu doğduğuna inandığı için kutlu doğum haftaları düzenliyor.

Aleviler batini bir gözle bakıp, şöyle derler. Peygambere kırk yaşında Peygamberlik verilmiştir. Peygamberin, Hz. Hatice’den başka bir kadınla evlendiği, 7 yaşındaki bir çocuğa söz kesip, 9 –10 yaşlarında Hz Aişe ile evlendiği, oğulluğunun hanımını ondan boşatıp, onu eş olarak aldığı, düzinelerce cariyelerinin, eşlerinin olduğu, yanına topladığı insanlarla başka dinden, başka inanıştan insanlara saldırıp, onların mallarını, mülklerini ellerinden aldığı vb şeyler doğru değildir. Bizim peygamberimiz olan Muhammet Mustafa batinen böyle şeyler yapmaz -yapamaz, zahiren yapmış gibi görülmesi bizi bağlamaz. Ama Sünni ulama bütün bunları kabullenir.

Vel hâsılı kelam, şunu demek istiyorum. Sünni camianın anlattı vasıflarda, bir insanın – örneğin o vasıflarda bir dedenin cemde yeri olmaz. Bir an şöyle düşünelim. Diyelim ki, bir Alevi dedesi, beş altı tane kadın ile evlenmiş, bunun içinde 10 yaşında bir kız, oğulluğunun eski eşi de var. Yanında topladığı insanlarla, Musevilere, İsevilere saldırıp, onların mallarını mülklerini, eşlerini ganimet olarak almış, bu dedeyi ceme alıp cemi yönetme yetkisi verirler mi? Verirler derseniz ondan sonra konuşuruz. Ben şahsen kendi adıma şunu söylemek isterim, Mekke’deki kadim düşmanlarla Hudeybiye antlaşması yapılıp, o tehlike savuşturulunca, Hayber şehrinde yaşayan, Yahudilere saldırılıp, mallarının, mülklerinin, eşlerinin, kadınlarının ganimet olarak alınmasını, Anadolu Aleviliğinin ruhuyla, pratiğiyle uyuşmayacağını düşünüyorum. Bütün bu sebeplerden dolayı, bu üçüncü soru üzerinde çokça düşünülüp, üzerinde çokça konuşulması gereken bir sorudur. Şimdilik bu kadar söyleyebiliyorum. “Söz var, Hulk ,içinde, söz var halk içinde” kuralı gereği bu kadar söylemeyi yeterli buluyorum.

Bu yüzden “Neden Kırk Birler Meclisi olmamıştır”, neden Kırklar meclisinin içerisinde Hz. Muhammet yok, sorusu üzerinde çok düşünülüp, çok yazılması gereken bir sorudur. İsterseniz bunları Maraş Katliamı anmasından sonra sakin bir dönem olursa yazar konuşuruz.

Toparlarsak, Aleviler:

Nesimi’nin “Eğer sual eder isen sırrımdan / Cümlemizi var eyledi varından” dediği gibi, bütün bu cümle âlemin yoktan yokluktan değil, Hakk’ın kendi varından var edildiğine inanırlar. Bu yüzden bütün kevni mekâna bakınca Hakk’ı görürler. Yüzlerine aynayı tutunca da, özlerine bakınca da yine Hakkı görürler.[16]

Alın yazısına hayır ile şer’in Haktan geldiğine inanmazlar.[17]

Hakk’ın mekânının insanların gönül Kâbe’si olduğuna, Hakkın mekândan münezzeh değil mekânı olduğuna, insanların gönlünde olduğuna inanırlar. Bu yüzden insanı Kâbe bilirler.

Ölüme değil devriyeye inanırlar.[18]

Kadınlarla erkeklerin, yetmiş iki milletin, bütün insanların, bir birlerine eşit, bir can olduğuna, bunların insan olarak aynı değerde olduğuna inanırlar. Kadınla erkeği eşit kabul eden ender dini inanışlardan biridir.

Alevilerin insanı algılayışını kendine has orijinal bir inançtır. Onlara göre Haktan gelen can ten denilen bir kalıba, bir kafese girer, bu kalıp eskiyince can kafesten uçar Teni, kalını sırlarlar. Aslolan ten denilen bu kalıbın içindeki Haktan gelen manadır. Bu mananın dışındaki kalıbının farkı önemli değildir bu mana birbirine eşittir. Kaygusuz Abdal bu yüzden “Bu âdem dedikleri el ayak baş değil / Âdem manaya derler suret ile kaş değil” der.  İşte özde olan bu mana, doğuludan batılıya, esmerinden sarışına, kadından erkeğe eşittir.

Aleviler bu manadan korkmaz onu sevdikleri için onunla hem hal olmak isterler. Bu yüzden Aleviler diğer inançlardan farklı olarak ne cennetin nimetlerine tamah ettikleri için ne de cehennemin azabından korktukları için bu inanca bağlanmazlar onlar sevdikleri için onunla hemhal olup birlik olmaya çalışırlar onların dilinde buna tevhit denir. Yunus “cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyen ver sen onu bana seni gerek seni” derken bunu söyler. 

Doğadaki her şeyi canlı kabul ederler, hayvanlar ağaçlar dile gelip konuşur efsanelerinde.

Kamil sözünün kuranın özü olduğuna inanırlar.

Hakkın insanın özünde, kalbinde olduğuna inanırlar. “Küfür her mezhepte küfür, küfür bizde iman olur”, “Küfür içinde iman vardır seçebilirsen gelberi” derken, Enel Hakk, ben Hakkım demenin her inanışta şirk sayılıp küfür kabul edildiğini, ama kendilerin buna iman ettiğini söylerler.

Alevi ibadete tek bir standart getirilmesine karşıdır.

Alevi gönüllere seslendiği için Gülbenkleri halkın anlayacağı dildedir. Alevi anlamadığı duaya âmin demez.

Anadolu Alevilerin, cem de saz çalması, demi lokma olarak dağıtması[19], semah dönmesi Sünnilikle asla uyuşmaz.

Alevi kalka makbul olunmadan Hakka makbul olunamayacağını söyler.

“Hacı Bektaş Veli geleneği iyilik yaparken inanç seçmez”[20], bir kişiye dost olması için yada bir kişinin saygın, değerli olması için onun inancını değiştirmesini istemez, Velayet Namede Hace Bektaş’ın keşişlerle dostluğu buna iyi bir örnektir. Bu yüzden bir ozanımız ”Ben insanın değerini bölemem, doğu batı gâvur Müslim bir bana” der.

Aleviler Ramazanda oruç tutmaz.[21]

Aleviler camiye gitmez.

Aleviler takkiye yapmaz, yalan söylemez.

Alevilikte tek eşlik esastır.

Aleviler dört dinin dördünü de, dört peygamberin dördünü de Hakk görürler ama kendilerini de Hakk bilirler. Hak Muhammet Ali demeleri İsa’ya, Musa’ya, Davut’a Hakk demelerini engellemez. Aşık Veysel: İncil’e bak, Tevrat’a bak, dört kitabının dördü de Hakk” diyor.

Bu şıklar böyle sıralana bilir. Böyle bir çalışma yapabiliriz, belki ilerde böyle bir çalışma yaparım. Ama bence bunlar yeterli. Bütün bu sebeplerden dolayı Anadolu Aleviliği, Sünniliğin hiçbir kurumuyla, hiç bir anlayışıyla anlaşamaz. Yolları ayrıdır, bunların adları da ayrı olmalıdır. Sünni mantığı ile Aleviliği yorumlamaya kalmanın da, onu o mantıkla anlamaya çalışmanın da gereği yoktur, çünkü Sünni mantıkla Alevilik anlaşılamaz.

Gelelim son, yedinci soruya, şöyle sormuşlar: “Kırklara dâhil olmak bir ayrıcalık, fazilet sebebi midir?”

Bence buna hem evet hem de hayır diye yanıt vermek gerekir. Evet, Kırklara dâhil olmak, kemalet’e ermek önemlidir. Ama Şah İsmail Hatayı, “Hayat merdivenlidir” der. Hacı Bektaş Çelebilerinden biri nefesinde “Kişi ayarından düşer mi düşer” diyor. Önemli olan burada, şunu anlamak gerekir ki kimseye bu doğuştan verilmez, kişi çalışarak, hizmet ederek, her mertebeye yükselir, her katara katılabilir.[22]

Son olarak. Şunu bilinmesini isterim. Sorular cevapsız kalsın istemedim. Niyetim gerçeğin bilinip anlaşılmasına hizmet etmektir. Bir şeyleri zorlayarak bir yerlere yamamayı doğru bulmuyorum. Konuyla ilgili yazılmasını düşündüğüm çok yan var, zaten bunlar yazdık yazıyoruz da, belki ilerde buradaki anlatılanları daha da geliştiririm. 13.12. 2010

Saygılarımla.

Ali Rıza Aydın.

SEMAH KONUSUNDA SORULAN EKSORULARA CEVABIM

Değerli muhabbet ehli,

Sayın Velayet Aytan Can, semahlar hakkında sorduğu sorulara verdiğim yanıtları yeterli bulmayıp yeni sorular sormuş. Sorularını okuyunca yazdıklarımın anlaşılmadığını anladım. Bir şeyi anlattığınızda karşıdaki bunu anlayamıyorsa kusurun sizin anlatımınızda olacağına inandığım için, o yazdıklarımı tekrar okudum.  İyi ki de tekrar okumuşum, bazı eksiklerimi görüp düzelttim, ayrıca konunun daha iyi anlaşılması için devriye konusunda bir iki çift söz daha ekledim. Ekli dosyada bunu yeniden gönderiyorum.

Tamda dostumuzun sorusunda olduğu gibi, “Alevi inancında Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Cemi, her hangi bir Kırklar Cemi değildi, bizzat Kırkların Hazır bulunduğu bir cemdi” ama bu Kırkların ilk cemi değildi. Bunun böyle olduğunu anlamak için Devriye konusunu işleyen nefeslere bakmak yeterlidir. Benim Devriye konusunu anlattığım yazımı, oradaki nefesleri okuyunca bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Bakınız, Şiri ne diyor: “Anasırdan bir libasa büründüm / Nâr-ü bâd-ü hak-ü âbdan göründüm /Hayrul beşer ile dünyaya geldim / Âdem ile bir yaş idim ben”, “İsmail göründüm bir zaman ey can / İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman / Eyüp geldim, çok çağırdım el’aman / Kurt yedi vücudum, kan yaş idim ben”,  “Mübarek asayı Musa’ya verdim / Ruhulkudüs olup Meryem’e erdim / … Gâhî nebi, gâhî veli göründüm /Gahi uslu, gahi deli göründüm / Gahi Ahmet gahi Ali göründüm / Kimse bilmez sırrım kallaş idim ben”

Konuya böyle bakınca “… Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Ceminden önce, yol erenlerin birden çok kereler kırkların toplanıp cem olduğunu söylemek pek ala mümkündür; hatta hatta bu bir zorunluluktur. Aleviler Guruhi-Nacıden buyana sürüp geldiklerine İsa’nın da Musa’nın da Davud’un da kendilerinden olduğunu kendilerinin de onların haklı davasında onlarla beraber olduğuna inanırlar. Şairin “Havva anan dünkü çocuk sayılır Anadolu’yum ben” dediği gibi Hz. Muhammed’in Kırklar Cemine mihman olması bu tarih açısından pek eski bir tarih sayılmaz. Bizler ortaokula gelip “Din derslerinde” Sünni hocaları dinleyene kadar İsa Peygamberin, Musa peygamber’in bizim dışımızda bize yabancı bir dinden olduklarını hiç mi hiç duymamıştık.[1] Bizim ana ocağından aldığımız dini terbiyeye göre, dört kitabın dördü de, dört peygamberin dördü de bizdendi, Haktı. Ama buna ek olarak biz “Eğer dört ırmağın gözün sorarsan Serçeşmeden gelir suyun durusu” diye inanıyorduk. Serçeşmeden akan bu duru su, onların yaşadığı zaman diliminde, o kültürel ortamlarda böyle akıp, bu tadı vermişti, zaman geliştikçe daha da gelişerek zamanımı –bu günlere kadar ulaşmıştı. Bu yüzden bu yoldu önemli olan bu yola yoldaş olmaktı. Zorunlu din derslerindeki hocalar, bu inancımızı zedeledi, bizden onlardan başka bir şey olduğumuzu böylece anladık. Bilinç farkı fark etmekle oluşur. Bizler yürüyen zaman içinde bu farkları fark ede ede bu günlere geldik. Bu yol bundan sonra bizleri nereye götürür bunu hep beraber yaşadıkça göreceğiz.

Bu sualleri soran değerli dostumuzun yaptığı gibi, Kırklar Ceminin gerçekten vuku bulup bulmadığından kuşkuya kapılmak, bu yolun erbabı din ehlinin işi değildir, bunu olsa olsa, bu yolun dilinde ham ervah denilen, henüz gönül gözü henüz açılmamış, gerçeği göremeyen kişiler düşünüp kuşkuya düşerler. Ancak Yunus’un “Tezcek gelir başa geçte değildir” dediği gibi bunların gönül gözünün açılması içinde zaman geçmiş sayılmaz, yol erenleri bunları irşad etmek için çalışacaklardır. İlk cevabımda yazdığım gibi, Miraç inancı ne ise buda biraz öyle bir inançtır, bunun laboratuarda ispatı yapılamaz; en azından bunu ben yapamam. … Okuyan canlar, Miraç olayına olduğu gibi, buna da inanıp inanmamakta serbesttirler, ancak annemin buna yürekten inanıp, itikatla bağlı olduğunu bildiğim gibi, itikatlı Alevilerin de buna inandıklarını biliyorum; önemli olanda bu. Ama ben ne sizi, nede başka birini bunlara inanmaya çağıramam, benim böyle bir görevim yok. Bu aşkın deryasına dalmak, iyi bir gavvâs olmayı gerektirir, yoksa bu deryadan çıkamaz boğulur gidersiniz. Ben bildiğimi, aklımın erdiği kadarıyla anladıklarımı sizlerle paylaşıyorum, aklımın erdiği kadarını söylüyorum ki, günah benden gitsin diye, gerisi okura kalmış. 

Kırklar Cemi inancının Gadir-i Hum olayı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. O konu buradan doğmaz. Ayrıca siz üzerinde durmamışınız ama hadislere güvenilip güvenilmeyeceği tezi burada da kendini hissettiriyor. Şöyle ki Gadir-i Hum[2] olayında yaşanılanlar ile ilgili Emevi geleneğinin bir tezahürü olan Sünnilerin, örneğin Diyanet İşleri Başkanlığının Gadir-i Hum’da dağıttıkları sözler bu konuda Alevilerin, Şiilerin kısaca söylersem Ehli Beyt’e meyledenlerin anlattıklarına hiç mi hiç uymaz; bakın karşılaştırın gerçekle yüzleşeceksiniz. Niye, çünkü Hadisler, Hz Peygamberin zamanında hatta O’nun bu dünyadan göçtüğü yıllarda toplanmamıştır, O’nun bu dünyadan göçüşünden –yaklaşık olarak- 85 yıl sonra, sağlıksız bir biçimde, toplayanların o günkü amaçlarına hizmet etmesi için toplanmaya başlanmıştır. Peygamberin yaşadığı kentte 17 kişinin okuryazar olduğu bilinen bir hakikattir. Kulaktan kulağa yayılan, bu sözleri, rivayetler olarak 85 yıl sonra toplamaya kalkarsanız sonuç böyle olur. Sünni geleneğini Gadir-i Hum ile ilgili yazdığı Peygamberin oradaki söylediği söylenen sözlere bir bakınız, aradaki farkın nerden doğduğunu birde sizler izah ediniz. Gerçeği göreceksiziz. Bu konuda bu kadar söz yeter.

Aşk ola.  26.12.2010. Adana

Ali Rıza Aydın


[1] Ozan Mahzuni Şerif bu yüzden dört dinli olduğunu söylerdi.

[2] Gadir-i Hum gününü bizim Nusayrı yada Aliallahiler diye tanımladığımız Arap Alevileri Alinin doğum günü olarak anlatıp bir bayram olarak kutlarlar, Anadolu Alevilerinde bu gelenek hiç olmamıştır bu günde yoktur.


[1] Bu kitap önceleri “İmam Cafer Sadık Buyruğu” diye basılmıştı, daha sonra Şeyh safi Buyruğu, yada BUYRUK adıyla basıldı. Kitap alevi camiasınca ne kadar bilinse de bunun adı ilk kez F. Köprülü’nün meşhur eseri Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” da geçer, bakınız sayfa 282, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.

[2] Bakınız Buyruk sayfa 14. Buyruk diye yaptığım alıntıları Fuat Bozkurt’un hazırladığı buyruktan yapıyorum. Kapı yayınları 2009, dördüncü baskı.

[3] Hace Bektaş’ın hayatında, bu öykünün içinde Kadıncık Ana’nın yer aldığı gibi öncü, etkin bir kadın imgesi, başka dini hayat içerisinde var mıdır diye sormak gerekir. Örneğin,   Hz. Peygamberin yaşadığı dönemde Kırklara girecek 17 kadın adı sayılabilir mi? İslam’ın önderleri arasına da, İslam meclislerinde öncü kadın var mıdır? Bence bu meclis imgeseldir.  

[4] Dikkat edilirse “Ey yoksulların hizmetkarı” demekle onu diğer sıfatlarından azade kılmış oluyorlarlar.

[5] Buyrukların ilerleyen sayfalarında “Pirin kimdir sorusuna “Yoldur” diye cevap veriliyor. Bakınız Bisati Buyruğu sayfa 64, Faat Bozkurt’un hazırladığı Buyruk için 185. sayfa. Doğrusu piriniz kimdir sualine aynen böyle “Yoldur” diye cevap vermek gerekir. Yol herkesten uludur.

[6] Bu bölümü Fuat Bozkurt’un hazırladığı Buyruk adlı kitabın 13 ila 18. sayfalarında yer alan “Kırklar Cemi” adlı bölümden buraya aktardım.  Halk içinde anlatılırken söylenen ama kitapta olmayan bazı cümleleri de ben ekledim, dikkatli okur bunu karşılaştırınca anlayacaktır. Anlarımı bölmemek için metin içinde bunları belirtmedim.

[7]Miraclama diye bilinen bu nefes birçok yerde yayınlandı, birçok kitapta vardır ben bir kaçını yazayım: İsmail Onarlı, Şah İsmail. Sayfa: 185. Mehmet Yaman, “Alevilikte Cem”, sayfa 64, Nejat Birdoğan, “Alevilerin Büyük Hükümdarı ŞAH İSMAİL HATAYİ”, sayfa 164.  Nejat Birdoğan’ın kitabında beyit şöyle “El çaluban Allah Allah dediler Allah Allah” şeklinde geçiyor. Bizim yörede “El çırpmak” yada “El çaluban” tabiri yerine “Çibik çalmak” denir. Şimdilerde bu işleme alkış tutmak deniyor.   

[8] Fuat Bozkurt’un buyruğu için 193. sayfaya bakınız, Bisati Buyruğunda sayfa  68

[9] Dr. Ahmet Taşkın’ın Latin Alfabesine aktardığı Bisati “Şeyh Sâfî Buyruğun da 68. sayfaya bakınız.

[10] Kaygusuz Abdal: “Bu âdem dedikleri el, ayak baş değil / Âdem manaya derler suret ile kaş değil” der.

[11] Kâtibi: “Hakkı dışında arama gezme ilden ile kardeş” der.

[12] Fuat Bozkurt BUYRUK, sayfa 21–22.

[13] Abdülbakı Gölpınarlı “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” sayfa 25–26 Der yayınları 1986, 2. baskı.

[14] Prof. Dr. Talât Koçyiğit Hadis Yasağı, sayfa 41, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2003.

[15] Kaygusuz  Abdal, Dil- Guşa, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları sayfa119–120.

[16] M.S. 1050 yılında ölen, Şirazlı Baba Kûhi :

 “  Gözlerimi açtım; beni kuşatan yüzünün nuru ile / Gözün gördüğü her şeyde yalnız Allah’ı gördüm /  Bir mum gibi eridim ateşinde,/Parlayan alevlerde yalnız Allah’ı gördüm/ Açıkça kendimi gördüm kendimi gördüm” (İslâm Sûfîleri. R. A. Nicholson sayfa:51 aktaran  “Kaygusuz Abdal” – İ. Z. Eyuboğlu. Sayfa:185 ). Ayrıca Hilmi Dede babanın dillerden düşmeyen nefesine de bakınız.

[17] Alevilerin ağılayış biçimi adlı yazımda konuyu incelemiştim

[18] Devriye kuramını anlatan bir yazım vardır, bu konuyu anlatan nefis nefesler vardır bakılabilinir.

[19] Bu konuda Fuat Bozkurt’un hazırladığı Buyruk kitabının MUSAHİP başlıklı bölüme sayfa 77-78. sayfalara, Cemal Bardakçı’nın 1921 yılında Çorumun bir köyünde katıldığı bir Cem erkanını anlattığı “Kızılbaşlık Nedir” adlı kitabın, “Muhabbet Meydanı, Kızılbaş Dolusu” adlı bölüme bakınız, sayfa 65. kitap 1945’te yayınlanmış.

[20] İsmet Zeki Eyuboğlu, Hacı Bektaş Veli, Sayfa 134, Özgür basım dağıtım, 1989,

[21] Kul Nesimi şöyle der: “Abdestimiz katlanmak / Namazımız sabretmek / Biz bir oruç tutarız / Ramazana benzemez”

[22]Yunus şöyle der:  Çalış kazan ye yedir / Bir gönül ele geçir / Bin Kabe’den yeğrektir / Bir gönül ziyareti.

TAHTACILARDA YAS-I MATEM ORUCU GELENEĞİ

0

İçinde bulunduğumuz muharrem ayı nedeniyle alevi inancına sahip canlarımızın tuttukları yas-ı matem oruçlarının haktan kabul ve makbul olmasını niyaz ederim.
İslam aleminin Hicri takvime göre Yılbaşı olarak kabul ettiği Muharrem ayının ilk gününü bu yılda 4 Kasım 2013 Pazartesi günü idrak ettik. Kerbela katliamı öncesinde bereket ve hayır ayı olarak kabul edilen muharrem ayı, alevi bektaşilerce kerbela olayından sonra yas-ı matem ayı olarak kabul edilmiştir. Muharrem ayının ilk gününden itibaren 10 gün oruç tutmak ve 10. Gün aşure pişirmek faziletli bir ibadet olarak kabul edilmiştir.Bu nedenle Muharrem ayına aşura ayı da denilmektedir.Değişik yörelerimizde suçsuz günahsız öldürülen 14 çocuk için 3 gün Masumu paklar,1 günde Fatma Ana için olmak üzere oruç tutulmaktadır.
Bu genel tespitlerin dışında” yol bir sürek binbir “anlayışımız gereği olsa gerek, Tahtacılar,Bektaşiler,Abdallar ,Çepniler gibi alevi canlarımızın esasları aynı olmakla birlikte yöresel olarak ritüellerinde farklılıklar vardır.Bildiğimiz ve yaşadığımız uygulamaların farklı isimlendirme ve sıralamaya tabi tutulması inancın özüne etki yapmamaktadır.
Tahtacılarda masumu pak orucu genelde tutulmaz.Tahtacılar İmam Hüseyin´in ve 72 yol arkadaşının 680 yılında acımasızca Kerbela´da şehit edilmesinin anısına bazı yörelerde 10 genellikle 12 gün boyunca Matem içinde yas ve oruç tutarlar. Zalime boyun eğmeyen,mazlumların yanında yer alan İmam Hüseyine bağlılıklarını dile getirirler ve onun çektiği acıları ve uğradığı haksızlığı, zulmü adeta hissetmek isterler. Ehl-i Beyte sonsuz sevgi duyarlar. Muharrem Ayını Matem ayı olarak kabul eder. Halk İmam Hüseyin ve diğer İmamların Yasını tutar ve onları anar. Tahtacılar 12 imam orucu olarak da adlandırdıkları bu ibadetlerine Miladi takvime göre Kurban Bayramından 20 veya 21 gün sonra başlar.
Orucun nefsi terbiye için her zaman tutulabileceğini,yas-ı matemin oruçtan daha fazla kutsiyet ifade edeceğini düşünen tahtacılar oruç yerine yas-ı matem tabirini kullanırlar Muharrem ayının ilk 11 günü oruç tutup yas çekerler.Tahtacılarda “ Eline beline diline sahip olmak “günlük yaşamda da “Yası Matem”de de esastır.
TAHTACILAR YAS-I MATEM DE GELENEKSEL OLARAK:
-Su icilmez ,Kerbela şehitlerine saygı gereği su yerine şerbet hoşaf,komposto veya ayran tercih edilir.

  • Kız isteme,Düğün ,Nişan gibi eğlenceler yapılmaz.Nikah kıyılmaz.Müzik dinlenmez,saz çalınmaz,türkü söylenmez
  • Hic bir canlı kesilmez.canlılara zarar verilmez.Yaş kesen baş keser düşüncesiyle ağaç kesilmez.Tırnak ,saç kesilmez.
    -Her Perşembe akşamı yapılan Cuma akşamı erkanı yapılmaz.Adak,kurban kesilmez.
  • Et,balık,yumurta yenmez,buğday öğütülmez.Soğan kesilmez.İçki içilmez.
  • Kari koca ilişkilerinden uzak durulur.
    -Onbir gün boyunca saç,sakal traşı olunmaz.Aynaya bakılmaz ters çevrilir.
    -Sabun kullanılmaz,ancak vücut ve elbise temizliğine dikkat edilir.çamaşır yıkanmaz.
    -Küskünlük,kırgınlık olmaz,kin taşınmaz.Hoşgörülü davranılır.
    -Gösteriş ve israfa dayalı iftar sofrası kurulmaz.
    -Zorunlu olmadıkça sıradan işlerin dışında bağda-bahçede-ormanda çalışılmaz.
    -Geçerli mazereti olmadan ikrarlı kişinin orucunu bozması veya yukarıda yasaklanan şeyleri yapması düşkünlük sebebidir. Tahtacılarda oruç tutma ve yas çekme iç içedir.Oruç açma (iftar) ve erlik yeme,ertelek (sahura kalkma) bizim geleneğimizde vardır.Tahtacılar varsa cem evinde veya olanaklar ölçüsünde yakın komşular , akrabalar oruçlarını beraber açar,sahura birlikte kalkarlar,her can lokmasını beraber getirir ve birlikte paylaşırlar.Tahtacılar orucunu” Destur İmam,Destur Şah “ diyerek tuzla açarlar.İsteyenler tuttuğu orucu ölmüşlerine veya yaşayan bir büyüğüne verebilir. Akşam yemekten sonra Sofralarımızda Oniki İmamlar, Ehlibeyt ve Hz. Hüseyin muhabbetleri yapılır,nefesler söylenip göz yaşı dökülür.Cavidan,Kumru ,Sakiname,İmam Cafer Buyruğu ,Faziletname gibi kitaplar okunur.

Tahtacılarda Güneşin batışını takiben Akşam karanlığı(yöş) çökmeden oruç açılır.Sabah olmadan seher vaktinde (gavur-müslüman ayırt edilene kadar) erlik yeme,ertelek (sahur) son bulur.Sahurda davul çalmak gibi gelenek yoktur.Şimdilerde neredeyse alevi köylerinin tamamına zorla cami yapıldığı için akşam ve sabah ezanı dikkate alınmaya başlanmıştır.

 Tahtacılarda Orucun onbirinci  günü yas-ı matem  sona erer.Orucun onuncu günü akşam canlar  mürebbi-dede veya cem evinde bir araya gelerek oruçlarını açıp,  yas-ı matemi kaldırma erkanını yaparlar.Ağaç ve kurban kesecek  görevliler belirlenir. Bazı köylerde  Şah Hatayi,Kul himmet,Pir Sultan’dan nefes ve dolu üçlemesi yapılmaktadır..Bir gün sonra  aşure pişirileceğinden  ve yarım günlük oruç aşure ile açılacağından köy meydanında bulunan   taştan dibekte   hiç kullanılmamış ağaç solgularla  döğme (buğdayın kabuğunun soyulması) hazırlanır.Taş Dibeğe önce dede veya mürebbinin  döğmelik buğdayı konur,mürebbi ile delilci ya allah,ya muhammet ya ali diyerek 3 defa dibeğe vururlar,sonra görev diğer canlara bırakılır.Sırayla herkesin döğmesi hazırlanır.
  Tahtacılarda yası matem ,oruç tutma ve aşure pişirilmesi  hep birlikte kutsal bir ibadet olduğundan  Oruçsuz, kurbansız,  aşure  yapılamaz Yas-ı Matemi tutan canlardan  İmam  Hüseyin aşkına  istekli olanlar Cebrail Kurbanı (horoz)  keserler.Ayrıca ilk defa orucun tamamını tutan gençler için büyükleri  horoz kurban ederler.Horoz’un  cebraili temsil ettiği,zamanı bildiği ve kötülüklere karşı insanları koruduğuna  inanılır.Tahtacılar dışında Alevilerde  bu inanışa pek rastlanmaz.Adağı olan veya maddi durumu uygun olanlar koç kurban edebilirler.Maddi durumu uygun olmayanlar ise  bişi(katmer), helva , kabak tatlısı,çörek(kömbe)  hazırlayıp  lokma olarak getirirler.Kadınlar bir  araya gelerek sabaha kadar    buğday,mısır, nohut,fasulye,badem, ceviz,üzüm gibi en az 12 malzemenin karışımından meydana gelen aşureyi pişirirler,şeker şurubunu kaynatırlar.Buna tuzluklama denir. 12.gün için erliğe,erteleğe ( sahura) kalkılmaz

Yas-ı matem sona ermiş,aşure kaynatılmış,. 12.gün sabah kuşluk vakti ( Saat 09-10 arası) cem evinde veya dede-mürebbinin evinde toplanılır. Kadınlar bir taraftan aşure kaynatmakla uğraşırken diğer taraftan sabah güneş doğman önce kesilen horoz kurbanının taşlık (midesi) ve ciğerini pişirip aşureleri ile birlikte cemevine gelirler.Kesilen kurbanın ciğeri,taşlık ve aşure ile oruç açılır.Aşure üstüne su içilmez.Bazı yörelerde aşure dedenin evinde pişirilmektedir. Canlar dağıldıktan sonra Saç –sakal traşı olunup Genel temizlik yapılır,çamaşırlar yıkanır.Artık yası matem ve oruç sona ermiş aşure bayramı başlamıştır.kurbanlar pişirilmiş,çörekler çekilmiş,helva hazırlanmıştır.
Aşure evlere dağıtılmaz.Aşure çorbasının sırayla evlerde yenilmesi esastır.Fakir ve kimsesizler zaten evlere çağrılmaktadır.Bu nedenle kalabalık bazı yörelerde iki-üç gün boyunca aşure yemek için toplanılmaktadır.
Aşure bayramı günü akşam canlar cem olur.Aşure erkanı olarak (süpürge,el suyu ve saka suyu dağıtma gibi) yerine getirildikten sonra canlar tarafından getirilen lokmalar ortaya sofraya konulur ve hayırlısı (duası) verilir.Lokmaların yenilmesinden sonra sakilerce -“İmam Hüseyini sevenlere selam olsun.İmam Hüseyini katledenlere lanet olsun. Aşk olsun içenlere,rahmet olsun göçenlere,deşti kerbelada susuz can verenlerin aşkına diyerek su dağıtılır.Tahtacılar Türkmendir ve Türkçeden başka dil bilmezler.Bu nedenle erkanlarında okudukları hayırlı ve gülbengler Türkçedir. Yası matem orucu süresince tahtacılar selamlaşırken “Yuh münkire” diye selam verene “Lanet yezide” diye karşılık verirler.Aşure çorbasının içilmesinden sonra aşure cem erkanı sona erdirilir. Kurban edilen horozlar parçalanmaz ve bütün olarak cem erkanına lokma olarak götürülür..Tahtacılarda Cem’e çocuklar, ikrarsızlar (bacağı çıplaklar) ve müsahibsizler(bacağı açıklar) giremeyeceği için gelen lokmaların bir kısmı bir evde toplanmış ve cem evinde ayrı bir yere sofra kurmuş olan gençlere ve çocuklara gönderilir.

       Tahtacıların  zor bir arzusunun  gerçekleşmesi için Aşır Goca’dan (Sünni gelenekte  var olan Oruç Baba)  ve evliyalardan dilekte  bulunanların Uğundurma  orucu tutması gibi bir geleneği vardır.Yas-ı matemin  10.gecesinde erliğe(erteleye) kalkan uğundurma orucuna niyetli  canlar biraya gelerek , 11 akşam iftarda oruç açmaz,  yaklaşık 36 saat  boyunca  uyumadan ve hiçbir yemeden içmeden 12.gün kuşluk vaktine kadar uğundurma orucu tutarak dileklerinin yerine geleceğine inanırlar.Yedi yıl yası matemde uğundurma tutanların hacca gittiği kabul edilir.Bu canlar diğer canlarla birlikte aşure ile oruçlarını açarken bu orucu  AŞIR GOCA’ya gönderdim diye niyaz ederler.

Bir çok yörede aleviler gibi tahtacılarında muharrem ayının 10.günü şehit düşen İmam Hüseyin için mersiyeler söyleyip ağıtlar yakarken 12.gün aşure bayramı yapmak bazı alevi canlarımıza aykırı gelen bir geleneği vardır.İmam Zeynel Abidinin Zulümden kurtulması ve ehlibeyt soyunun devam edeceğinin sevinci,ayrıca 12.İmam Muhammet Mehdi’nin sır olmadan önce girdiği mağaradan muharremin 12.gün çıkacağına “ bin üçyüzde çıkmam bindörtyüze kalmam” dediğine olan inanç nedeniyle tahtacılar Şükür Kurbanı Kesip 12.gün aşure pişirerek,güzel giyinerek AŞURE BAYRAMI yapmaktadırlar.
Buraya kadar anlattığımız yası matem ve oruç tutma da asla zorlama yoktur.Kişinin sağlık sorunları ve mesleki sorumlulukları,çevresel etkenler göz önüne alınmaktadır. Kudreti yetmeyenler bu ibadeti yerine getiremediği için ayıplanmaz.Ancak yola ikrar vermiş olanların oruç tuttuğu bilinmektedir.Başta da belirttiğimiz gibi Gaziantep-İslahiyeden başlayıp Toros dağları boyunca Maraş,Adana, Mersin,Antalya, Muğla,İzmir, Aydın,Denizli ve Çanakkale’ye kadar uzanan coğrafyada yaşayan tahtacıların bağlı olduğu Hacı Emirli ve Yanınyatır Ocaklarının ve değişik tahtacı oymaklarının geleneklerinin farklılık arz edebileceği açıktır.İnancın kişisel iradeye,algılama gücüne bağlı bir olgu olması ve yazılı olmayıp tamamen sözlü kaynaklarla günümüze ulaşması nedeniyle farklı görüşler ortaya konabilir.Bu farklılıklar bizim inançsal zenginliğimizdir.Bunun yanında çeşitli kaygılarla ve bazende aymazlıklarımız sonucunda geleneklerimizi anlatmaktan, yazılı hale getirmekten kaçınıyoruz.Bu sebeple her geçen gün işin özü kaybolmakta,geleneklerimiz bozulmaktadır.
Bunun yanında Anadolu coğrafyasında anlattığımız ve tüm eksikliklerine rağmen yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığımız Alevilik kırsal kesimde yaşayan ve birbirlerini tanıyan,koruyup,kollayan toplumsal bir yaşam ve inanç biçiminin değerleridir.Genel olarak konar göçer yaşam sistemine sahip aleviler, zorunlu iskan sonucu yerleşik sisteme geçmiş , Feodalizmin tasfiyesi ve Kapitalizmin gelişmesi ile birlikte köyden kente gelerek varoşlarda yaşamak zorunda kalmışlardır. Aleviler kentte,zorunlu yaşam koşulların dayatması sonucu yol erkanından uzaklaşmış, aleviliğin olmazsa olmazlarından dede-talip ilişkisi kopmuş,görgü ve sorgu erkanı ,müsahiplik geleneğinin yok olmaya başladığı bir dönemi yaşamıştır.Taliplerinden ayrı kalan yol önderlerimiz günlük geçimleri için başka işler yapmak zorunda kaldıkları için meydanlar açılamamış,cemler kesintiye uğramıştır. Tahtacılarda bu dağılma sürecini geçte olsa yaşamış ve hızla gelenekler asimilasyona uğramıştır. Yüzlerce yıldır yok sayılan,ötekileştirilen aleviler tüm baskılara rağmen cumhuriyetle birlikte kulluktan vatandaşlığa geçmişse de son yıllarda yeterince örgütlenemediği için başta inançsal olmak üzere temel hak ve özgürlüklerini kaybetmeye başlamıştır.Bu süreçte kentlerdeki Alevileri birleştirmeyi hedefleyen dernek,vakıf gibi kurumların oluşturduğu cem evlerinde zorunlu olarak alevi yol erkanıda değişimlere uğrayarak aslından uzaklaşmaya ve başkalarına benzemeye başlamıştır.
Aradan geçen 1400 yıllık süreye rağmen haksızlığa boyun eğmeyen ,zalime direnen ve mazlumların yanında yer alan İmam Hüseyin’in canı pahasına yoluna ihanet etmemesi hala Kerbela ateşi olarak yüreğimizi yakıyor ve içimiz burkuyorsa Yezite lanet etmeye devam edeceğiz.Bu dava bir mezhep davası değil insanlık davasıdır.
Günümüzde Yezit ile bütünleşmiş olan ikiyüzlü, hilekar,hain, ahlaksız emperyalizmin uşağı olan işbirlikçilerin aramızda olduklarını unutmamak gerekir.Bu gün her yer kerbeladır.Ortadoğuyu kan gölüne çevirenler,aydınları,yurtseverleri haksızca ve zalimce zindanlara tıkanlara,Cumhuriyet değerlerimizi,Atatürk devrimlerimizi yok etmek ve vatanımızı parçalamak isteyenlere karşı İmam Hüseyin duruşuyla mücadele etmek, Hallac-i Mansur’un, Nesimi’nin, Hacı Bektasi Veli’nin, Pir Sultan Abdal’ın, Şeyh Bedretin’in evlatları olarak bizlerin boynumuzun borcudur.Bu uğurda mücadele edenlere ,yolda düşenlere selam olsun.
İmam Hüseyin ve yoldaşlarının Kerbela’daki mücadelesi ve 12 İmamların ve diğer yol önderlerimizin, insani değerler için vermiş oldukları onurlu mücadele, bugün de bizlerin yolunu aydınlatmaya devam ediyor. Kendine insanım diyen her canın, bu onurlu mücadeleyi yaşatması gerekiyor. Bu değerlere sahip çıkmak ve bunları yaşatmak, bütün canların görevi olmalıdır.Yol için baş verip sır vermeyenlere aşk ola. Kerbela şehitlerinin ruhu ruhumuz, canı canımızdır.
Kerbela şehitlerinin, erenlerin, evliyaların, enbiyaların yüzü suyu hürmetine, tuttuğumuz oruçlar yaptığımız ibadetler kabul ola.Yas-ı matem orucumuz cümle canlarımızın birliğine, dirliğine vesile olsun. Bozatlı Hızır cümlemizin kılavuzu ve yoldaşı ,Hak-Muhammed-Ali cümle canlarımızın yardımcısı olsun. Aşk-ı muhabbetlerimle…

Mehmet Şahin ..Mersin 02.11.2013

YARARLANDIĞIM KAYNAKLAR:

1-Tahtacı Aşiretleri-Rıza Yetişen..Memleket Matbaacılık- 1986-İzmir
2-Cemaat-ı Tahtacıyan..Murat Küçük..Horasan Yayınları.İstanbul.2009
3- İnançları ve Gelenekleriyle Tahtacılar-Y.Hüseyin Biçen. Tekağaç yayınları- Nisan 2005-Ankara
4-Anadoluda Aleviler ve Tahtacılar.Prof.Dr.Yusuf Ziya Yörükan.T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları 1998-TTK Basımevi-ANKARA
5-Tahtacılar..Ali Selçuk.Yeditepe Yayınları 2005-İstanbul
6-Mersin Tahtacıları..Doç.Dr.Nilgün Çıplak-Ürün Yayınları Eylül 2005-Ankara

Dünya lideri Özellikleri

0

Stalin’in SSCB’nin başında olduğu dönemde SSCB’nin Ankara Büyükelçisi ünlü bir diplomat olan Karahan’dır.
Sovyet devriminin yıldönümlerinden birinin sabahında Stalin, son derece sivri, anlamsız ve onur kırıcı bir demeç verir.
Bu demecinde aynen şunları söyler:”Herkes bilsin ki Rus milleti, Boğazlar ve Ardahan’ı ele geçirme arzusundan asla vazgeçmeyecektir. Çok yakın bir zamanda bu davamızı halletmiş olacağımızı müjdeliyorum.”
Aynı gece Sovyet Büyükelçiliği’nde de ihtilâlin yıldönümü kutlanıyordu. Atatürk, gece yarısına doğru Stalin’in bu rahatsız edici demecinden rahatsız olur ve emreder:
-Arabayı hazırlayın, gidiyoruz.
-Paşamız bu saatte nereye gidecekler?
-Sovyet Elçiliği’ne…
Ekibin etekleri tutuşur. Çünkü olayı bilmektedirler. İçlerinden birisi, Gazi’ye sorar:
-Paşa Hazretleri nasıl olur? Protokolsüz mü? Siz Devlet Başkanısınız, protokolsüz nasıl gider siniz?
-Ben protokol falan dinlemem çocuk… Stalin, vatanımın topraklarına göz dikmiş, sen bana protokolden söz ediyorsun. Hazırlayın arabaları..!
Arabalar hazırlanır. Gazi ve ekibi, Sovyet elçiliğinin kapısına dayanır. Ulu önder yüzü asık bir şekilde yukarı çıkar ve o sırada içeride büyük bir balo vardır. Gazi, kendisini karşılayan büyükelçi Karahan’ı görünce Merhaba Karahan der ve sert bir şekilde söze devam eder:”Ajanstan öğrendiğime göre başkanınız Stalin, Ardahan ile Boğazları istemiş, kararı katiymiş. Pek yakın bir gelecekte bu kararını uygulayacakmış. Tam böyle söyleyip söylemediğini bilemem ama buna benzer şeyler söylemiş. Tabii bu konuşmanın bir kopyası sende vardır. Getir bakalım şunu da işin aslını faslını iyi anlayalım.
Gazi metnin o kısmını kelime kelime tercüme ettirir. Konuşma ajanstan geçen metin ile aynıdır. Gazi sorar: Karahan, elçiliğin telsizinden derhal Stalin’i bulduracaksın. Başkanın, tükürdüğünü yalayacak, yalamazsa ben yapacağımı bilirim.
Bu cevap, bu gece gelecek. Çünkü benim senin Başkanınınkinden daha önemli bir kararım var. İstediğim cevabı almadan elçiliğinizden dışarı adım atmam. Eğer cevap istemediğim şekilde gelirse, bil ki buradan çıkıp, doğru Rus sınırına gideceğim.”
Karahan, çaresizlik içinde telsizin başına koşar ve Gazi’nin söylediklerini aynen nakleder.
Stalin’den gelen cevap, Atatürk’ü tatmin eder. Çünkü cevapta aynen şöyle söylenmektedir: “Stalin, sürç-ü lisan etmiştir. Boğazlar ile Ardahan’ı almak gibi bir arzusu kesinlikle yoktur.
Gazi, cevabı okuduktan sonra Rus Büyükelçisi Karahan’a hitaben:
“Karahan, seni geri çağırırlar ve yaşatmazlar. Uzun süredir tanışıyoruz, istersen bize iltica et!”
Karahan, bu teklife olumsuz cevap verir ve cevabı telgraftan hemen sonra bir başka telgrafla geri çağırıldığını hatırlatarak:
“Teşekkür ederim. Sizi tanımış olmam bile yeterlidir. Yarın memlektinizdeki görevim sona eriyor. Yarın hareket edeceğim.”
Gazi fazla ısrar etmez ve Çankaya’ya geri döner.
On gün sonra şöyle bir haber gelir. SSCB’nin eski Ankara Büyükelçisi Karahan fırında yakılmak suretiyle idam edilmiştir..
,,,,
KAYNAK 1: Arıburnu, Kemal Atatürk’ten Anılar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara,
1976, sayf. 205-208.
KAYNAK 2: Atatürk’ten Gençliğe Unutulmaz Anılar, Ahmet Gürel, Mayıs 2009.
AÇIKLAMA;BU metin Efsane Milli Eğitim Müdürü Sn.Esat Sağcan’dan alınmıştır…
@herkes

Sana bir nasihatım var

0

Sana bir nasihatım var,
Gel yanıma hele kardeş,
Uzakta arayıp gezme,
Gitme elden, ele kardeş..

Yarar isen dosta yara,
Bulasın derdine çare,
Her suyun gecidin ara,
Gitmeyesin sele kardeş..

Dinle okunan fermanı,
Bulasın derde dermanı,
Terse savurma harmanı,
Tane gider yele kardeş..

Harama sunma elini,
Kötüden sakın belini,
Bazen hıfzeyle dilini,
Dilden gelir bela kardeş..

Bu bendimiz Bektaşiye,
Sırrını açma naşiye,
Uyma hal bilmez kişiye,
Taş getirir yola kardeş..

İman eyle kıraate,
Düşmiyesin siyasete,
Karga isen necasete,
Arı isen bala kardeş..

“KATİBİM” geldim cihane,
Çok şükür olsun süphane,
Halin arzeyle Sultane,
Minnet etme kula kardeş..

Temennaya geldim erenler size

0

Temennaya geldim erenler size
Temenna edeyim destur olursa
Mürvet kapıların bağlama bize
İçeri gireyim destur olursa

Pirim deyu divanına geçeyim
Destinizden abu hayat içeyim
İzniniz olursa ağzım açayım
Bir mana söyleyim destur olursa

Talip günahlardır pir meydanında
Zülfikar oynuyor durmaz kınında
Rehberin önünde er duvanında
Kemerbest olayım destur olursa

Rehbere bağlıdır Talibin başı
Durmadan akıyor didemin yaşı
Arafat dağında ismail koçu
Erkana düşeyim destur olursa

“PİR SULTAN APTALIM” der güzel sahım
Günahlıyım arşa akıyor ahım
Pire kurban olsun bu tatlı canını
Tercüman olayım destur olursa.

Aşk Olsun

0

Vücudum şehrini seyran eyledim
Didar ile muhabbete aşk olsun.
Heman bir nesnede kaldı nazarım
Didar ile muhabbete aşk olsun

Aşkın cüş eyledi geçtim serimden
Gün beğun artıyor aşkım nurundan
Hayır gülbenk aldım gani pirimden
Didar ile muhabbete aşk olsun.

Kudret kandilinden attı taneyi
İndi levh üzerine kurdu binayı
Cümbüşe getiren çarhı fenayı
Didar ile muhabbete aşk olsun.

Fil yükün yükleme karınca çekmez
Türlü reyhan çoktur gül gibi kokmaz
Dünya malın verse bize gerekmez
Didar ile muhabbete aşk olsun.

Hakla olur aşıkların her işi
Hakir görme bunda fakir dervişi
Pirim “HATAYİ”dir cümlenin başı
Didar ile muhabbete aşk olsun.

Bana seni gerek seni

0

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni

Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurem
Bana seni gerek seni

Aşkın aşıklar öldürür
Aşk denize daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni

Aşkın şarabında içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni

Sultanım başım tacısın
Aşıkların muhtacısın
Benim canım miracısın
Bana seni gerek seni

Sofilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara leyla gerek
Bana seni gerek seni

Eğer beni öldürseler
Külum göğe savursalar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni

Cennet cennet dedikleri
Bir kaç köşkle bir kaç huri
İsteyene ver sen anı
Bana seni gerek seni

“YUNUS” durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda marsudum
Bana seni gerek seni.

Hararet nardadır sacda değildir

0

Hararet nârdadır, sacda değildir,
Keramet sendedir, tâcda değildir.
Her ne arar isen, kendinde ara,
Kudüs’te, Mekke’de, Hâc’da değildir.

Sakın, bir kimsenin gönlünü yıkma,
Gerçek erenlerin sözünden çıkma.
Eğer insan isen ölmezsin, korkma,
Âşığı kurt yemez, uc’da değildir

Gönül Kabesine girmesin hülya,
Nefsine hâkim ol düşme bed huya.
Kirleri arıtan baksana suya,
Hep yüzü yerlerde, bucda değildir

Madde karanlığı, akıl ışığı ile;
Cehalet karanlığı, ilim ışığı ile ;
Nefis karanlığı, marifet ışığı ile ;
Gönül karanlığı da aşk ışığı ile aydınlanır.

Dostumuzla beraber, yaralanır kanarız,
Her nefeste aşk ile yaratanı anarız.
Erenler meydanına, vahdet ile gir de gör,
Kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız.

Edep, erkâna bağlıdır, ayağımız başımız,
Güllerden koku almıştır, toprağımız taşımız.
Soframızda bulunan, lokmalar hep helâldir,
Yiyenlere nur olur, ekmeğimiz aşımız.

Erkek dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde,
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok,
Noksanlıkla eksiklik, senin görüşlerinde

Hakk’a talip olan kişi, başka murat isteme,
Dostun seninle beraber, başka vuslat isteme.
Bu dünya bir sofradır, arzular gelir geçer,
Eğer bizi buldun ise, başka murat isteme.

Sevgi muhabbet kaynar, yanan ocağımızda,
Bülbüller şevke gelir, gül açar bağımızda.
Hırslar, kinler yok olur, aşkla meydanımızda,
Aslanlarla ceylanlar, dosttur kucağımızda.

Madde karanlığı, akıl nuru;
Cehalet karanlığı, ilim nuru;
Nefis karanlığı, marifet nuru;
Gönül karanlığı, aşk nuru ile aydınlanır.

Malım mülküm servetim, hepsi evde kaldı,
Eşim dostum akrabam, geçtiğim yolda kaldı,
Dostlarımdan birisi, benden hiç ayrılmadı,
Allah için yaptığım iyilikler bende kaldı.

Sensiz benim bir dem karara mecalim yok,
İhsanını ta’dâ da imkânım yok.
Tenimdeki her tüy eğer dillense,
Binde bir şükrümü ifaya imkânım yok

Abdal, Hakk’a hayran olandır.

Adalet her işte, Hakk’ı bilmektir.

Âdem suretinde olan herkes, Âdem değildir.

Âdem’in Âdemliği; akıl, hayâ ve ilim iledir.

Âlimlere ve kendini bilenlere, alçak gönüllülük yaraşır.

Allah ile gönül arasında perde yoktur. Ara, bul. Araştırma, açık bir sınavdır.

Arifler hem arıdır, hem arıtıcı. Ariflerin içinde, murdar nesne (kötülük) eğlenmez.

Aşk meydanı, erenlerin ve bilenlerindir.

Bilim, gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır.

Bir olalım, iri olalım, diri olalım.

Bizi sevenlerin gönüllerinde biz oturur, dillerinde de biz konuşuruz.

Bizim erkânımız; ahlâkı Muhammed’i ve edebi Ali’dir.

Cahiller ve hak tanımazlara, sükût ile karşılık veriniz.

Cennet için ibadet geçersizdir.

Çalışan insan kötülük düşünmez.

Çalışmadan geçinenler, bizden değildir.

Daima iyiyi, güzeli, doğruyu öğrenebilmek için okuyunuz, okutunuz.

Devletli odur ki; cehli sile, gafletten uyanıp kendini bile.

Dil mızraktan, daha derin yaralar.

Dili, dini, rengi ne olursa olsun iyiler iyidir.

Dinine dizlerinle değil, kalbinle bağlan.

Doğruluk dost kapısıdır.

Düşmanınızın bile, insan olduğunu unutmayınız.

Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu Düşünce, davranış ve sevgiyi, Allah lezzeti olarak tadın.

Edep elbisesini, sırtınızdan ölünceye kadar çıkartmayınız.

Elden gelen her iyiliği, herkese yapınız.

Eline, diline, beline sahip ol.

En büyük keramet çalışmaktır.

En yüce servet, ilimdir.

Göze nur gönülden gelir.

Hak güneşten daha zahirdir.

Hakk’a erişebilmek için, büyüklere ve doğrulara yaklaşın.

Hakikatin ilk makamı, toprak olacağımızın bilinmesidir.

Hamı pişiremezsen bari pişmişi ham etme.

Her ne arar isen, kendinde ara.

Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız.

Dervişlik

0

Dervîşlik dedikleri hırka ile tâç değil
Gönlün dervîş eyleyen hırkaya muhtâç değil

Yunus Emre

Hasan Dede Rıza

0

Kainatı Hatmeylemiş
Ehli haldir Hasan Dede.
Erenlerin Kovanında
Olmuş baldır Hasan Dede.

Gülleri var bahçesinde
Bülbür öter hak sesinde
Kevser akar nefesinde.
Sönmez aşktır Hasan Dede.

Hü çekerek Hakka ermiş
Uzağ yakında görmüş
Canı cananına vermiş
Bir Sultandır Hasan Dede.

Fanilikle güreşmiştir
Ölmezliğe ulaşmıştır.
Aşık sehrini dolaşmıştır
Başa tacdır Hasan Dede.

Muhammed, Ali izinde
Hakkı söyler her sözünde
Fakir “RIZANIN” özünde
Piru paktır Hasan Dede.

Hasan Dede

0

Medet mürüvvet kapına geldim
Muradım, maksudum ver Hasan Dede
Ulu dergahına yüzümü sürdüm
Evladı Rusülsun nur Hasan Dede.

Ziyaretim bu üç oldu köyüne
İkrar ile, imanım var soyuna
Yüzsüre gelmişim haki payine
Yareme merhemin sür Hasan Dede

Dillerde söylenir şöhretin şanın
Bir Veliyullahsın boldur ihsanın
Belli mucizatın çoktur nişanın
Tarihlerde ismin var Hasan Dede

Horasandan sökün ettin Uruma
Yalvarırım Hacı Bektaş pirime
Kul beşerdir bakma günahlarıma
Kalma kusurlara nur Hasan Dede

“VEYSELİ” söyleten senin himmetin
On sekiz bin alem ediyor metin
Sevenlerden esirgeme Rahmetin
İmamlar aşkına ver Hasan Dede

HASAN DEDE
16’ncı yüzyılda yaşadığı dışında yaşamıyla ilgili bilgi az. Nefesleriyle ünlü bir Bektaşi şairi. Bir süre Konya’nın Karaman ilçesinde yaşadı. Sonra Ankara’nın Kalecik ilçesine bağlı bugünkü Hasan Dede Köyü’nün bulunduğu Teke Salan’da bir Bektaşi tekkesi kurdu. Kanuni Sultan Süleyman döneminde birinci Viyana kuşatmasına bölgeden topladığı askerlerle katıldı. Ödül olarak kendisine iki çiftlik verildi. Seydili aşiretinden bazı obaları da çevresinde toplayıp Hasan Dede köyünü kurdu. Örnek verdiğimiz nefesi çok ünlüdür.
EŞREFOĞLU AL HABERİ
(Nefes)

Eşrefoğlu al haberi
Bahçe biziz gül bizdedir
Biz de Mevla’nın kuluyuz
Yetmiş iki dil bizdedir

Erlik midir eri yormak
Irak yoldan haber sormak
Cennetteki ol dört ırmak
Coşkun akan sel bizdedir

Adem vardır cismi semiz
Abdest alır olmaz temiz
Halkı dahl eylemek nemiz
Bilcümle vebal bizdedir

Arı vardır uçup gezer
Teni tenden seçip gezer
Canan bizden kaçıp gezer
Arı biziz bal bizdedir

Kimi sofi kimi hacı
Cümlemiz Hakk’a duacı
Resül-i Ekrem’in tacı
Aba hırka sal bizdedir

Biz erenler gerçeğiyiz
Has bahçenin çiçeğiyiz
Hacı Bektaş köçeğiyiz
Edep erkan yol bizdedir

Kuldur Hasan Dede’m kuldur
Manayı söyleyen dildir
Elif Hakk’a doğru yoldur
Cim sorarsan dal bizdedir

Hasan Dedemin

0

Keskin illerinde Denek Dağında
Mekanım gördüm Hasan Dedemin
Tekkesi türbesi Hazır yanında
Kandilleri yanar Hasan Dedemin

Kalkar senin Dervişlerin boşanır
Tekkeni, türbeni gören Ruşenir
Şah Otman Babadan kuşak kuşanır
Tacı ordan gelir Hasan Dedemin

Hüseynim iraktan gördü zar etti
Erişip kırkların semahın tuttu
Doksan bir kelam bildi hatm-etti
Dört kitaptan ilmi Hasan Dedemin

Ola

0

Gaziler Hasan Dedemin
Meydanı döşeli m- ola
Meleşir gelir kuzusu
Koyunu koşalı m- ola.

Aşağı ovada bağı
Elinde sancağı tuğu
Söylesinde Denek dağı
Mor menevseli mi ola.

Kevserinden suyun içer
Odasına konan göçer
Kurban kesip ekmek saçar
Göynü çar köseli m- ola

Aptalının Dervişinin
Gitmez coşu cümbüşünün
Konusunun komşusunun
Beyli paşalı m- ola

Talip olan eşik bekler.
Eşikte hak vardır Haklar
Hüseynim der bu emekler
Varır Hakka ulaşır mı ola