İstanbul deyince aklıma martı gelir
Yarısı gümüş, yarısı köpük
Yarısı balık yarısı kuş
İstanbul deyince aklıma bir masal gelir
Bir varmış, bir yokmuş
İstanbul deyince aklıma Gülcemal gelir
Anadolu’da toprak damlı bir evde
Gülcemal üstüne türküler söylenir
Süt akar cümle musluklarından
Direklerinde güller tomurcuklanır
Anadolu’da toprak damlı bir evde çocukluğum
Gülcemalle gider İstanbul’a
Gülcemalle gelir
İstanbul deyince aklıma
Bir sepet kınalı yapıncak gelir
Şehzadebaşı’nda akşam üstü
Sepetin üstünde üç tane mum
Bir kız yanaşır insafsızca dişi
Boyuna bosuna kurban olduğum
Kalın dudaklarında yapıncağın balı
Tepeden tırnağa arzu dolu
Sam yeli, söğüt dalı, harmandalı
Bir şarap mahzeninde doğmuş olmalı
Şehzadebaşı’nda akşam üstü
Yine zevrak-ı derunum
Kırılıp kenara düştü
İstanbul deyince aklıma Kapalıçarşı gelir
Dokuzuncu Senfoniyle kolkola
Cezayir marşı gelir
Dört başı mamur bir gelin odası
Haraç mezat satılmakta
Bir gelinle güvey eksik yatakta
Köşede sedef kakmalı tombul bir ut
Tamburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Sonra ellerinde şamdanlar nargileler
Paslı Acem kılıçları
Amerikan kovboyları
Eller yukarı
Ne kadar da beyaz elbiseleri
Amerikan deniz erleri
Kocaman bir papatyadan yolunmuşlar gibi
Sütten duru buluttan beyaz
Beyazın böylesine ölüm yakışır mı dersin
Yakışmaz
Ama harbederken onlara
Bambaşka elbiseler giydirirler
Kan rengi, barut rengi, duman rengi
Kin tutar, kir tutmaz
İstanbul deyince aklıma
Kocaman bir dalyan gelir
Kimi paslı bir örümcek ağı gibi
Gerinir Beykoz’da
Kimi Fenerbahçe’de yan gelir
Dalyanda kırk tane Orkinos
Kırk değirmen taşı gibi dönmektedir
Orkinos dediğin balıkların şahı Orkinos mavzerle gözünden vurulur
Denizin içinde ağaçlar devrilir
Kan çanağına döner dalyanın yüzü
Camgöbeği yeşili bulanır
Bir çırpıda kırk Orkinos
Reisin sevinçten dili dolanır
Bir martı gelir konar direğe
Atılan Kolyosu havada yutar
Bir başkasını beklemez gider
Balıkçı gülümser tatlı tatlı
Adı Marikadır bu martının der
Her zaman böyle gelir böyle gider
İstanbul deyince aklıma Adalar gelir
Dünyanın en kötü Fransızcası orda harcanır
Çalımından geçilmez altmışlık madamların
Ağzı dili olsa da tenhadaki çamların
Görüp göreceği rahmeti anlatsa insanların
İstanbul deyince aklıma kuleler gelir
Ne zaman birinin resmini yapsam öteki kıskanır
Ama şu Kızkulesinin aklı olsa
Galata kulesine varır
Bir sürü çocukları olur
İstanbul deyince aklıma
Tophane’de küçücük bir sokak gelir
Her Allahın günü kahvelerine
Anadolu’dan bir sürü fakir fukara gelir
Kimi dilenecek dilenmesine utanır
Kiminin elinde bir süpürge peyda olur uzun
Dudaklarında kirli paslı bir tebessüm
Çöpçü olmuştur bugüne bugün
Kiminin sırtında perişan bir küfe
Kiminin sırtında nakışlı semer
Şehrin cümbüşüne katılır gider
Kalın yağlı bir kolana koşulur
Piyano taşırlar omuz omuza
Kendinden ağır yükün altında adamlar
Balmumu gibi erir dururlar
Sonra kanter içinde soluk alırlar
Nazik eşya nazik hamallar ister neylersin
Ama onlar kadar piyanoyu ciddiye alırlar mı dersin
Nazdan nazik çiniden bilezik eller
Derken
Karşı radyoda gayetle mülayim bir ses
Evlere şenlik Üstad Sinir Zulmettin
Hacıyağına bulanmış sesiyle esner:
Gamı şadiyi felek
Böyle gelir böyle gider
İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Güne güneşe karşı yirmibeşbin kişi
Hepsinin dudağında İstiklal Marşı
Bulutlar atılır top top pare pare
Yirmibeşbin kişilik bir aydınlık içinde eririm
Canım ağzıma gelir sevinçten hilafsız
İsteseler bir gelincik gibi koparır veririm
İstanbul deyince aklıma
Stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanlarına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere
Ver Lefter’e yaz deftere
Stadyum gelir
İstanbul deyince aklıma
Binlerce insanın aynı anda
Aynı şeyi duymasından doğan sevincin
Heybetini düşünürüm
Birbirine eklenir kafamda
Binler yüzbinler milyonlar
Sonra bir mısra havalanır ürkek
Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar
İstanbul deyince aklıma
Yahya Kemal gelirdi bir eyyam
Şimdi Orhan Veli gelir
Demindenberi dilimin ucundasın Orhan Veli
Demindenberi senin tadın senin tuzun
Senin şiirin senin yüzün
Yaralı bir güvercin misali
Başımın üstünde dolanır durur
Gelir sessizce konar bu şiirin bir yerine
Neresine mi arayan bulur
Erbabı bilir
Deli eder insanı bu şehir deli
Kadehlerin çınlasın Orhan Veli
İstanbul deyince aklıma Sait Faik gelir
Burgaz adasında kıyıda
Mavi gözlü bir çocuk büyür döne döne
Mavi gözlü bir ihtiyar balıkçı gencelir küçülür
İkisi bir boya geldi mi Sait kesilirler
Bütün İstanbul’u dolaşırlar elele başbaşa
Ana avrat küfrederler uçan kuşa eşe dosta
Sivriadada da martı yumurtası toplarlar çilli çilli
Ziba mahallesinde gece yarısı
Sabaha Galata’dan geçer yolları
Maytaba alacakları tutar kahvede
Zararsız bir deliyi
Ula Hasan derler gazeteyi ters tutaysun
Çaktırmadan gazetesini tutuştururlar fakirin
Sonra oturup sessizce ağlarlar
İstanbul deyince aklıma
Sait Faik gelir
Taşında toprağında suyunda
Fakirin fukaranın yanıbaşında
Bir kalem bir bilek bilendikçe bilenir
Kıldan ince kılıçtan keskin
Hep iyiden güzelden yana
Hep kimsesizlerin
İstanbul deyince aklıma
Said’in son yılları gelir
Hey Allahım en güzel çağında Said’e
Dört beş yıl ömrün kaldı denir
Sait Sait olur da nasıl dayanır
Mavi gözlü çocuk boşverir ölüm haberine
İhtiyar balıkçı pis pis düşünür
Bir zehir yeşilidir açılır
Bir yeşil ki ciğerine işler adamın
Bir yeşil ki kasıp kavurur
Küçük mavi çocuk
İhtiyar balıkçı
Ve dilimize bulaşan zehir yeşili
İstanbul çalkalandıkça bu denizlerde dipdiri
Dilimiz yaşadıkça yaşasın Said’in şiiri
İstanbul deyince aklıma
Sabiyem gelir
Sabiyem boynundan büyük bir demetle
Sarıyer’den gelir Pendik’ten gelir
Bahar nereden gelirse velhasıl
Sabiyem oradan gelir
Ne delidir ne divane
Aslını ararsan çingenedir
Tepeden tırnağa güneştir
Topraktır
Anadır
Analar içinde bir tanedir
Biri sırtında biri memesinde biri karnında
Karnı her daim burnundadır
Canını mendil gibi takar dişine
Yürekten birşeyler katar işine
Bir ucundan girer şehrin ötekinden çıkar
Alçakgönüllüdür Sabiyem
Hem maşa satar, hem göbek atar
Ver bir çeyrek güzelim der
Neyse halin o çıksın falin
Canı çıkar Sabiyemin falı çıkmaz
Sonra anlatır dün gece başına gelenleri
Görürüm üryamda bir sarı yılan
Cenabet uğraşır durur benimlen
Uyanır bakarım benim bebeler
Yatağın ucuna kaymış
Ayağımın parmaklarını emer
İstanbul deyince aklıma
Bir basma fabrikası gelir
Duvarları uzun masaları uzun sobaları uzun
Dal gibi dalyan gibi kızlar çalışır bütün gün ayakta
Kanter içinde mahzun
Yüzleri uzun elleri uzun günleri uzun
Fabrikada pencereler tavana yakın
Al topuklu beyaz kızlar dalga geçmeyin
Dışarda ağaçlar dizi dizi
Duvarlar duvarlar uzun duvarlar
Niçin ağaçlardan ayırdınız bizi
Dışarda tarlalar turuncu asfalt mosmor
Dışarda dışarda dışarda
Mevsim gürül gürül akıp gidiyor
Ondokuz yaşında Eyüplü Gülsüm
Dalmış beyaz köpüklü akışına ipeklilerin
Kötü kötü düşünüyor
İpeğin akışına doyum olmaz
Ama gel gör ki ipekli emprimeden oğlana don olmaz
Bir top Amerikan bezi sakız gibi beyaz
Bir top Amerikandan neler çıkmaz
Perdeler yatak çarşafları çoluğa çocuğa çamaşır
Sakız gibi ağarmış bir top Amerikan bezi
Gülsüm’ün gözleri kamaşır
Üçüncü oğlanı doğururken Gülsüm
Bir top Amerikana hasret sizlere ömür
Gülsüm’lerin sürüsüne bereket
Yerine bir Gülsüm’cük bulunur elbet
Gider Gülsüm gelir Gülsüm
Azrail ettiğin bulsun
İstanbul deyince aklıma
Ağzına kadar soğan yüklü bir taka gelir
Sülyen kırmızısı üstüne zehir gibi yeşil
Samsun’dan Sürmene’den Sinop’tan
Yaz demez kış demez mutlaka gelir
Kirli yelkeninde yeni bir yama
Demirinin pası gelir dilime
Nabzımda duyarım motorunun hızını
Canımın içine sokasım gelir
İri kalçaları pullu denizkızını
İstanbul deyince aklıma
Takalar gelir
Alçakgönüllü kalender
Ya Peleng-i Deryadır adları ya Şimşir-i Zafer
İstanbul deyince aklıma
Koca Sinan gelir
On parmağı on ulu çınar gibi
Her yandan yükselir
Sonra gecekondular gelir ardısıra
İsli paslı yetim
Eyy benim dev memesinde cüceler emziren
acayip memleketim
Şiir:Bedri Rahmi Eyüboğlu.
İstanbul deyince aklıma martı gelir
turnalar semahını çaldı ve kimse dinlemedi onları
Sen gittikten sonra iki çalgıcı
turnalar semahını çaldı ve kimse dinlemedi onları
benden başka.
Sarımsak kokusunun
yoksulluk ve rakıyla buluştuğu saygısız kalabalıkta
kimse duymadi beni terkeden
kanatların bıraktığı esintiyi.
Biri incecik öbürü kalın
iki tel vururken çalgının yüreğine
nicedir aklımı kurcalayan Bertold Brecht’in
“Sevenler” şiirini düşündüm, bir yaşamdan ötekine
yanyana uçan iki turnayı. Taa yirmisekizlerden.
“Güneşin ve ayın az değişken dilimleri altında
uçup giderler yine, böyle tutkun birbirine.
Hey, nereye gidersiniz? – Hiç bir yere – Nerden gelirsiniz?
Her yerden. Sorarsınız, ne zamandır birliktesiniz? diye.
Az zamandir. Ne zaman ayrılacaksınız peki? – Yakında.”
Çıktığımda hava açıktı ikindi güneşi gibi
nicedir ısıtmayan parlak ayın az değişken dilimleri altında
yürürken sordum kendi kendime.
Nereye gidiyorsun?
Hic bir yere. Ne zamandir yalnızsın? Bilmem, denize
ve ayışığında. yapraklar kesen
Şiire sormali bunu. Daha yazılırken
bir anıya dönüşen şiirlere
Sordum kendi kendime ne yapilabilir çamurdan?
Heykel
Acılardan?
Aşk
Yoksulluklardan
bir devrim bile yapilabilir.
Ama hic bir sey
hic bir sey yapılamaz ayrılıklardan.
Sen, çalgıcılar ve ay ışığı çekip gittiniz uykunun
eşiğine vurulmus bir turna gibi dönerek
düşerken sordum otuzdokuzlardan Bertold Brecht’le birlikte
“Ne yapmali peki?” Aklım dokunacak
bir baska akıl arıyor. Nicedir yabanci denizlerde
yıkanan tenim baska bir teni. “Ne yapmali?”
Biliyorum yağmur yağmaz yukarı doğru yeniden
Acımaz olur, silinir gider izi bıçağın.
Ama hiç bir rüzgar doldurulamaz boş kalan yerini,
bir yaşamdan ötekine
birlikte uçan turnalarin yerini gökyüzünde.
Onat Kutlar
(Unutulmus Kent)

Türkiye’nin kültür tarihinde önemli bir yeri olan gazetemizin yazarı, şair ve düşün insanı Onat Kutlar 30 Aralık 1994’te Taksim’deki The Marmara Oteli’nin kafesinde bombalı terör saldırısında ağır yaralandı. Kutlar, tüm müdahalelere karşın 11 Ocak 1995’te 58 yaşında yaşamını yitirdi. Arkeolog Yasemin Cebenoyan’ın da can verdiği saldırı İBDA-C tarafından üstlenilse de faillerin yakalanmasının ardından saldırının PKK tarafından düzenlendiği belirtilmişti. Gazetemize konuşan Onat Kutlar’ın eşi Filiz Kutlar “Onat olağanüstü bir insan ve gerçek bir entelektüeldi, o yüzden yaşanan acı sadece benim acım değil” dedi.
‘DİNLEMEDİ, GİTTİ’
“Onat’ın ölümünün hâlâ faili meçhul olduğunu düşünüyorum” diyen Filiz Kutlar, “Yanlış anlaşılmaların önüne geçmek için öncelikle belirtmeliyim ki PKK bir terör örgütüdür. Ancak saldırıyı PKK’nin değil İBDA-C’nin yaptığını düşünüyorum. Çünkü İBDA-C tehditlere bir hafta önceden başlamıştı” ifadelerini kullandı. Kutlar, “Hatta Onat’a ‘Bir süre The Marmara Kafe’ye gitme’ demiştim. O da ‘Tamam’ demişti ama gitti. O gün de benim adeta basiretim bağlandı. Saldırıyı yapan İslamcı terör örgütü İBDA-C olduğu için üstünün kapatıldığını ve bu nedenle de konunun aydınlatılamayacağını düşünüyorum. Onat teröre kurban edilen tek kişi değil. Ülkenin aydın birikimini temsil eden insanlar yok edildi. Ne kadar çok kişinin yok edildiğini de anma törenlerinde anlıyoruz” diye konuştu.
Özgürlük ve eşitlik İçin Ne Çok Öldürüldük:
Özgürlük ve eşitlik İçin Ne Çok Öldürüldük:
7 Kasım 1980 de Sol Yayınların Sahibi İlhan Erdost Askeri Jip İçerisinde İşkencede Katledildi..!
Bir Palto Asılı Kaldı Faşist Cuntanın İşkence Cangılında.
Tarih 7 Kasım 1980…işkencede katlediliyordu Sol Yayınlarının sahibi İlhan Erdost.
Karanlığın ağır eli ülkeyi sıkıyor, hayatlar çalınıyordu.
12 Eylül’ün postalında, günler birbirini takip eden gözaltılarla, tutuklamalarla eziliyordu. Her sabah pencerelerden çekilen eller, kapıları çalan ayak sesleri, işyerlerinden, sokaklardan alınan insanlar… Cezaevleri havuzuna atılan isimler arttıkça ülke daha da susuyor, kentlerin damarları donar gibi oluyordu.
O gün askerler bir yayınevini bastılar. Rafların arasında Engels’in “Doğanın Diyalektiği” de vardı. İki kardeş hemen gözaltına, Mamak Askeri Cezaevi’nin A Blok’una götürüldüler. Fişlendiler, saçları, sakalları kesildi, önden, yandan fotoğrafları çekildi, kimlikleri birer numaraya indirildi.
Sonra, C Blok’a sevk için kelepçelere vurulup cezaevi aracına bindirildiler.
Aracın içinde dört muhafız ve astsubay Şükrü Bağ vardı. Bağ’ın sesi, tank gibi soğuk ve emir doluydu. Tutuklulara bağırdı.
“On yaşındaki bebekleri zehirlediniz şerefsizler!”
Sonra askerlerine döndü, emri verdi.
“Bunlar yılandır, analarını ağlatmazsanız ben sizin ananızı ağlatırım.”
Henüz araç hareket etmeden, iki kardeş sıraya dizdirildi. Dört er copla, tekmeyle, tokatla saldırdı. Bağ’ın bögürtüsü, her darbeyle daha da boğucu hale geliyordu.
“Analarını ağlatmazsanız ben sizin ananızı ağlatırım.”
Araç nihayet hareket etti. Yol boyunca dövüldüler. C-Blok F koğuşu önünde indirilirken bile askerler vazgeçmedi; “Geri getirin onları ulan!” sesleri arasında küçük kardeş, yere düştü. Astsubayın emri yine yankılandı.
“Kaldırın, dövün.”
Küçük kardeş yalvardı, insanlık denen o kırılgan ululuğu dile getirdi.
“Sabah kızımı uyandırmadan evden çıktım… Bir suçumuz yok, bizi bırakın.”
Cevap sertti.
“Bunu daha önce düşünecektiniz hainler.”
Ve yine askerlere haykırdı.
“Hala analarını ağlatmadınız, birazdan sizin ananız ağlayacak.”
Askerler saldırdı. İki kardeş, birbirlerine dayanarak, elleriyle başlarını korumaya çalıştı. Akıntıya karşı çırpınan iki beden gibiydiler. Yine başına jop darbesi yiyen küçük kardeş yere yığıldı. Zorlukla doğruldular.
Astsubay duru. dedi. Bir sigara yakıldı, İki kardeş, C-Blok F bölümünün tel örgüsü önünde dizildiler. Bekletildiler, hazırola getirildiler. Sigara bitti, bağırış yeniden başladı.
“Bir patlatılmadık hayalarınız kaldı, şimdi onu da patlatırlar!”
Tekrar çullandılar, dakikalarca, acı kesintisizdi. Sonra avluya itildiler. Bir deftere isimlerinin yanına yazıldı.
“Solcu, komünist.”
İnsanın etiketlenişi, ölümle aynı hızlıydı. Cezaevi binasına götürüldüler. Işıklı demir parmaklıklı kapıya doğru yürürken, sağdaki karanlık kapıya sokulmaları istendi.
“Kaçmayın lan itoğlu itler!” bağırıldı; kapı aralığına sıkıştırıldılar; yeniden dövüldüler. Sırtları duvara dayalı, kollarıyla yüzlerini korumaya çalışırken küçük kardeş yine yere kapaklandı. Alnı taşın soğukluğuna çarpıldı. Güçlükle kaldırdılar, tekme tokat koğuşa soktular, girişteki tahta sıraya oturttular onları.
Büyük kardeş su istedi koğuştakilerden. Korku, herkesin vücudunu dondurmuştu. Kimse kıpırdamadı. Küçük kardeş, kan içinde, oturduğu yerden doğrulup pencereden dışarıya, avluya baktı. Koğuştakiler onu yerine oturtmak için koştular. “Midem bulanıyor, kusacağım!” diye bağırdı.
Sonra yere yığıldı. Bir ranzanın üzerine yatırdılar, nefesi kesildi. Tıp öğrencisi Vahap, nabzını yokladı, “Ölmüş bu,” dedi. Sıcak bedeni battaniyeye sarıp koğuştan çıkardılar. Suçu sadece kitap yayımlamak olan bu genç, orada sönüp gitti.
Soruşturmayı yürüten askeri savcı, döven erlerden birinin muhafızlık göreviyle ilişkili olmadığını belirledi: sağ görüşlü biriydi. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı, dört er hakkında kasten adam öldürmek, astsubay hakkında ise kasten adam öldürmeye azmettirmek suçlamasıyla dava açtı. Yargılama yedi yıl sürdü.
Üç er ayrı ayrı on yıl sekiz ay ağır hapis cezası aldı. Araca özel amaçla binmiş sağ görüşlü kişi sekiz yıl aldı. Astsubay Şükrü Bağ’a önce on yıl sekiz ay verildi, bu ceza Askeri Yargıtay Genel Kurulu tarafından onaylandı ve kesinleşti.
Ancak sonra, şoför mahallinden dövülme olayını duymasının ve görmesinin olanaksız olduğu gerekçesiyle Askeri Yargıtay 5. Dairesi, yargılamanın yeniden yapılmasına hükmetti. Astsubaya bu kez görev ihmali nedeniyle üst sınırdan üç yıl hapis verildi. Askeri Yargıtay 5. Dairesi kararını bozdu. Ceza altı aya indirildi. Altı aya kadar olan cezaların temyizi sıkıyönetim komutanının takdirine bağlıydı. Sıkıyönetim komutanı kararı onayladı. Dosya kapandı.
Cinayetin üstü postalla örtüldü.
Dövülerek öldürülen küçük kardeşin adı İlhan Erdost’tu. Ağabeyi ise Muzaffer Erdost. Sol ve Onur Yayınları’nın sorumluluğunu üstlenmişlerdi ama basılı sözün bedeli kan olmuştu.
Sonra gözyaşları sele, şarkılar ağıtlara dönüştü; Leman Sam’ın sesi bir inilti gibi düştü kulaklara.
“Ne oldu çocuk sana, yok olup gittin birden..
Nasıl kıydılar sana, ne zor büyüttüm seni ben
Ninni çocuk uyu çocuk.
Ölüm yalan dön gel çocuk.
Zincirlerde çiçek açmış ellerinin yarası.
Sevgisiz kefensiz kaldın, soğuktur şimdi orası.
En kolay katlanılan, başkasının acısı.
Ben anayım ağzımdaki tükürdüğüm kan tadı.
Ninni çocuk uyu çocuk
Ölüm yalan dön gel çocuk.
İlhan Erdost Eşitlik ve Özgürlük yürüyüşümüzde Yaşıyor..!
YUNAN ORDUSUNDAKİ KÜRTLER
Gökçe FIRAT
Kurtuluş Savaşı’nda Kürt-Yunan İşbirliği
Kürt açılımının gündeme gelmesiyle birlikte çok değişik bir tartışma daha başladı. 30 Ağustos’ta Genel Kurmay Başkanı Başbuğ “Bu ülke için hep birlikte şehit olduk” diyerek şehitlikteki mezar taşlarını gösteriyordu gazetecilere.
Benzeri ifadeleri Tayyip Erdoğan’ın ağzından duymaya zaten alışkındık. Çanakkale Savaşı’nın yıldönümünde o da Çanakkale’de “Türk ve Kürtlerin birlikte savaştığını” söylemişti.
Açıkçası, Türkiye’de Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana bu ülke için kim savaştı, kim savaşmadı tartışması hiç yapılmamıştı. Yapılmamıştı çünkü bu ülkeyi bölmeye çalışanlar yoktu. Olmadığı için de geçmiş defterleri kimse açmamıştı.
Ancak artık ortada bölücü ve Türk düşmanı bir Kürt hareketi var, bu hareketin teröristleri var, bu hareketin milletvekilleri var ve bu hareketin destekçileri var.
Bu bölücüler her fırsatta tarih yalanlarıyla piyasaya çıkıyorlar ve diyorlar ki bu ülkeyi Kürtler ve Türkler birlikte kurdu ama Mustafa Kemal onlara ihanet etti, Kürtlerin hakkını vermedi.
Kürtlerin hakkı neydi, verildi mi verilmedi mi tartışması sürerken aslında çok daha başka bir şey daha tartışmaya açılmıştı; hakikaten Kürtler bu ülkeyi kurarken Türklerle birlikte miydi?
Geçtiğimiz haftalarda Habertürk televizyonunda Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu konuk oldu ve orada Kurtuluş Savaşı’nda ve Çanakkale’de Kürtlerin Türklerle birlikte savaşmadığını söyledi. Bu, bir televizyondan ilk kez dile getiriliyordu. Pamukoğlu, daha önce bizim TÜRKSOLU’nda yayınladığımız rakam ve haritaları göstererek tarihi gerçeği açıklıyordu.
Türkiye’de tabuları yıkmaktan bahsedenlerden, resmi tarih anlayışına karşı çıkanlardan, özgürlükçülerden tepki gecikmedi; hemen Türk ırkçılığı, Türk bölücülüğü yaftası yapıştırıldı. Ardından Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nda olduğu, hatta PKK’ya karşı en fazla şehidi Kürtlerin verdiği gibi komik ve zavallı açıklamalara kadar düştü düzey.
Ama artık tartışma açılmıştır, tarihi tabular tartışılacaktır ve gerçekler kazanacaktır.
O nedenle kimse etnik kimliğinden gocunmasın, tarihiyle yüzleşsin, barışsın: Evet Kürtler Kurtuluş Savaşı’na katıldı ama Türk Ordusu’nda değil Yunan Ordusu’nda savaştılar!
Bir şey daha ekleyelim, yıllardır Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdu diyenler aynı şeyi Kürtler için de söylemeliler; Kürtler Kurtuluş Savaşı’nı arkadan vurmuştur.
Şehit haritası yayınlamanın bölücülük olduğunu, Türk bölücülüğünün Kürt bölücülüğünden daha tehlikeli olduğunun propagandasını yapıyorlar sürekli. Ama diğer yandan da kendileri bir şehit haritası yayınlayarak, Şırnak ve Hakkari’nin PKK’ya karşı savaşta İstanbul’dan ve diğer Türk illerinden daha fazla şehit verdiğini iddia ediyorlar. Tabii bu büyük bir yalan. Köy korucularını da şehit asker rakamlarına ekleyerek akıllarınca gerçekleri değiştirebileceklerini sanıyorlar. Hürriyet’teki köşesinde Özdemir İnce ise Kurtuluş Savaşı’ndaki şehitlerimizin illere göre dağılımını doğru bir şekilde yayınladı.
Osmanlı-Rus Harbi’nde
Osmanlı’yı arkadan vuran Kürtler
Osmanlı’da Kürt meselesinin ortaya çıkışı bir Doğu Cephesi sorunu olarak başlamıştır. 17. yüzyıldan itibaren yükselişe geçen Rus emperyalizmi, 1800’lerin başından itibaren Osmanlı’yı hem Doğu cephesinde Kafkaslar’dan, hem de Batı cephesinde Balkanlar’dan sıkıştırmaya başlar.
Batı cephesinde Slav kökenli Bulgarları ve Ortodoks Yunanları kışkırtan Ruslar Doğu’da ise Ermeni ve Kürtlere el atar. 1800’lerden hemen sonra ilk Kürdoloji çalışmaları yine Ruslar tarafından başlatılır. Kürtçülerin bugün bile en temel başvuru kaynakları olan kitaplar da bu dönemde Ruslar tarafından yazılır.
Rusların bu çabaları karşısında Osmanlı’da da uyanma başlar. Rus destekli Kürt aşiretleri ile Osmanlı arasında çatışmalar başlar. 1830-1855 tarihleri arasında 8 Kürt isyanı gerçekleşir.
Fakat asıl büyük Kürtçü hareket tam da 1877 yılında gerçekleşir. Bu tarih 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin tarihidir. Hem Balkanlar’da hem de Kafkaslar’da Ruslarla savaşan Osmanlı’ya karşı bir cephe de Kürt aşiretleri açar. Bedirhanlar ve Şeyh Ubeydullah isyanları tam dört yıl sürer.
Rus General Korganof, Erzurum’a saldırıya geçmeden önce Zeylani ve Sepki aşireti reisleriyle buluşur ve yüklü miktarda ödeme yapar. Sonuç olumludur, Kürtler Rusya’ya karşı Osmanlı’yı desteklemezler.
Kürt isyanlarının genel karakteri burada şekillenir: Türk devleti ne zaman ki bir düşmanla savaşsa mutlaka bir Kürt isyanı başlar.
Rusların Kürtlere desteği sonrasında da devam eder. Ama 93 Harbi’nden sonra hem Ermeni hem de Kürt meselesi bir arada ortaya çıkacaktır. Doğu illerimiz Rus işgaline girdiğinde hem Ermenilerin hem de Kürtlerin isyanları aralıksız devam edecektir.
Hamidiye Alayları neydi?
Bu dönemde 1890 tarihinde Hamidiye Alayları kurulur. Alayların hedefi Türk halkına yönelik Ermeni katliamlarını önlemektir. Abdülhamit tarafından kurulan bu birlikler için şimdi kimi yazarlar çarpıtmalara girişmektedir.
Bu alaylarda Kürt aşiretleri yer almıştır elbette ama bu aşiretler Osmanlı silahlarını ele geçirip daha sonra Ermenilerden boşaltılan arazilere el koymaya başlamıştır. Kürtlerin bu alaylara giriş sebebi Türklere destek olmak değil Ermeni topraklarını ele geçirmektir yani.
Zaten bu alaylar daha sonra lağvedilecektir. Fakat Hamidiye Alayları’nın lağvedilmesinden sonra da silahları bırakmayacak ve Osmanlı’ya karşı savaşacaklardır.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Kürtler de Doğu bölgelerinde Ruslarla birlikte hareket edecektir. O dönem bölgede etkili olan Rus Elçiliği Kürtleri ele geçirmiştir. Nitekim hemen 1914 yılında Kürt isyanları başlar. Rus Orduları Doğu Anadolu’yu işgal ederken Kürtler de bağımsızlık hayaliyle Ruslara yardım ederler.
Ünlü Sykes-Picot Antlaşması’na göre Doğu’da Ermenistan ve Kürdistan kurulacak ve Rusya’ya bağlanacaktır. Kürtlerin Çanakkale’de savaşmamalarının nedeni de budur. 1916 yılında Antlaşmaya dökülen plan, Rusların 1830’dan beri uyguladığı plandır zaten.
Fakat Birinci Dünya Savaşı tüm dengeleri alt üst eder. Kürtler de bu dönemde hem Ruslarla hem İngilizlerle hem Fransızlarla hem de Amerikalılarla işbirliği yapar. Kürtlerin bağımsızlığına Sevr Antlaşması ile karar verilir.
Yani Birinci Dünya Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na giden dönemde Kürtler hep Türkiye’yi işgal eden kuvvetlerle birlikte hareket eder.
Bu durum, yani Kürtlerin Birinci Dünya Savaşı’nda Türklerle birlikte savaşmaması o dönemin raporlarında açıkça geçmektedir. Rus Gordlevski aynen şu satırları yazar:
“Türkler vatan savunmasına katılmadıkları için Kürtlere çok kızmaya başladılar.”
Fakat Rusya’da Bolşevik İhtilali gerçekleşince işler değişir. Çünkü Lenin Kürtleri değil Mustafa Kemal’i destekler. Sykes-Picot Antlaşması’nı fesheder. Bunun üzerine Türk-Sovyet Antlaşması gelir ve Kürtler yalnız kalır.
Bu tarihten itibaren Kürtlerin esas hamisi Ruslar değil İngilizler olacaktır. Türkiye’deki komünistler ve Sovyetler de Kürt isyanlarını değil Mustafa Kemal’i destekleyecektir.
Kürtler Sarıkamış’ta var mıydı?
Tüm bu anlatılanlardan sonra Kürtlerin neden Çanakkale Savaşı’na katılmadığını anlamak kolaylaşır. Daha 1830’lu yıllarda başlayan Kürt ihaneti çoktan kökleşmişti, Birinci Dünya Savaşı sırasında da Kürtler Türkiye için değil Ruslar için savaşıyordu.
Böyle olduğu için de Çanakkale Savaşı sırasında Kürtlerin şehit listesinde olmamasına şaşırmamak gerekir: Çanakkale uzak olduğu için değil Türklere uzak oldukları için katılmadılar savaşa.
Kimileri bu gerçeği daha fazla gizleyemeyeceklerini biliyor. O nedenle de Kürtlerin diğer cephelerde, Sarıkamış’ta çarpıştığını söylüyorlar.
Elbette bu da büyük bir yalan. Genelkurmay arşivlerinde Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı şehitlerinin listesi, askerlik şubesi kayıtlarına göre tutulmuştur. Dolayısıyla Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı rakamları gerçektir, kimse bunlara itiraz edemez.
Ama Kürtlerin Sarıkamış’ta savaştığını iddia edenler varsa, buyursunlar rakamları açıklasınlar. Yani bizim yaptığımızı yapsınlar, belgeye karşı belgeyle ortaya çıksınlar.
Ama Sarıkamış’ta Kürtlerin Ruslara karşı savaşma ihtimali bile yoktur ortada çünkü Kürt aşiretlerini o dönemde zaten Rus Elçiliği kontrol ediyor ve yönlendiriyordu.
Hain bir Kürt aşiret reisi Mutkili Hacı Musa
Kurtuluş Savaşımızın başlangıcı 19 Mayıs 1919’dur. 24 Ağustos 1919’da Kurtuluş Savaşı’nı idare etmek üzereHeyet-i Temsiliye oluşturulmuştur. 9 kişilik kurulda bir de Kürt vardır. Mutki Aşireti reisi Hacı Musa Bey.
Ancak bu Kürt ağası içeri sokulan bir haindir
Nitekim Hacı Musa Bey, 1923 yılı Mayıs ayında Erzurum’da kurulan Kürt Azadi Cemiyeti’nin de lideridir. Azadi Cemiyeti’nin üyelerinden biri de Şeyh Sait’tir. Azadi Cemiyeti İngilizlerle, Fransızlarla ve Sovyetler Birliği ile temas kurarak Bağımsız Kürdistan için destek aramıştır.
Daha sonra bu örgüt İngiliz desteği ile başlayan Nasturi Ayaklanması’na katılır. Nasturi Ayaklanması’nın bastırılmasından sonra ise İran’a kaçarlar.
Daha sonra Mustafa Kemal bu hain Kürt aşiret reisi hakkında Nutuk’ta açıklama yapacaktır.
İlk Meclisteki hain Kürt milletvekilleri
Ankara’da Millet Meclisi’nin kuruluşu 23 Nisan 1920’dir. Bu tarihten itibaren TBMM Ordusu da kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nı vermiştir.
O dönemki mecliste de bugünkü Mecliste olduğu gibi bölücü Kürt milletvekilleri vardır. İşte bu Kürt milletvekilleri Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na yardım etmemiş, tam tersine bu Kurtuluş Savaşı’na karşı bir ayaklanma örgütlemişlerdir.
Bitlisli Kürt milletvekili Yusuf Ziya Bey de Azadi örgütünün içindedir. Yusuf Ziya Bey aynı zamanda İngiliz ajanıdır. Mustafa Kemal Paşa, Yusuf Ziya Bey’den kuşkulanmakta ve onu takip ettirmektedir. Gerçekten de Mustafa Kemal’in kuşkuları gerçek olur ve Yusuf Ziya Bey Nasturi İsyanı’na katılır.
İşin daha da vahimi Yusuf Ziya Bey’in askeriye içinde de adamları vardır. Nasturi İsyanı’nı bastırmakla görevli birlikten, Fırka komutanı İhsan Nuri, Vanlı Rasim, Tevfik Cemal ve Teğmen Ali Rıza da Kürt örgütünün üyesidir ve isyan sırasında 270 askerle birlikte karşı tarafa geçerler!
Görüldüğü gibi Kurtuluş Savaşımıza katılan ve Türklerle savaşan Kürtlerle değil, Kurtuluş Savaşı’nın içine sızan, ancak kendi Kürt örgütlenmesini devam ettiren, İngiliz, Fransız işgalcilerle işbirliği yapan ve en sonunda da Türk askerine karşı cephe açan Kürtleri görüyoruz.
Bu örgütün İngiliz desteğini sağlamak için Nasturi isyanından üç yıl önce 1920 yılında yine Hakkari’de başka bir isyan çıkarttığını da kaydedelim.
Mustafa Kemal’e idam kararını da bir Kürt verdi
Peki Kürtlerin Kurtuluş Savaşımız sırasındaki tek ihanetleri bu mudur?
Aslında Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Mustafa Kemal’in karşısındadır Kürtler. Mustafa Kemal’in idam emrini veren Kürt Mustafa Paşa’dır!.
Aynı Kürt Mustafa Paşa’nın eniştesi ise Kürt İzzet Bey’dir ve İstanbul Hükümeti’nin İçişleri Bakanıdır. Kürt İzzet Bey de İngiliz ajanıdır. Kürt İzzet Bey’in bir de yeğeni vardır Şerif Paşa, o da Kürdistan Teali Cemiyeti’nin Paris temsilcisidir.
İstanbul Hükümeti’nin ve İngilizler’in Mustafa Kemal hareketini engellemek için kullanmayı düşündükleri kütle ise Kürtlerdir. Damat Ferit, Kürdistan Teali Cemiyeti ile görüşerek onlara özerklik karşılığında Mustafa Kemal’e karşı savaşmayı teklif eder. Damat Ferit Yüksek Komiser De Robeck ile görüşerek Sevr koşulları gereğince 15 bin kişilik bir Kürt ordusu kurulmasını ve Kürtleri Mustafa Kemal’e saldırtmayı teklif eder.
Bu yönde en önemli girişim Ali Galip olayıdır. İngiliz ajanı Binbaşı Noel, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderleri Malatya’ya geçerler. Burada bir Kürt birliği kurarak Sivas yolunda Mustafa Kemal’i öldürecekler ve Kongre’nin toplanmasına engel olacaklardır
Ancak Mustafa Kemal girişimi haber alır ve tedbir alır. Malatya’da Türk birlikler İngiliz ajanı, Ali Galip ve Kürdistan Teali Cemiyeti liderlerini kıstırırlar. Tutuklama emri vardır. Noel, İngilizlerden yardım ister. Saraya baskı yapılır fakat sonuç varmez. En sonunda kaçmak zorunda kalırlar.
Görüldüğü üzere daha Sivas Kongresi öncesinde bile Kürtler İngilizlerle, İstanbul Hükümeti ile birlikte Mustafa Kemal’e karşıdır.
İngiliz gizli belgeleri de bunu doğrulamaktadır.
28 Kasım 1919’da Mr. Kindson’un Londra’ya gönderdiği raporda şöyle yazılıdır:
“Kürtlere her ne kadar inanmasak da onları kullanmamız çıkarlarımız gereğidir.”
9 Aralık 1919 tarihli Yüksek Komiser Robeck’in Lord Curzon’a raporunda ise şunlar yazılıdır:
“Kürtler bütün ümitlerini İngiliz hükümetine bağlamış durumdalar. Bu ara Mustafa Kemal gittikçe tehlikeli olmaya başlıyor. Kuvvetler, Kürtleri Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kullanmak için para ödemeye hazırdırlar”
Yunan ordusundaki Kürtler
Ama Kürtler bununla da yetinmemektedir. İngiliz Gizli Belgeleri’nin verdiği bilgiye göre Kürtler aynı zamanda Yunanlılarla da temas halindedir.
Amasya’da Yunan temsilcisi ile görüşen Kürtler, Yunanlılara Türk ordusunda ele geçirilen Kürt esirlere iyi davranılmasını ve bu esirlerin Türk ordusuna karşı kullanılmasını önerir. Teklif kabul edilir ve esir Kürtler Yunan ordusunun hizmetine girerler.
Kürt-Yunan işbirliğinin en büyük sonucu ise Koçgiri İsyanı’dır. Yunan ordusu büyük ilerleyişe geçmeden hemen önce Kürtler isyan eder. Yunan ordusu Bursa’ya doğru ilerlerken Kürtler Sivas’a doğru yürümeye başlar.
Amerikan Askeri Ateşesi durumu şöyle rapor eder:
“… Yunanlılar önemli bir zafer kazanırlarsa Kürt isyanı Türkiye’nin arkasını ciddi bir şekilde tehdit edebilir. Ancak Batıdaki savaş Türklerin lehine gelişirse, Türkler, ellerindeki yarım düzine yetenekli liderden biriyle Kürt sorununa son verebilir. İngilizler kuşkusuz bu durumu bilmektedirler. Gene de Kürt sorunu ile meşgul olduğu sürece Mustafa Kemal’in Musul’a el koyamayacağını düşünmektedirler. Dolayısıyla Kürt akımına yardımcı olmaktadırlar.”
Koçgiri İsyanı’nın başlangıç tarihi sadece Yunan ilerleyişine değil aynı zamanda Londra ve San Remo Konferansları’na da denk gelir. Ankara Hükümeti böylece sıkıştırılmaktadır.
Kürtler Sevr’i istiyor
Koçgiri İsyanı’nın liderlerinden Baytar Nuri isyan programını şu şekilde açıklar:
“İlk önce Dersim’de Kürt istiklali ilan edilecek, Hozat’a Kürdistan bayrağı çekilecek, Kürt milli kuvveti Erzincan, Elazığ ve Malatya istikametlerinden Sivas’a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti’nden Kürdistan istiklalinin tanınmasını isteyecekti. Türkler bu isteği kabul edeceklerdi. Çünkü isteğimiz silah kuvvetiyle desteklenmiş olacaktı.”
Ayaklanma büyür ve isyancılar Ankara Hükümeti’ne bir muhtıra yollarlar. Telgraf yoluyla iletilen muhtıra şu maddelerden oluşmaktadır:
“1-İstanbul Hükümeti’nce kabul edilen Kürdistan özerkliğinin Ankara Hükümeti’nce de tanınıp tanınmayacağının açıklanması
2-Kürdistan özerk yönetimi konusunda Mustafa Kemal hükümetinin ivedi yanıt vermesi
3-Elazığ, Malatya, Sivas ve Erzincan cezaevlerindeki Kürtlerin hemen salıverilmesi
4-Kürt çoğunluğu bulunan illerden Türk memurlarının çekilmesi
5-Koçgiri yöresine gönderilen birliklerin geri alınması.”
Kürtler bununla da kalmaz, 25 Kasım 1920 tarihinde Batı Dersim Aşiretleri reisleri adına TBMM’ye şu şekilde başvurur:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa, bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”
Yunanlar Bursa’ya Kürtler Sivas’a saldırıyor
Ankara Hükümeti, Batıda Yunanların Bursa’yı ele geçirmesine rağmen Kürtlere karşı geri adım atmaz. Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa isyanı bastırmak için bir plan hazırlar. Topal Osman komutasındaki Giresun alayı da Nurettin Paşa’nın emrine verilir.
Türk Ordusu 11 Nisan 1921 günü Kürtlerin üzerine yürüyüş başlatır. 45 bin kişilik Kürt milisleri ile çapışmalar 3 ay sürer. 17 Haziran 1921 günü isyancılar teslim alınır.
Görüldüğü üzere, daha Sivas Kongresi’nin toplanma hazırlıklarından başlanarak Kürtler, Kurtuluş Savaşı için çalışmamış, tam tersine hep Kurtuluş Savaşı’na karşı savaşmışlardır. Koçgiri ayaklanması bunun en büyük kanıtıdır.
Genelkurmay Başkanlığı da bu isyanı şu şekilde değerlendirmektedir:
“Siyasi bakımdan büyük bir önem taşıyan bu harekât dolayısıyla, Kürt bağımsızlık davasının ilk basamağının Koçgiri olayları ile kurulmak istendiği, bu dış etkilerin en açık ve kesin delilidir.”
Bu değerlendirmeden de anlaşılacağı gibi, olay münferit bir isyan değil, bir davanın ilk adımıdır! Ardından gelecek olan Kürt isyanları da bunu kanıtlayacaktır. Nitekim isyanın liderleri de olayı böyle değerlendirmektedir:
“Koçgiri, Kürt İstiklal Savaşı’nın bir merhalesidir, onunla bir meydan muharebesi kaybettik, fakat harp bitmedi. Biz son zaferi kazanacağız.”
Demek ki Türk İstiklal Savaşı için değil Kürt İstiklal Savaşı için savaşmışlar.
***
Tarihi gerçek budur, bunu ne Türk Genelkurmay Başkanı, ne Türk Başbakanı, ne gazeteciler, ne de Kürtler değiştirebilir.
Kürtler tarihleriyle yüzleşeceklerdir…
Selim Sarısoy
MİLLİ UYANIŞ VE BİRLİK PLATFORMU
Benim ile bir gün davan
Benim ile bir gün davan
Bitecektir deli gönül
Fırtınalı dağın ovan
Yitecektir deli gönül
Yaşın olsa da doksan beş
İçin dışın yirmiyle eş
Son gününde açan Güneş
Batacaktır deli gönül
Kaybolacak yolun izin
Susacaktır cura sazın
Son bir defa yürek közün
Tütecektir deli gönül
Dağı yaran Ferhat ile
Kerem gibi vurup çöle
O çektiğin dert gam çile
Yetecektir deli gönül
Çoğu zarar azı kârın
Bir cepsiz bez bütün varın
İkrâri’yi ahu zarın
Yutacaktır deli gönül
(Ozanca lll kitabımızdan)
Ölü değil diriyim
Ölü değil diriyim
Ben de sizden biriyim
Çıktım hayat yoluna
Ne önde ne geriyim
Yaşayana tek erek
İnsana dostlar gerek
Her gönülde yer buldu
Sevgi tattı bu yürek
Nehir oldum çağladım
Yürekleri dağladım
Sonuçta bir insanım
Bazen ben de ağladım
Şair oldum bu elde
Nağme buldum her telde
Ferhadi’yim taht kurdum
Dilde değil gönülde
Ferhat GÜNAYDIN (Ferhadi)
Eğitimci Yazar / Halk Şairi – Giresun
Dost bildiğin bir gün el olur sonra
Haksızlığı görüp bana ne deme
Yetime yardım et hakkını yeme
Sen sen ol kimseye sırrını deme
Dost bildiğin bir gün el olur sonra
Elin yaptığıyla kendin övünme
Akıp gider zaman sonra dövünme
Malım var diyerek öyle sevinme
Bir kıvılcım ile kül olur sonra
Boş yere olmayan hayaller kurma
Mert ol hiç kimseyi sırtından vurma
Sırma saçlarına güvenip durma
Dökülür başından kel olur sonra
İnsan bir kerecik düşmesin derde
Gözüne çekilir sanki bir perde
Duyduğun söyleme sakın her yerde
Başı derde sokan dil olur sonra
Arı balı arar çiçek özünde
Yiğit durmalıdır her an sözünde
Sevdiği tüterse seven gözünde
Hasret nağme nağme tel olur sonra
Dünya bir bulmaca yaşamak soru
İnsan göz görerek seçer mi zoru
Doğayı kirletme, ağacı koru
Bir bir yok olur da çöl olur sonra
Kulağına küpe et söylenen sözü
Yükseklere dikme sakın ha gözü
İnsanın bir kere bozulsa özü
Şu fani dünyadan yel olur sonra
Yollar uzakları etse de yakın
Ananın, babanın haline bakın
Oğlum var diyerek güvenme sakın
El koynuna girer el olur sonra
Ferhat GÜNAYDIN (Ferhadi)
Eğitimci Yazar / Halk Şairi – Giresun
Kırkların ceminde yunduk pak olduk
Kırkların ceminde yunduk pak olduk
Özümüzü dara çektik de geldik
İnsan suretinde “Enel Hak” olduk
Aşkın tohumunu ektik de geldik
Ne imiş varlığı var eden? Diye
Üç iken beş olduk, vardık yediye
Kalbimizden aşkı verdik hediye
Nur olup dünyaya aktık da geldik
Tamuyu bir damla yaşla söndürdük
Evrenin kutbunu çekip döndürdük
Cenneti oradan yere indirdik
Uhrevi olanı yaktık da geldik
Hakkın cemalini gördük oradan
Bedeni çekip de aldık aradan
Biziz kainatı yapıp yaradan
İnanmayan gitsin, yaptık da geldik
Kim demiş rahman yok? Biz orda gördük
“Adil ol” diyerek çok öğüt verdik
Farkına varıp da gerçeğe erdik
Rahman’a, Rahim’e baktık da geldik
Tanıdık kederi, acıyı, gamı
İçimize doğdu aşkın ilhamı
Topladık getirdik bütün ortamı
Orada yalnızdık bıktık da geldik
Bizlere yoksulluk zalime servet
Dedik ki “Bu yanlış!” dedi ki “Evet”
Herkesin hakkını kendine devret
Yolu adalete büktük de geldik
BÜLBÜLİ ŞEYDA’yım Hak olmaz zalim
Bunu söyleyenler sahtekar “Alim”
Onların hükmüne yetti mecalim
Yalanı kökünden söktük de geldik
Kemal BÜLBÜL (30 Ekim 2024 – Ankara)
Hakkı isteyeni hakir görenler
Hakkı isteyeni hakir görenler
Nur-u Hakikatiz, Hak’tan gelmişiz
Mazlumu ezip de eza verenler
Özgürlüğü bizler Hak’ta görmüşüz
Daha bu evrende yaşam yok iken
Hiçliğin toplamı vardan çok iken
Gerçeğin bağrına batırdık diken
Kâinata bizler hayat vermişiz
Mansur olduk bizi çektiniz dara
Daha kapanmadı bu derin yara
İşkenceci zalim, aklı fukara
Çağdaş Nesimi’yiz, sırra ermişiz
Kerbela’da bizi kesen Yezitler
Kanımızı emen asalak bitler
“Sofranızdan yemez bizim aç itler”
Pir Sultan Yolu’na çoktan girmişiz
Hünkâr’ın Yolu’nda Şahım Kalender
Diyor ki “direnin kırılır çember”
Ey uyuyan canım, cevabı sen ver
Neden kendimizi yere sermişiz?
Serez’den haykıran Bedrettin bizim
Torlak Kemalleri görsene gözüm
Yolunu unuttun, sanadır sözüm
Kendi başımıza çorap örmüşüz!
Pirlerin yolunda güneştik, aydık
Özgürlük isterdik, halktan yanaydık
Düzene mi uyduk, yoldan mı caydık?
Farkına varmadık, bakar körmüşüz
“Şalvarı şaltağın” olmaz hâyası
Çarkını döndürme, bozuk mayası
Görmeyiz Pirim’den kalan mirası
Belki gözümüze boya sürmüşüz
Yetmiş iki halkı eşit görürdük
Mazlumların hakkı için yürürdük
Özgürlük uğruna savaş verirdik
Bunları unutsak, niye varmışız!
Seyit Rızaları hiç anmıyoruz
Katili biliyor, inanmıyoruz
Kaç kere yakıldık? Uyanmıyoruz
Bu dipsiz uykuya nasıl dalmışız?
Pir bize demiş ki “bir olun canlar!”
Tarihi bilenler gerçeği anlar
Katiline âşık, tuhaf insanlar
Aklımız tutulmuş, donup kalmışız
“Laiklik” diyene hemen inandık
Bir daha katliam yapılmaz sandık
Çözüm bulamadık, burda tıkandık
Biz Pir’in sazını boşa çalmışız
Bülbülî Şeyda’yım, dara mı durdun?
Mürşide ikrar ver, yanıyor yurdun!
Yüreğinden kırk bin arı uçurdun
Pir’in Gül Yüzünden gelen balmışız…
Kemal BÜLBÜL (21 Ekim 2011 – Ankara)
Doğasında nâz var onun
Doğasında nâz var onun
Darılma sen güle bülbül.
Başına dön, gönlünü al
Çeksen dahi çile bülbül.
Gam deryasın boylama sen
Feryad figan eyleme sen
Başka bir söz söyleme sen
Aşkı getir dile bülbül.
Düş olsa da derde serin
Aşk ile öt, şirin şirin
Gülün yanı olsun yerin
Düşme çölden çöle bülbül.
Derde düşüp, gamlı ötme
Velayet’siz yola gitme.
Sen bu güle sitem etme
Dönse bağrın küle bülbül.
Velayet Aytan
ATATÜRK’ÜN YAŞAMINDAN: ALMANYA SEYAHATİ
Süveyş Kanalı’nın İngiliz kontrolüne girmesinden sonra Hindistan’a ulaşmak için Berlin-Bağdat mihverine büyük önem veren Alman İmparatoru II. Wilhelm, 1889 ve 1898 yıllarında İstanbul’a gelmiş, Osmanlı Padişahını başkentinde ziyaret etmişti.
Birinci Dünya Harbi içinde, 1917 yılı Ekim ayında, İmparator üçüncü kez İstanbul’a geldi ve Padişahı Genel Karargâhına davet etti. Artık, bu davetin kabulü ve ziyaretin iadesinin kaçınılmaz hale geldiğini düşünen Osmanlı Hükümeti, Padişah Sultan Reşat seyahat edecek durumda olmadığından Veliaht Vahdettin Efendi’nin Almanya’ya gönderilmesine karar verdi.
Ayrıca, Yıldırım Ordular Grubu emrinde 7 nci Ordu Komutanı iken Filistin Cephesinde uygulanması gereken strateji ve taktik konusunda Grup Komutanı Mareşal Falkenhayn ile anlaşamadığından istifa ederek İstanbul’a gelen ve Başkomutanlık emrinde bulunan Mustafa Kemal Paşa’nın bu seyahatte Veliaht’a eşlik etmesi kararlaştırıldı; kabul edip, etmeyeceği kendisine soruldu. Bu seyahati kendi açısından çok ilginç gören Atatürk, derhal kabul ettiğini bildirdi. Çok iyi Almanca bilen ve Atatürk’ün Harp Okulunda öğretmeni olan Naci Paşa (o tarihte rütbesi albaydı) da Veliaht ile beraber gidecek, ona tercümanlık edecekti.
Seyahate çıkmadan önce Veliaht’1 ziyaret etmesi ve tanışması Atatürk’e tavsiye edildi. Bir gün Naci Paşa ile birlikte Vahdettin’i ziyarete gittiler. Atatürk, anılarında bu ziyareti şöyle anlatır:
“Bizi sarayın içinde Arap hasırlarıyla örtülmüş bir salona açılan kapıdan bir odaya soktular. Redingotlu adamlarla dolu olan odanın eşyası bir kanepe ve kanepenin iki tarafında birer koltuktan ibaretti. Henüz girdiğimiz bu odada ayakta dururken çok laubali görünen redingotlu adamların içinde diğer redingotlu bir adam peyda oldu. Bu yeni gelenin kim olduğunu, ne olduğunu ve ne olmak lâzım geldiğini ne ben, ne de arkadaşım fark etmedik. İçeri girdi; bizim bulunduğumuz tarafa teveccüh etti (yöneldi). Kanepenin sağ köşesine oturdu. Ben karşısındaki koltuğa oturdum; mütenazır koltuğu Naci Paşa işgal etti. Bu zat bir defa gözlerini kapadı; derin bir vecde daldı, neden sonra tekrar gözlerini açtı,bize lütfen iltifat etti:
— Sizinle müşerref oldum; memnunum!
Tekrar gözlerini kapadı. Bu nazikâne sözlere cevap vermeye hazırlanırken, bihuş (şaşkın) bir şahsiyetin huzurunda bulunduğumu fark ettim; cevap vermek mi, yoksa vermemek mi lâzım geldiğinde tereddüt ettim. Naci Paşa’nın yüzüne baktım; o da çok durgundu. Onda bir defa daha tekellüm kudreti (konuşma gücü) mevcut olup olmadığını anlamak için beklemeyi tercih ettim. Biraz sonra gözlerini açtı: — Seyahat edeceğiz değil mi?
Ben çok sıkılmış, çok muazzep (azap içinde) bir halde:
— Evet seyahat edeceğiz, dedim.
İtiraf edeyim ki, bir mecnun (deli) ile karşı karşıya bulunduğumu derakap (hemen) hissetmiş, fakat mantıkî mükâlemeye (görüşmeye) girişmekten kendimi menetmiştim. Hemen ayağa kalkıp dedim ki:
— Efendi Hazretleri, beraber seyahat edeceğiz; seyahat iki gün sonra başlayacaktır. Perşembe akşamı garda hazır bulunacaksınız; oradan hareket edeceğiz.”11
Veliaht’a veda edip odadan çıkarlar; süslü bir saray arabasıyla geri dönerken aralarında aşağı yukarı şöyle bir konuşma geçer:
“Atatürk: — Zavallı, bedbaht, şayanı merhamet… Bunlarla ne olabilir?
Naci Paşa: — Öyledir,
Atatürk: — Bu zavallı yarın padişah olacaktır, kendisinden ne beklenebilir?
Naci Paşa: — Hiç…
Atatürk: — Biz ki, aklımız, mantığımız vardır; biz ki. memleketin mukadderatını halini ve âtisini (geleceğini) anlamış insanlarız, ne yapabiliriz?
Naci Paşa: — Güç!..”
Atatürk, bu seyahatin bir bakıma askeri bir gezi olduğunu düşünerek Veliaht’ın askeri üniforma giymesi için kendisine adamlarıyla haber göndermişti. 20 Aralık 1917 Perşembe günü Sirkeci Garına geldiklerinde Veliaht’ın sivil giymiş olduğunu gören Atatürk, Veliaht’ın teşrifatçısı İhsan Bey’e : “Ben Veliaht Hazretlerinin üniforma giymesi için haber yollamıştım. Söylediniz mi?” der.
İhsan Bey, söylendiği, ama Veliaht’ın dinlemediği şeklinde cevap verdikten sonra nedenini şöyle açıklar:
Veliaht’a Feriklik (Korgenerallik) rütbesi verilmiş, sonradan Mirlivalığa (Tuğg.—Tümg.) indirilmiş, buna üzülen Veliaht, ben bu rütbeye tenezzül etmem demiş ve bir daha üniforma giymemiş. Bu seyahatte de aynı nedenle sivil giyinmeyi tercih etmiş.
Sirkeci Garında yapılan uğurlama törenini Atatürk anılarında şöyle anlatıyor:
“Bineceğimiz tren hazırdı. Bir askeri müfreze saffıharp nizamında (merasim düzeninde) Veliaht’ı teşiye muntazırdı (uğurlamak için bekliyordu). Veliaht’ın yanına yaklaştım. Başkumandan Vekili Enver Paşa da orada idi.
— Bu asker sizi teşyi için hazırdır. Kendilerini selâmlayınız dedim.
Vahdettin yüzüme baktı. Bu bakışıyla:
— Nasıl?
Demek istiyordu. İşaret ettim:
— Siz yürüyünüz, arkanızdan biz geleceğiz.
Vahdettin askerin önünden geçerken iki eli de yukarıda, gayrı tabii ve gayrı şuurî selâm vererek yürüdü. Geriye dönüp trene bindik; içine girdiğimiz salonun pencerelerini açtırarak tren hareket edeceği sırada Vahdettin’e:
— Bu pencereden askeri ve ahaliyi selâmlayınız dedim.
— Niçin, lâzım mıdır? dedi.
— Evet lâzımdır!”2
Vahdettin, Atatürk’ün çekinmeden yaptığı ihtarlara boyun eğmiş gibi görünerek dediklerini eksiksiz yapar. Tren İstanbul’dan ayrıldıktan sonra kendisi için hazırlanmış olan kompartımana çekilir. Bir süre sonra, tren Trakya topraklarında ilerlerken Vahdettin, Atatürk’ü salona davet eder. Atatürk, anılarında bu buluşmayı şöyle anlatıyor:
“Doğrusu bu davet beni memnun etti. Yarınki padişahı yakından tetkik etmek fırsatlarından birincisi bahşediliyor demekti. Vahdettin’in salonuna girdiğim vakit kendisini ayakta, bana muntazır (beni bekler) buldum. Oturdu. Bana da oturmak için yer gösterdi. Bu dakikada sarayında ekseriya gözleri kapalı konuşan zatı büsbütün başka bir vaziyette buldum. Bilâkis (tersine) gözlerini çok kuvvetle açmış ve dikkatle bana bakıyordu. Bir nutuk irad eder gibi, şu tarzda beyanatta bulundu:
— Afedersiniz Paşa Hazretleri, birkaç dakika evveline kadar kiminle seyahat etmekte olduğumu bana izah etmemişlerdi. Ancak trenin hareketinden sonra aldığım malumat üzerine gıyaben (yüzünü görmeden) çok tanıdığım ve takdir ettiğim bir kumandanla beraber olduğumu anladım. Ben sizi çok iyi bilirim. Arıburnu’nda ve Anafartalar’da yaptığınız bütün icraat, kazandığınız muvaffakiyetler tamamen malumumdur. Siz İstanbul’u ve her şeyi kurtarmış bir kumandansınız, beraber seyahat etmekte olduğum için çok memnun ve müftehirim (seviniyor ve iftihar ediyorum).
Vahdettin bu sözleri çok ağır, fakat muntazam (düzgün) söylüyordu. Hayret ettim, icap ettiği gibi cevaplar verdim; aramızda mükemmel, ciddi ve samimi musahabeler (sohbetler) oldu.
O gece için görüştüklerimizi kâfi addederek kendisini fazla rahatsız etmek istemediğimi söyleyip müsaade aldım. Salona avdet ettiğim (döndüğüm) zaman inşirah (gönül ferahlığı) hissediyordum. Düşündüm ki, bu zat akıllı olmalıdır. İstanbul’da ilk buluştuğumuz vakit, o devri bilenlerce anlaşılması kolay olan sebep ve şeraitin (sebep ve koşulların) tesiri altında garip bir hal gösteren Veliaht, İstanbul’u terk ettikten, kendisini tamamen serbest gördükten ve bilhassa muhataplarının şayanı emniyet adamlar olduğunu anladıktan sonra şahsiyetini olduğu gibi göstermekte artık beis (sakınca) görmüyor. Buna göre ben de kendisine bütün ahvali ve zaruretleri anlatabilirim, hatta kendisince yapılacak bazı zeminler üzerinde faaliyete geçebilirim ümidine kapıldım.”3
Seyahat günleri birbirini izler. Atatürk, Veliaht ile her gün uzun veya kısa görüşmeler yapar; kendisini aydınlatmak, yakın ve samimi yardımlarla desteklemek suretiyle Vahdettin ile bazı şeyler yapılabileceği kanısına varır. Bu düşüncesini Naci Paşa’ya ve diğer yol arkadaşlarına da söyler; Veliaht’ı bu şekilde hazırlamanın bir görev olduğuna işaret eder. Atatürk ve yol arkadaşları seyahat boyunca bu tür temaslara devam ederler.
Nihayet Alman Genel Karargâhının bulunduğu küçük bir kasabaya varırlar. Karargâhın giriş kapısı karşısında yer almış olan çok gösterişli bir Alman birliği Veliaht’ı selâmlar. İmparator, Türk heyetini giriş kapısında karşılar; büyük bir hole geçerler; Hindenburg, Ludendorf ve diğer karargâh erkânı oradadır. Veliaht, beraberinde bulunanları burada İmparatora takdim eder. Mustafa Kemal Paşa’nın takdimi sırasında İmparator, yüksek sesle:
— “16 ncı Kolordu… Anafartalar!” der.
İmparatorun bu sözleri üzerine orada hazır bulunan Alman subaylarının hepsi Atatürk’e bakarlar. Atatürk, mahcup ve mütevazi bir tavırla önüne bakar… Atatürk’ün bu utangaç davranışı üzerine belki de bir hata yapmış olabileceğini düşünen İmparator:
— “Siz 16 ncı Kolordu Komutanlığını ve Anafartaları yapmış olan Mustafa Kemal değil misiniz?” der.
Atatürk, İmparatorun bu sorusuna olumlu cevap verir.
Ertesi günü Hindenburg ve Ludendorf u ziyaret ederler. Bu ziyaretleri Atatürk, anılarında şöyle anlatır:
“Hindenburg’un ufacık bürosunda idik. Mareşal, masasının başında ve sol ilerisindeki koltukta Vahdettin, onun yanında dili mesabesinde (derecesinde) olan Naci Paşa oturuyordu. Ben Hindenburg’un sağına tesadüf eden sandalyede idim. Veliaht ve Hindenburg birbiriyle görüşüyorlardı. Kısa ve merasim kabilinden olan böyle bir mülakatta çok mühim şeyler konuşulmak mutad olmamakla beraber Hindenburg, Veliaht’a bittabi onun delaletiyle bütün Türk milletine çok tesellibahş sözler söylüyor, Veliaht bu tesellibahş beyanata teşekkür ediyordu.
Ben Hindenburg’un ağzından işittiğim sözlerin en nihayet kibar ve misafirperver olduğu için nezaketen sarf edilmekte olduğuna kani olmak istiyordum. Yoksa beyanatın medlulü (sözlerden anlaşılan), beni meyus edecek mahiyette idi. Mükâlemeye iştiraki münasip görmedim; bilâkis mülakatın kısa kesilmesine intizar ediyordum; öyle oldu.
Vahdettin’i Ludendorf da büyük nezaket ve itina ile kabul etti. Denebilir ki, o da Mareşal’in temas ettiği mevzular üzerinde tesellibahş izahatta bulundu. Bilhassa o günlerde şimali garbi (kuzeybatı) cephesi üzerinde itilâf orduları aleyhine başladıkları parlak taarruzdan bahsetti. Bu taarruzu esasen biliyorduk. Fakat taarruzun vasıl olabileceği neticeyi Ludendorf un lisanından (ağzından) işitmek için sabırsızlanıyordum.
Gördüm ki, mükâlemenin hedefi bu değil. Alman ordusunun taarruz etmekte olduğunu söylemek de Alman millet ve ordusunun ve bütün müttefiklerin kuvvei maneviyelerini yükseltebilecek teminat vermekten ibaretti. Şüphelerimi halletmek için olmalı, Generale kısa bir sual sordum:
— En nihayet taarruz kuvvetleri hangi hatta kadar gidebileceklerdir?
Böyle, Veliaht refakatinde bulunan bir zabitin damdan düşer gibi sorduğu suale muhatap olan Ludendorf, nezaket içinde devam eden beyanatını tevkif etti (sözlerini kesti); biraz düşündü, biraz da yüzüme baktı ve dedi ki:
— Biz taarruz ediyoruz, neticesini hadisat gösterecektir.
Cevap verdim:
— Yapılmakta olan taarruz neticesinin ne olabileceğini anlamak için hadisat ve talihin tecellisine intizar etmeye lüzum olmadığını zannediyorum; çünkü yapılan taarruz, en nihayet “parsiyal” (mahdut hedefli) bir taarruzdur.
Ludendorf, tekrar yüzüme baktı. Ne demek istediğimi pek iyi anlamıştı. Müspet, menfi cevap vermeyerek sustu.
Mükâleme burada kaldı ve ziyarete hitam (son) verildi.”
Ziyaretin ertesi günü kaldıkları otelde Atatürk, Veliaht’a Ludendorf un taarruzun akıbetini Allaha bırakan tevekkülü karşısında Türk Başkomutanlığı’nın memleketin geleceğini Alman zaferine bağlamasının mantıksızlığını anlatmaya çalışırken dışardan “Kayzer.. Kayzer..” sesleri duyulur. İmparator, Veliaht’ı ziyarete gelmektedir.
Atatürk, bu ziyareti şöyle anlatıyor:
“İmparatorun istikbaline şitap ettik (karşılanmasına koştuk). Kayzer salona dahil oldu. Hep beraber oturduk. İmparator hakikaten centilmence konuşuyor, sadık ve vefakâr Osmanlı Devleti’nin çok kıymetli bir Alman müttefiki olduğundan ve bilhassa Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerinin bu dostluğun kıymet ve yüksekliğini anlayarak çalıştığından, Alman Başkumandanlık ve Erkânıharbiyesinin bu güzide zata fevkalade emniyet ve itimat beslemekte olduğundan bahsediyordu.
Ben Veliaht’m sağındayım. Naci Paşa tam karşımızda bulunuyordu, İmparator solundaydı. Takriben şu sual Naci Paşa lisanıyla Vahdettin tarafından İmparator’a soruldu:
— Türkiye’nin Almanya’ya karşı sadakat ve vefasından, yakın âtide Alman müttefiklerinin saadete kavuşacaklarından bahseden beyanatı şaha neleri Osmanlı Devleti’nin yarınını düşünmek vaziyetinde bulunan âcizle rinde büyük bir inşirah ve teselli uyandırdı. Ancak vaziyeti umumiyeyi mütalâa ve tetkikten sarfınazar ederek, bir noktayı daha vuzuhla anlatmak ihtiyacındayım. Türkiye’nin kalpgâhına tevcih olunan darbeler tevkif olunmaksızın ilerlemektedir. Eğer bu darbeler muvaffak olursa Türkiye mahvolacaktır. Bu darbeleri tevkif için kâfi teminat ifade eden beyanatınızı dinleyemedim. Lütfen bu hususta beni biraz tenvir ve tatmin buyurur musunuz?
Bu sual üzerine İmparator, oturduğu sandalyeden derhal ayağa kalktı. Şöyle bir hitapta bulundu:
— Türkiye’nin muhterem Veliaht’ı, anlıyorum ki, sizin zihninizi teşvik edenler (karıştıranlar) vardır. Ben Almanya İmparatoru size âtiden, muvaffakiyeti âtiyeden bahsettikten sonra şüpheniz kalır mı, kalmaz mı?
Yanında bulunduğum Veliaht, müspet cevap vermekle beraber endişesinin zail olmadığını da ilâve etti.
İmparator kalktığı sandalyeye artık oturmadı… Ve bizi terk edeceğini nezaketle ima etti. Salonun kapısına doğru yürüdü. Vahdettin ve arkasından bizler, Kayzer’i salonun kapısından dışarı çıkardık. Kayzer sola doğru giden bir koridordan yürüyecekti. Ben Kayzer’in hoşuna gitmediğimi anladığım için makûs (ters) koridora doğru ve biraz uzakta durdum. İmparator, Veliaht’ın ve müteakiben ona yakın bulunan Naci Paşa’nın ellerini sıkarak, uzağında bulunan bana baktı ve müteveccih olduğu koridor istikametinde yürümeye başladı.
Benim elimi sıkmamıştı. İmparator’un hakkı vardı. Veliaht’ın refakatinde bulunan herhangi bir generalin elini sıkmak için onun ayağına mı gidecekti? Lâzım değil midir ki, bu general, İmparator tarafından eli sıkılmak şerefini ihraz için biraz istical etsin (kazanmak için biraz acele etsin).
Bu kusurumu itiraf ederim. Bilmem neden durgun, harekete iktidarsız, sabit ve dalgın bir vaziyet almıştım. İmparator, iki üç yürüdükten sonra tekrar geri döndü. Bana yaklaştı:
— Affedersiniz sizin elinizi sıkmamıştım.
Elimi uzattım, çok nazik ve âlicenapane iltifatlarına mazhar oldum.”4
Bu ziyaretlerden sonra İmparator Türk heyetini sofrasına akşam yemeğine davet eder. Atatürk’ün bu davete ilişkin anıları şöyledir:
“Kayzer’in karşısında bir prens, sağında Vahdettin, solunda Berlin Sefiri Hakkı Paşa merhum ve prensin solunda da ben bulunuyorduk. Benim solumda Ludendorf vardı. Ludendorf, Fransızcasıyla benimle görüşüyordu. İmparator, Ludendorf a Almanca:
— Sağındaki adamla konuş! dedi.
Ludendorf:
— Onu yapıyorum. Cevabını verdi.
Bittabi bu mükâlemeleri anlayacak kadar Almanca bildiğim için İmparator’un ihtarına ve Ludendorf un cevabına intikal etmiştim. Dimağı çok büyük harekâtın idaresinden mütevellit yorgunlukla meşbu bulunan Ludendorf, yemek esnasında hatırımda yer tutacak kadar ciddi bir mükâleme mevzuu bulamadı.
Yemek bitti; bu salona bitişik, âdeta onun büyük parçasına benzeyen diğer bir salon vardı. Sofrada hazır bulunanlardan bir kısmımız oraya geçtik. İmparator, Hindenburg, Ludendorf, Alman Başvekili olduğunu zannettiğimiz bir zat, bizim tarafımızda da Veliaht, Hakkı Paşa merhum ve bizler…
İmparator bir köşede ayakta Veliaht ile tatlı tatlı konuşuyor. Ben, arkasını, iki salonun faslı müştereki olan kavsin duvarına dayamış, çok heybetli ve canlı, asil nazarlarında hakayiki (gerçekleri) anladığı görülen, fakat anladıklarını her muhataba söylemekten muhteriz (çekinen) yüksek bir şahsiyet karşısındayım : Hindenburg!
Hindenburg ile görüşmek istiyor, kendisini bilhassa Veliaht ile beraber ziyarete gittiğimiz vakit temas etmiş olduğu tatlı musahabe (sohbet) zeminine sevk etmeye çalışıyordum.
Mareşal, ziyaretimiz esnasında Suriye vaziyetinin ıslah olduğunu, son günlerde yeni ve taze bir süvari fırkasının muharebe meydanına ithal edildiğini söylemişti. Halbuki bu büyük adamın bahsettiği bittabii oradaki kumandanların verdiği rapor muhteviyatıydı. Hakikati halde mevzubahis olan bu süvari fırkası, ben henüz 2 nci Ordu Kumandanı iken, Yıldırım Grubu’nu takviye için bu gruba gönderilmesi talep olunan fırka idi. Ben, 7 nci Ordu Kumandanı olmadan evvel, bu süvari fırkasının teşkil ve teminine çok çalışılmıştı. Ancak toplanılabilen bu seyyar kuvvet o kadar bimecal (güçsüz) idi ki, evvelâ lagar hayvanlarını Resülayn civarındaki otlaklarda beslemek ve ondan sonra kabili istifade bir hale gelip gelmediğini yeniden tetkik etmek lâzımdı. Ben aylarca sonra 7 nci Ordu Kumandanı olduğum zaman bu fırkadan istifade edip edemeyeceğimi tahkik ettim. Aldığım ciddi bir rapor, fırkanın bir kuvvet olmadığı mahiyetindeydi. Alman büyük karargâhında Hindenburg’un ağzından işittiğim şu idi ki, bu fırka muharebe meydanına dahil olmuş ve vaziyet ıslah edilmiştir. Mareşal’e bu macerayı hikâye ettim ve dedim ki:
— Benim söyleyeceğim sözler sizin aldığınız raporlar muhteviyatına uymayabilir. Fakat emniyet edebilirsiniz ki, hakikattir. Bunu kabul ediniz.
Sonra Mareşal, siz mühim bir taarruz yapıyorsunuz ve zannetmem ki, buna çok bel bağlamış olasınız; yalnız bana söyler misiniz,emniyetle ümit ettiğiniz hedef ve maksat nedir?
Büyük ve ihtiyatlı asker benim bu sualime cevap verebilir mi idi? Zaten kendisinden bunu beklememeli idim. Bu, belki de biraz laubali vaziyetim, ihtimal İmparator Hazretlerinin sofrasında bize ikram edilen nefis şampanyaların tesiriyle olmuştu.
Mareşal, söylediklerimi dikkatle dinler gibi göründü; fakat çok basit ve şirin bir cevap verdi: (Salonun ortasında duran ve üzerinde muhtelif sigaralar bulunan ufak bir masa vardı.)
— Ekselans, size sigara takdim edebilir miyim?
Hindenburg her şeye cevap vermişti. Ortada masaya gittik; kendi eliyle bana bir sigara verdi. Meğer Vahdettin ile konuşan İmparator, bizim temas ve mukâlememiz ile alakadar oluyormuş. Almanca olarak Mareşal’e sordu:
— Ne diyor?
Mareşal cevap verdi:
— Bir şeyler!
Ben sigaramı yaktıktan sonra Hindenburg’u bıraktım, İmparator ile konuşan Vahdettin’in yanına gittim:
— Hakikati anlıyor musunuz? diye sordum. Muhatabınız Almanya İmparatorudur. Benim size arz ettiğim endişeleri izah edecek bir tek kelime söyledi mi?
— Hayır! dedi.
— Konuşmaya devam ediniz, dedim ve ciddi konuşunuz; bütün endişeleri İmparator’a söylemekte tereddüt etmeyiniz; ben eminim ki, o sizden memnun olmayacaktır. Fakat hiç olmazsa Türkiye’de hakikati görmüş olanların mevcudiyetine inanacaktır.
Veliaht, masum bir tavır takınarak:
— Öyle yapıyorum dedi.”5
Veliaht ve beraberindekilere cephedeki birlikleri gezdirerek Alman ordusuna güvenlerini artırmak için bir program hazırlanmıştır. Büyük bir karargâha gidilir, burada Alman Komutanı, Veliaht’a, gayet güzel hazırlanmış, renkli haritalar üzerinden birliğinin durumunu parlak sözlerle açıklar. Bu güzel açıklamayı dinleyen Veliaht, Mustafa Kemal Paşa’ya usulca: “Ya buna ne dersin?” der.
Atatürk : “Durumu yerinde, arazide, görmek istediğinizi” söyleyiniz cevabını verir.
Cepheye giderler. Orada da kendileri için önceden hazırlanmış bir gezi planı ile karşılaşırlar.
Atatürk: “Bu planı bırakalım ve benim göstereceğim yere gidelim” der. Bunun üzerine olayların gelişimini Atatürk, anılarında şöyle anlatıyor:
“O anda bir kargaşalık oldu. Vahdettin, hazır krokiye tâbi, sevk olunduğu istikamette yürüdü. Bende bir asker inadı uyandı. Onları takip etmedim. Edinmiş olduğumuz haritanın delâletine güvenerek ateş hattının bir noktasına yürüdüm ve ateş hattı gerisinde bir ağacın dibine geldim. Orada genç bir zabit ağaç üzerinde tarassut (gözetleme) yapıyordu. Bana refakat eden Alman zabitleri de vardı. Tarassut yapan zabit aşağı indi. Meşhudatını (şahit olduklarını, yani gördüklerini) anlattı.
— Müsaade eder misiniz, ben de bu ağaca çıkayım dedim.
— Hay, hay!
Cevabını verdiler; çıktım, zabitin söylediklerini aynen gördüm. Fakat asıl mevzubahis olmak lâzım gelen nokta, bu müşahede olunan vaziyete karşı olan vaziyetti; onun için sordum:
— Bu düşman vaziyeti karşısında kuvvetiniz, tertibatınız, ihtiyatlarınız nedir, lütfen bana söyler misiniz?
Ateş hattının saf olan zabitleri ve kumandanları, Türk müttefiklerinin bir kumandanına hakikati söylediler. Hakikat şu idi: Piyade kuvvetler hemen hemen gayrı kâfi dereceye gelmişti. Süvari iken piyade gibi istimale mecbur oldukları bir kuvvetten bahsettiler; o da birinci hattın istinatlarından sonra ihtiyat denecek keyfiyet ve kemiyetten (nitelik ve nicelikten) çıkmıştı. Bu malumatı aldıktan sonra, çok mütehayyir olarak (hayrete düşerek) kendilerine biperva (çekinmeden) dedim ki:
— O halde tehlikedesiniz!
— Öyle… dediler.”
Bu gezinin yapıldığı gün Atatürk ile bir Alman Kolordu Komutanı arasında geçen konuşma ilginçtir. Alman Kolordu Komutanı Atatürk’e sorar:
— Siz Veliaht’ın yaveri misiniz?
— Hayır!..
— Ne münasebetle refakatte bulunuyorsunuz?
— Böyle bir vazife aldığım için.
— Askeri vaziyetlerden çok iyi anlıyorsunuz. Türkiye’de herhangi bir kuvvete kumanda ettiniz mi?
Atatürk’ün Türkiye’de tümen, kolordu ve ordu komutanlıklarında bulunduğunu öğrenen Alman Generali hayretler içinde:
— Affedersiniz, biz şimdiye kadar size yanlış hitap ediyormuşuz. Demek siz “Ekselans” siniz; der.
Alsas’ta bir gece Vali’nin evine davet edilirler. Vahdettin ile Vali bir masada oturup konuşurlarken Vali, Vahdettin’e Ermeniler ile ilgili bir sual sorar. Vahdettin bazı cevaplar verdikten sonra Atatürk’ü yanına çağırarak Valiye:
“— Cephelerde bulunmuş, memleketi tanıyan bir kumandan yanımdadır; isterseniz onu da dinleyiniz!” der.
Valinin, Almanya’nın misafiri olan dost ve müttefik bir devletin yarın padişah olacak Veliaht’ına Türklerin Ermenilere yaptığı feci tecavüzlerden söz etmesine çok şaşan ve kızan Atatürk:
“— Türkiye’nin Veliaht’ı ile Almanya’nın mutena bir mıntıkasında kıymetli olduğuna şüphe etmediğim bir valisinin bulabildiği mükâleme zemini beni mütehayyir etti (hayrete düşürdü). Evvela sizden şunu anlamak istiyorum: Müttefikiniz olan ve bu ittifak uğrunda maddi ve manevi tekmil mevcudiyetini mahveden Türkiye’ye karşı, tarihin bilmem hangi devrinde mevcut olduğunu iddia eden ve bu mevcudiyeti ihya etmek için dünyayı iğfale çalışan Ermeniler lehine konuşmak fikri size nereden geliyor?
Vali Hazretleri, biz, cephelerde dolaşan bir heyetiz; buraya Ermeni meselesini konuşmak için değil, fakat müttefikimiz olan ve kendisine itimat etmekte olduğumuz Alman ordusunun hakiki vaziyetini anlamaya geldik; onu anladık; kâfi bir vukuf ile memleketimize avdet ediyoruz (dönüyoruz).” diyerek Valiyi susturur.
Sonra Krup Fabrikası’nı gezerler; fabrika sahibinin muhteşem şatosunda akşam yemeğine davet edilirler. Nihayet Berlin’e dönülür ve İmparator’ un misafiri olarak Adlon Otelinde ağırlanırlar. Burada Vahdettin, basın toplantıları düzenler. Atatürk’ün gezi boyunca kendisine telkin ettiği fikirlerden ilham alarak konuşur. Bu, Atatürk’ü sevindirir. Bir toplantı sonunda yalnız kaldıklarında Vahdettin’e der ki:
“ — Osmanlı tarihini bilirsiniz; bu tarihin bir takım safhaları vardır ki, sizi korku ve endişeye sevkeder ve bunda haklısınız. Ben size bir şey söyleyeceğim, o nispette hayatımı size teşrik edeceğim (sizin hayatınızla birleştireceğim); memnun olur musunuz?” der.
Vahdettin’in : “Söyleyiniz !..” demesi üzerine aralarında şu konuşma geçer:
“Atatürk: — Henüz padişah değilsiniz, fakat Almanya’da gördünüz ki, imparator, veliaht ve prensler hep bir iş üzerindedir. Neden siz bütün işlerden uzak kalasınız?
Vahdettin: — Ne yapabilirim?
Atatürk: — İstanbul’a gider gitmez bir ordu kumandanlığı isteyiniz. Ben sizin erkânıharbiye reisiniz (kurmaybaşkanınız) olurum.
Vahdettin: — Hangi ordunun kumandanlığını?
Atatürk: — Beşinci ordunun** kumandanlığını…
Vahdettin: — Bu kumandanlığı bana vermezler.
Atatürk: — Siz isteyiniz.
Vahdettin: — İstanbul’a gittiğim zaman düşünürüm.”
Almanya seyahati, Osmanlı Hanedanı ile ilk yakın teması olduğu için Atatürk’ün yaşamında önemli bir yer tutar. Seyahat 1917 yılının son günleriyle 1918 Ocak ayının ilk günlerini kapsar. O günlerde artık ABD de Almanya aleyhine harbe girmiştir. Rusya’nın harpten çekilmesine rağmen Alman zaferi artık bir hayaldir. Atatürk, bunun idraki içindedir. Bağdat, Kudüs düşmüştür. İngilizler Filistin’de taarruz hazırlığındadırlar. Bu durumda Atatürk’e göre uygulanacak strateji, elde kalan kuvvetleri süratle Toroslara doğru çekerek son gücümüzle Anadolu topraklarını savunmaktır. Yol boyunca bu fikri Veliaht’a işlemeye çalışmıştır. Vahdettin’in padişah olur olmaz yapabildiği şey, Başkomutanlık Vekâletini lâğvederek Enver Paşa’yı Erkânıharbiye Reisi durumuna indirmesi olmuştur. Ama bu, pratikte hiçbir şeyi değiştirmemiştir.
Atatürk’ün 9 ncu Ordu Müfetişliğine atanmasında Almanya seyahati sırasında Vahdettin üzerinde bıraktığı olumlu etkinin de bir ölçüde payı olduğu düşünülebilir.
1 Falih Rıfkı Atay. Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Hisar Matbaası. İstanbul. 1955. s. 26 ve devamı.
2 a.g.e.; s. 26-44.
3 a.g.e.; s. 26-44.
4 a.g.e.; s. 26-44.
5 a.g.e.; s. 26-44.
** 5 nci Ordu Liman Von Sanders’in komutasında bulunan ve Boğazları savunmakla görevli ordu idi.
Emekli Tuğgeneral Fahri Çeliker
Kaynak: ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 12, Cilt IV, Temmuz 1988..
Bir oruc tutarız ne günü belli
Bir oruc tutarız ne günü belli
Bir namaz kılarız ne yönü belli
Kuranımız vardır insan cemalli
Şol kurani natık bir Ali’miz var
Lisani Aliyle muhabbet eden
Eksikliği daim kendinde gören
Dar ı – Mansur olup hakkla hakk olan
Enel hak cağıran pirlerimiz var
Damla olur Ummanlarda yüzeriz
Gahi bulut olur gahi eseriz
Heyecanlıda haktan varlık sezeriz
Ölmeden ölürüz hallerimiz var
İn cin ile gezip şeytan taşlamam
altısında kıza nikah kıymam
Bu fikri Hayvana ben hic uyamam
Zülfikar kuşanan ellerimiz var
Hallacı can buldu dolu iceli
Ikrar verip benliğinden geceli
Muhammed Ali’nin yolun seçeli
Viran bahçelerde güllerimiz var














