Salı, Aralık 23, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog

Mustafa Kemal’in Libya’da ne işi vardı

0

Osmanlı’nın elinde Kuzey Afrika’da kala kala Libya kalmıştı.
Kuzey Afrika’daki son toprağıydı.
İngiltere’yle Fransa’nın desteğini alan İtalya, pasta bitmeden bir dilim de ben kapayım dedi, Trablusgarp’a saldırdı.
Osmanlı’nın mecali yoktu.
Donanma Haliç’te çürütüldüğü için, Ege’ye Akdeniz’e çıkamıyordu.
Mısır da fiilen İngilizlerin elindeydi, karadan asker gönderemiyordu.
Vaziyet hazindi.
Yurtsever subaylar birer ikişer yola düştü, sivil kimliklerle, Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a gitmeye başladılar.
Onlardan biri Mustafa Kemal’di.
30 yaşındaydı.
Libya, ilk savaşıydı.
Yaşına göre çok tecrübeliydi, üç yıl boyunca, Şam, Beyrut, Yafa, Kudüs, karış karış dolaşmıştı, dört ay Sina çölünde kalmıştı, Golan tepelerinde aşiretlerle vuruşmuştu ve şimdi Afrika’daydı.
İstanbul’dan Rus yolcu gemisine binmiş, gazeteci Mustafa Şerif adıyla İskenderiye’ye gelmişti.
Sahte pasaporttu.
Güya, Tanin gazetesinin yazarıydı.
İngiliz kontrolündeki Mısır’ı boydan boya katetmeleri gerekiyordu, arkadaşlarıyla birlikte bedevi kıyafetleri giydi.
Kah deve sırtında, kah yürüyerek, kavurucu çölü geçtiler. Güzergah üzerinde ne köy vardı, ne mezra, hava kararınca çadır kuruyorlardı.
Yemeklerini kendileri pişiriyorlardı.
Fuat Bulca aşçılığı üstlenmişti, Mustafa Kemal fasulye ayıklıyordu, bulaşık işine Nuri Conker bakıyordu, çocukluk arkadaşıydılar.
Gündüzleri 50 derece, geceleri en fazla beş derece oluyordu.
Kum fırtınalarıyla boğuşarak 657 kilometre gittiler.
Sekiz gün sürdü.
Tobruk’a ulaştılar.
Oradan, Derne’ye, Bingazi’ye, Trablus’a gitti.
Kabile reislerini örgütledi.
Kabilelerden topladığı yerli halkı düzenli birlik haline getirdi.
Çarpıştı, gayri nizami harp taktikleri uyguladı.
Yeniden Derne’ye geldi.
Gözünden yaralandı.
İlk defa “gazi” oldu.
Fuat Bulca o anı şöyle anlatıyordu:
“Hedefimiz Kasr-ı Harun’du.
Kartacalılardan kalma bir harabeydi.
Boğaz boğaza boğuşma başlamıştı.
Mustafa Kemal’in koşarak Kasr-ı Harun’un merkez binasına daldığını gördüm. İşte bu sırada gökyüzünde gürültü duydum. İki İtalyan uçağı çok alçaktan uçuyordu. El bombalarını koyverdiler.
Patlamalar oldu.
Mustafa Kemal’in yanına vardığımda, onun yüzünü tanınmaz halde buldum.
Bir elinde mendili vardı, sağ gözünü kapatıyordu, diğer elinde kılıcı vardı.”
Gözüne kan oturmuştu, şişmişti, göz kapakları açılmıyordu.
Elmacık kemiği yaralıydı.
Ateşi vardı.
İlk müdahaleyi, kendisi gibi gönüllü olarak bölgeye gelenlerden, askeri tabip İbrahim Tali yaptı, “İstanbul’a dönmen lazım, burada müdahale edemem, gözünü kaybedebilirsin” dedi.
Mustafa Kemal kabul etmedi.
“Zaten kaç kişiyiz şurada” dedi.
O vaziyette devam etti.
Kazanma şansları yoktu.
Biliyorlardı.
Ama ölümüne, destansı mücadeleye devam ediyorlardı.
Gözü iyileşmeden, sağ kolundan vuruldu.
Ciddi kan kaybı yaşamasına rağmen, Eritre taburunu püskürtene kadar askerlerinin başından ayrılmadı.
Basın tarihindeki ilk fotoğrafları Derne’de çekildi.
The Illustrated London News dergisinde yayınlandı.
Dünyanın ilk haber dergisiydi.
Direnişi örgütleyen Osmanlı subaylarının tanıtıldığı fotoğraflı haberde, Enver Paşa’yla birlikte görülüyordu.
Bir fotoğrafın altında mesela, şu yazıyordu:
“Osmanlı birliklerinin başkumandanı Enver bey, Derne bölüğüne komuta eden Türk subayı Mustafa Kemal ile sohbet ederken.”
Ömrü boyunca sadece Libya’dayken sakal bırakmıştı.
Kişisel bakımından orada bile taviz vermiyordu.
Derne’de bir vahada çamur içinde su bulmuşlardı, tülbentlerle süzüp biriktirmişlerdi, güya içmek için saklıyorlardı, arkadaşlarının itirazına rağmen, susuz kalma ihtimaline rağmen, kendi payına düşen suyla her sabah yüzünü yıkamaktan vazgeçmezdi.
Balkan savaşı patladı.
Selanik kaybedildi.
Bugünkü Libya topraklarında ömrünün 10 ayını feda eden Mustafa Kemal yine Mısır üzerinden gemiyle İstanbul’a döndü.
Çok değil, sadece üç yıl sonra Çanakkale’de, yedi yıl sonra Anadolu’da vatan ve namus mücadelesi verecekti.
En başta yazdık, tekrar edelim.
Mustafa Kemal’in gittiği topraklar, Osmanlı toprağıydı.
Vatan toprağıydı.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, Libya halkına karşı savaşmadı, Libya halkıyla beraber, emperyalizme karşı savaştı.
Sınırlarımızla alakası olmayan toprakları değil, canı pahasına, gözü pahasına, vatana ait toprakları korumak için mücadele etti.
Ömrü cephelerde geçti.
Ömrü boyunca, bize ait olmayan topraklarda hiç savaşmadı.
Ömrü boyunca, bize ait olmayan topraklara asker göndermedi…
Bu tarihi gerçeklere rağmen…
Vatanı Katar’a peşkeş çekeceksiniz, beş milyon Suriyeliyi vatana dolduracaksınız, vatan toprağına siyanür döküp, Sudan’dan eşek eti ithal edeceksiniz, yavru vatanımız Kıbrıs’ı Rumlara, Ege’deki adalarımızı Yunan’a teslim edeceksiniz, Süleyman Şah türbesinin boş sandukalarını sırtlayıp, götün götün vatan toprağını terkedeceksiniz, yedi milyon metrekare vatan toprağını Suudilere, Kuveytlilere, Birleşik Arap Emirliği şeyhlerine satacaksınız…
Sonra da utanmadan, Mustafa Kemal üzerinden “vatan” dersi vereceksiniz öyle mi? Yılmaz Özdil

İÇİNDE (Alfabetik Ayaklı Zincirleme)

0

Hey ağalar bir dinleyin, ne günlere kaldık böyle
Hiç kimseye söz geçmiyor, sen ne söyler isen söyle
Derdimizi beyan etsek, tutuştursak birkaç föyle
Kaybolup gidiyor elbet, bir sürü AZMAN içinde

AZMAN çoğaldı ülkede; hukuk, yasa kalktı rafa
“Demokrasi budur” diye yutturdular bunca safa
Yoksul çöpten doyar oldu, hiç gelen yoktur insafa
Kısacası her konuda ülkemiz BUHRAN içinde

BUHRAN içinde vatandaş, ölür gider bu gidişle
Her gün başka operasyon, suçsuzları durma fişle
Fakire bir kuru ekmek, dişin kaldı ise dişle
Sonuncu olmamız yakın koskoca CİHAN içinde

CİHAN denen âlem bize nedendir ki oluyor dar
Utanacak yüzü olan elbette eder hicap, ar
Ne kaçacak yerimiz var, ne göçecek yerimiz var
Baş başa kalmışız artık; yılanla ÇIYAN içinde

ÇIYAN, yılan sömürürken “çok güçlü ülkeyiz” deriz
Ahvalimiz çırıl çıplak; milleti sanmayın keriz
Düşmanı besler büyütür, sonra yok etmek isteriz
Kendimizi avuturuz bir çakma DESTAN içinde

DESTAN ettiler Dünya’ya, zarar gördü öz hakkımız
Zengin yer biz yalanırız, nerde bizim göz hakkımız
Vergisini biz öderiz, neden olmaz söz hakkımız
Salonların güçlüleri, T(e)R(e)T(e) EKRAN içinde

EKRAN ekran haber olur, Cumhuriyet Savcıları
İçlerinden bazıları dersin “kafa avcıları”
Şeriatın hazırlığı, çoğu bunun tavcıları
Hukuk artık iki dudak, bir kuru FERMAN içinde

FERMAN gelmiş Padişahtan zehri içebilir isen
Deli Dumrul Köprüsünden gel geç geçebilir isen
Yanlış nedir, doğru nedir; sen seç seçebilir isen
Algı yönetimi ile halkımız GÜMAN içinde

GÜMAN düşmüş gönlümüze; kararsızlık haddinden çok
Ranta alışmış sermaye, hem çalışmaz hem karnı tok
Köylüm, çiftçim eker biçer yine bağrında saplı ok
Masrafını çıkaramaz; borçludur HARMAN içinde

HARMAN içinde borçlandık; hem Ağaya, hem de Beye
Kendimizi hep avuttuk; “Allah Kerim” diye diye
Bayram gelse yoksulumuz, gurbetten gidemez köye
Zenginimiz sahillerde, yüzer ILIMAN içinde

ILIMAN sahil, denizler görememek bize mahsus
Muhalife suç üretip, haydi yallah doğru mahpus
Sussan “haydi konuş” derler, konuşunca “konuşma, sus”
Bu gidişle patlayacak; insanlar İSYAN içinde

“İSYAN etme” derler düzen, “böyle gelmiş böyle gider”
Düşünmez ki Dünya halkı bu gülünç duruma ne der
Bu ülkede vatansever her ne yapsa bedel öder
Yandaş “ayaklı gasteler”, gezerler JANJAN içinde

JANJAN içinde yaşarlar, öz varlığı sata sata
Kimseye kızmayın beyler, en başından bizde hata
Paramızı pul eyledi, inanılmaz bir safsata
Ekonomi güme gitti, “Nas” durur KUR’AN içinde.

KUR’AN Hakk’ın kelâmıysa, neden yüksek bu faizler
Faizden maaş alıyor, faiz yiyor tüm vaizler
Eğitimin tekelini yönetmeye de haizler
Gemicikler beşer-onar demirler LİMAN içinde

LİMAN artık dar geliyor, kucak açar engin deniz
Zenginlere yalakaca övgü düzen çoktur aciz
Ozan olmak kolay değil, her sözü söylerim veciz
İçinde mücevher taşır, mercan var MERCAN içinde

MERCAN olmaz öyle her can, sır içinde sır gizlidir
Dizilmiştir nizamice, yüz tanelik nar gizlidir
Hiç kimseye kötü demem; çünkü namus, ar gizlidir
Peşin hükümlü insanlar her zaman NOKSAN içinde

NOKSAN demek boş laf değil, her insanın kusuru var
Yaşam denem mücadele, çalışmanın mansuru var
İnsan kapalı kutudur, bilinmez ne mahsuru var
Nice dertler gizli durur; görünmez ORGAN içinde

ORGAN her canlıya gerek, milyarlarca yıl ürünü
Doğal yaşama uymazsan, yok eder gider sürünü
Kimi göklerde uçarak, kimi sürünü sürünü…
Beden benliğini buldu, o kendi ÖZ CAN içinde

ÖZ CAN tatlı her canlıya, kolay kolay vazgeçilmez
Evren geniş gezegen çok, hayat var mı su içilmez
Dogmalara karnımız tok, bilime hudut biçilmez
Gün geçtikçe keşif olur, bazısı PİNHAN içinde

PİNHAN olmak; gizliliktir, yok olmak değildir asla
Keşfolmadık neler vardır, bulunmayı bekler halâ
Gelişmeye açık durur, bilim her değerden evlâ
Rahman mı zaman içinde, zaman mı RAHMAN içinde

RAHMAN korur kollar ise, zalimden korusun bizi
Savaşlarda, zulümlerde soldurmasın benzimizi
Tiranlara, Deccallara sanki veriyor tavizi
Mazluma iğne aratır, tonlarca SAMAN içinde

SAMAN parçacığı gibi, milyarlarca insanız biz
Herkes Hakk’ın bir parçası, damla damla olduk deniz
Hangi hakla birileri diğerini eder taciz
Bilmem kimi taşlayayım, bu kadar ŞEYTAN içinde

ŞEYTAN insanın nefsidir; kötüye kullanma sakın
Canlı hakkına girmezsen olursun sen Hakk’a yakın
Sözde inanan çok gördüm, harama ederler akın
Memleketim baştanbaşa kalırken TALAN içinde

TALAN edip hak yiyenler, az çalışıp çok yiyenler
“Ben güçlüyüm bir şey olmaz, sen kendine bak” diyenler
“Ben seçildim, ben atandım, her ne yapsam hak” diyenler
Nice boğulup gittiler, bir yağlı URGAN içinde

URGAN çiftçilere kalsın, gerisinden uzak olsun
İnsanlara ne kötülük, ne de gizli tuzak olsun
Çalışana ne iş kaybı, ne bekleme kızak olsun
Liyakat sahibi olan çalışsın ÜNVAN içinde

ÜNVAN sahibi bir kişi, hep gözetsin vatandaşı
Kimse üzülüp yanmasın, akmasın gözünün yaşı
Hiç kimseye fayda etmez, kardeş – kardeşin savaşı
Şöyle empati yapalım, o yüce VİCDAN içinde

VİCDAN edip her canlıya merhamet ile bakmalı
İnsan olan karanlığa bir mum olsa da yakmalı
Ölmek istemeyen insan birkaç eser bırakmalı
Kalmasın öz kültürümüz yer ile YEKSAN içinde

YEKSAN olmak; yer ile bir olarak kalmak demektir
Aydınlanmak; bir topluma verilen büyük emektir
Cehalet dediğin asıl cahilliğin bilmemektir
Bindebir’i anlasalar, kalmazdı ZİNDAN içinde.

01.06.2025 – (8+8) – Ozan Bindebir
*
Not: Dörtlük sonlarındaki rediften önce gelen ayak kafiyenin, onu takip eden dörtlüğün başında yer alması durumuna dikkat ediniz! “Ğ” hariç 28 harfin ayak kafiye olarak alfabetik sıralı kullanıldığını göreceksiniz.

Atatürk’ün Kurtuluş İçin İlk Hareketleri

0

Atatürk’ün Kurtuluş İçin İlk Hareketleri
Samsun’da altı gün kaldıktan sonra bir alay merkezinin bulunduğu Havza’ya gelmiştik. Fakat alay dağıtılmış, asker sayısı hiç yok denecek kadar azaltılmıştı.
Havza’da Ali Baba’nın oteline yerleştik. Az sonra Havza Belediye Reisi ve Havza ileri gelenleri Paşa’ya hoş geldiniz demek için otele geldiler.
Ertesi akşamda Atatürk, Havza ileri gelenlerinin toplandığı Belediye Reisi İbrahim Cebeci’nin evine gitti.
Atatürk orada toplanan Havza ileri gelenlerine son durum hakkında bilgi vermiş ve “Bu durumu tenkit (tel’in) için bir mevlit okutalım, bir de miting yapalım, halkı aydınlatalım” dediler. Herkesten olumlu cevap alınca tellal ve davullarla bu durum halka duyuruldu.
Cuma günü aziz şehitlerimiz için bir mevlit okutulmuş, şeker olmadığı için İzmir üzümü dağıtılmıştı. Sonra da bir miting yapıldı. Toplanan büyük kalabalığa o yörenin en etkili konuşan hocası Merzifonlu Sıtkı Hoca çok güzel bir konuşma yapmış ve “Güzel İzmir’imizi kurtaracağız” deyince bütün halk, “Kurtaracağız, kurtaracağız!” diye bağırmıştı.
Mitingde konuşmalar yapılırken Atatürk otelin balkonunda paşa elbiseleriyle heykel gibi durmuş onları seyretmişti. Halk, Mustafa Kemal Paşa’ya merakla bakıyor ve onun Çanakkale Muharebeleri’ndeki kahramanlıklarından bahsediyorlardı.
O günlerde Ermeni çeteler her gün bir iki Müslüman Türkü gece baskınlarıyla öldürüyorlardı.
O gün de iki Türkü öldürmüşler ve ölüler Havza’ya getirilmişti. Havzalılar koşarak bunu gelip Atatürk’e anlatmışlardı. Atatürk de onlara sabırlı olmalarını söylemiş, fakat olaylara çok üzülmüş ve kızmışlardı.
Aynı gece yarısı İngilizlerin Sevr Antlaşması gereği Diyarbakır, Malatya, Çukurova bölgelerinden toplattıkları tüfek mekanizmalarının yüklendiği 40-45 katırlık bir konvoyun iki saat kadar uzaklıktaki Cerdek’te gecelediği ve ertesi gün Samsun’a doğru gidecekleri haberi geldi. Bu bilgiyi veren eski alayın tabur komutanlarından Sami ve Kâmil Beylerdi. Korktukları için bu haberi gizli olarak otelci Ali Baba’ya söyleyip gitmişler.
Bu bilgi çok önemliydi. Çünkü tüfek mekanizması mermiyi tüfeğin namlusuna süren küçük bir demir alettir. Bu parçanın olmaması tüfeği kullanılmaz yapar. İngilizler de bunu bildiklerinden işgal ettikleri bölgelerdeki asker tüfeklerini toplama yerine sadece bu tüfeklerin mekanizmalarını alarak binlerce tüfeği etkisiz hale getirmeyi amaçlamışlardı. Bu nedenle toplanan mekanizmalar fevkalade önemli idi.
Atatürk bu haberi duyunca derhal Belediye Reisi İbrahim Cebeci ve Bayram Con Bey’i çağırmamızı emretti. Hemen Ali Baba’yla gece evlerine gidip her ikisini de uykularından uyandırıp otele getirdik.
Atatürk onlara, hemen 8-10 süvari ile gidip çeteci gibi katırları kaçırmalarını fakat hiç kimseyi kesin olarak yaralayıp öldürmemelerini emretti.
O gece bu emir yerine getirilmiş, mekanizma yüklü katırlar kaçırılmıştı.
Ertesi gün bu 40-45 katırın mekanizma yükleri alınmış olarak Samsun’a gidecekleri yerde Havza’ya geldiklerini ve belediyece mezat meydanında satıldıklarını gördük. Bu kadar mekanizma birkaç bin kişiye yetecek kadar silah demektir.
Bu hareketleriyle Atatürk ilk kurtuluş hareketini başlatmış oluyordu. Olayların duyulması Havza’da bomba tesiri uyandırmıştı.
Atatürk bir anda yücelmiş ve çok büyük bir güven kazanmıştı. Herkesin yüzü gülmüş ve bir cesaret gelmişti.
Havza’ya girerken kimsenin dikkatini çekmeyen Atatürk’ü halk Havza’dan ayrılırken uğurlamak için yollara dökülmüş ve Atatürk’ü yakından görmek için otelin önündeki meydanı tıklım tıklım doldurmuştu. (24 Mayıs 1919)
Muzaffer KILIÇ

Her devrin günah keçisi Aziz Nesin 110 yaşında.

0

Mehmet Kalaycı. Libre Kültür: “Her devrin günah keçisi Aziz Nesin 110 yaşında.
Çanakkale savaşının ortasında doğdu. Hayatının her aşaması zor ve çileliydi. Hapisler, sürgünler, linçler yaşadı; hiçbir şey onu yazmaktan, konuşmaktan alıkoyamadı. Sartre’ın dediği gibi “Kendini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan” bir aydın tipinin örneğiydi Aziz Nesin. 20 Aralık, onun 110. doğum yılı, saygıyla anıyoruz.
Bir anma yazısına karar verdiğimde Aziz Nesin için sıfatlar aramaya koyuldum. Onu nasıl tanımlamak gerekirdi, gerçekte kimdi Aziz Nesin? Mizah öykücüsü, oyun yazarı, şair, romancı, yayıncı, basın emekçisi, aydın, aktivist, komünist… Ya da kimi çevrelerin hep söyleyegeldiği gibi iflah olmaz “din düşmanı” mı? Hayır, hayır!… Ne sıfat ne de giysi yakıştırmak mümkün. Kalıplara sığdırılamayacak denli çok uçlu bir karakter o, bir İsviçre çakısı. İçimden şöyle demek geliyor: Vicdanının kölesi, her yerin yabancısı, kendi dağının keçisi… Yine de yeterince açıklamıyor bunlar; belki de şöyle demeli: Aziz Nesin, Aziz Nesin’dir!
Beni onun kitaplarıyla tanıştıran ortaokuldaki Türkçe öğretmenimi minnetle anıyorum. Handiyse bütün çocukluğum, gençliğim boyunca Aziz Nesin okudum. Araya Steinbeck girdi, Hemingway, Cengiz Dağcı, Talip Apaydın hatta Camus ve başkaları fakat Nesin’le yolumuz hiç ayrılmadı. Onu bir kere okuyan iflah olur muydu? Olmadı… Bitirdiğim onca kitap, bana bir şeyi fark ettirmişti: etrafımızda cereyan edenin aslında başka türlü olduğunu… Dünyanın düz olmadığını öğrenmek gibi bir şeydi bu. Toplumun, bir yerlerinden kokuştuğunu, bize gösterilenlerin gerçekte ters-yüz edilmişliğini ve insanın, insanı sömürmek için dalavereler çevirip durduğunu görmek demekti. Aziz Nesin edebiyatı, kara-siyasanın yalanlarına, bayağılığa ve bin türlü yoldan çıkarıcıya karşı bir çeşit koruyucu hekimlik işlevi görür. Okuduklarınız, omuz başınıza yerleşmiş bir Molla Kasım gibi sizi sigaya çeker durur.
Çok yönlü, çok türlü Aziz Nesin edebiyatı
Fil Hamdi, Gol Kralı, Deliler Boşandı, Damda Deli Var, Kazan Töreni, Ah Biz Eşekler, Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı okuduğum zamanları şimdi muzip bir gülümseyişle anımsıyorum. Mizah öykülerinin büyüsüne kapılmış bir çocuğun ilgisiyle başlayan Aziz Nesin okurluğum, çok geçmeden onun toplumcu yanını keşfetmeye evrilecekti. Sonra Zübük, Sosyalizm Geliyor Savulun, İnsanlar Uyanıyor, Böyle Gelmiş Böyle Gitmez… Bir yeniyetmenin merak duygusunu kışkırtan olaylar, hikâyenin ortasında patlayan kahkaha anları… Madrabazların, gözbağcıların ipliğini pazara çıkaran, düzenin çarkına çomak sokan hikâye ve roman kahramanlarını tanıdıkça onların safında yer almak için yanıp tutuşuyordum. Öte yandan yazarı merak ediyordum; bu Aziz Nesin, komik bir adam olmalıydı yazdıklarına bakılırsa. Öyle olmadığını öğrenecektim. O da okurlarının kendisini hep yanlış tanıdığından yakınıyordu. “… okurlarım beni genellikle neşeli bir insan sanır. Çok isterdim böyle olmayı. Gençliğimde oldukça neşeliydim. Ama çok yıllar var ki neşemi yitirdim.” (7 Ocak 1979)
Aziz Nesin’in yaşamı ve yazarlık serüveni, tek bir insanın yüklenemeyeceği kadar zor, karmaşık ve çileli. Yıkılıp yeniden ve yeniden kurulan bir katedral gibi. Bu, kuşkusuz her defasında baştan başlamayı göze alabilmiş bir iradeyle mümkün. Doğduğu ev gibi dünyaya geldiği yıl da insanın kaderini belirliyor olmalı. Aziz Nesin, 20 Aralık 1915’te, ulusun varoluş mücadelesi verdiği Çanakkale Savaşı’nın “en civcivli zamanlarında” doğdu. Ona Mehmet Nusret adını verdiler. İçine doğduğu yıkılış-diriliş sarmalı onun bütün ömrünü kaplayacaktı. Beş yaşında mahalle mektebine başladı, birinci sınıfta bırakmak zorunda kaldı. 1925 yılına kadar resmî bir okula gidemedi. On yaşında sınava girip okula üçüncü sınıftan başladı. Sonra Dürüşşafaka’ya kaydoldu. İlkokul beşinci sınıfa giderken annesini veremden yitirdi; anne henüz 26 yaşındaydı. Dürüşşafaka, babası olmayan çocukları kabul eden bir okuldu, Aziz Nesin’in babası ise sağdı. O, bunu kendine yediremediği için okuldan kaçtı ve bir daha dönmedi. Gelecekte bir gün Nesin Vakfı’nı kurup kimsesiz çocuklara yuva açma fikrinin çekirdeği, zihnine belki de bu zamanlarda düşmüştü.
Her aşaması zor bir hayat
Hayatındaki pek çok şey gibi öğrenim süreci de düz bir çizgi izlemedi Aziz Nesin’in. Ortaokulu üç ayrı okulda tamamlayabildi. Ardından Kuleli Askerî Lisesi’ni bitirdi. Harp Okulu’na girdi ve 1937 yılında subay çıktı. Maçka’da meslekî stajını yaparken bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenciydi. Mizacına pek uyduğu söylenemese de sekiz yıl subaylık yaptı. İlk öyküsü, 1941 yılında 7 Gün Dergisi’nde yayımlandı. Uzun sürecek yazarlık ve yayıncılık hayatının görünen ilk adımıydı bu. 1944’te bir şikâyet üzerine cezalandırılınca savunma yapmadan askerlik mesleğinden ayrıldı. Hak kazandığı emeklilik maaşını da reddetti. Aynı yıl, Aziz Nesin adını aldı. O kavgacı, mücadeleci, üretken yazar böylece edebiyat dünyasına ve toplumun hayatına dâhil olmuştu.
Yazmak, Aziz Nesin için yaşamsaldır demek yeterli gelmez, o yazma eylemini toplumsal bir görev ve sorumluluk olarak üstlenmiş gibiydi. Günlüklerinin bir yerinde şöyle yazar: “Bana sorsalar: -Dünyanın en büyük aşkını yaşamak mı istersin, yazmak mı? -Yazmak için yaşamak isterim.” (17 Mart 1982) Bir kütüphaneyi dolduracak kadar çok ve çeşitli esere imza attı. Mizah öyküleri, çocuk hikâyeleri, oyun, roman, şiir, günlük, deneme, anı, fıkra, siyaset yazıları… Mizahi öykülerinin her biri politik taşlamalar içerse de onlarla yetinmeyip siyasal içerikli roman ve öyküler, düşünce yazıları yazdı. Toplumun içinden, toplum için yazıyordu. Onun kadar halka inebilmiş; mektepte, kahvehanede, pazar yerinde, köy odasında okunan pek az Türk yazarı vardır. Çokça beslendiği Halk Hikâyeleri geleneğinin çağdaş bir temsilcisiydi bir bakıma. Zaman zaman durup yazar kimliğine baktı; yazdıklarını sorguladı. Yapmak istedikleri çoktu ve o, bunlara yetişemiyordu. Makas değiştirmek istediği ve bunu başardığı zamanlar da oldu. Özeleştiri yapmaktan çekinmezdi. “En büyük yanlışım” diye yazdı açık açık: “Biz her yana birden koştuk, koşmak zorunda bırakıldık… Tarih ekonomi, politika, edebiyatın her dalı, öykü, roman, tiyatro, sosyoloji, daha neler, neler… Olmaz, olmamalı böyle şey. Olur demek, hiçbiri tam olamaz demektir. Biz bu denli dallı budaklı alanlara yayılmayı isteyerek yapmadık. Yaşadığımız toplum koşulları bizden bunu istedi. Tıpkı içinde bulunduğumuz bir gemi delinip su almaya başlayınca, salondaki kemancının bile kemanı bir yana bırakıp deliği tıkamaya koşması gibiydi bizim durumumuz. Her açılan delikten yeni açılan öbür deliğe koşup durduk.” (Yeni Edebiyat, Ocak 1971 / Ah Biz Ödlek Aydınlar)
Başka türlü bir yazar olabilirdi
Asıl yapmak istediklerini yapamadığının farkındaydı, sonraki kuşaklardan gelecek eleştirileri de sezebiliyordu: “Bugünün bizden sonraki kuşaktan sanatçıları, pek zor anlayacakları bizim bu delikten deliğe koşmamız yüzünden sanatımızda uğradığımız kayıpları kınasalar da, biz bu yöndeki yanlışımız ve doğrularımızla ancak ne yapılabilirse onu yaptık.” Sartre’ın bir yerde söylediği gibi, “yalınayaklara ayakkabı yapmak dururken yazı yazmanın” mahcubiyetini duyan bir kuşağın mensubuydu o. Başka türlü bir yazar olmak ister miydi? Aynı yeteneklerle donanmış olarak başka bir ülkede doğmuş olsaydı, yine toplumcu bir yazar olurdu ama böylesine can havliyle çırpınmaz; iyi yazmanın, daha iyi yazmanın yollarını arardı. Sadece kendi yazınına odaklanabilseydi, belki Emile Zola çapında bir yazar olabilirdi ama o, böyle bir tutumu benimsemedi.
Aziz Nesin, toplumun kılcallarına kadar inebilmiş; oradan, aşağılardan, en süfli ve en yüce olanı görmüş, gözlemci yazar. Anlattıkları ezberden değil, hayatın içinden taşıp geliyordu kalemine. Hikâyelerinde yarattığı karakterler; üçkâğıtçısı, dümencisi, alığı, açgözlüsü, sömürgeni ile aramızda yaşayan insanlardı.
İflah olmaz bir “din düşmanı”mıydı?
“Din düşmanı” yaftası ömrü boyunca peşini bırakmadı. Aleyhine kampanyalar yürütüldü. Köpürtülen nefret ikliminde çok kere linç edilmekle, ölümle yüz yüze geldi. Sivas katliamında can yoldaşlarını yitirdi. O günden sonraki hayatı, bir bakıma yarım-eksik bir yaşamaktı. Boynuna asılan “din düşmanı” yaftasının aksine Aziz Nesin, İslam’ı kendisini yaftalayanlardan daha iyi biliyor ve dinin emrettiği dürüstlük, çalışkanlık, yardımseverlik, adalet, merhamet gibi kavramları yaşamına geçiriyordu. Onun karşı çıktığı din ve gerçek dindarlar değil; Allah ile aldatanlar, din ticareti yapanlar, siyasi çıkarları için dini kullananlardı. Yamuk-yılık, çıkar uğruna eğilip bükülen insanlarla yıldızı barışmazdı. Günlüklerinde şöyle yazar: “Hiç kimsenin sevmediği insanları ben de sevmem, ama onlara acırım; herkesin sevdiği insanlardansa iğrenirim. Bence insanların en aşağılığı, kendisini herkese sevdirmeye çalışanlardır. Düşmansız olmaya çalışan insanların düşmanıyım; çünkü onlar kendilerini düşmanlarına bile sevdirmek için insanlıklarından ödün vererek küçülürler.” (30 Ağustos 1984) Kendisi, çıkar uğruna küçülmeye tenezzül etmedi; ne askerlik yaşamında ne de gazetecilik- yazarlık mesleğinde sayısız defa girip çıktığı hapishanelerde eğilip büküldü.
Burnunun dikine giden bir aydın
Jean-Paul Sartre, Aydınlar Üzerine’nin girişinde, “Salt kendilerine yöneltilen suçlamalara bakılacak olsa, aydınların çok büyük suçlular olmaları gerekir.” derken, Aziz Nesin soylu aydınlardan bahsediyor gibidir. Politikacılar, gazeteler, dergiler, neredeyse bütün felaketlerin sorumlusu olarak aydınları işaret etmekten çekinmez. Sadece suçlanmakla kalsalar iyi; haklarında sık sık ölüm ilanları verilir, ortadan kaldırılmaları için. Egemen çevrelere göre onlar oldum bittim “vatan haini”dir. Nesin’in hayatı bu türden suçlamalara maruz kalarak geçti. Kovuşturma, soruşturma, defalarca hapis, sürgün ve ölüm tehditleriyle…
Peki, aydınlar bütün bu suçlamalar, baskılar karşısında inandıklarını söyleyip yazmaktan vaz mı geçerler? Vazgeçenler, susanlar, saf değiştirenler oldu fakat Aziz Nesin her zaman burnunun dikine gitti, bildiğini okudu. Kendini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan bir aydın tipiydi o. Bu tavır, zaten aydın olmanın doğasında yok muydu? Sartre’ın belirttiği üzere aydın, üstüne vazife olmayan şeylere karışan biridir. O, kimseden görev almaz, kendiliğinden harekete geçer. Bu işlevi yerine getirmesi için onu kimse görevlendirmemiştir ve statüsünü herhangi bir otoriteye borçlu değildir. Yine Sartre’a başvurarak söylersek, “Bir malzemeden beklenen direnç, onun maruz kaldığı baskıya göre kendini gösterir.” Aziz Nesin, baskılar karşısında hep dirençli kaldı. Sert, ciddi ve dönüşsüz… Baskılar onun direncini artırdı. Kadrosunda yer aldığı Marko Paşa dergisi her kapatılıştan sonra küllerinden doğarak başka bir isimle geri döndü. En zor zamanlarda (1975-1980/ 1987-1989) Türkiye Yazarlar Sendikası başkanlığını sürdürdü Nesin. Kenan Evren diktasına bayrak açan Aydınlar Dilekçesi’ne önayak oldu. Cumhurbaşkanlığı’na ve TBMM’ye sunulan dilekçe sonrası Evren, aydınlara savaş açtı. Nesin’in de aralarında olduğu 59 imzacı, sıkıyönetim mahkemesinde yargılandı.
Yazmaya Aziz Nesin olacaktı…
Eserleriyle birçok kuşağı etkileyen, toplumsal mücadele dinamiklerini diri tutan Aziz Nesin (1915-1995), şimdi 110 yaşında. Dünyayı kendisine dar edenlerin aksine o, geride dikili taşı olan bir mezar bile bırakmak istemedi. Gövdesi, Nesin Vakfı’nın bahçesinde, bilinmeyen bir köşede toprağa karışıp kayboldu. Düşünceleri ise kitapları ve yetiştirdiği öğrenciler aracılığıyla yaşamaya, yaşatılmaya devam ediyor. Uçsuz bucaksız Aziz Nesin külliyatı bugün ne kadar okunuyor, bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da yaşadığımız bu “Post-truth” çağda, hayatın kendisinin çoktan mizahı aşmış olduğu… Onun mercekle bakarak toplumun derinlerinden devşirip yazdığı saçmalıklar, bayağılıklar, kara-mizah örnekleri, bugün hayatımızı bütünüyle sarmış durumda. Cemal Süreya’nın deyişiyle “güncel, toplumsal olaylar içinde bir Aziz Nesin ataklığına, bir Aziz Nesin tavrı”na her gün, her saat ihtiyaç duyduğumuz ise apaçık ortada. Onun yapıtlarıyla büyüyen ve ülkede olup bitenden sıtkı sıyrılan bizler, Necatigil’in Orhan Kemal için söylediği dizeyi uyarlayarak sık sık, “Yazmaya Aziz Nesin olacaktı” diyoruz ve daha da diyeceğiz.”
Mehmet Kalaycı.

Çizim Demirhan Ocak

TÜRK DEVRİMİ’NİN TEORİSYENİ: MAHMUT ESAT BOZKURT

0

Mahmut Esat Bozkurt 1892’de Kuşadası’nda doğdu. 1912’de, İstanbul Hukuk Mektebi’nden mezun olan Mahmut Esat Bey, İsviçre’de Fribourg Üniversitesi’nde yeniden hukuk öğrenimi gördü. 1919’da İsviçre’nin Lozan kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti’nin başkanlığına seçildi.
Bugün kimilerinin “elitist” diye karalamaya çalıştığı Mahmut Esat Bozkurt sadece hukuk öğrenimi görmemiş, İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra Kurtuluş Savaşı’na katılmak üzere yurda dönerek Kuşadası’nda Kuvayi Milliye’yi kurmuştur.
Mahmut Esat Bey, 23 Nisan 1920’de TBMM’nin 1. Döneminde İzmir’den milletvekili olarak Meclis’e girdi. 1922’de Rauf Bey’in (Orbay) başkanı olduğu İcra Vekilleri Heyeti’nde İktisat Vekilliğine (Ekonomi Bakanlığı’na) seçildi. Önerisi üzerine Türkiye’de ilk kez “Milli İktisat Kongresi” 17 Şubat 1923’de İzmir’de toplandı.
20 Nisan 1924’te kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hazırlayıcıları arasında yer aldı. 1924’de, Ali Fethi Bey’in (3. Hükümet) kabinesinde Adliye Vekilliği’ne (Adalet Bakanlığı’na) atandı. 5 Kasım 1925’te Ankara Hukuk Mektebi’nin açılmasında emek sarfetti.
Türk Medeni Yasası, Türk Ceza Yasası, Kabotaj Yasası, Borçlar Yasası, Ticaret Yasası, Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası temel yasaları hazırladı.
“BOZKURT-LOTUS” DAVASINI KAZANDI
Mahmut Esat Bey, Cumhuriyet tarihinde “Bozkurt-Lotus” olayı olarak adlandırılan, Bozkurt adlı Türk gemisiyle Lotus adlı Fransız gemisinin 2.8.1926’da Ege’de çarpışması nedeniyle iki ülke arasında çıkan anlaşmazlıkta 1927’de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni Lahey Uluslararası Adalet Divanı’nda temsil etti. Kazada 8 Türk denizcisinin ölmesi üzerine Fransız kaptan Türk Adliyesi tarafından tutuklanmış, bu tutuklama Fransa ile sorunlara neden olmuştu. Türkiye olayı Lahey Adalet Divanı’na götürmüş ve dava 7 Eylül 1927’de Türkiye lehine sonuçlanmıştı. 1934’de Soyadı Yasası kabul edildiğinde, Atatürk, bu davadaki başarısına dayanarak Mahmut Esat Bey’e “Bozkurt” soyadını verdi.
1930 yılı sonlarında Adliye Vekilliği’nden istifa ettikten sonra, Ankara Hukuk Fakültesi’nde “Devletler Hukuku”, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde “Anayasa Hukuku” profesörlüğü yaptı.
TÜRK DEVRİMİ’NİN TEORİSYENİ
“Cumhuriyet Savcısı” unvanının isim babası olan Bozkurt hukukçu kimliğinin yanı sıra “Atatürk İhtilali” dediği Türk Devrimi’nin Teorisini yapmıştır. Atatürk ilkelerini yerli yerine oturtmuştur.
Laiklik ilkesi konusunda şöyle diyordu:
“Dinin devlet, devletin din işlerine karışmaması, bunların birbirinden ayrı kalması, onca matlup ve mültezem idi. Din bir vicdan meselesi olduğuna göre, Atatürk bunda pek haklı idi.”
1933 yılında Bursa’da meydana gelen olaylar sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili bugün de süren tartışmaya ilişkin şu öneride bulunmaktadır:
“Bence bugün dahi halli lazım gelen bir cihet vardır. Diyanet işlerinin yavaş yavaş devlet bütçesinden ayrılması, yalnız devletin yüksek nezareti altında, fakat hususi varidatla, mesela Kanunu Medeniye uygun tesisatla idare edilmesi icap eder. Vaizlerin büyük şehir imamlarının Darülfünun ilahiyat şubesi mezunları olması ve lisan bilir kimseler arasından seçilmesi lazımdır. Küçük şehir imamlarının ise mevkilerile mütenasip bir tahsil görmeleri Layikliği anlamaları çok faidelidir.”[1]
Devletçilik anlamında “Devlet Sosyalistliği” tabirini kullanarak liberalizmi eleştirmiştir:
“Türk milleti, medeni bir millet sıfatıyla, memleketi şimendiferleriyle, yollarıyla, kanallarıyla, fabrikalarıyla imar etmek, sömürgelikten kurtulmak için sanayisini korumak, ziraatını inkişaf ettirmek, uluslararası ticaretine genişlik vermek zorundaydı. Başka türlü 20. Yüzyılda hiçbir anlam ifade edemez! Yaşayamazdı. Nasıl ekonomik bir politika takip etmeliydi? Bize her yönden uyan ekonomik politika, devletçilik, devlet sosyalistliği idi.”
KOMÜNİZM VE KARL MARKS İLGİSİ
Bozkurt, Komünist olmamakla beraber Komünizmi ve Karl Marks’ı özellikle ekonomik alanda anlamak gerektiği fikrindedir:
“Ben komünist değilim. Bununla beraber (Karl Marks)ın ve büyük Komünist şeflerden (Lenin)in düşüncelerinde milliyetçilik ve demokrasinin noksanlarını tamamlamak için istifadeli bir çok noktalar vardır.”[2]
Hasan İzzettin Dinamo’nun anlatımına göre; 1920, 1921 yıllarında Bozkurt, Atatürk’ün karargahı olan Ziraat Mektebi’nde, koltuğunun altında Karl Marks’ı “Kapital” kitabını taşımış ve öğrendiğini gibi Atatürk’e de anlatmıştır.[3]
Bozkurt Marks’ı “derin, çetin” bulur ve “Marx’in anlayabildiğim yerlerini çok yüksek buldum. Baş dönmeden erişilmesi zor denecek kadar yüksek!” der.
Bozkurt, “Karl Marx ve Türkler” adlı yazısında, Karl Marks’ı “Kapital” kitabının neden Türkçe’ye çevrilmediği hususunda şöyle hayıflanmıştır:
“Marx’ın “Kapital” adli büyük eseri bütün dillere çevrildi. Onu bizim dilimizde ne zaman okuyacağız?. Marx’ın eserlerinin dilimize çevrilmesi “sağa ve sola doğru bulanık sularda balık avlamak isteyenlerin takkesini düşürecektir”; ortada hak ve gerçek egemen olacaktır. Ancak, Marx’ tan söz açılınca akla hemen “Komünistlik” gelir. Halbuki o kadar telaşa da gerek yoktur. Marx’ın filozofluğu iktisatçı yanından çok üstündür; “onun bilinmemesi kültür bakımından bir eksikliktir. Büyük bir eksik.”[4]
BAĞIMSIZ KİŞİLİĞİNE ÖRNEK: BAŞKANLIK YETKİSİNE KARŞI ÇIKIŞ
Kanunu Esasi Encümeni’nin hazırlayıp 9 Mart 1924 günü Meclis’e sunduğu anayasa taslağının 25. maddesi cumhurbaşkanına meclisi feshetme yetkisi vermekteydi:
“Madde 25: Meclis kendiliğinden seçimlerin yenilenmesine karar verebileceği gibi, Reisicumhur da Hükümetin görüşünü aldıktan sonra gerekçesini Meclis ve millete bildirmek şartıyla buna karar verebilir.”[5]
Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu hazırlayan komisyonda görev alan Mahmut Esat (Bozkurt) “meclisin nasıl böyle yok hükmündeymiş gibi feshine karar vermek mümkündür?” diye sorarak Cumhurbaşkanına mutlak fesih yetkisi verilmesini karşı çıkar. Dahası bütün anayasa hukuku tarihi içinde “bundan büyük darbe” yapılmadığı kanaatindedir. Bugünkü anayasa taslağındaki gensoru, meclis soruşturması, sözlü soru hakkının kaldırılmasını andırırcasına meclisin gensoru, bütçeyi inceleme, eleştirme hakkından da mahrum kaldığını, bütçe eleştirilerinde kendini sıkıntılı bir vaziyette gören hükümetin fesih için Cumhurbaşkanı’na gideceği noktasında uyarır:
“Efendiler, bu şekli kabul ettiğiniz takdirde netice şudur: Kayıtsız ve şartsız millet hâkimiyetini temsil eden ve sözde yürütme ve yasama yetkilerine sahip olan bu yüce Meclis, bütün bu inkılabı sırtında yürüten bu yüce Meclis gensoru hakkından bile mahrum olmaktadır; bütçeyi incelemek, eleştirmek hakkından da mahrum olmaktadır ki, bütçeyi incelemek hakkı meşrutiyetlerin gerekçesidir. Malumu âliniz ilk Meşrutiyet bütçenin incelenmesinden doğmuştur. İngiltere’de bütçe hususunda tartışmalar meydana gelmiştir. Halk bütçeyi inceleyeceğini, kral bu hakkı vermeyeceğini söylemiş, ihtilal çıkmış. Neticede halk, bu hakkı elde etmeyi başarmıştır. Fakat bu fesih hakkı bu suretle verildiği takdirde, yine tekrar işaret ediyorum, gensorunun manası yoktur; gensoru karşısında kendisini sıkı bir mevkide gören bir kabine, mutlaka meclisin feshi için reisicumhura gidecektir. Bütçe eleştirilerinde kendini müşkül bir vaziyette gören kabine, mutlaka fesih için reisicumhura gidecektir.
Efendiler, o takdirde Büyük Millet Meclisi’nin bir gensoru hakkı kalmayacağı gibi, bütçeyi eleştirmek hakkı bile kaldırılmış demektir.”[6]
Bozkurt’a göre mesele Cumhurbaşkanı değil “bütün bir Türk geleceği”ydi.[7]
Fesih kararı alındığında ortaya çıkacak kargaşa konusunda da meclisin dikkatini çeker. Meclisin, kendisini feshedileceği haberini aldığında fesih kararını kaldırmak için toplanacağını, bu durumda Hükümetin zorda kalarak istifa etmek mecburiyetinde kalacağını belirtir. Cumhurbaşkanı da zor durumda kalacağından onun da istifa etmek durumunda kalacağını, makamını terk etmezse memlekette bir ihtilâl olacağından kaygısını dile getirir:
“Efendiler, bir meclis vardır, tasavvur buyurunuz ki kabine meclisi fesheyleyecektir ve diğer bir ayan meclisi de yoktur. Meclis, feshedileceğini haber almıştır ve bir saat evvel kabinenin fesih kararına ait olan maddeyi ben kaldırdım demiştir. Kabine o vakit nereye gidecektir ve ne yapacaktır? Arkadaşlar, üçte iki çoğunluk lazımmış, fesih zamanında çoğunluk bile olur efendiler. O zaman ne olacaktır efendiler? Kabine mevkiini terk edecektir. Bittabi reisicumhur da müşkül mevkide kalacağından, o da mevkiini terk etmek ihtiyacını görecektir. Bu olmadığı takdirde memlekette bir ihtilal olacaktır.”[8]
127 aleyhte oyla Meclis tarafından reddedilmesini sağlamıştır. Bu olay “Atatürk diktatörlük yetkisine sahipti” diyenleri haksız çıkardığı gibi Bozkurt’un bağımsız kişiliğini de gösterir.
Türk Devrimi’nin teorisyeni, büyük hukukçumuzu saygıyla anıyorum.
MUSTAFA SOLAK
[1] “Laiklik Nedir? Mahmut Esat B. Diyor ki”, Yeni Asır, 23 Mart 1933.
[2] Mahmut Esat, “Bir Hasbihal: Dünya Nereye Gidiyor? 3”, Yeni Asır, 8.8.1933.
[3] Hasan İzzettin Dinamo, İkinci Dünya Savaşında Edebiyat Anıları, De yay., İstanbul, 1984.
[4] Mahmut Esat Bozkurt, “Karl Marx ve Türkler”, Tan ,26 Temmuz 1935.
[5]TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: 2, c.7, Hazırlayan: TBMM Zabıt Kalemi Müdürlüğü, Ankara, s.219.
[6] TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 2, Cilt 7, İçtima senesi 1, İnikat (Birleşim): 7, Celse 1, 9.03.1924, s.240.
[7] Aynı yer.
[8] Age, s.240-241.

SARIKAMIŞ’TAN MENEMEN’E / YAZIK OLDU GONCA GÜLÜN TAZELERE

0

:SARIKAMIŞ’TAN MENEMEN’E / YAZIK OLDU GONCA GÜLÜN TAZELERE
Ne çok dinlemişizdir Ruhi Su’nun sesinden:
“Oltu’dan girdik de Sarıkamış’a / Akıl ermez orda yatan üleşe / Askeri kırdıran Enveri Paşa / Kitlendi kapılar, mekân ağladı,
Yüzbaşılar, yüzbaşılar /Tabur tabura karşılar /Yağmur yağıp gün değişin /Yatan şehitler ışılar,
İbrişimin kozaları / Battın Avşar kazaları / Sarıkamış’ta kırıldı / Gonca gülün tazeleri”
Aralık ayı Türkiye tarihinin acılar tarihidir aynı zamanda. İttihat Terakki lideri Enver Paşa’nın öz amcası Halil Paşa’nın emir subayı Selahattin’e, “Bir Alman oyunu” diye tanımladığı, yurt savunmasının ötesinde düşüncelerle, Turan uğruna yola çıkan doksan bin vatan evladının, gonca gül tazesinin, kara ve soğuğa kurban olduğu korkunç Sarıkamış olayları 111 yıl önce, 22 Aralık 1914- 6 Ocak 2015 tarihleri arasında yaşandı. Bu olaylar şimdi birileri tarafından kayıtlara farklı geçirilmeye çalışılıyor olsa da en gerçek cephesini yazıya aktarmış Yüzbaşı Selahattin’in anıları ve Ruhi Su’nun dilinden ağıtlaşan halk türküsü işin en doğrusunu işaret eder (İlhan Selçuk’un “Yüzbaşı Selahattin’in Romanı” adlı, Atatürk’ün “Gök” adıyla telsiz aracılığıyla yazışıp konuştuğu, gereğinde kolordu komutanlarını derdest edip kendisine getirmesini istediği bir yüzbaşının on altı ciltlik anılarından derlenmiş roman, mutlaka okunmalı).
Aynı tarihler, Ardahan’da geçici bir süre Alman Yüzbaşı Stangle komutasında Karadeniz’den gelen, o kış kıyamette büyük bir sürpriz yaparak Sakora Geçidi’ni aşarak Ardahan’a giren, Rusların gelen gücün büyüklüğünü bilmemesi ve geri çekilmesi nedeniyle geçici bir süre şehirde egemen olan bir tabur askerle İttihat Terakki’ci Yakup Cemil komutasındaki Sinop mahkûmlarının yöredeki Rum ve Ermenilere yönelik saldırılardan sonra geri dönen, aralarında gönüllü Ermeni askerlerin de olduğu Çarlık Rusyası kuvvetlerinin yerli halka karşı büyük bir kırıma geçtiği zamana denk gelir. Ölçek Köyü’nde Hasanlar adıyla bilinen soyumuzun isim babası, Eyüp Dedemin de babası Hasan, o zaman diliminde öldürülmüştür.
23 Aralık 1930 tarihinde yaşanan bir diğer olay, İzmir’in Menemen ilçesinde, yeşil bayrak açarak halkı din adına kışkırtan, şeriat isteyen bir grup tarafından askerliğini yedek subay olarak yapmakta olan öğretmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki’nin öldürülmesi, başlarının kesilerek sokaklarda dolaştırılmasıdır. Bir yanı bugünlere kadar uzanmış bu olay, Şeriat isteyen güçler ile laik anlayış arasındaki mücadeleyi vurgulaması açısından Cumhuriyet tarihinin önemli günlerinden biri kabul edilir.
Milli duygular da, dini duygular da istismar edilmeye başlandığında, ortaya böyle korkunç olaylar, kardeş kavgaları çıkmaktadır ve bu olayların arkasında dün Alman emperyalizmi varsa, sonrasında da İngiliz ve arkasından ABD emperyalistleri bulunmuştur. !” NATO örgütlenmesine bağlı gizli Gladyo güçleri “milliyetçi” duyguları, CİA bağlantılı terör de cemaat ve tarikatlar aracılığıyla “dini” duyguları kullanarak kardeş kavgaları çıkarmış, Cumhuriyet ilkelerini, farklı kültür ve inançların birlikte yaşama bilincini, millet olma duygusunu yok etmeye çalışmışlardır.
Böylesi acı olayların yaşandığı Aralık ayında, 27 Aralık 1919 günü Dikmen sırtlarından Ankara’ya giren, Kurtuluş Savaşı önderi ve Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Gâzi Mustafa Kemal’in “Yurtta Barış, Dünyada Barış!” parolasının önemi bir kez daha vurgulanmakta, Türkiye cumhuriyetinin laiklik ve bağımsız yargı ilkelerinin yaşama geçirilmesinin ne kadar önemli olduğu bir kez daha anlaşılmaktadır.
Selam olsun Cumhuriyet ilke ve değerlerine, selam olsun, barış, adalet, özgürlük ve gerçek demokrasi isteyenlere…
Gününüz aydın olsun.
23 Aralık 2025, Alper Akçam

Unutmadık, bir gün gelir hesabı sorulur,

0

Ne yazık ki 3 gün boyunca Maraş ta devlet yok(muy)du

https://www.facebook.com/reel/1271536858341534

Felek Ne Derdin Var İse

0

Felek Ne Derdin Var İse
Ben Varım Ya Sal Başıma
Bıkmışım Senin Dünyandan
Zaten Gelir Dar Başıma

Bırakmadın Benim Peşim
Kurutmadın Gözüm Yaşın
Neyinden Korkayım Kışın
Yazın Yağar Kar Başıma

Hışır Osman Yanar Bitmez
(Yanar Gönlüm Yanar Bitmez)
Ocak İçte Baca Tütmez
Zalim Felek Sanki Yetmez
Bir De Vurur Yar Başıma

*Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130

0

*Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında şöyle diyordu

Efendiler,
Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır.
Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Çok şükür ki, ALLAH bu lütfü Türklere vermiştir. Gerçekten de Türkler inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır.
Haçlı seferlerine karşı koyanlar sam Araplar değil, Türklerdi, Sam Araplar, Selçukluları arkadan vurmuşlar, haçlıların işini kolaylaştırmışlardı.
Haçlılar bu suretle Kudüs’ü ele geçirip Müslümanları katletmişlerdi.
(1098)
820 sene sonra 1. dünya savaşında sami Araplar yine Türk’leri arkadan vurmuşlar, ve Lavrence’in peşine takılarak ülkelerini batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir. (l918)
Bu ihanet sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine’ye hükmedecek şekilde Arabistan’da söz sahibi oldular.
Daha sonra İngiliz, Fransız ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus’u ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler.
Hatta Rus ihtilalini bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan’a Kafkasl’ara el attılar.
Eğer Türkler, emperyalist haçlı istilalarına karşı direnip galip gelmeseydi; bütün zengin kaynaklarımız giibi kutsal topraklarımızın yanı sıra İslam da elden gidebilirdi.
700 yıllık Endülüs’te bir tek Müslüman bırakmayan batılılar zaten bu amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir.
İslam bu yobazlara bırakılamayacak kadar mükemmel bir dindir”
Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
“Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Hz. Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Göktürk İmparatorluğu ile olmuştur.
Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmektedir.
Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devlet’inin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Göktürk İmparatorluğu olduğu bilinmektedir.
Göktürklerin ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatorunun Göktürk Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta
“Türk Devlet’inin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Orhun Kitâbeleri’nde Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir.
Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde o boylardan kavimlerden gelen büyük bir topluluğa mensubiyeti belirleyen bir kavim olarak görülmektedir.
Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Hz. Nuh’un Semavi kutsal kitaplara göre 3 tane oğlu vardır, bunlar: Sam, Ham( Kenan ), Yafes.
Tekvin’e göre üç temel soy Nuh’un bu üç oğlundan meydana geldi.
Yafes, Yafesi soyu kabiesi
Ham, Hami soyu kabilesi
Sam, Sami soyu kabilesi toplumların ataları oldu.
Nuh’un ilk torunları
Yafes’in oğulları:Turk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras.
( Türk kavimler )
Ham’ın oğulları: Cush, Mizraim, Put, Caanian ve Aamelikan ( yahudi kavimler )
Sam’in oğulları: Elam, Asshur, Arpachshad, Lud ve Aram,
( Arap- kavimler )
Yafes’in oğullarının dağıldığı coğrafyanın tümünde Türk boyları göze çarpmaktadır.
“ve gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes idiler. ve bütün yeryüzüne yayılanlar bunlardan oldu…
_Kenan’ın atası Ham, (bir gün) babasının çıplaklığını gördü, kardeşlerine söyledi…
(utanan) Sam ile Yafes babalarının çıplaklığını örttüler…”
“ve Nuh dedi: ‘Kenan lanetli olsun!.. kardeşlerine kullar kulu olacaktır!
Sam’ın Allah’ı Rab, mübarek olsun, ve Kenan ona kul olsun!
Allah, Yafes’e genişlik versin!.. Sam’ın çadırlarında otursun!.. ve Kenan ona kul olsun!..’”
Hz. Nuh’un bu söylediklerini hem Tevrat’ta hem de Kuran’ı Kerim’de belirtildiği gibi Sam’ın oğulları yani Araplar zamanı geldiğinde Yafes’ in oğulları yani Türklere sığınmışlardır.
Ham, eski Kenan diyarı diye nitelendirdikleri ve yıllardır gizli işgal altındaki Filistinlilerin Filistin’de (İsrail) halkının yaşadığı yer olarak iddia eden Yahudiler bu coğrafyaya sahip çıkarlar…
Ancak Tevrat’tan ve Kuran’ı Kerim’den anladığımıza göre, kendi Peygamberlerini dahi katleden bu kabile lanetlenmiş ve diğerlerine kulluk etmeye mahkum edilmişlerdir.
Kenan, Seba, Babil, Amelikan, Akad halkı ve kral Nemrud bu kabileden gelenlerden olmadır.
Dinler tarihi gerçekleri araştırıldığında tarihi gelişmeler bu laneti gerçek yapmıştır.
Hz. Nuh’un 3. oğul Yafes ise, bütün Türk boylarının atasıdır.
Görüldüğü gibi, hadislerden ve Kur’andan önceki zamandaki Tevrat’ta da en büyük iltifata mazhar olmuş Yafes’in kabilesi Türklerdir.
Hz. Nuh’un, en sevgili oğlu Yafes için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve olduğu gibi gerçekleşmiştir.
“İslam Yobaza Bırakılamayacak Kadar Mükemmel Bir Dindir” ATATÜRK.
Türkler gerçekten de 900 yıllarından itibaren Hz. Peygamberin manevi değerlerini istilalara ve işgallere karşı korumak için Araplar’ın çadırlarında, ülkelerinde oturmaya başlamışlardır.
Yine aynı tarihlerden başlıyarak Türk boyları, Hıtay’ı, Hindistan’ı, Kuzey Afrika’yı ve Avrupa’yı hakimiyetlerine almışlardır.”
Hz. Muhammed s.a.v sorarlar:
“ Mevali nedir ya Resulullah?..”
“Onlar sizin azadlılarınızdır. Yani Faris yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler: ”ey Araplar, siz fazla taassuba kaçtınız.”
“siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız, sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!”
Bu hadisteki Mevali, Arap olmayan Faris, İran dır.
Faris yönü, Horasan dır.
Gelen kavim ise, Türklerdir.
*Şu halde Türkler, Nuh tufan’ından beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan ve hem Tevrat’ta, hem de Kur’an ı Kerim’de övülmüş, dünyanın dört bir yanına yayılmış bir Millettir.
Görüldüğü gibi Türk, bir ırkın adı değil binlerce yıldır var olan şanlı bir Milletin adıdır.
Ne Mutlu Türk’üm Diyene Demek İşte Bu Nedenledir
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Kaynak: “Atatürk ve Kayıp Mu Kıta”
Sinan Meydan

Hablemitoğlu neden öldürüldü?

0

Ankara’da 20 yıl önce öldürülen Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu cinayeti soruşturmasında yeni gözaltılar gerçekleşmesiyle birlikte gözler bu dosyaya çevrildi. Hakkında gözaltı kararı çıkarılan eski Özel Kuvvetler subayı emekli Albay Levent Göktaş yakalanamazken aralarında Özel Kuvvetçi eski askerlerin de olduğu yedi şüphelinin gözaltında işlemleri sürüyor. Soruşturma kapsamında Hablemitoğlu cinayetinin iki ayağı olduğuna işaret ediliyor. Soruşturmada bir yanda Gülen yapılanmasında yer almakla suçlanan Mustafa Özcan ve Enver Altaylı’nın cinayetin talimatını vermek, diğer yanda Levent Göktaş liderliğindeki eski Özel Kuvvetler mensubu askerlerin ise cinayeti işlemekle suçlandığı öğrenildi. Savcılık, iki grup arasında irtibat tespit etti.

Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hablemitoğlu’nun 18 Aralık 2002 tarihinde evinin bulunduğu Çankaya’daki Portakal Çiçeği Sokağı’nda öldürülmesine ilişkin 20 yıldır süren soruşturmada, eski Özel Kuvvetler subayı Gökhan Nuri Bozkır’ın Ukrayna’dan Türkiye’ye getirilip itirafçı olmasının ardından önceki gün ikinci dalga operasyon gerçekleştirildi.

Operasyonda yedisi eski Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubu asker, ikisi sivil olmak üzere dokuz kişi hakkında gözaltı kararı çıkarıldı. Bu kapsamda eski Özel Kuvvetçiler Tarkan Mumcuoğlu, Fikret Emek, Altan Bora, Bülent Kutsal, Kamil Metin ile siviller Memiş Aytekin ve Osman Tuncer gözaltına alındı. Ergenekon davasında beş yıl hapis yatan emekli Albay Levent Göktaş ve Tan Dervişoğlu’na ise ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda ulaşılamadı.

Şüpheli eski asker Tan Dervişoğlu, yurt dışında çalıştığı için yakalanamamıştı. Türkiye’ye dönen Dervişoğlu, İstanbul Havalimanı’nda yakalanarak Ankara Emniyeti’ne teslim edildi. Soruşturma kapsamında hakkında yurt dışı çıkış yasağı bulunan Göktaş ise yakalanamadı.

10 soruda Necip Hablemitoğlu cinayeti
Peki, Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü, Hablemitoğlu cinayeti dosyasında kim neyle suçlanıyor? DW Türkçe, bir kısmına ulaştığı soruşturma dosyasından bu soruların yanıtını arayarak 10 soruda Hablemitoğlu cinayetine mercek tuttu?

Hablemitoğlu nasıl öldürüldü?
Necip Hablemitoğlu, cinayet öncesinde “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabı çıkarmış, daha sonra Emniyet içerisindeki Gülen yapılanmasını anlattığı Köstebek kitabının yazımını tamamlamış ve kitap basım aşamasına gelmişti. Olay tarihinde 48 yaşında olan Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002 tarihinde saat 20:40 sıralarında Portakal Çiçeği Sokağı’nda 40 numaralı bina otoparkında iki kurşunla öldürüldü.

Sokakların boş olduğu Galatasaray-Ankaragücü maçı sırasında cinayeti işleyen saldırgan, silahla önce Hablemitoğlu’nu sağ gözünden vurdu. Mermi çekirdeği başının arkasından çıkarak kayboldu. Bu atışın yakın mesafeden yapıldığı tespit edildi. İkinci mermi ise Hablemitoğlu yere düştüğü sırada başının üzerine sıkıldı. Mermi, başından ilerleyerek akçiğer ve kalbini parçalayarak vücudunda kaldı. Olay yeri inceleme ekipleri yerde bir adet MKE 9 P ibareli, bir adet de LUGER 9 mm FRONTIER ibareli iki adet kovan ele geçirdi. Otopside Hablemitoğlu’nun vücudundan çıkan mermi çekirdeğinin, ucunun kesili olduğu belirlendi. Mermi çekirdeklerinin ucunu o dönem Özel Kuvvetler askerleri ile Özel Harekat polisleri kullanıyordu. Silah sesini duyan bir görgü tanığı, sokakta gördüğü uzun boylu bir kişinin aracına binerek ışıkları yakmadan karanlıkta ilerlediğini söyledi.

Şengül Hablemitoğlu ne dedi?
Prof. Şengül HablemitoğluProf. Şengül Hablemitoğlu
Prof. Şengül HablemitoğluFotoğraf: privat
Prof. Şengül Hablemitoğlu, cinayetle ilgili ilk ifadesinde olay günü araç içerisinde dini müzik dinleyen şüpheli iki kişiyi gördüğünü, akşam aracını park ederken de yine bir şüpheli araç gördüğünü ifade etti. 1997 yılının Mart ayından sonra Fethullah Gülen ile ilgili bir takım kasetler yayımlamaya başladığında, e-posta üzerinden tehditler aldıklarını belirten Hablemitoğlu, 2001 yılında “Seni çok iyi tanıyoruz, her gün nereye gidip geldiğini biliyoruz, bir gün ensende bir kurşun hissedeceksin” şeklinde bir e-posta geldiğini anlattı. Hablemitoğlu, bundan sonra gelen mesajlarda da, “Sonunda cezanı bulacaksın” benzeri tehditler aldıklarını ifade etti. Bir keresinde arabasının lastiklerinin kesildiği belirten Şengül Hablemitoğlu, “Eşim son günlerde oldukça tedirgindi” ifadesini kullandı.

Eski askerler neden suçlanıyor?
Savcılığın iddiasına göre Hablemitoğlu cinayetini Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli MAK timi yaptı. Olayda Özel Kuvvet mensuplarının kullandığı ucu kesik mermi kullanılması bunun işareti olarak değerlendirildi. Bu timin başında ise emekli Albay Levent Göktaş bulunuyordu. Göktaş’ın talimatıyla bizzat Gökhan Nuri Bozkır, Hablemitoğlu’nun evinin önünde hurdacı kılığında keşif yaptı. Bozkır, ifadesinde bunu ayrıntısıyla anlattı.

Necip Hablemitoğlu nasıl takip edildi?
Şanlıurfa’da IŞİD’e götürülmek istenirken yakalanan infilaklı fitilleri dosyasının sanığı da olan eski Özel Kuvvetler mensubu Gökhan Nuri Bozkır, Ukrayna’da MİT tarafından yakalanarak geçen Ocak ayında Türkiye’ye getirilmişti. Daha sonra Savcılık tarafından sorgulanan ve tutuklanan Bozkır’ın cinayetin işlendiği gün, telefonunu kapalı tuttuğu tespit edildi.

Prof. Necip Hablemitoğlu cinayetinin zanlılarından Eski Özel Kuvvetler Subayı Gökhan Nuri BozkırProf. Necip Hablemitoğlu cinayetinin zanlılarından Eski Özel Kuvvetler Subayı Gökhan Nuri Bozkır
Gökhan Nuri BozkırFotoğraf: DHA
Soruşturma savcılığı, bu “iz” üzerinden Bozkır’ı tespit etti. Bozkır, telefonunu açtığında Gölbaşı’nda bulunan Mogan Gölü’nden sinyal verdi. Bozkır’ın burada telefonunu bir astsubayın telefonuna takarak açtığı bilgisi de soruşturma dosyasına girdi. Bozkır’ın cinayetten önceki günlerde keşif yaptığı sırada telefonunun cinayet bölgesinden sinyal verdiği de belirlendi.

Bozkır’ın yine Hablemitoğlu’nun evinin önünde görülen şüpheli aracı kullanan kişilerle irtibatı tespit edildi. Bu kişilerin o dönem ifade vermeye çağrıldığı ve Bozkır’ın bu kişileri aradığı HTS kayıtlarına yansıdı. Gökhan Nuri Bozkır’ın olaydan dört gün önce konferans vermek üzere Eskişehir’e giden Hablemitoğlu’nu Sivrihisar’a kadar takip ettiği de HTS kayıtlarına yansıdı. Yine Hablemitoğlu’nun ders verdiği Tandoğan’daki fakültenin çevresinde sinyal veren bazı Özel Kuvvetler mensubu şüpheli askerlerin Bozkır ile irtibatı tespit edildi. Yani, Hablemitoğlu adım adım izleniyordu.

Gözaltına alınan askerin 15 Temmuz ayrıntısı ne?
Gözaltına alınan isimlerden emekli subay Altan Bora da dikkat çekici bir asker. Altan Bora, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında astsubay Ömer Halisdemir tarafından öldürülen Tuğgeneral Semih Terzi ile birlikte Diyarbakır’dan askeri uçakla Ankara’ya gelen ekibin içindeydi. Etimesgut Özel Hava Alay Komutanlığı’na inen uçaktaki askerlerin bir kısmı Terzi ile birlikte helikopter ile Özel Kuvvetler Komutanlığı’na gitti. Altan Bora’nın arasında bulunduğu bazı askerler ise Etimesgut’ta kaldı. Böylece Altan Bora sanık olmaktan kurduldu ve darbe davalarında tanıklık yaptı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından terfi ettirilen Bora, daha sonra emekli oldu.

Tetikçi olmakla suçlanan asker kim?
Eski Özel Kuvvetler mensubu Tarkan Mumcuoğlu da Hablemitoğlu cinayetinde tetikçi olmakla suçlanıyor. Gazeteci Zihni Çakır, Gülen yapılanması soruşturması kapsamında verdiği ifadede, kendisine bu bilgiyi Gökhan Nuri Bozkır’ın verdiğini iddia etmiş fakat Mumcuoğlu’nun, o dönem Kazakistan’da görevde olduğu belirtilmişti. Ancak savcılık, Mumcuoğlu’nun olaydan önce başka bir ülke üzerinden Türkiye’ye döndüğüne yönelik bilgilere ulaştı. Mumcuoğlu, Bozkır Ocak ayında Ukrayna’dan getirilmeden önce görev yaptığı kurumla ilişiği kesildi.

Cinayetteki Gülen bağlantısı iddiası ne?
Savcılığın yürüttüğü soruşturma kapsamında Gülen yapılanmasının üst düzey yöneticilerinden Mustafa Özcan ile halen tutuklu olan eski MİT’çi Enver Altaylı da şüpheli olarak dosyada yer alıyor. Savcılık, cinayet talimatının Gülen yapılanması tarafından verildiği iddiası üzerinde duruyor. Bunun dayanağı olarak Mustafa Özcan ve Enver Altaylı’nın, Köstebek kitabını yazma çalışmaları süren Necip Hablemitoğlu ile ısrarla görüşmeye çalışmaları gösteriliyor. Bu konuda eski Sağlık Bakanı Halil Şıvgın ile eski AKP milletvekili Ramazan Toprak’ın aracı yapıldığı tanık ifadelerine yansıdı.

Enver AltaylıEnver Altaylı
Enver AltaylıFotoğraf: picture-alliance/dpa/Familie
Şengül Hablemitoğlu soruşturma kapsamında verdiği ifadede bunu ayrıntısıyla anlattı. Halil Şıvgın ve Ramazan Toprak ifadelerinde Hablemitoğlu ile bir araya geldiklerini, bir görüşmeye Abdullah Gül’ün de katıldığını ifade etti. Halil Şıvgın, Nisan 2002’de ofisinde yapılan görüşmeye Enver Altaylı’nın da geldiğini söyledi. Altaylı’nın yine soruşturma kapsamında tutuklanan Aydın Köstem’i kullanarak Hablemitoğlu’na ulaşmaya çalıştığı belirtildi. Aydın Köstem’in de bu konuda yazar Ergün Poyraz’ı aracı yapmaya çalıştığı iddia edildi. 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Enver Altaylı’nın Ankara’da Aydın Köstem’in evinde kaldığı öne sürüldü.

Özcan-Altaylı ile askerlerin ilişkisi var mı?
Soruşturma kapsamında Mustafa Özcan ile Enver Altaylı’nın cinayetin Özel Kuvvetler içerisinde Levent Göktaş’ın liderliğindeki askerlere yaptırıldığı iddia ediliyor. Buna ilişkin delil olarak da Özcan ve Altaylı ile askerler arasındaki irtibata dikkat çekiliyor. Özellikle Enver Altaylı ile Levent Göktaş’ın o dönem irtibatlı olduklarına yönelik delillerin dosyaya girdiği öne sürülüyor. Yine “paramiliter unsur” olarak görülen Aydın Köstem’in de hem şüpheli askerler hem de Enver Altaylı ile yakın ilişkisi olduğu, aradaki bağlantıyı sağladığı iddia ediliyor.

Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü?
Soruşturma dosyasına giren bilgilere göre, Hablemitoğlu’nun öldürülmesiyle ilgili iki tez öne çıkıyor. Mustafa Özcan ve Enver Altaylı’nın Hablemitoğlu’nun Emniyet içerisindeki Gülen yapılanmasını anlattığı Köstebek kitabının çıkmasını engellemek için cinayetin işlenmesini sağladığı savunuluyor. Emekli Albay Levent Göktaş’ın ise o dönem MİT Müsteşarı olmayı istediği, buna karşılık aynı beklenti içinde olan Necip Hablemitoğlu’nu kendisine rakip olarak gördüğü ve bu nedenle cinayetin işlendiği tezi öne sürülüyor.

Dava ne zaman açılacak?
Soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gözaltındaki şüpheli eski askerlerin ifadelerini alacak. İfade işlemleri tamamlandıktan sonra savcılığın iddianame yazımına başlaması bekleniyor. İddianamenin de bu yıl içinde düzenleneceği ifade ediliyor.

https://www.dw.com/tr/necip-hablemito%C4%9Flu-dosyas%C4%B1nda-kim-neyle-su%C3%A7lan%C4%B1yor/a-62086406

“Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu CHP Raporu’nda Aleviler

0

“Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu CHP Raporu’nda Aleviler” 2’59” [18.12.2025] | @ismailenginhd

CHP raporuna göre; inanç merkezleri kapsamında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı gibi tarihî ve inançsal mekânların yönetimi, Alevi kurumlarına, onların uygun göreceği üst yapılara veya yerel yönetimlere devredilmelidir. Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinin mevcut içeriği, İslamın belirli bir yorumu merkez alıyor ve AİHM kararlarına aykırıdır; Dinler Tarihi ve Din Sosyolojisi temelinde yeniden yapılandırılmalı; tarafsız ve karşılaştırmalı olmalıdır.

Raporda, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı da ele alınıyor; Kültür Bakanlığı’na bağlı Başkanlığın, yanlış uygulamaları, Alevi toplumunun itirazları ve işlevsizliği nedeniyle kapatılması ve kurumsal ihtiyaçların Alevi örgütleriyle birlikte belirlenmesi gerektiği dile getiriliyor.

Raporda, devletin inançlar karşısında tarafsızlığı; Aleviler için tam eşit yurttaşlık ilkesinin hayata geçirilmesi önceleniyor.

Ancak, rapordaki şu – haklı – talebin uygulaması, mevcut Alevi kurumlarının yapısı nedeniyle zor görünüyor:

Hacı Bektaş Veli Dergâhı gibi tarihî ve inançsal mekânların yönetiminin Alevi kurumlarına, onların uygun göreceği üst yapılara veya yerel yönetimlere devredilmesi… :

MHP Raporunda Aleviler

0

“Devlet Bahçeli’de ve Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu MHP Raporu’nda Aleviler” 2’50” [16.12.2025] | @ismailenginhd

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 14 Ekim 2025’te TBMM’de yapılan MHP Grup Toplantısı’nda Aleviliği “Alevi-İslam” anlayışı içinde konumlandıran bir söylem benimsedi. Mezhep ayrımlarını reddeden Bahçeli, Müslüman ve Türk kardeşliği vurgusu yaparak Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gerektiğini dile getirdi.

Hatırlatmak gerekir ki, 1989’da Hamburg’da yayımlanan “Aleviliğin Yeri” bildirgesi de Aleviliği İslam içi bir yorum olarak tanımlamıştı. Bahçeli’nin kullandığı dil, bu bildirgede şekillenen “Alevi-İslam” yaklaşımıyla örtüşüyor. Benzer bir söylem, daha önce Cem Vakfı’nda ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2023’te yayımladığı “Alevi.” başlıklı videoda da görülmüştü.

MHP’nin Alevi açılımı, Aleviliği İslam içi kabul eden bir ideolojik zemin üzerinde şekilleniyor; Alevilerle ilgili temel problemler, Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda yer bulmuyor:

Atatürk’ün tarikat ve cemaatlere bakış açısı…

0

Atatürk’ün tarikat ve cemaatlere bakış açısı…
Türkiye’de 30 farklı ve etkili tarikat,
800’ün üzerinde medrese var.
225 bin öğrenci ise tarikat yurtlarında kalıyor. Bu öğrencilerin çoğu da İran’ın Kum kentinde ve Irak’ın Akre ve Erbil şehrinde eğitim almış hocalar tarafından yetiştiriliyor.
Ve bu öğrenciler Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak yetiştiriliyor. Tam bir emperyalist ihanet. Ve buna göz yumanlar da bu ihanete ortak.
Tarikat ve cemaatler sadece bugün mü vardı?
Tabii ki hayır. Selçuklu’yu ve Osmanlı’yı yıkan tarikatlardır.
Peki Atatürk’ün bakış açısı neydi?
Hemen söyleyelim, Büyük Taarruz öncesiydi.
Atatürk Konya civarında askerleri denetliyordu. Denetlemeler sürerken okulları ve medreseleri dolaşıyordu. Ilgın’a geldi. Orada medrese öğrencilerinden biri Atatürk’e askere, yani savaşa gitmek istemediklerini söyledi. Atatürk’ün yanında Sovyet büyükelçisi İ.Aralov ile Azerbaycan büyükelçisi İbrahim Abilov da vardı. Atatürk sinirlendi;
-“Millet kan içinde yüzerken burada besiye çekilmişsiniz. Askere alınmanız için hemen emir vereceğim” diye cevap verdi.
Ve Sovyet Büyükelçisi Aralof’a dönerek şöyle dedi;
-“Savaş bitince onlarla daha ciddi konuşacağım. Onları mali kaynaklarını ve vakıf gelirlerini keseceğim. Bu vakıflar bu mollaların yaşam kaynağıdır. Dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17.000 medrese var. Bu tam bir kolordu demektir”
Atatürk bu tarikat ve cemaatlere hiç göz yummadı. Savaştan sonra hepsini kapattı. Bu konuda sert ve netti.
Sadece kapatmakla yetinmedi. O gün bize bu konuda ne yapılması gerektiğini de söyledi.
Yıl 1921.
Kütahya-Eskişehir muharebeleri muharebeleri günleriydi.
“Mustafa Kemal dinsizdir, Kuvayı Milliye dinsizdir, bunlarla savaşan şehit düşer” yazılı Şeyhülislamın fetvaları Yunan uçakları tarafından Türk cephelerine atılıyordu.
Öte yandan da İngiliz destekli Yunan da batıdan ilerliyordu. İşte Yunan uçaklarından atılan bu fetvalara aldanan 30.122 asker tüfeği ile birlikte cepheden kaçtı. Bunun sonucunda cephe düştü ve Yunanlılar Sakarya kıyılarına kadar ilerledi. Atatürk’ün çok sevdiği Nazım Yarbay da 15 Temmuz 1921 tarihinde şehit oldu.
Atatürk ise haberi duyduğunda çok üzüldü. Gözleri doldu. Nazım Yarbay’ın ölümüne sebep olan irtica ve gericilerle ve ona inanıp ihanet eden kafalar ile ilgili şu sözü söyledi;
“Şu zavallı kafaya bak. Bu çağdışı, dünyaya kapalı, alaturka ilkel kafalar yüzünden bugün bu haldeyiz. Başka yolu yok, kendimizi yenilemek, ilerlemek, günümüz uygarlığına ayak uydurmak, onlarla eşit duruma gelmek zorundayız. Ve bunu sağlamak için de bu donmuş, durmuş, uyuşmuş kafaları değiştirmek zorundayız. Yoksa bugün kurtulsak bile yarın yine ayak altında kalırız. Kurbanlık koça döneriz, yem oluruz. Yine rahat rahat sömürürler. Bu gün yaptıramadıklarını ilerde de yaptırmaya çalışırlar. Yine bir sürü işbirlikçi bulurlar. Uğrunda birçok çocuğumuz gibi, Nazım’ın da canını verdiği bu büyük mücadele boşa gitmiş olur.”
Özetle çağdışı, dünyaya kapalı, alaturka ilkel kafalar yüzünden bugün bu haldeyiz. Başka yolu yok, kendimizi yenilemek, ilerlemek, gericiliğe çare bulup Türk insanının kafasını değiştirmeliyiz. Aksi takdirde yine birçok işbirlikçi bulup ülkemizi sömürürler.
Bugün AKP’nin bu gerici odaklara bakış açısı belli. Tarikatları koruyucu ve kollayıcı bir politika izliyor. Ama AKP de gidici. Onun yerine gelenler, ülkeyi yönetmeye talip olanlar da bu konuda sert ve net olmalı. İktidara geldiğinde tarikatları ve yuvaları kapatmalı. Başka çare yok.
Çünkü gericiliğe demokrasi ile veya başka türlü karşı konulmaz.
Bakın, Avrupa Birliği eski direktörü Dr. Khosra Khazai bu konuda ne diyor;
“Dini bir rejime sosyalizmle, kapitalizmle, ya da liberalizmle karşı koyamazsınız. Çünkü İslami rejim içindeki unsurlara karşı, demokratik bir tartışmaya açık olmamalarından ötürü, siyasi araçlarla savaşmanız mümkün değildir”
Tarikatlar ve cemaatler emperyalistlerin iş birlikçileridir.
Sosyalizmle, kapitalizmle ya da liberalizmle veya demokratik bir ortamla durduramazsınız.
Dün Selçuklu’yu yıkan, Osmanlı’yı yıkan bugün ülkemizi yıkar.
Tek çare, müsamaha göstermeden, derhal kapatılmaktır.Aydın Keleşoğlu
14 Ocak 2022

Kırkların ceminde ikrara durup

0


Kırkların ceminde ikrara durup
Arı ar eyledik, ardan içeri
Zahirden manaya köprüler kurup
Varı var eyledik, vardan içeri

Kırk ile bir olup ummana daldık
Ali, Muhammed’i aslından çaldık
Yola nakşeyledip, koruyla yandık
Harı har eyledik, hardan içeri

Hakikat babında perde açıldı
Gerçekler meydana bir bir saçıldı
Canlar dile geldi, tenden geçildi
Zarı zar eyledik, zardan içeri

Terk edip varlığı buluştuk yokta
Cümle mahlukatı birledik Hakk’ta
Nokta bir alemdi, alem de nokta
Darı dar eyledik, dardan içeri

Dinle Deruni’yi, kulak ver söze
Her kim ki mihmandı, yamadık öze
Batında El Hakk’ız, müminiz göze
Sırrı sır eyledik, sırdan içeri…

Okuyup Kuran’ı, koyduk kenara

0

Okuyup Kuran’ı, koyduk kenara
Muhammet Ali’yi cemde sırladık
Bir aşk ı nur ile tutuşup nara
Kırkların darında demde sırladık

Erenler sezince mahşeri hali
Can yeleği oldu Muhammet Ali
İrfan mektebinde bulup kemali
Ayetsiz, kitapsız dinde sırladık

Demlenip birlikte engürü yedik
Söküp nebisini, “Sır ola” dedik
Hakikat babına Miraç’sız erdik
Kâbe’siz, kıblesiz, yönde sırladık

Bin sene boyunca gizde beklettik
Her tufan koptukça kılıf eklettik
Gerçeği manadan isme yüklettik
Taşıyıp zahire tende sırladık

Hakk’tan nida geldi, ettik icabet
Kırkı bir eyleyip yaptık muhabbet
Muhammet Ali’ydi, Ali Muhammet
Yamayıp vahdete gönde sırladık

Talipsen hisse kap Pir’in sözünde
Her ne aradınsa kendi özünde
Ayna dizindeyse, Ali yüzünde
Arama çöllerde sende sırladık

Deruni haddinden çok öte gitti
Kör olan gözlerde kemikti, etti
Hem Rahman hem Ali hem Muhammet’ti
Enel Hakk diyerek binde sırladık