Sevinci unutur gülmez yüzlerin Yanlış anlaşılır doğru sözlerin Maziyi hatırlar dolar gözlerin Hayat arkadaşın ölüp gidince
Gün gelir yanına dostların gelmez Kadrin kıymetini başkası bilmez Akar göz yaşların kimseler silmez Hayat arkadaşın ölüp gidince
Geceler uzundur sabahlar olmaz Hüzün çöker kalbe neşeyi bulmaz Ne yapsan da yeri kimseyle dolmaz Hayat arkadaşın ölüp gidince
Gönlün yas tutarken karalar bağlar Acılar depreşir yüreğin dağlar Yüzün güler amma için kan ağlar Hayat arkadaşın ölüp gidince
Yıllar geçer günü güne eklersin Yaşamak zor gelir bazen teklersin Ecelin yolunu her gün beklersin Hayat arkadaşın ölüp gidince
El ayak dolaşır her an sakarsın Albümleri açar sık sık bakarsın Döner gelir diye ışık yakarsın Hayat arkadaşın ölüp gidince
Ne eskisi kadar coşar çağlarsın Ne de başkasına gönül bağlarsın Mezarı başında her gün ağlarsın Hayat arkadaşın ölüp gidince
Ferhat GÜNAYDIN (Ferhadi) Eğitimci Yazar / Halk Şairi – Giresun
Allah’a şükürler olsun bunları yaşamadık. Karınca kararınca dile getirerek yaşayanların tercümanı olmak istedik. Allah’ım kimseleri eşinden ayırarak ağız tadını bozmasın.
Sürgün eylediler toprağımızdan, Şu yabancı gurbet ellerde kaldık. Koptuk dalımızdan, yaprağımızdan Yüce dağ başında, bellerde kaldık. * Kaç kere kıydılar bize hunharca Kanımız, su diye katıldı harca. Her rüzgâra göğüs gerdik yıllarca; Yine de dikenli tellerde kaldık. * Kimliğimiz için lain dediler, Melanet işlerde kâin dediler, Ülkemizi sevdik hain dediler, Ne yapsak fütursuz dillerde kaldık. * Zalimlerin zulmü vermiyor aman Barış gelecekti; hani ne zaman? Göz gözü görmüyor, etraf toz duman; Savrulduk göklere, yellerde kaldık. * Körpe bedenlere kurşun sıktılar, Dilsiz şeytan olup seyre çıktılar, Nice katlettiler, nice yaktılar; Kavrulduk ocaksız küllerde kaldık. * Her durumda boşa çıktı bağıtlar, Hak, hukuk görmeden yandı kâğıtlar. Dilimizden düşmez oldu ağıtlar, Gözyaşından coşkun sellerde kaldık. * Bindebir’im sözüm olsa da ağır, Görmüyor bakarkör, dinleyen sağır. Dünyanın yükünden sırtımız yağır, Böylesi perişan hallerde kaldık. * 24.08.2016- (6+5) – Ozan Bindebir * Açıklamalar: (TDK Sözlük) Hunhar: Kana susamış, kan dökücü Lain: Lanetlenmiş, melun Melanet: Büyük kötülük, lanetlenecek iş veya davranış Kâin: Bulunan, olan Fütursuz: Çekinmez, umursamaz Bağıt: Sözleşme Yağır: Çoğunlukla bu yerde eyer ve semerin açtığı yara * Not: Bu şiirim, Alevi Vakıfları Federasyonu (AVF) tarafından düzenlenen uluslar arası “Yunus Emre” konulu şiir yarışmasında 2022 yılında 2. Lik ödülüne layık görüldü ve Hakan ÇAKMAK tarafından bestelenip okundu.
İsmini hatırlamadığım devrimci bir ablanın evindeyim. Daha önce hiç tatmadığım bir pasta yapılmış; onu yerken Almanya’dan gelen sıcak kakaoyu yudumluyorum. Ama gözüm sürekli duvardaki saate takılıyor. Geç olmadan eve gitmeliyim.
Bir süre önce ben ve üç kafadar arkadaşım şehrin öbür tarafındaki Taşköprü’nün oralarına, kendi yaptığımız uyduruk balık oltalarıyla balık tutmaya gitmiştik. O zamanlar Taşköprü’nün çok kötü bir şöhreti varmış (çocuk kaçırma, taciz, tecavüz vs.). Biz eve dönmeyince anam panikle mahalleyi örgütlemiş; kalabalık bir grup bizi aramaya çıkmış, bulmuş ve neredeyse Bankalar Caddesi’nin tamamını dayakla, salya sümük, kan revan içinde bir “geçiş töreni” gibi yürümüştük.
O günden beri anamın gözünde “sabıkalı” sayılıyorum. Bu yüzden hemen her gün tembih ediyor: “Sakın geç kalma, karanlık çökmeden eve gel…”
Bu sözleri söylerken bana kıyamayan ses tonunu hissediyorum (zannımca Bankalar Caddesi’ndeki o geçiş töreninde biraz abarttığının farkına varmıştı). Aynı anda yüzündeki “korkunç” olduğunu sandığı ifade bana komik geliyor; ama o benim anam, bu yüzden o komiklik hissi içimi acıtıyor.
Kendi kendime “Düşünme öyle, Allah baba çarpar.” diye geçiriyorum içimden. Tuhaf, çocukluğumda en çok dayağı anamdan yemiş olmama rağmen, neredeyse hiç dövmeyen babamdan daha çok korkardım; ama anama karşı gerçek bir korku hiç olmadı. Ondan çekindiğim tek an, şalvarının cebinden gri elektrik kablosunu çıkardığı andı… Çok canım yanardı. O zamanlar dayak yemeyen yaşıtım yok gibiydi; okulda da evde de sürekli bir dayak hali vardı.
Eve geç kalmayayım diye diken üstünde pastayı sıcak kakao ile götürürken, o güne kadar hiç duymadığım ve ilk anda Türkçe olduğuna bile emin olamadığım kalın bir ses duydum. Tıngır mıngır çalan bir sazın ardından, tınısı ve ritmi tanıdık gelen bir türkü yükseliyordu: “Şu kanlı zalimin ettiği işler…”
Büyülenmiştim. Sesin kendisinden çok türkünün tanıdık sözlerini çözmeye çalışıyordum.
Ablanın annesi (öyle sanıyorum), seri bir bedduayla “Kıs şunun sesini, yan taraftaki Yezidler duyacak!” diye çıkışınca sesi hemen kıstılar.
Ben ise daha ilkokula gittiğim yaşlarda, kimi zaman mahalledeki dernekte kurban bayramlarında deri ve bağırsak temizlerken, kimi zaman kahvehanede devrimcilerin köşesinde elde ısmarlanan oraleti içerken; büyüklerin kendi aralarında kullandığı, devrimci abilerden ablalardan yeni yeni duyduğum kelimeleri kafamda evirip çeviriyor; uygun olduğunu düşündüğüm anlarda da pat diye söylüyordum: “yorumlayan”, “tını”, “türkü yakmak”… Şarkıyla türkü arasındaki farkı da o zamanlardan duymuştum: “Şarkı söylenir, türkü yakılır.” Bu kelimeleri konuşurken kullandığımda büyüklerin “Ne dedin? Ne dedin?” diye şaşkınlıkla dönüp bakmaları beni garip bir şekilde mutlu ederdi. Bu yüzden bu kelimeleri olur olmaz yerde kullandığımı şimdi hatırlıyorum.
Ama o gün, türküyü yorumlayan o kalın sesli amcanın sözlerini ne kadar uğraşsam da duyamadım, çözemeden kaldım. Hayatımda ilk defa Ruhi Su’yu orada dinlemiştim.
Sonraları çarşıya tek başıma gidecek yaşa gelince (ergenlik), önce Tepebağ’daki, sonra da 80 darbesinden birkaç yıl sonra Arı Sineması’nı biraz geçince, Mavi Pastane’nin arkasındaki bir apartmanın 1. katında yeniden açıldığını duyduğum Halk Evi’ne gitmeye başladım. Sanat, edebiyat ve müzik derslerinin olduğu; minderlere oturup detone seslerle türküler ve marşlar söylediğimiz o Halk Evi’nde en çok Ruhi Su dinlemeyi seviyordum.
Çocukluğum boyunca ses tonundan dolayı zihnimde zebella gibi bir adam hayal etmişken, yıllar sonra bir konser ya da kampanya afişinde gördüğüm fotoğrafın, o kafamda büyüttüğüm figüre benzediğini fark etmiştim.
Şimdi 55 yaşındayım. Tüm türküler bir yana, Ruhi Su bir yana… Bu değişmedi, değişmez.
Mısmıl olun
Bu portreyi nisan ayında çizmiştim.
Kırk yıllık resim çizeni öyküler yazan, profesyonel mutfak şefi olan Demirhan’dan; Bu platform, hem öznel sanat süreçlerime hem de hayatı çekilir kılan iyileşme anlarına dair bir kesit. Çizgilerim, bu çizim ve üretim süreçlerin ardındaki emeği anlatan öykülerim, mutfaktan gelen özel tariflerim ve güncel yazılarımla kurduğum sitemiz www.demirhanocak.com’da sizi bekliyor olacağım. “Kendimce sanat yapıyorum” dediğim bu yolculukta; sanattan sosyal meselelere ve mutfağın sırlarına kadar kurduğum bu alanda, sizi de kayıp ruhların dürüst oyununa davet ediyorum.
1933,..Cumhuriyet on yaşına.gelmişti…Onuncu Yıl Marşı için yarışma açıldı…Faruk Nafiz Çamlıbel ve.Behçet..Kemal..Çağlar’ın yazdığı sözler seçildi, Cemal Reşit Rey..besteleyecekti….Mustafa Kemal güfteyi görmek istedi…Getirdiler…Çıktık açık alınla on yılda her savaştan..On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan…Başta bütün..Dünya’nın saydığı başkumandan.Bir baca yükseliyor, durmadan her yamaçtan.Okudu.Son dizenin üstünü çizdi..“Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan” yazdı….Sonra da.Behiç..Erkin’e döndü..Çanakkale’den.beri.arkadaşıydı…İstiklal Madalyalı milli mücadele kahramanıydı..Devlet demiryollarının kurucusu ve ilk genel müdürüydü…“Sizlerin bu on senedeki emeğiniz iyi ifade edilmiyordu, o nedenle o mısrayı değiştirdim” dedi…Türkiye Cumhuriyeti’nin on yıllık mucizevi kalkınma hamlesine imzasını atan Mustafa Kemal… Zihinlere mıh gibi çakılan “demir ağ” metaforuyla, Onuncu Yıl Marşı’na da imzasını atmıştı…Behiç Erkin…
İstanbul doğumluydu.
Mustafa Kemal’den beş yaş büyüktü..Kurmay subaydı..Lojistik dehasıydı..Çanakkale’ye asker ve mühimmat sevkiyatında inanılmaz işler yapmıştı..Memleket işgal edilince saniye tereddüt etmeden Anadolu’ya geçti, milli mücadeleye katıldı..Anadolu’ya geçtiği gün, Mustafa Kemal çağırdı..“Ben cephede ne yapılması gerektiğini biliyorum, sen cepheye askerin mühimmatın erzağın nasıl getirilmesi gerektiğini biliyorsun, demiryolları işin ehli biri tarafından yönetilmezse bu işi yapamayız, demiryolları sana emanet” dedi…Behiç Erkin, Mustafa Kemal’i.yanıltmadı…“Türkler demiryolu işletemez”.önyargısını tarihe gömdü..Savaştan sonra demiryolu okulu açtırdı, uzman personel yetiştirdi..Türkiye Cumhuriyeti Devlet.Demiryolları’nın.kurucusu ve ilk genel müdürü oldu..O yokluk döneminde memleketin demirağlarla örülmesinde birinci derecede katkısı oldu..İşletme dilini.Fransızca’dan.Türkçe’ye çevirdi.
Demiryolları müzesi kurdu…Sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi adını alacak olan..Mühendis Mektebi’ne özerklik kazandırdı..Milletvekilliği yaptı, bakanlık yaptı, büyükelçilik yaptı…Kurtuluş Savaşı’nın en kritik günlerinde,.Mustafa Kemal acil ibaresiyle bir telgraf göndermişti..“Sevkiyatı hızlandırın, trenleri son sürate çıkarın, geciktiren idamla cezalandırılır” diyordu..Behiç Erkin derhal cevap telgrafı gönderdi.“Bu hat 40 kilometreden süratli gitmeye müsait değildir, hızlandıralım derken tek bir sevkiyat bile yapamayabiliriz, emrinizi aldım, bu nedenle uygulamadım, ikinci emrinizi bekliyorum” dedi.!.Mustafa Kemal’den tekrar telgraf geldi:
“Sen nasıl uygun görürsen Behiç…”.İşte bu diyalog ve bu omurgalı karakter nedeniyle, Mustafa Kemal tarafından Behiç’e Erkin soyadı verildi…Mustafa Kemal kendi el yazısıyla Behiç’e gönderdiği mektupta, Erkin’in anlamını şöyle yazmıştı: “Her şart altında kendi doğrularını dile getirme cesaretini gösteren, bağımsız kişi.”Behiç Erkin gerçekten her şart altında kendi doğrularını gerçekleştiren, bağımsız kişiydi..İkinci Dünya Savaşı’nda Fransa nazi işgali altındayken, Paris Büyükelçimiz’di.
Müthiş bir insanlık örneğine imza attı, 20 bine yakın Yahudi’ye Türk pasaportu vererek, Türk vatandaşı gibi göstererek, ölümden kurtardı…“Türk ulusu adına konuşuyorum, Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde din, dil, ırk ayrımı yoktur, vatandaşlarımıza dokunamazsınız” dedi..20 bin insanı kurtardı…1961’de rahmetli oldu.Vasiyet etmişti…
“Beni, ilk demiryolu genel müdürlüğü görevini üstlendiğim Eskişehir’e, İzmir-İstanbul-Ankara hatlarının birleştiği yerde toprağa verin” dedi..Orada yatıyor…Albay rütbesiyle emekli olan Behiç Erkin, ömrü boyunca not tutmuştu, yaşadıklarını gün gün kaydetmişti.
900 defterden oluşan notlarını 29 Ekim 1958’de Türk Tarih Kurumu’na teslim etti..Devlete millete tek kuruş yük olmamak amacıyla, yayın masrafları için 10 bin lira bağış yaptı, o günün parasıyla çok ciddi paraydı..Pür dikkat okumanızı rica.ederim..Kelimenin tam manasıyla “yurtsever devrimci” olan Behiç Erkin, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan “Hatırat” isimli kitabının son paragrafında kelimesi kelimesine şunları söylüyor…“Yukarılarda beyan ettiğim veçhile ben, 1920-1928 seneleri arasında demiryollarını idare ederken, ihmale hiç tahammül edemezdim.
Aldığım ve aldırdığım tertibat sayesinde bu sekiz sene içerisinde hiçbir yolcu telef olmamış ve yaralanmamıştır.
Alelhusus, 1922 büyük taarruzu sırasında Yunanlıların tahrip ettikleri demiryollarının ilk tamiri, iki metre boyunda ray parçalarıyla yapılmış ve demir köprüler gelinceye kadar ahşap köprülerle hat işletmeye açılmış iken, bu sırada dahi bir kaza kaydolunmamıştır.”Kurtuluş Savaşı…
Büyük Taarruz…
Kaza bile yok!“Liyakat aşığıyım” diyen Mustafa Kemal’in, devlete yönetici seçerken ne kadar isabetli tercihlerde bulunduğunun kanıtlarından biriydi.
Uzaktan yakından, yuh çekme bana Sana senin gibi gibi baktım ise yuh Efendi görünüp bütün insana Hakkın kullarını yıktım ise yuh Yuh yuh, yuh yuh soyanlara Soyup kaçıp doyanlara İnsana kıyanlara Yuh nefsine uyanlara, yuh
Ne demek efendim, bey ve amele, bey ve amele Fakir soymak yakışır mı kemale? Rüşveti hak bilip bilip her dakika hile Yapıp yapıp inkâr inkâr ettiysem yuh Yuh yuh, yuh yuh soyanlara Soyup kaçıp doyanlara İnsana kıyanlara Yuh nefsine uyanlara, yuh
Bu kadar milletin hakkın alanlar, hakkın alanlar Onları kandırıp zevke dalanlar Diplomayla olmaz olmaz hakim olanlar Suçsuzun başına, hey dost, çöktüm ise yuh Yuh yuh, yuh yuh soyanlara Soyup kaçıp doyanlara İnsana kıyanlara Yuh nefsine uyanlara, yuh
Ne demek efendim, bey ve amele, bey ve amele Fakir soymak yakışır mı kemale? Rüşveti hak bilip bilip her dakika hile Yapıp yapıp inkâr inkâr ettiysem yuh Yuh yuh, yuh yuh soyanlara Soyup kaçıp doyanlara İnsana kıyanlara Yuh nefsine uyanlara, yuh
Ben insanım, benden başlar asalet, başlar asalet Asillere paydos, beye nihayet Şu insanlık derde derde girerse şayet Ona yar olmaktan bıktım ise yuh Yuh yuh, yuh yuh soyanlara Soyup kaçıp doyanlara İnsana kıyanlara Yuh nefsine uyanlara, yuh
Nazım Hikmet ve Vala Nurettin Dostluğu anısına, 1921 kışında iki genç şair gizlice İstanbul’dan Milli Mücadele’ye silah ve cephane kaçıran bir gemiyle Anadolu’ya yola çıktı. Geminin adı: “Yeni Dünya” idi. Gerçekten de bu gemi yeni, başka bir dünyaya açılan büyük bir yolculuğun ilk adımı olacaktı onlar için. Amaçları Milli Mücadele’nin merkezi Ankara’ya ulaşmaktı. İnebolu’da indiler gemiden. Günlerce süren yayan yolculukla Ankara’ya ulaştılar. Bu gençlerden bir esmer kısa boylu diğeri daha uzun sarışındı. İkisi de şairdi ve birlikle şiir yazıyorlardı. Sanki esmer olanı aklın ve bilgeliğin durgun sularında, diğeri ise yatağına sığmayan coşkun ırmaklarda akıntıya karşı duruyordu. Birbirini tamamlayan bu dostluk tıpkı Apollon ve Dionysos birlikteliği gibiydi. Esmer olanı hayatı boyunda sarışının gizli hafızası oldu.
Bir süre Ankara’da kaldıktan sonra Ankara’daki karargah merkezinden öğretmen olarak atandıkları Bolu’ya doğru yola çıktılar. Eşyalarını bir katıra yüklediler ve yine yayan kestirme dağ yollarından Kızılcahamam – Gerede istikametine ilerliyorlardı. Anadolu’ya erken bahar geliyordu yola çıktıklarında. Akşamüzeri Kızılcahamam’a yaklaşmışlardı ki, bir dere kenarında yaprakları suya sarkmış Salkım söğüt ağaçlarıyla karşılaştılar. İki çocukluk arkadaşı birbirine baktılar ve karar verdiler bu derenin kıyısında dinlenmeye. Sarışın olanı gözlerini söğüdün dereye karışan yapraklarında alamıyordu. Nehir hızla akıyordu. Salkımsöğüdün silüeti hızla akıp giden suyun üzerinde görünüyor ancak görünen yapraklar sürekli değişen bu aynanın üzerinde kaybolmadan duyuyor, akıp giden zamana karşı direniyordu. Suya dokunan yaprakları yıkayan ırmak da Heraklit’in akan suda yıkanan insan örneği gibi sadece bir kez yıkayabiliyordu Söğüdün saçlarını. Sonra kızıl atlılar geldi şairin gözlerinin önüne. Onlar nehrin uzaklarındaki güneşin battığı yere koşuyorlardı. Nehrin yönünde koşan atlılar coşkuyla güneşe ulaşmak istercesine ilerlerken vurulup düşenleri gördü şair beyninin derinliklerinde. Onlar terk etmek zorunda kalıyorlardı bu yaman yarışı. Şimdi Kızılcahamam’dan çok uzaklara gitmişti şair Moskova düzlüklerinde Çarın Beyaz ordusunu kovalayan kızıl kanatlı atlılara. Sonra kızıllık gitgide kayboldu. Nehir ve salkımsöğüt karanlığı teslim oldu. Kızıl kanatlı atlılar güneşle birlikte kayboldu. Şairin gözlerinden iki damla yaş aktı. Defterini çıkardı, gördüğü her şeyi unutmamak için kağıda çalakalem yazdı: Akıyordu su gösterip aynasında söğüt ağaçlarını. Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını! Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere! Birdenbire kuş gibi vurulmuş gibi kanadından yaralı bir atlı yuvarlandı atından! Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı, baktı yalnız dolu gözlerle uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına! Ah ne yazık! Ne yazık ki ona dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak, beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak! Nal sesleri sönüyor perde perde, atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde! Atlılar atlılar kızıl atlılar, atları rüzgâr kanatlılar! Atları rüzgâr kanat… Atları rüzgâr…Atları… At… Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat! Akar suyun sesi dindi. Gölgeler gölgelendi renkler silindi. Siyah örtüler indi mavi gözlerine, sarktı salkımsöğütler sarı saçlarının üzerine! Ağlama salkımsöğüt ağlama, Kara suyun aynasında el bağlama! el bağlama! ağlama!