Cumartesi, Aralık 20, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog

*Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130

0

*Atatürk 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşmada Türklerin kökeni hakkında şöyle diyordu

Efendiler,
Bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır.
Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Çok şükür ki, ALLAH bu lütfü Türklere vermiştir. Gerçekten de Türkler inananlara karşı son derece mütevazı, onlara saldıran inançsızlara karşı son derece amansız olmuşlardır.
Haçlı seferlerine karşı koyanlar sam Araplar değil, Türklerdi, Sam Araplar, Selçukluları arkadan vurmuşlar, haçlıların işini kolaylaştırmışlardı.
Haçlılar bu suretle Kudüs’ü ele geçirip Müslümanları katletmişlerdi.
(1098)
820 sene sonra 1. dünya savaşında sami Araplar yine Türk’leri arkadan vurmuşlar, ve Lavrence’in peşine takılarak ülkelerini batılılara adeta peşkeş çekmişlerdir. (l918)
Bu ihanet sonucunda İngiliz orduları mukaddes topraklara; Kudüs, Mekke, Medine’ye hükmedecek şekilde Arabistan’da söz sahibi oldular.
Daha sonra İngiliz, Fransız ve Amerikalılar Irak, Suriye, Filistin, Mısır, Libya, Cezayir, Tunus’u ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri aralarında bölüştüler.
Hatta Rus ihtilalini bahane ederek Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan’a Kafkasl’ara el attılar.
Eğer Türkler, emperyalist haçlı istilalarına karşı direnip galip gelmeseydi; bütün zengin kaynaklarımız giibi kutsal topraklarımızın yanı sıra İslam da elden gidebilirdi.
700 yıllık Endülüs’te bir tek Müslüman bırakmayan batılılar zaten bu amaçlarından hiç bir zaman vazgeçmemişlerdir.
İslam bu yobazlara bırakılamayacak kadar mükemmel bir dindir”
Türkler, Nuh peygamberin oğullarından Yâfes’in Türk adlı oğlunun neslindendir.
“Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Hz. Nuh Aleyhisselam’ın oğlu Yâfes’in oğlu olan kişidir.”
Türk kelimesinin yazılı olarak kullanılması ilk defa MÖ 1328 yılında Çin tarihide “Tu-Kiu” şeklinde görülmektedir.
Türk adının tarih sahnesine çıkışı MS VI yy’da kurulan Göktürk İmparatorluğu ile olmuştur.
Orhun kitabelerinde yer alan “Türk” adı daha çok “Türük” şeklinde gösterilmektedir.
Bundan dolayı Türk kelimesini Türk Devlet’inin ilk defa resmi olarak kullanılan siyasi teşekkülün Göktürk İmparatorluğu olduğu bilinmektedir.
Göktürklerin ilk dönemlerinde Türk sözü bir devlet adı olarak kullanılmışken, sonrada Türk milletini ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır.
MS. 585 yılında Çin İmparatorunun Göktürk Kağanı İşbara’ya yazdığı mektupta “Büyük Türk Kağanı” diye hitap etmesi, İşbara Kağan’ın ise Çin İmparatoruna verdiği cevabi mektupta
“Türk Devlet’inin Tanrı tarafından kuruluşundan bu yana 50 yıl geçti” hitapları Türk adını resmileştirmiştir.
Orhun Kitâbeleri’nde Türk sözü daha çok “Türk Budun” şeklinde geçmektedir.
Türk Budun’un ise Türk Milleti olduğu bilinmektedir.
Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde o boylardan kavimlerden gelen büyük bir topluluğa mensubiyeti belirleyen bir kavim olarak görülmektedir.
Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Hz. Nuh’un Semavi kutsal kitaplara göre 3 tane oğlu vardır, bunlar: Sam, Ham( Kenan ), Yafes.
Tekvin’e göre üç temel soy Nuh’un bu üç oğlundan meydana geldi.
Yafes, Yafesi soyu kabiesi
Ham, Hami soyu kabilesi
Sam, Sami soyu kabilesi toplumların ataları oldu.
Nuh’un ilk torunları
Yafes’in oğulları:Turk, Gomer, Magog, Madai, Javan, Tubal, Meshech ve Tiras.
( Türk kavimler )
Ham’ın oğulları: Cush, Mizraim, Put, Caanian ve Aamelikan ( yahudi kavimler )
Sam’in oğulları: Elam, Asshur, Arpachshad, Lud ve Aram,
( Arap- kavimler )
Yafes’in oğullarının dağıldığı coğrafyanın tümünde Türk boyları göze çarpmaktadır.
“ve gemiden çıkan Nuh’un oğulları Sam, Ham ve Yafes idiler. ve bütün yeryüzüne yayılanlar bunlardan oldu…
_Kenan’ın atası Ham, (bir gün) babasının çıplaklığını gördü, kardeşlerine söyledi…
(utanan) Sam ile Yafes babalarının çıplaklığını örttüler…”
“ve Nuh dedi: ‘Kenan lanetli olsun!.. kardeşlerine kullar kulu olacaktır!
Sam’ın Allah’ı Rab, mübarek olsun, ve Kenan ona kul olsun!
Allah, Yafes’e genişlik versin!.. Sam’ın çadırlarında otursun!.. ve Kenan ona kul olsun!..’”
Hz. Nuh’un bu söylediklerini hem Tevrat’ta hem de Kuran’ı Kerim’de belirtildiği gibi Sam’ın oğulları yani Araplar zamanı geldiğinde Yafes’ in oğulları yani Türklere sığınmışlardır.
Ham, eski Kenan diyarı diye nitelendirdikleri ve yıllardır gizli işgal altındaki Filistinlilerin Filistin’de (İsrail) halkının yaşadığı yer olarak iddia eden Yahudiler bu coğrafyaya sahip çıkarlar…
Ancak Tevrat’tan ve Kuran’ı Kerim’den anladığımıza göre, kendi Peygamberlerini dahi katleden bu kabile lanetlenmiş ve diğerlerine kulluk etmeye mahkum edilmişlerdir.
Kenan, Seba, Babil, Amelikan, Akad halkı ve kral Nemrud bu kabileden gelenlerden olmadır.
Dinler tarihi gerçekleri araştırıldığında tarihi gelişmeler bu laneti gerçek yapmıştır.
Hz. Nuh’un 3. oğul Yafes ise, bütün Türk boylarının atasıdır.
Görüldüğü gibi, hadislerden ve Kur’andan önceki zamandaki Tevrat’ta da en büyük iltifata mazhar olmuş Yafes’in kabilesi Türklerdir.
Hz. Nuh’un, en sevgili oğlu Yafes için ettiği dua, çok derin mânâlıdır ve olduğu gibi gerçekleşmiştir.
“İslam Yobaza Bırakılamayacak Kadar Mükemmel Bir Dindir” ATATÜRK.
Türkler gerçekten de 900 yıllarından itibaren Hz. Peygamberin manevi değerlerini istilalara ve işgallere karşı korumak için Araplar’ın çadırlarında, ülkelerinde oturmaya başlamışlardır.
Yine aynı tarihlerden başlıyarak Türk boyları, Hıtay’ı, Hindistan’ı, Kuzey Afrika’yı ve Avrupa’yı hakimiyetlerine almışlardır.”
Hz. Muhammed s.a.v sorarlar:
“ Mevali nedir ya Resulullah?..”
“Onlar sizin azadlılarınızdır. Yani Faris yönünden gelecek olan bir kavimdir ki, şöyle diyecekler: ”ey Araplar, siz fazla taassuba kaçtınız.”
“siz bunlara gereği gibi hak tanımazsınız, sizinle hiç kimse birlik kurmayacaktır!”
Bu hadisteki Mevali, Arap olmayan Faris, İran dır.
Faris yönü, Horasan dır.
Gelen kavim ise, Türklerdir.
*Şu halde Türkler, Nuh tufan’ından beri var olan, ilk devleti kuran, dünyanın en eski dilini kullanan ve hem Tevrat’ta, hem de Kur’an ı Kerim’de övülmüş, dünyanın dört bir yanına yayılmış bir Millettir.
Görüldüğü gibi Türk, bir ırkın adı değil binlerce yıldır var olan şanlı bir Milletin adıdır.
Ne Mutlu Türk’üm Diyene Demek İşte Bu Nedenledir
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Kaynak: “Atatürk ve Kayıp Mu Kıta”
Sinan Meydan

Hablemitoğlu neden öldürüldü?

0

Ankara’da 20 yıl önce öldürülen Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu cinayeti soruşturmasında yeni gözaltılar gerçekleşmesiyle birlikte gözler bu dosyaya çevrildi. Hakkında gözaltı kararı çıkarılan eski Özel Kuvvetler subayı emekli Albay Levent Göktaş yakalanamazken aralarında Özel Kuvvetçi eski askerlerin de olduğu yedi şüphelinin gözaltında işlemleri sürüyor. Soruşturma kapsamında Hablemitoğlu cinayetinin iki ayağı olduğuna işaret ediliyor. Soruşturmada bir yanda Gülen yapılanmasında yer almakla suçlanan Mustafa Özcan ve Enver Altaylı’nın cinayetin talimatını vermek, diğer yanda Levent Göktaş liderliğindeki eski Özel Kuvvetler mensubu askerlerin ise cinayeti işlemekle suçlandığı öğrenildi. Savcılık, iki grup arasında irtibat tespit etti.

Ankara Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hablemitoğlu’nun 18 Aralık 2002 tarihinde evinin bulunduğu Çankaya’daki Portakal Çiçeği Sokağı’nda öldürülmesine ilişkin 20 yıldır süren soruşturmada, eski Özel Kuvvetler subayı Gökhan Nuri Bozkır’ın Ukrayna’dan Türkiye’ye getirilip itirafçı olmasının ardından önceki gün ikinci dalga operasyon gerçekleştirildi.

Operasyonda yedisi eski Özel Kuvvetler Komutanlığı mensubu asker, ikisi sivil olmak üzere dokuz kişi hakkında gözaltı kararı çıkarıldı. Bu kapsamda eski Özel Kuvvetçiler Tarkan Mumcuoğlu, Fikret Emek, Altan Bora, Bülent Kutsal, Kamil Metin ile siviller Memiş Aytekin ve Osman Tuncer gözaltına alındı. Ergenekon davasında beş yıl hapis yatan emekli Albay Levent Göktaş ve Tan Dervişoğlu’na ise ev ve iş yerlerinde yapılan aramalarda ulaşılamadı.

Şüpheli eski asker Tan Dervişoğlu, yurt dışında çalıştığı için yakalanamamıştı. Türkiye’ye dönen Dervişoğlu, İstanbul Havalimanı’nda yakalanarak Ankara Emniyeti’ne teslim edildi. Soruşturma kapsamında hakkında yurt dışı çıkış yasağı bulunan Göktaş ise yakalanamadı.

10 soruda Necip Hablemitoğlu cinayeti
Peki, Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü, Hablemitoğlu cinayeti dosyasında kim neyle suçlanıyor? DW Türkçe, bir kısmına ulaştığı soruşturma dosyasından bu soruların yanıtını arayarak 10 soruda Hablemitoğlu cinayetine mercek tuttu?

Hablemitoğlu nasıl öldürüldü?
Necip Hablemitoğlu, cinayet öncesinde “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı kitabı çıkarmış, daha sonra Emniyet içerisindeki Gülen yapılanmasını anlattığı Köstebek kitabının yazımını tamamlamış ve kitap basım aşamasına gelmişti. Olay tarihinde 48 yaşında olan Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002 tarihinde saat 20:40 sıralarında Portakal Çiçeği Sokağı’nda 40 numaralı bina otoparkında iki kurşunla öldürüldü.

Sokakların boş olduğu Galatasaray-Ankaragücü maçı sırasında cinayeti işleyen saldırgan, silahla önce Hablemitoğlu’nu sağ gözünden vurdu. Mermi çekirdeği başının arkasından çıkarak kayboldu. Bu atışın yakın mesafeden yapıldığı tespit edildi. İkinci mermi ise Hablemitoğlu yere düştüğü sırada başının üzerine sıkıldı. Mermi, başından ilerleyerek akçiğer ve kalbini parçalayarak vücudunda kaldı. Olay yeri inceleme ekipleri yerde bir adet MKE 9 P ibareli, bir adet de LUGER 9 mm FRONTIER ibareli iki adet kovan ele geçirdi. Otopside Hablemitoğlu’nun vücudundan çıkan mermi çekirdeğinin, ucunun kesili olduğu belirlendi. Mermi çekirdeklerinin ucunu o dönem Özel Kuvvetler askerleri ile Özel Harekat polisleri kullanıyordu. Silah sesini duyan bir görgü tanığı, sokakta gördüğü uzun boylu bir kişinin aracına binerek ışıkları yakmadan karanlıkta ilerlediğini söyledi.

Şengül Hablemitoğlu ne dedi?
Prof. Şengül HablemitoğluProf. Şengül Hablemitoğlu
Prof. Şengül HablemitoğluFotoğraf: privat
Prof. Şengül Hablemitoğlu, cinayetle ilgili ilk ifadesinde olay günü araç içerisinde dini müzik dinleyen şüpheli iki kişiyi gördüğünü, akşam aracını park ederken de yine bir şüpheli araç gördüğünü ifade etti. 1997 yılının Mart ayından sonra Fethullah Gülen ile ilgili bir takım kasetler yayımlamaya başladığında, e-posta üzerinden tehditler aldıklarını belirten Hablemitoğlu, 2001 yılında “Seni çok iyi tanıyoruz, her gün nereye gidip geldiğini biliyoruz, bir gün ensende bir kurşun hissedeceksin” şeklinde bir e-posta geldiğini anlattı. Hablemitoğlu, bundan sonra gelen mesajlarda da, “Sonunda cezanı bulacaksın” benzeri tehditler aldıklarını ifade etti. Bir keresinde arabasının lastiklerinin kesildiği belirten Şengül Hablemitoğlu, “Eşim son günlerde oldukça tedirgindi” ifadesini kullandı.

Eski askerler neden suçlanıyor?
Savcılığın iddiasına göre Hablemitoğlu cinayetini Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli MAK timi yaptı. Olayda Özel Kuvvet mensuplarının kullandığı ucu kesik mermi kullanılması bunun işareti olarak değerlendirildi. Bu timin başında ise emekli Albay Levent Göktaş bulunuyordu. Göktaş’ın talimatıyla bizzat Gökhan Nuri Bozkır, Hablemitoğlu’nun evinin önünde hurdacı kılığında keşif yaptı. Bozkır, ifadesinde bunu ayrıntısıyla anlattı.

Necip Hablemitoğlu nasıl takip edildi?
Şanlıurfa’da IŞİD’e götürülmek istenirken yakalanan infilaklı fitilleri dosyasının sanığı da olan eski Özel Kuvvetler mensubu Gökhan Nuri Bozkır, Ukrayna’da MİT tarafından yakalanarak geçen Ocak ayında Türkiye’ye getirilmişti. Daha sonra Savcılık tarafından sorgulanan ve tutuklanan Bozkır’ın cinayetin işlendiği gün, telefonunu kapalı tuttuğu tespit edildi.

Prof. Necip Hablemitoğlu cinayetinin zanlılarından Eski Özel Kuvvetler Subayı Gökhan Nuri BozkırProf. Necip Hablemitoğlu cinayetinin zanlılarından Eski Özel Kuvvetler Subayı Gökhan Nuri Bozkır
Gökhan Nuri BozkırFotoğraf: DHA
Soruşturma savcılığı, bu “iz” üzerinden Bozkır’ı tespit etti. Bozkır, telefonunu açtığında Gölbaşı’nda bulunan Mogan Gölü’nden sinyal verdi. Bozkır’ın burada telefonunu bir astsubayın telefonuna takarak açtığı bilgisi de soruşturma dosyasına girdi. Bozkır’ın cinayetten önceki günlerde keşif yaptığı sırada telefonunun cinayet bölgesinden sinyal verdiği de belirlendi.

Bozkır’ın yine Hablemitoğlu’nun evinin önünde görülen şüpheli aracı kullanan kişilerle irtibatı tespit edildi. Bu kişilerin o dönem ifade vermeye çağrıldığı ve Bozkır’ın bu kişileri aradığı HTS kayıtlarına yansıdı. Gökhan Nuri Bozkır’ın olaydan dört gün önce konferans vermek üzere Eskişehir’e giden Hablemitoğlu’nu Sivrihisar’a kadar takip ettiği de HTS kayıtlarına yansıdı. Yine Hablemitoğlu’nun ders verdiği Tandoğan’daki fakültenin çevresinde sinyal veren bazı Özel Kuvvetler mensubu şüpheli askerlerin Bozkır ile irtibatı tespit edildi. Yani, Hablemitoğlu adım adım izleniyordu.

Gözaltına alınan askerin 15 Temmuz ayrıntısı ne?
Gözaltına alınan isimlerden emekli subay Altan Bora da dikkat çekici bir asker. Altan Bora, 15 Temmuz darbe girişimi sırasında astsubay Ömer Halisdemir tarafından öldürülen Tuğgeneral Semih Terzi ile birlikte Diyarbakır’dan askeri uçakla Ankara’ya gelen ekibin içindeydi. Etimesgut Özel Hava Alay Komutanlığı’na inen uçaktaki askerlerin bir kısmı Terzi ile birlikte helikopter ile Özel Kuvvetler Komutanlığı’na gitti. Altan Bora’nın arasında bulunduğu bazı askerler ise Etimesgut’ta kaldı. Böylece Altan Bora sanık olmaktan kurduldu ve darbe davalarında tanıklık yaptı. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından terfi ettirilen Bora, daha sonra emekli oldu.

Tetikçi olmakla suçlanan asker kim?
Eski Özel Kuvvetler mensubu Tarkan Mumcuoğlu da Hablemitoğlu cinayetinde tetikçi olmakla suçlanıyor. Gazeteci Zihni Çakır, Gülen yapılanması soruşturması kapsamında verdiği ifadede, kendisine bu bilgiyi Gökhan Nuri Bozkır’ın verdiğini iddia etmiş fakat Mumcuoğlu’nun, o dönem Kazakistan’da görevde olduğu belirtilmişti. Ancak savcılık, Mumcuoğlu’nun olaydan önce başka bir ülke üzerinden Türkiye’ye döndüğüne yönelik bilgilere ulaştı. Mumcuoğlu, Bozkır Ocak ayında Ukrayna’dan getirilmeden önce görev yaptığı kurumla ilişiği kesildi.

Cinayetteki Gülen bağlantısı iddiası ne?
Savcılığın yürüttüğü soruşturma kapsamında Gülen yapılanmasının üst düzey yöneticilerinden Mustafa Özcan ile halen tutuklu olan eski MİT’çi Enver Altaylı da şüpheli olarak dosyada yer alıyor. Savcılık, cinayet talimatının Gülen yapılanması tarafından verildiği iddiası üzerinde duruyor. Bunun dayanağı olarak Mustafa Özcan ve Enver Altaylı’nın, Köstebek kitabını yazma çalışmaları süren Necip Hablemitoğlu ile ısrarla görüşmeye çalışmaları gösteriliyor. Bu konuda eski Sağlık Bakanı Halil Şıvgın ile eski AKP milletvekili Ramazan Toprak’ın aracı yapıldığı tanık ifadelerine yansıdı.

Enver AltaylıEnver Altaylı
Enver AltaylıFotoğraf: picture-alliance/dpa/Familie
Şengül Hablemitoğlu soruşturma kapsamında verdiği ifadede bunu ayrıntısıyla anlattı. Halil Şıvgın ve Ramazan Toprak ifadelerinde Hablemitoğlu ile bir araya geldiklerini, bir görüşmeye Abdullah Gül’ün de katıldığını ifade etti. Halil Şıvgın, Nisan 2002’de ofisinde yapılan görüşmeye Enver Altaylı’nın da geldiğini söyledi. Altaylı’nın yine soruşturma kapsamında tutuklanan Aydın Köstem’i kullanarak Hablemitoğlu’na ulaşmaya çalıştığı belirtildi. Aydın Köstem’in de bu konuda yazar Ergün Poyraz’ı aracı yapmaya çalıştığı iddia edildi. 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Enver Altaylı’nın Ankara’da Aydın Köstem’in evinde kaldığı öne sürüldü.

Özcan-Altaylı ile askerlerin ilişkisi var mı?
Soruşturma kapsamında Mustafa Özcan ile Enver Altaylı’nın cinayetin Özel Kuvvetler içerisinde Levent Göktaş’ın liderliğindeki askerlere yaptırıldığı iddia ediliyor. Buna ilişkin delil olarak da Özcan ve Altaylı ile askerler arasındaki irtibata dikkat çekiliyor. Özellikle Enver Altaylı ile Levent Göktaş’ın o dönem irtibatlı olduklarına yönelik delillerin dosyaya girdiği öne sürülüyor. Yine “paramiliter unsur” olarak görülen Aydın Köstem’in de hem şüpheli askerler hem de Enver Altaylı ile yakın ilişkisi olduğu, aradaki bağlantıyı sağladığı iddia ediliyor.

Necip Hablemitoğlu neden öldürüldü?
Soruşturma dosyasına giren bilgilere göre, Hablemitoğlu’nun öldürülmesiyle ilgili iki tez öne çıkıyor. Mustafa Özcan ve Enver Altaylı’nın Hablemitoğlu’nun Emniyet içerisindeki Gülen yapılanmasını anlattığı Köstebek kitabının çıkmasını engellemek için cinayetin işlenmesini sağladığı savunuluyor. Emekli Albay Levent Göktaş’ın ise o dönem MİT Müsteşarı olmayı istediği, buna karşılık aynı beklenti içinde olan Necip Hablemitoğlu’nu kendisine rakip olarak gördüğü ve bu nedenle cinayetin işlendiği tezi öne sürülüyor.

Dava ne zaman açılacak?
Soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, gözaltındaki şüpheli eski askerlerin ifadelerini alacak. İfade işlemleri tamamlandıktan sonra savcılığın iddianame yazımına başlaması bekleniyor. İddianamenin de bu yıl içinde düzenleneceği ifade ediliyor.

https://www.dw.com/tr/necip-hablemito%C4%9Flu-dosyas%C4%B1nda-kim-neyle-su%C3%A7lan%C4%B1yor/a-62086406

“Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu CHP Raporu’nda Aleviler

0

“Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu CHP Raporu’nda Aleviler” 2’59” [18.12.2025] | @ismailenginhd

CHP raporuna göre; inanç merkezleri kapsamında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı gibi tarihî ve inançsal mekânların yönetimi, Alevi kurumlarına, onların uygun göreceği üst yapılara veya yerel yönetimlere devredilmelidir. Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersinin mevcut içeriği, İslamın belirli bir yorumu merkez alıyor ve AİHM kararlarına aykırıdır; Dinler Tarihi ve Din Sosyolojisi temelinde yeniden yapılandırılmalı; tarafsız ve karşılaştırmalı olmalıdır.

Raporda, Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı da ele alınıyor; Kültür Bakanlığı’na bağlı Başkanlığın, yanlış uygulamaları, Alevi toplumunun itirazları ve işlevsizliği nedeniyle kapatılması ve kurumsal ihtiyaçların Alevi örgütleriyle birlikte belirlenmesi gerektiği dile getiriliyor.

Raporda, devletin inançlar karşısında tarafsızlığı; Aleviler için tam eşit yurttaşlık ilkesinin hayata geçirilmesi önceleniyor.

Ancak, rapordaki şu – haklı – talebin uygulaması, mevcut Alevi kurumlarının yapısı nedeniyle zor görünüyor:

Hacı Bektaş Veli Dergâhı gibi tarihî ve inançsal mekânların yönetiminin Alevi kurumlarına, onların uygun göreceği üst yapılara veya yerel yönetimlere devredilmesi… :

MHP Raporunda Aleviler

0

“Devlet Bahçeli’de ve Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu MHP Raporu’nda Aleviler” 2’50” [16.12.2025] | @ismailenginhd

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 14 Ekim 2025’te TBMM’de yapılan MHP Grup Toplantısı’nda Aleviliği “Alevi-İslam” anlayışı içinde konumlandıran bir söylem benimsedi. Mezhep ayrımlarını reddeden Bahçeli, Müslüman ve Türk kardeşliği vurgusu yaparak Cemevlerinin ibadethane olarak tanınması gerektiğini dile getirdi.

Hatırlatmak gerekir ki, 1989’da Hamburg’da yayımlanan “Aleviliğin Yeri” bildirgesi de Aleviliği İslam içi bir yorum olarak tanımlamıştı. Bahçeli’nin kullandığı dil, bu bildirgede şekillenen “Alevi-İslam” yaklaşımıyla örtüşüyor. Benzer bir söylem, daha önce Cem Vakfı’nda ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2023’te yayımladığı “Alevi.” başlıklı videoda da görülmüştü.

MHP’nin Alevi açılımı, Aleviliği İslam içi kabul eden bir ideolojik zemin üzerinde şekilleniyor; Alevilerle ilgili temel problemler, Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda yer bulmuyor:

Atatürk’ün tarikat ve cemaatlere bakış açısı…

0

Atatürk’ün tarikat ve cemaatlere bakış açısı…
Türkiye’de 30 farklı ve etkili tarikat,
800’ün üzerinde medrese var.
225 bin öğrenci ise tarikat yurtlarında kalıyor. Bu öğrencilerin çoğu da İran’ın Kum kentinde ve Irak’ın Akre ve Erbil şehrinde eğitim almış hocalar tarafından yetiştiriliyor.
Ve bu öğrenciler Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak yetiştiriliyor. Tam bir emperyalist ihanet. Ve buna göz yumanlar da bu ihanete ortak.
Tarikat ve cemaatler sadece bugün mü vardı?
Tabii ki hayır. Selçuklu’yu ve Osmanlı’yı yıkan tarikatlardır.
Peki Atatürk’ün bakış açısı neydi?
Hemen söyleyelim, Büyük Taarruz öncesiydi.
Atatürk Konya civarında askerleri denetliyordu. Denetlemeler sürerken okulları ve medreseleri dolaşıyordu. Ilgın’a geldi. Orada medrese öğrencilerinden biri Atatürk’e askere, yani savaşa gitmek istemediklerini söyledi. Atatürk’ün yanında Sovyet büyükelçisi İ.Aralov ile Azerbaycan büyükelçisi İbrahim Abilov da vardı. Atatürk sinirlendi;
-“Millet kan içinde yüzerken burada besiye çekilmişsiniz. Askere alınmanız için hemen emir vereceğim” diye cevap verdi.
Ve Sovyet Büyükelçisi Aralof’a dönerek şöyle dedi;
-“Savaş bitince onlarla daha ciddi konuşacağım. Onları mali kaynaklarını ve vakıf gelirlerini keseceğim. Bu vakıflar bu mollaların yaşam kaynağıdır. Dinç, sağlam delikanlıları askerden kaçıran 17.000 medrese var. Bu tam bir kolordu demektir”
Atatürk bu tarikat ve cemaatlere hiç göz yummadı. Savaştan sonra hepsini kapattı. Bu konuda sert ve netti.
Sadece kapatmakla yetinmedi. O gün bize bu konuda ne yapılması gerektiğini de söyledi.
Yıl 1921.
Kütahya-Eskişehir muharebeleri muharebeleri günleriydi.
“Mustafa Kemal dinsizdir, Kuvayı Milliye dinsizdir, bunlarla savaşan şehit düşer” yazılı Şeyhülislamın fetvaları Yunan uçakları tarafından Türk cephelerine atılıyordu.
Öte yandan da İngiliz destekli Yunan da batıdan ilerliyordu. İşte Yunan uçaklarından atılan bu fetvalara aldanan 30.122 asker tüfeği ile birlikte cepheden kaçtı. Bunun sonucunda cephe düştü ve Yunanlılar Sakarya kıyılarına kadar ilerledi. Atatürk’ün çok sevdiği Nazım Yarbay da 15 Temmuz 1921 tarihinde şehit oldu.
Atatürk ise haberi duyduğunda çok üzüldü. Gözleri doldu. Nazım Yarbay’ın ölümüne sebep olan irtica ve gericilerle ve ona inanıp ihanet eden kafalar ile ilgili şu sözü söyledi;
“Şu zavallı kafaya bak. Bu çağdışı, dünyaya kapalı, alaturka ilkel kafalar yüzünden bugün bu haldeyiz. Başka yolu yok, kendimizi yenilemek, ilerlemek, günümüz uygarlığına ayak uydurmak, onlarla eşit duruma gelmek zorundayız. Ve bunu sağlamak için de bu donmuş, durmuş, uyuşmuş kafaları değiştirmek zorundayız. Yoksa bugün kurtulsak bile yarın yine ayak altında kalırız. Kurbanlık koça döneriz, yem oluruz. Yine rahat rahat sömürürler. Bu gün yaptıramadıklarını ilerde de yaptırmaya çalışırlar. Yine bir sürü işbirlikçi bulurlar. Uğrunda birçok çocuğumuz gibi, Nazım’ın da canını verdiği bu büyük mücadele boşa gitmiş olur.”
Özetle çağdışı, dünyaya kapalı, alaturka ilkel kafalar yüzünden bugün bu haldeyiz. Başka yolu yok, kendimizi yenilemek, ilerlemek, gericiliğe çare bulup Türk insanının kafasını değiştirmeliyiz. Aksi takdirde yine birçok işbirlikçi bulup ülkemizi sömürürler.
Bugün AKP’nin bu gerici odaklara bakış açısı belli. Tarikatları koruyucu ve kollayıcı bir politika izliyor. Ama AKP de gidici. Onun yerine gelenler, ülkeyi yönetmeye talip olanlar da bu konuda sert ve net olmalı. İktidara geldiğinde tarikatları ve yuvaları kapatmalı. Başka çare yok.
Çünkü gericiliğe demokrasi ile veya başka türlü karşı konulmaz.
Bakın, Avrupa Birliği eski direktörü Dr. Khosra Khazai bu konuda ne diyor;
“Dini bir rejime sosyalizmle, kapitalizmle, ya da liberalizmle karşı koyamazsınız. Çünkü İslami rejim içindeki unsurlara karşı, demokratik bir tartışmaya açık olmamalarından ötürü, siyasi araçlarla savaşmanız mümkün değildir”
Tarikatlar ve cemaatler emperyalistlerin iş birlikçileridir.
Sosyalizmle, kapitalizmle ya da liberalizmle veya demokratik bir ortamla durduramazsınız.
Dün Selçuklu’yu yıkan, Osmanlı’yı yıkan bugün ülkemizi yıkar.
Tek çare, müsamaha göstermeden, derhal kapatılmaktır.Aydın Keleşoğlu
14 Ocak 2022

Kırkların ceminde ikrara durup

0


Kırkların ceminde ikrara durup
Arı ar eyledik, ardan içeri
Zahirden manaya köprüler kurup
Varı var eyledik, vardan içeri

Kırk ile bir olup ummana daldık
Ali, Muhammed’i aslından çaldık
Yola nakşeyledip, koruyla yandık
Harı har eyledik, hardan içeri

Hakikat babında perde açıldı
Gerçekler meydana bir bir saçıldı
Canlar dile geldi, tenden geçildi
Zarı zar eyledik, zardan içeri

Terk edip varlığı buluştuk yokta
Cümle mahlukatı birledik Hakk’ta
Nokta bir alemdi, alem de nokta
Darı dar eyledik, dardan içeri

Dinle Deruni’yi, kulak ver söze
Her kim ki mihmandı, yamadık öze
Batında El Hakk’ız, müminiz göze
Sırrı sır eyledik, sırdan içeri…

Okuyup Kuran’ı, koyduk kenara

0

Okuyup Kuran’ı, koyduk kenara
Muhammet Ali’yi cemde sırladık
Bir aşk ı nur ile tutuşup nara
Kırkların darında demde sırladık

Erenler sezince mahşeri hali
Can yeleği oldu Muhammet Ali
İrfan mektebinde bulup kemali
Ayetsiz, kitapsız dinde sırladık

Demlenip birlikte engürü yedik
Söküp nebisini, “Sır ola” dedik
Hakikat babına Miraç’sız erdik
Kâbe’siz, kıblesiz, yönde sırladık

Bin sene boyunca gizde beklettik
Her tufan koptukça kılıf eklettik
Gerçeği manadan isme yüklettik
Taşıyıp zahire tende sırladık

Hakk’tan nida geldi, ettik icabet
Kırkı bir eyleyip yaptık muhabbet
Muhammet Ali’ydi, Ali Muhammet
Yamayıp vahdete gönde sırladık

Talipsen hisse kap Pir’in sözünde
Her ne aradınsa kendi özünde
Ayna dizindeyse, Ali yüzünde
Arama çöllerde sende sırladık

Deruni haddinden çok öte gitti
Kör olan gözlerde kemikti, etti
Hem Rahman hem Ali hem Muhammet’ti
Enel Hakk diyerek binde sırladık

Kendini dört yanda arama talip

0

Kendini dört yanda arama talip
Zebur, Tevrat, İncil, Kuran da biziz
Miraçtan dönerken kırklar ceminde
Ol Nebiye demler sunan da biziz

Yokken dilimizde Ali, Muhammet
Hakk ile üçleyip ettik muhabbet
Bizde ki her isim sıra delalet
Sırı sır eyleyip, soran da biziz

Ali, Muhammet’i ettik müsahip
Canı cümlemizi eyledik talip
Böylesi YOL için oldu müsait
Bu aklı irfanı bulan da biziz

Hakk’ın gölgesidir bizim Ali’miz
İsmiyle uğraşır akli delimiz
“Ne ararsan sende” derken Veli’miz
Dört kapı dolanıp yoran da biziz

Kim mihman olduysa, benzettik bize
Kutsayıp yamadık, kadim bir öze
Zahirde bambaşka göründük göze
Batında din, kitap, iman da biziz

Zahir aleminde söz bir başkadır
İkrar özümüzde, köz bir başkadır
Cemlerde sırlandık, yüz bir başkadır
Evveli, ahiri zaman da biziz

On dört bin senedir semah döneriz
Kandilden kandile yanıp söneriz
Yedi kat Miraç’a çıkar, ineriz
Ol Hakk’ın nefesi beyan da biziz

Okuduk insanda İlmi Ledün’ü
Gördük Hakikatı, örttük dördünü
Bir katre içinde bulduk bütünü
Kandilde nur olup duran da biziz

Deruni, faş etme sözün böylesi
Sır ile mest iken canın cümlesi
Enel Hakk demişiz, yoktur ötesi
Vahdeti mevcutta Rahman da biziz

16 ARALIK 1918 – Mustafa Kemal’in

0

16 ARALIK 1918 – Mustafa Kemal’in (Otel ücretini Halep’ten İstanbul’a gelmek için sattığı atlarına ait 5000 lira ile ödemiştir.

Hatta bu paranın 3000 lirasını İzmir’li bir tüccara kaptırmışlardır. Kalan 2000 liranın bir kısmıyla da Minber gazetesine ortak olmuştur.)
işgal kuvveti komutanlarını yakından tanımak için kaldığı Pera Palas otel odasından (13 Kasım 1918’den itibaren orada kalmıştır.) Akaretlerdeki evine taşınması.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ve özellikle annesi Zübeyde Hanım’ın, kız kardeşi Makbule Atadan ile Fikriye’nin altı yıl süre ile oturdukları, Beşiktaş Akaretler’deki 76 numaralı binanın, (yeni No: 36) giriş kapısının yanında cümle düşüklükleri bulunan şöyle bir yazı var:
‘’Atatürk, 1’inci Cihan Savaşı’nda düşmana karşı İstanbul’u koruyup kurtaran, Çanakkale Müdafii, Anafartalar Kumandanı Mirliva Mustafa Kemal Paşa iken bu evde kiracı olarak kalmıştır.’’
Beşiktaş’tan Maçka’ya doğru çıkarken sağ tarafta kalan ve “Akaretler” denilen bu evler Sultan Abdülaziz tarafından 1875 yılında saray çalışanları için yaptırıldı.
Balkan Savaşları’nda Selanik’in düşman işgaline uğramasından sonra Mustafa Kemal, Annesi Zübeyde Hanım ve kız kardeşi Makbule Atadan İstanbul’a göç ettiler ve 76 numaralı binayı kiralayarak 1912-1918 yılları arasında Akaretler’de oturdular.
Bu evde Mustafa Kemal Paşa, dilbilimci Ferdinand Saussure’i tanıdı ve ileride hayata geçireceği Dil Tarih Kurumu’nun ilk nüvelerini burada attı.
Yıllar önce Zübeyde Hanım’ın her hafta perşembe günleri “hatim indirme” merasimine katılan bir annenin anlattığına göre, Mustafa Kemal Paşa Kuran’ın Türkçe mealine duyulan ihtiyacı ilk önce bu evde dile getirmiştir. Annesinin yanında Kuran okuyan genç bir imama Mustafa Kemal Paşa sorar:

  • Okuduğun bu âyetleri Türkçeye de çevir ki, burada bulunan tüm annelerimiz ne okunduğunu bilsinler.
    Bu annelerimizin hiçbiri Arapça bilmiyor.
    Genç İmam:
  • Paşam, ben sadece ayetleri okuyorum, çevirisini yapamıyorum,
    deyince Mustafa Kemal Paşa’nın zihninde sorunun çözümü şekilleniyor ve iktidara geldiğinde bu köklü soruna bir çare arıyor.
    Bugün en itibarlı kaynak olarak geçerliliğini koruyan ve üzerine bir ikincisi yapılamayan Türkçe Kuran’ın Elmalı tefsiri-çevirisi ortaya çıkıyor. İleride, 8 Kasım 1925’te Gazi, Kız Numune Mektebi’ni ziyaret ederken bu Türkçe Kuran’ı bir bayan öğretmene hediye ediyor ve ilk sayfasına “Dikkatle okunması ricası ile” diye bir not düşüyor.
    Bu Türkçe Kuran şimdi Ankara Anafartalar Atatürk İlkokulu Kütüphanesi’nin demirbaşında kayıtlıdır. Nitekim, Atatürk kendi el yazısı ile kaleme aldığı “Medeni Bilgiler” kitabında, 27.01.1930 Pazartesi tarihini düştüğü sayfa 364, Madde 9’da aynen şunları yazıyor:
    “Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din ne Arapların, ne aynı dini kabul eden Acemlerin ve ne de Mısırlıların vesairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir şekilde tesir etmedi.
    Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını (bağlarını) gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Hazreti Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu (indirgeniyordu)…
    Bu Arap fikri, ‘Ümmet’ kelimesi ile ifade olundu. Hazreti Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecbur idiler.
    Bununla beraber, Allah’a kendi milli lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine (ırkına) gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacaatta (yakarışta) bulunacaklardı.
    Arapça öğrenmedikçe, Allah’a ne dediklerini bilmeyeceklerdi. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar, ne yaptığını ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü.”
    Akaretler’deki bu tarihi evde, Atatürk’ün manevi evladı Abdürrahim Tunçak özel bir itina ile büyütüldü.
    Zübeyde Hanım, bir gün Üsküdar’a geçerek büyükçe bir sandal ile eve inek getirdi ve evin bodrumunu samanla doldurarak bu ineği yıllarca Abdürrahim Tunçak’ın süt ihtiyacı için orada besledi.
    Fikriye Hanım da Selanik’ten İstanbul’a göç edince, “Mustafa Ağabeyi”ni görmek üzere bu eve geldi ve 1920 başlarında İnebolu üzerinden Ankara’ya geçinceye kadar Makbule Atadan ile birlikte Zübeyde Hanım’ın yanında önce bu evde.
    1918’in ortalarından sonra da Şişli’deki evde kaldı.
    Akaretlerdeki evleri.

ŞAŞI BAK ŞAŞIR

0

Dursun, kızıyla evlenmek isteyen Temel’i sorguya çekmiş.
-Evin var mi?
-10 tane daurem, üç tane yazliğum var.
-Ne iş yapayisun?
-Üç fakülte biturdum. Müteahhitlik yapayrum.
-İçki var mi?
-Kesunlukle yok!
-Kumar?
-Asla
-Karu kiz?
-Haşa!
-Ula uşağum! Senun hiç mi kusurin yok.
-Şey efendum… Aslında sadece bir kusurum varidur. Çok rahat yalan söylerum.
Sayın Recep Tayyip Erdoğan da ideal damat adayı Temel gibi, ideal bir siyasetçi.
23 yıldır kusursuz bir şekilde ülkeyi yönetiyor.
Peki, ya onun küçük kusuru mu dediniz?
Yok yok, gaza getirip de bana;” Onun küçük kusuru da Temel’le aynı!” dedirtemezsiniz.
O, asla bir yalancı değil, bir illüzyonist.
Yaptığı da yalancılık değil illüzyon.
Yani olan biteni olduğundan farklı gösterme sanatı.
Yani onunki kusur değil bir yetenek.
Eh, iktidarın başındaki böyle kusursuz olunca, haklı olarak muhalefetin de kusursuz olmasını istiyor.
Dün AKP Türk Dünyası Vizyon Belgesi Tanıtım Programı”ndaki konuşmasında yine CHP’yi şu sözlerle uyarmış:
“ Ce Ha Pe Türk dünyasına şaşı bakıyor!”
Şaşı Bak Şaşır diye çizimler vardır ya…
Vallahi CHP’yi bilmem ama Sayın Erdoğan’ın çok başarılı bir illüzyonist olduğunu bildiğim için, önümüze koyduğu Türkiye resmine hep şaşı bakarım. Bakarım ve şaşı bak şaşır resimlerinde olduğu gibi içindeki gizli resmi mutlaka görürüm.
Dünkü açıklamasına da şaşı bakınca;
konuşma metninin arkasında sanki şu sözleri görür gibi oldum.
“ Her türlü milliyeti ayaklar altına aldık!”
“ Sayın Öcalan, şu anda düşüncelerinin değil, almış olduğu kellelerin hesabını veriyor!”
Bugünkü yazımızın temeline de Temel’siz bir fıkra oturtalım.
Ermeni mahallesinin genç dulu ,güzeller güzeli Araksiya, mahallenin yaşlı zengini Agop ile evlenmiş.
Daha ilk gece Agop ölünce, polis şüphelenip ne olduğunu sormuş.
Araksiya utangaç bir şekilde :
“Valla polis efendi! “ demiş “Malumunuz zifaf gezesi. Agop bey bey üstüme çıktı ve basladi çirpınmaya…
Ben zanetim geloor. Meğer gidoormuş.”
Vallahi, Sayın Erdoğan istediği kadar, sanki bir daha cumhurbaşkanı seçilecekmiş gibi bir Türkiye manzarası çizsin.
Ben çizdiği manzaraya şaşı bakınca, Sayın Erdoğan’ı geliyor değil de ne kadar çırpınırsa çırpınsın gidiyormuş gibi görüyorum ve nedense hiç şaşırmıyorum.
Eee, Abraham Lincoln;
“Bazı İnsanları Her Zaman Kandırabilirsiniz, Herkesi Bazen Kandırabilirsiniz Ama Herkesi Her Zaman Kandıramazsınız” diye boşuna söylememiş.
Ulvi Puğ

TEL DERDE DÜŞTÜ (Telmih ve Mübalağa Sanatı)

0

Bir güzele gönül verdim erenler!
Aşkı ben çekerim; el derde düştü.
Mecnun’a benzetir beni görenler,
Sözüm kâr eylemez; dil derde düştü.

Hayalimden gitmez o hilâl kaşlar,
“Yâr seviyor” diye el beni taşlar.
Ummana karıştı gözümden yaşlar,
Başın taşa çalan sel derde düştü.

Bulunmaz Dünyada yârin emsali,
Âşık olmayanlar bilmez bu hâli.
Bir ateşe yandım Kerem misali,
Göklere savrulan kül derde düştü.

Bir kez yol uğrattım bahçeye, bağa
Sanki hazan düşmüş dala, yaprağa.
Yaprak gazel oldu, düştü toprağa;
Bülbül figanından gül derde düştü.

Âlem hayran iken benim dilime,
Tarife yetmiyor hiçbir kelime.
Bindebir’im sazı alsam elime,
Dokunsam sızlanır; tel derde düştü.

15.12.2025 – (6+5)
Ozan Bindebir

Zavallı

0

Kasıla kasıla yürürsün yolda
İnsana tepeden bakan zavallı
İyiydi desinler az adam olda
Nedir bu kibir’in çakan zavallı

Ne zenginler geldi geçti dünyadan
Sadece kefenle göçtü dünyadan
Azrail boyunu ölçtü dünyadan
Bir yatımlık yerdir mekan zavallı

Güçsüzü zayıfı görmektesin hor
Çınlar hep kulağın bilsen ne diyor
Ahali ardından küfür ediyor
Milleti günaha sokan zavallı

Daha iflah olmaz bozuksa maya
Ne büyük nimettir insanda haya
Yaptığın işler hep gösteriş riya
Hayırı başına kakan zavallı

Dünyalık kazanım kuru teselli
Dünya muammadır ahiret belli
Gerçekten kaçılmaz akıbet belli
Kalp kıran gönüller yıkan zavallı

İçinde pislik var kibirlenirsin
Kalbinde pasak var böbürlenirsin
Teninde temreler hep kirlenirsin
Tövbe et arınıp yıkan zavallı

Coşkun Arslan

Boş Vaatler

0

Otuz yıldır Köse Dağ’ın başında
Ot çıkar dediler, hele çıkacak!
Kör katırın memesi yok döşünde
Süt çıkar dediler, hele çıkacak!

Dert, keder doğurdu her vaat, her son;
Bu masanın değil, bu hesap garson.
Yalanla beslenen serçeden bir ton
Et çıkar dediler, hele çıkacak!

Umutları süzdük paslı kevgirden,
Şahlanma bekledik huysuz beygirden.
Asaletsiz kısrak, soysuz aygırdan
At çıkar dediler, hele çıkacak!

Kabahat ne sonu ne de ki ilki;
Hep sabrettik, dedik: Düzelir belki.
Yıllardır çiftleşir çakalla tilki
İt çıkar dediler, hele çıkacak!

Şeytan tüccar ile hesap uyuşsa,
Değişiriz doru kırla değişse.
Her takasta borçlu kaldık ne işse
Fit çıkar dediler, hele çıkacak!

Harun, arif olan tutar öğüdü;
Sıkıntı denilen çocuk büyüdü.
Kırk yıl sulattılar kuru söğüdü
Dut çıkar dediler, hele çıkacak!

HARUN USTAOĞLU

AVRUPA ALEVİ ÖRGÜTLENMESİ NEREYE GİDİYOR?

0

Avrupa’daki Alevi örgütlenmesi, Almanya’da 1987 yılında başlayan ilk girişimlerle kısa sürede yükselmiş ve 2000’li yılların başında önemli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştı. Ancak bu dönemden sonra örgütsel yanlışlar, kişisel çıkar ilişkileri ve yönetici kadroların kendi anlayışlarını örgüte dayatma çabaları, geniş bir kitlenin örgütlerden uzaklaşmasına neden oldu.
Bu süreci bizzat yaşamış biri olarak, özellikle ilk kuşak Alevi göçmenlerin örgütlenmeye taşıdığı ruhu hatırlıyorum. Çoğu işçi kökenli olan bu kuşak, genç yaşta geldikleri ülkelerde Alevilik bilgisi sınırlı olmasına rağmen inançlarına bağlı, heyecanlı ve kapsayıcı bir yaklaşım sergiliyordu. Örgütlenme tecrübeleri yoktu, fakat güçlü bir dayanışma ve hizmet anlayışı vardı.
1993 öncesinde kendisini açık biçimde “inanç örgütü” olarak tanımlayan yapı, Sivas Katliamı’nın yarattığı toplumsal kırılma nedeniyle zamanla siyasal tepkiselliğin etkisi altına girdi. 2000’li yıllara gelindiğinde ise kurucu inanç çevreleri AABF’nin dışına itilmiş, örgüt giderek belirli kişiler etrafında şekillenen bir yapıya dönüşmüştü. Özellikle Öker döneminde görülen merkezileşme çabası, örgütte bir “kişi kültü” oluşmasına zemin hazırladı. Tecrübesiz kadroların yönetimlere taşınması, örgüt içi demokratik işleyişi zayıflattı; kurumsallaşmanın yerini kişisel sadakat ilişkileri aldı.
Bu süreç, örgütün hizmet anlayışını da zayıflattı. Yönetimlere seçilen bazı kişiler için Aleviliğe hizmet değil, projelerden alınan kadro maaşları öncelikli hale geldi. Üretime dayanmayan, kolay gelir sağlayan bu yapı, örgütsel motivasyonu ve kaliteyi düşürdü.
Avrupa Alevi örgütlenmesi yıllar boyunca Alevilik konusunda ne yeterli uzman yetiştirebildi ne de akademik bilgi üretecek mekanizmalar kurabildi. Bu durum, dış çevrelerde üretilen ve Aleviliği kendi köklerinden koparan yaklaşımların örgüt içinde yaygınlaşmasına yol açtı. “İslam dışı tezler” gibi tartışmalar, geleneksel Alevi inancı ile örgüt arasında mesafe oluşmasına neden oldu. İnançlı kesimler derneklerden uzaklaşırken, örgüte yeni katılanlar da geleneksel bilgiyle bağ kurmadan modern söylemlerin etkisine girdi. Böylece örgütlerin en temel birleştirici unsuru olan inanç zemini ciddi biçimde aşındı.
“Alevilerin Sesi” dergisinde yalnızca belirli tezlere yer verilmesi, geleneksel Aleviliği savunan yazıların dışlanması da bu süreci pekiştirdi. Akademisyen ya da araştırmacı kimliğiyle öne çıkan kişilerin örgütsel sorunlara dair eleştirel tutum geliştirmek yerine yöneticilere methiyeler düzmeleri, bilgi alanının kişisel ilişkiler üzerinden şekillenmesine yol açtı.
Örgüt içi demokratik işleyişteki sorunlar mali şeffaflığın kaybolmasına da neden oldu. Çok uzun süredir gelir ve giderlerin sağlıklı şekilde açıklanmadığı biliniyor. Bu yalnızca bir yönetim döneminin değil, yapısal bir sorunun sonucudur. Deprem bağışları meselesinde olduğu gibi denetim kurulları sorun tespit ettiğinde, üstünün örtülmesi yönünde güçlü tepkiler ortaya çıktı. Kurullar delegelerin oyları ile seçilmiş olsa da, raporlarının dikkate alınmadığı, yönetimin ikna edici açıklama sunmadığı iddia edilmektedir. Örgüt içindeki kanallar tıkandığında ise insanlar doğal olarak adli mercilere başvurmaktadır. Bu durum yönetime yakın bazı çevreleri rahatsız etmiş oldugu anlaşılmaktadır. Denetim kurulu üyelerini Alevilge ihanet etmekle suçlamaktadırlar. Bunun çok dogru bir tavır oldugunu söylemek mümkün degil. Sonuçta bu kararı alanlarında Örgüt delegeleri tarafından seçilmiş kişilerdir. 30 senedir Örgütlenmede emek vermiş insanları Alevilge ihantele itam etmek son derce sorunludur. Bu duruma itiraz edenlerin iddialar karşısında daha şefaf olanması için çaba göstermeleri gerekirdi. Bu durum, Alevi kamuoyunda güven kaybına ve örgütlerin itibarının zedelenmesine yol açmaktadır.
Türkiye’deki Alevi örgütlenmeleri de benzer bir tablo sergilemektedir. Mali şeffaflık eksikliği, kimi kutsal mekânların kontrolü üzerinden ekonomik rant alanları oluşması, kurban kesimlerinde görülen keyfi uygulamalar ve AB fonlarının denetlenememesine ilişkin hukuki süreçler, Alevi örgütlerinin ulusal ve uluslararası düzeyde sorgulanmasına neden olmaktadır.
Bu tablo, Alevi örgütlerinin hem tabanın taleplerinden hem de hesap sorma kültüründen uzaklaştığını göstermektedir. Hesap verilmediğinde hesap sorulması da engellenmekte ve örgütler kendi içinde kapalı, dışa karşı savunmacı bir yapıya dönüşmektedir. Oysa adalet arayan insanları “ihanetle” suçlamak hem adaletsizdir hem de örgüt içi sorumluluktan kaçmanın bir ifadesidir. Doğru olan, mahkeme süreci sonuçlanana kadar sakince beklemek, tarafları suçlamadan objektif bir duruş sergilemektir.
Sonuç olarak Alevi örgütlenmesi bugün ciddi bir yeniden yapılanma ihtiyacı ile karşı karşıyadır. Sorunları şahıslaştırmak yerine, yapısal reformlara odaklanmak; şeffaflık, hesap verebilirlik, demokratik işleyiş ve inanç merkezli bir örgütsel kültürü yeniden inşa etmek gerekmektedir. Alevi toplumunun taleplerine yanıt verebilecek, güven uyandıran ve geleceğe dönük bir örgütlenme için artık kapsamlı bir değişim zorunlu hale gelmiştir.

O yalan, bu yalan

0

O yalan, bu yalan
Bu yalan, o yalan
Onlar yesin, sen yalan!
Din, imanla oyalan
Ülke yuttu bir yılan…
Bu da mı yalan?

Öyle uyuma ulan!
Geleceğini çalan;
Bak, gör işte bu yılan.
Diyemediniz “yaylan!”
Yuvalandı bu yılan…
Bu da mı yalan?

Her tarafta var talan;
Halen diyorsun “yalan”
Gözünüz çıksın ulan!
Fili yuttu solucan…
Solucan oldu yılan;
Bu da mı yalan?

07.08.2015
Ozan Bindebir