Perşembe, Ekim 9, 2025
No menu items!
YazarlarKazım BalabanERZİNCAN ve ÇEVRESİNDE YAŞAYAN ALEVİLERİN SABAH DUASI.

ERZİNCAN ve ÇEVRESİNDE YAŞAYAN ALEVİLERİN SABAH DUASI.

Kazim Balaban / Viyana-

Erzincan ve çevresinde yaşayan Aleviler, sabah dualarını Ana dilleri ile yaparlar. Bu duaların bir kısmı Türkçe olduğu gibi, bir kısmı da Zaza’ca ve Kürtçe dile getirilir. Ancak bu topluluklar istisnalar hariç Cem Erkânlarını genellikle Türkçe yaparlar.

Bu toplulukların ibadetlerini neden hem Türkçe- Zaza’ca veya hem Türkçe- Kürtçe yaptıklarına dair konuya açıklık getirelim.
Bilindiği gibi 1514 Çaldıran savaşına kadar Osmanlı Devleti kısmen de olsa bir Türk Devleti idi. Ancak Çaldıran savaşı sonrası 1517’de Memlük (Mısır) devleti ile giriştiği Ridaniye savaşını kazanarak Halifeliği 3. Mütevekkil’den devr alarak Osmanlı’ya getirmiştir.
Hilafetin Osmanlı’ya geçmesinden sonra Osmanlı artık Türk devleti olmaktan çıkmış, ümmet kavramını öne çıkararak devletin yapısını baştan sona kadar değiştirmiştir. Bu değişim önce Fatih Sultan Mehmet ile başladı. 1453’de İstanbul’u feth eden Fatih, kuruluşundan bu yana padişahlık ile paralel olarak Sadrazamlık görevini sürdüren Çandarlı ailesinin varlığına son vermiş, Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’yı idam ederek yerine devşirme olan Zağanos Mehmet Paşa’yı sadrazamlığa getirmiştir. Ve Fatih artık yeni devletin Roma’nın devamı olduğunu ileri sürerek o güne kadar Türk olan Osmanlı devlet yapısını çok dinli ve çok milletli bir yapıya büründürmüştür.
Yavuz Sultan Selim ise Şah İsmail ile giriştiği Çaldıran savaşından sonra (1514) Osmanlı yapısını baştan sona değiştirerek ümmetçiliği egemen hale getirmiştir.
Yavuz, Çaldıran savaşı öncesi Kürt kökenli Beylerden İdris-i Bitlisi (İdris-i Kürdi) ile ittifak yaparak bu tarihten sonra Şah İsmail’e yakın gördüğü Türk olan Alevileri katletmiş, Türk olmak artık bir suç olma durumuna getirilmiştir.

Doğu ve Güneydoğu, Akdeniz havzası, Orta Anadolu ağırlıklı olarak Türk / Türkmen boylarından oluşuyordu. Ve Çaldıran savaşı öncesi bu Türk / Türkmen boyları, kendileri gibi Türk olan, Türkçe konuşan ve yazan, tüm şiirleri Türkçe olan Şah İsmail’i (Şah Hatayi) sevmiş, ona gönül vermişlerdi. İşte bundan dolayı Yavuz döneminde Türk olmak, öldürülmek, sürülmek, hakarete uğramak için yeterli bir nedendi.

Sadece Kemah boğazında Yavuz tarafından katledilen on binlerce Alevi /Türkmen’e ilaveten her görüldüğü katledilmeleri için Şeyhülislam Ebu Suud Efendi, Zembilli Ali Efendi, Kemal Efendiler de verdikleri fetvalarla Kızılbaş dedikleri Türkmen Alevilerin kanını ve canını helal, malını ve avradını ganimet bilmişlerdi. Bu katliamlar o denli artmıştı ki örneğin Kuyucu Murat Paşa denilen Hırvat dönmesi Sadrazam, Gümüşhane, Giresun, Erzincan çevrelerinde 168 bin Türkmen’i katletmiş, kellelerinden kuleler yapmıştı.

İşte bundan dolayıdır ki Orta ve Doğu Anadolu’da yaşayan Türkmenler bu katliamlardan kurtulmak için kendilerine başka kimlikler bulmaya itilmiş, kendilerini Kürt olarak gösterenler kıyımdan kurtulmuşlardı.
Bu vesile ile Kürtlere yanaşan Türkmenler onların dillerini de öğrenmeye, onlar gibi görünmeye başladılar. Bu şekilde kısman de olsa kendilerini emniyete aldılar.
Bugün Diyarbakır, Tunceli, Maraş… gibi yörelerde yaşayan ve kendilerini Kürt gören Alevilerin aslında Türk kökenli olduğu bilinmelidir. Zaten yaşlılarımız da ”Biz Horasan’dan gelmeyiz’ derlerdi. Örneğin benim aşiretim olan Balabanlılar Erzincan ve Tunceli’de Zaza’ca konuşurlar. Ancak bu aşiretin Türk / Türkmen olduğu hem yazılı, hem sözlü kültürde hiç bir hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde kanıtlanmıştır.
Türk / Türkmen olan Safevi devletinin ilk kuruluş aşamasında Diyarbakır, Tunceli, Erzincan, Adıyaman…. gibi yerlerde çok güçlü desdekler gördüğü bilinmektedir.
Asimilasyon süreçleri yaşayan toplulukların giyim, kuşam, dil, töre… gibi kültürel kodlarının dini geleneklerden önce asimilasyona uğradıkları bilinmektedir. Hatta dinlerini değiştirme süreçleri yaşayan toplulukların bir takım dini gelenek ve inançlarını yeni dinleri içine taşıyarak orada sürdürdükleri her zaman görülmüştür.
Örneğin Şamanizmde kötü ruhları uzaklaştırmak için düğün öncesi ellere kına yakma, ağaçlara, türbelere çaput bağlama geleneği, kültürel olarak Türk kültürü içine girmiştir. Bu durum maalesef Anadolu’da yaşayan Türkler içinde geçerlidir. Neticede Osmanlı’nın dışladığı ve haklarında katliam uyguladıkları Türk / Türkmen aşiretler kendilerini bundan korumak için kendilerini Kürt olarak gösterme ihtiyacı duymuşlardır.


Çocukluğumda köylü kesimi ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılıkla geçiniyordu. Her evin ortalama 5 – 6 ineği, 10 -15 koyun veya keçisi, 15-20 tavuğu, kapısında köpeği, evin bir yerlerinde de kedileri olurdu. Elbet bu sayılar ailenin ekonomik durumuna göre de değişiyordu. Bu sayılardan çok daha fazla hayvanı olanlarda vardı. Ayrıca evinde at veya eşekleri olan, manda (camuş) besleyen aileler de vardı. Bir kısmının kümes hayvanları da kaz, ördek, hindi gibi olabiliyordu.
Ailenin kalabalık oluşuna göre de bu hayvan sayısı değişiyordu. Nihayetinde bu hayvanların sağılması, otlatılması, beslenilmesi gerekiyordu. Buna göre de ahır, samanlık vs. icab ediyordu.
Her aile sağmal olan hayvanlarını sağar, bir kısım sütü de dana veya kuzusuna bırakırdı. Koyun veya keçi kırpılır, yünlerinden ise çoraptan kazağa, döşekten yorgana kadar her şey değerlenirdi.
Doğrusunu söylemek gerekirse köy yaşamında o dönem hiç bir şey çöpe gitmiyor, çevre kirliliği de oluşmuyordu. Su ihtiyacı köy çeşmesinden karşılanır, ekmek ise değirmende öğütülen unlardan yapılırdı.
Köylü, ihtiyaç duyduğu tüketim malzemelerinin yüzde 80- 90 kısmını kendi üretiminden karşılıyordu. Çay, şeker, gaz yağı gibi evde üretilmeyen ihtiyaçlar için ise genelde bir miktar buğday veya ihtiyaca göre hayvanlarından bir kısmını satarak gideriyordu.
Ekmek dışında, yağ, peynir, yoğurt, yumurta veya et ihtiyaçlarını tamamen kendileri karşılıyordu.
Evimizde 20- 25 büyük baş hayvan içinde 7-8 ineğimiz, 40 kadar da koyunumuz vardı. Bu hayvanlar günlük olarak sağılır, sütleri akşamdan kocaman kazan içinde kaynatılır ve daha sonra mayalanır, yoğurt haline geldikten sonra yayıklarda sallandırılır ve daha sonra ince bir süzgeçten geçirilerek yağ ve ayranın ayrışması sağlanırdı. Ayranın bir kısmı evde kullanılırken, geri kalan kısmı tekrar kaynatılır ve gene süzgeçten geçirilirdi. Süzgeç üzerinde kalana çökelik olurdu ve bu, kışın yenilmek üzere çeşitli biçimlerde değerlendirilirdi. Süzgeçten geçen suyun içine ise biraz tuz serpilir, bu su koyun veya ineklere verilirdi.
Özellikle tuzlu oluşundan dolayı hayvanlar bu suyu içmek için adeta can atarlardı. Netice de evcil hayvanlar da insanlar gibi tuza ihtiyaç duyar ve bu ihtiyaç bu şekilde giderilirdi.
Köy yerlerinde küçük çocuklardan yaşlılara kadar herkes üretim ilişkisi içindedir. Herkes gücüne veya yapabileceği işe göre çalışmaktadır. Yetişkinler tarla veya bahçelerde, kadınlar ahırda veya yiyeceklerin hazırlanmasında, çocuklar da hayvanlarla ilgilenirlerdi.
Sabah güneş doğarken dedem yüksek sesle bizleri kaldırır, herkesi yapacağı işe göre görevlendirirdi.
Ancak bu zorlu yaşamın en büyük çilesini elbette kadınlar çekiyordu. Ortalık henüz ağarmadan nenem kalkar ve akşamdan mayalayıp yoğurt haline getirdiği sütü yayıkta sallar, ve biz kalkarken o da yağ ve ayranı ayrıştırmakla ilgilenirdi. Sonraki yıllarda bir süt makinesi alındı. Bu makine süt içinde bulunan yağı ayıklayarak bu zahmetli işin önemli bir kısmını azaltıyordu.

Doğrusunu söylemek gerekiyorsa kadınlar adeta programlanmış bir makine gibi çalışır, bir yandan çocuklar ile ilgilenir, onların yemesi, içmesi, sökük ve yırtıklarının dikilmesi, çamaşırlarının yıkanması ile uğraşırken öte yandan da evde ekmek ve yemek pişirmek, bunun için hamur yapmak, kışlık yiyecekler için sürekli bir takım hazırlıklar yapmak, örneğin turşu veya peynir toplamak görevini yapar, aynı zamanda da hayvanları sağar, sütlerini kaynatır, yoğurdu ile, ayranı ile ve hatta kapıdaki köpeği bile doyurmak için yiyecek hazırlamak ile ilgilenmek gibi bir sorumluluk içinde çabalarlardı. Onlara ne kadar minnet duysak azdır.

Henüz 11-12 yaşlarında idim. Güneş doğmak üzere idi. Her nedense nenemi görmem icap etti. Nenem benim geldiğimi önemsemeden güneşe doğru dönerek ve mırıldanarak Zaza’ca şöyle dua etti.
‘’Ya Yerin, göğün sahibi;
Sen cömertsin. Bizleri rahmetinden mahrum eyleme. Başta gençler olmak üzere kullarını kazadan, beladan, kötülüklerden koru. Evlat isteyene hayırlı evlat, kısmeti olmayana hayırlı kısmet nasip eyle.
Ya Yerin, göğün sahibi; Yolda, gurbette olanları kanatların altına alarak olanlara hayırlı dönüşler nasip eyle. Askerde olanlara hayırlı tezkereler ihsan eyle. Onları zalimin gazabından, şeytanın şerrinden koru. Bizi doğru yoldan ayırma.
Kullarını, depremlerden, sellerden, afetlerden koru. Kullarını açlıkla, kıtlıkla terbiye etme. Savaşlar olmasın, kan dökülmesin, masumlar yetim kalmasın.
Ya Yerin, göğün sahibi; Cömertler cömerdi. Kurdun, kuşun rızkını onlardan esirgeme. .. Cümle alemi kanatların arasına al, onları koru. Bir köşede de benim ailemi, evlatlarımı koru’’

Bu dua elbette tam olarak böyle değildi. Ancak bu ve benzer kelimeler geçiyordu. En önemli yanı ise şöyleydi.
Kendisi için bir şey dilemiyordu. Ailesi ve sevdikleri için de bir şey dilemiyordu. Önce tüm insanlık için, sonra tüm canlılar için iyilikler diliyor ve en sonunda da ‘’Bir köşede de ailemi, çocuklarımı koru, bizi şefaatinden mahrum eyleme’’ diyordu.
Yaşlılarımız bu duaları genellikle alçak sesle okurlar. Genelde güneş doğarken ona dönerek ‘’Ya Yerin, göğün sahibi’’ diyerek Tanrı’ya, bazen de aynı şekilde ‘’Ya Muhammed’’ diye başlarlardı. Bu dualar içinde bazen Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin ile Ana Fatma’nın da ismi de zikr edilir, bazen de Evliyalar ve yörede bulunan önemli ziyaretlerin ismi geçerdi.
Bu dualar toplu olarak yapılmazdı. Evin içinde değil, dışarda güneşe doğru yönelerek, onda bir hikmet olduğuna inanarak okurlardı. Alevi inancında güneş simgesi Hz. Muhammed’i, Ay ise Hz. Ali’yi bazen de Hz. Fatma’yı temsil ediyordu. Bu dualar, kişi sanki Hz. Muhammed’in karşısında imiş gibi ‘’Huşu içinde’’ okunurdu. Yürekten ve inanılarak, bazen kısa, bazen de uzunca okunurdu. Gösteriş veya reklamını yapmadan sade ve içten….

Bunlar ezberlenmiş dualar değildi. Herkes gönlünden geçtiği şekilde okurdu. Ancak bu duaları kim okursa okusun, hepsinin ortak noktaları alçak sesle okunması, dualarda önce tüm dünya insanları için hayırlı dileklerde bulunma, sonra aynı dilekleri tüm hayvanlar alemine dilemek. Ve en sonunda da adera utanırcasına, adeta mahcup insanlar gibi ‘’Bir köşede de ailemi, yavrularımı gözet’’ demeleri idi.
Bu duaları okumak / öğrenmek için her hangi bir kurs veya özel bir çaba gösterilmezdi. Herkes gönlünden geçtiği, içinden geldiği gibi sade ama huşu içinde okurdu. Ayrıca bu duaları genelde yaşlı, gün görmüş kadınlar söylerdi. Bunun zamanı ve şekli de yoktu. Sadece genellikle sabah güneş doğarken dile getirilirdi.
Bu duaları incelediğimizde dünyada huzur ve barışın ancak toplumun geniş kesiminin mutluluğu ve adaleti ile sağlanabileceği öne çıkıyor.

Hakka yürümüş olanların ruhu revanı şadu handan, devirleri ahsan ola.

Muhabbetlerimle

İLGİLİ YAZILAR

Kütüphane

Yazarlar

Çizginin Gücü

Bizi Takip edin

12,971BeğenenlerBeğen
38TakipçilerTakip Et

ŞİİR

Alevilik Takvimi

Alevilik Takvimi 2024-2025-2026

2024 13 – 15 ŞUBAT 2024HIZIR ORUCU 21 MART 2024HZ ALİ ‘NİN DOĞUMU NEVRUZ BAYRAMI(21 Mart 598) 31 MART 2024HZ ALİ ‘NİN ŞAHADETİ GÜNÜ(21 Ramazan 40 Hicri) 05/06...