Perşembe, Eylül 18, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog Sayfa 9

Ahlaksız

0

BİTTİ
GEÇMİŞINDE KALDI,
UNUTULDU GİTTİ
MİLLETE
ÖLMÜŞ AT,EŞŞEK ETİ YEDİRİP
KÖŞEYİ DÖNME AHLÂKSIZLIĞI

GELDİ BUGÜN YERİNE
MİLLETE
DİN DEVLETİ SAFSATASI
YEDİRMEYE YUTTURMAYA ÇALIŞIP
KÖŞEYİ DÖNME AHLÂKSIZLIĞI

HAKKATEN
NERDEEN NEREYE GELDİ
AHLÂKSIZ

NURİ KURTCEBE

Nubar Terziyan 6-7 Eylülü anlatıyor

0

NUBAR TERZİYAN
6-7 Eylül’ü anlatıyor
Bu ülkenin Yeşilçam olarak adlandırılan sinema diline ilgisi malum. Fakat Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan, ona o naifliği ve sıcaklığı kazandıran oyuncular, aynı ilgiye mazhar olamıyorlar. Bir nesli masallarıyla büyüten Adile Naşit’in oğlunun neden öldüğünü ve Adile Naşit’in neler yaşadığını bilmiyoruz, örneğin. Veya sigaradan sararmış bıyıklarıyla mütemadiyen komedi filmlerinin ‘paragöz’ kötü adamını oynayan İhsan Yüce’ye müthiş şiirler yazdıran o büyük aşktan bihaberiz veya ‘çirkin dev’ Yadigar Ejder’in neden yokluk içinde bir parkın bankında öldüğünden haberimiz bile yok. Ama neyse ki, Sezercik’in Ayşecik’le baktıkları bebek için çaldığı sütü dökmeyen ve onlar için bizle birlikte gözyaşı döken Nubar Terziyan’ın bilinmezliğini yıkan ve meraklarımıza deva olan hatıraları var.

Yavuz Turgul’un bir filminde resmettiği gibi, cemaatin azlığının rahmetliye saygısızlık olacağını düşünerek, Müslümanlarla cenaze namazında saf tutacak kadar güzel bir insan olan Terziyan’ın, 1985’te Jamanak gazetesine yazdığı anılarından oluşan ve 1995’te hemen ölümünün ardından İletişim Yayınları tarafından basılan Ne İdim, Ne Oldum kitabı, bu kuraklıkta az görülen bir vaha adeta. Bu sefer ‘klasik’ cümleyi tersten kuralım: Terziyan, muzır, çok şakacı, girişken, konuşkan ve çok sevimli bir adam ama Ermeni. Doğduğu 1909’dan beri devlet politikaları, Ermenilere neler çektirmişse, hepsi onun da başından geçiyor elbet.

1941’de “meş’um ve zelil” yirmi kur’a askerlik ‘vazife’sini yerine getirmek için ‘tekrar’ askere çağrılır örneğin. İstanbul’un muhtelif yerlerinde tamamlar 14 ayını. Varlık Vergisi’nden ise hiç bahsetmez kitabında, fakat en çarpıcı ve uzun anısı 6 Eylül 1955’le ilgili.
Bayrak asmayanların kepenklerini ve camlarını kırın

Terziyan, 6 Eylül akşamı, Osmanbey’de zemin katta bulunan evinde, “büyük keyifle gazetesini” okurken, eşi Katrin Hanım, sokaktan gürültüler geldiğini söyleyerek, Terziyan’ı uyarır. İlk başta, bunun kuruntu olduğunu düşünerek, pek aldırış etmez. Aslında gazete keyfini bölmeye hiç niyeti yoktur. Sesler giderek artar, “kulakları sağır eden bağırışmalar” artık evlerine kadar geliyordur. Terziyan, ne olup bittiğini anlamak için sokağa çıkar ve “Bayrak asın!” diye bağırarak gelen bir insan topluluğuyla karşılaşır. Eşinin eline tutuşturduğu bayrağı, camın önündeki parmaklıklara assa da, olan bitene hiçbir anlam veremez. “Bayrak asmayanların kepenklerini ve camlarını kırın” komutunu duyunca, bunun anı kurtarmak için bir zorunluluk olduğunu anlar. Oturdukları apartmanın kapıcısının kapıya astığı dev bayrakla artık güvence altındadırlar. Ama sokağın karşısındaki kırtasiyeci arkadaşı aklına gelir, hemen kendi penceresindeki bayrağı alıp, onun kepengine bir şekilde iliştiriverir. Kalabalık, “kepenkte bayrak var” diyerek dükkanın önünden geçip gider. Yıkıcı güruhun gazabından, arkadaşının dükkanı da kurtulmuştur. Terziyan biraz rahatlamıştır, fakat aklına Balıkpazarı’nda oturan kızkardeşi gelir. Bir bayrak alıp ona gitmeye karar verir.
Aya Triada’yı yakacaklardı

Zaten Şişli’den ve Kurtuluş’tan gelen büyük bir kervan, Taksim’e doğru ilerlerken, aralarına katılır. Etrafa dağılan eşyalar, kırılan cam parçaları ve büyük bir gürültünün içinden geçerek Meydan’a varır. Birden yan tarafındaki grubun konuşmalarına şahit olur: Ellerinde dükkanlardan çaldıkları gaz tenekeleri olan insanlar, Aya Triada Kilisesi’ni yakacaklar! (Nubar Terziyan, doğrudan Aya Triada’nın ismini vermiyor, fakat Meydan’da bulunan insanların “şu ibadet yerini yakalım” dediklerini duyduğu söylüyor.)

Terziyan, kalabalıkta “gidecek bir delik dahi” bulamadığından, Kilise’ye doğru ilerleyen insanlarla birlikte oraya doğru sürüklenir. İçinde bulunduğu kalabalık, biraz olsun dağılır ve Terziyan kendini, insanların bıraktıkları gaz tenekelerinin yanı başında bulur. Ne olursa olsun, Kilise’nin yakılmasını önlemeye karar verir. O sırada, oluşan bir karışıklığı fırsat bilerek, önünde duran iki tenekeden birini tekmeler ve gazı döker. Sıra diğerine gelmiştir, tenekenin başında “adeta nöbet tutarak” kimsenin almasına izin vermez ve kalabalığın görmediğini düşündüğü bir anda, ikinci tenekeyi de deviriverir. Tam rahatlamışken, kendisine gelen bir güruhu fark eder. Ellerinde ucuna bez sardıkları sopalar taşıyan kalabalık, gaz tenekelerini almak için gelirken, Terziyan’ın gazı döktüğünü görmüştür ve üzerine “İşte orada, bu, orada” diye bağırarak gelmektedir. Bu sırada, Kilise’yi yine de yakmak için ellerindeki sopaları, yerdeki gaza bulamayı da ihmal etmezler. Tam sopalar Terziyan’ın kafasına inecekken, “Etraflarını çembere alın!” diye bağıran gür bir ses duyar. Bir grup asker ve polis, Terziyan’ın da aralarında bulunduğu kalabalığı tutuklar.

Saymakla bitmeyecek kadar çeşitli eşyalar

Polisler, bu grubu Bursa Sokağı’nda bulunan kararkola götürürler, fakat bu karakol, herkesi almadığı için bir kısmı başka bir karakola nakledilir. Herkesi karanlık bir odaya koyarlar. Odada, Terziyan’ın elini cebine atacağı kadar bile bir boşluk yoktur. Kapı kapanır, tavanda çok hafif bir ışık belirir ve herkes yavaş yavaş odaya yerleşmeye başlar. Terziyan’a, yan tarafındaki, “Arkadaş, içersin” diyerek birkaç paket sigara uzatır ama Terziyan reddeder. Bir anda fark eder ki, odadaki herkes birbirine sabun ve sigara gibi şeyler teklif etmekte. Bir gaflet anında, sabunu almayı düşünür ama sonra düşünür ve arama yapıldığında üstünden bunların çıkması halinde, kendisinin de “çapulcu” zannedileceğine karar verir. Bir süre sonra, kapı açılır ve bir ses, “Herkes teker teker çıkacak ve dışarıda üçer kişilik sıra olacak” komutu verir. Kapıya doğru yaklaştıkça, bir şeylere bastığını fark eder ve bunların ne olduğuna baktığında gözlerine inanamaz: “Pırıl pırıl makaslar, bıçaklar, esanslar, çeşit çeşit sigaralar, iç çamaşırları, çatal bıçaklar, çeşit çeşit kadın kolyeleri ve küpeleri, çeşit çeşit içkiler, kadın süsleri, çantalar, saymakla bitmeyecek kadar çeşitli eşyalar…”
Selimiye Kışlası’na gidiyorlar

Konvoy halinde karakoldan ayrılırlar ve Ağa Cami’nin önünde onları bekleyen tramvaya binerek Emniyet Müdürlüğü’ne doğru yola çıkarlar. Emniyet Müdürlüğü’nde nezarethaneye konulurlar, burası daha da kalabalıktır ve manzara daha da beterdir. İki ceket ve üstüne pardesü giyenler, ayaklarına olmayacak kadar büyük veya küçük iskarpinleri ayaklarına geçiriverenler, pantolonları üst üste giyenler… İnsanların cepleri ise adeta bakkal, tuhafiye ve kırtasiye dükkanı…

Burada da bir süre bekledikten sonra, Selimiye Kışlası’na götürülmek üzere, yine tek sıra halinde dışarıya çıkarılırlar. Etraflarında süngülü jandarmalarla Sirkeci’ye kadar yürüyüp, oradan arabalı vapurla karşıya geçeceklerdir. Yandan çarklı bir arabalı vapur tıka basa doldurulur ve Anadolu yakasına doğru yola çıkılır. Vapur, Sarayburnu’nu geçerken, çok iyi bir yüzücü olan Terziyan, denize atlayıp, hâlâ etraf karanlıkken gözden kaybolmayı düşünür. Kışla’dan çıkıp çıkamayacağından emin değildir. Fakat vazgeçer. 45 dakikalık bir yolculuktan sonra, hangi iskeleye yanaştığına Terziyan’ın dikkat bile etmediği vapurdaki kalabalık yavaş yavaş boşaltılmaya başlanır. Ön taraftan çıkan bir kargaşaya müdahale etmek için vapurun önüne giden jandarmaların yokluğunu fırsat bilen Terziyan, bir anda makine dairesine dalar ve orada bir süre saklanır. “İskele alabiliriz artık” sesini duyduğunda, artık buradan çıkma vaktinin geldiğini düşünür. Makine dairesinden tam çıkacakken, bir gemiciyle karşılaşır ve gemici onu tanır: “Nubar Bey, gemide film çevirdiğinizi bilmiyordum.” Onu tanıyan gemiciye derdini anlatınca, gemici, onu vapur Kabataş’a yanaşana kadar kamarasında saklar. Vapurdan inerken de, Terziyan’la arkadaşıymış gibi sohbet ederek, askerlerin dikkatini çekmemesini sağlar.

Terziyan, bu anılarını anlatırken, olayların ismini koymuyor. Bunları, başından geçen sıradan maceralarmış gibi naif ve heyecanlı bir dille anlatıyor. Hiç yaralanmamış ve etkilenmemiş gibi kalender bir tavır takınıyor. Hatta 6-7 Eylül anısını anlatırken, araya ihtiyarlamak ve aşık olmak meselelerini sıkıştıracak kadar, anlattıklarını önemsemez görünüyor. Bunda en büyük pay elbette ki, Cumhuriyet’in ve anılarını kaleme aldığı dönemin baskı ortamının. Döne dolaşa kendisine biatı, özellikle de azınlıklardan talep eden bu sistemin içinde, korunaklı bir sessizlik ve içe kapanma veya atma gibi refleksler, elbette ki çok anlaşılabilir. Zaten Terziyan’ın, bu uzun ayrımcılık ve baskı döneminde, bu kadar göz önündeyken bile, sadece hiç ismini değiştirmemesi ve kimliğini gizlememesi dahi, çok önemli bir direniştir.

.

Karşı Taarruz

0

26 AĞUSTOS 1922 DE

İSTİLACILARA YAPILAN

BÜYÜK TAARUZA

KARŞILIK

80 YIL SONRA

2002

SAHTE

GENEL SEÇİMİYLE

YAPILAN

AMERİKAN YAPIMI

KARŞI BÜYÜK TAARRUZ

NURİ KURTCEBE

İNSAN OLAN İNSANLA HİÇ BİR DERDİM OLMAZ

0

İNSAN OLAN İNSANLA
HİÇ BİR DERDİM OLMAZ

İSTER AMERİKALI İSTER ALMAN FRANSIZ
JAPON AFRİKALI ESKİMO
HİÇ FARK ETMEZ
YETER Kİ İNSAN OLSUN
DOĞULUSU BATILISI
ALEVİSİ SÜNNİSİ
HİRİSTİYANI MÜSLÜMANI
ÇERKEZİ ERMENİSİ
KÜRTÜ RUMU YAHUDİSİ
HİÇ FARK ETMEZ
İNSAN OLMALARI YETER BANA
IRK AYRIMI YAPMAM
YAPANLARI DA SEVMEM
ÇOK İNSANA İYİLİK YAPTIM
BUGÜNE KADAR BİLEN BİLİR BENİ
AMAA
HEM
BU TOPRAKLARDA YAŞAYIP
HEM DE
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’E
DİL UZATAN
ÖZ KARDEŞİM BİLE OLSA
TANIMAM, ACIMAM

İNSAN OLAN İNSANLA
HİÇ BİR DERDİM OLMAZ

NURİ KURTCEBE

Hukukta gelinen Durum

0

Milli Eğitim

0

“Akla kapalı, bilime kapalı, medreselerinde fen bilimleri olmayan yobaz zihniyet” yıktı..

0

İngiltere Kraliçesi Victoria Sultan Abdülmecit’e İstanbul’da bir Anglikan Kilisesi yaptırmak isteğini iletti. Abdülmecit bu isteği kabul etti, İngilizlere Tünel ile Tophane arasında yer verdi. Kilise yapımı 10 yıl sürdü.

22 Ekim 1868’de kilise ibadete açılacaktı.
Sultan Abdülmecit ölmüş, yerine Sultan Abdülaziz geçmişti. Kraliçe Victoria, kilisenin açılışı anısına Abdülaziz’e son model bir otomobil armağan etti. Osmanlı sarayından bir kişiye de otomobili sürmesi öğretildi. Bu İstanbul’un gördüğü ilk otomobildi.

Fakat çok önemli bir sorun vardı: Halk otomobili görünce şeytan görmüş gibi tabanları yağlayıp kaçıyordu; kaçanların en önünde de medrese hocaları ve öğrencileri vardı. “Zatü’l-Hareke” (Kendi kendine hareket eden zat) denilen bu aracın “şeytan işi olduğu kulaktan kulağa bütün İstanbul’a yayıldı.

“Zatül Hareke”nin şeytanlığından huzursuz olan Sultan Abdülaziz, Şeyhülislam Hacı Mehmet Refik Efendi’den fetva istedi. Ancak Şeyhülislam haftalarca uykusuz kaldı, ayetlerde, hadislerde konuyla ilgili bir yorum aradı, bulamadı…
En sonunda “Bu otomobilin şeytan işi olduğu” fetvasını verdi ve Haliç’ten denize atıldı.
Bu fetvadan sonra İstanbul’a 40 yıl otomobil giremedi. Bazı zenginler özellikle Yahudiler el altından otomobil getirdiler ama “Bilim ve fenne önem veren Sultan” olarak yeni nesillere anlatılan Abdülhamit “Yollar bozulur, kazalar olur” korkusu ile bu otomobillerin kullanılmasına yasak getirdi.
Acaba Abdülhamit, Şeyhülislam Hacı Mehmet Refik Efendi’nin “şeytan işi” fetvasından mı korkmuştu?..
Arabanızın direksiyonuna geçtiğinizde “Osmanlı’yı kim yıktı?” sorusu aklınıza gelirse bu verdiğim bilgileri anımsayınız.
Osmanlı’yı Batı yıkmadı, İttihatçılar yıkmadı, Yahudi bankerler yıkmadı işte bu “Akla kapalı, bilime kapalı, medreselerinde fen bilimleri olmayan yobaz zihniyet” yıktı..

Dadaloğlu

0

Dadaloğlu’nun doğum ve ölüm tarihleri hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber eldeki kaynaklardan 1785-1868 olarak belirlenmiştir.Yani Dadaloğlu’nun 18.yy’ın son çeyreğinde doğup 19.yy’ın ortalarında öldüğü bilinmektedir.

Güney’deki Türkmenlerin Avşar boyundadır. Dadaloğlu, bir köylü ozan olduğu için Divan şiirinden hiç etkilen­memiştir. Şiirlerinin büyük bir bölümü tarihsel ve toplumsal olaylardan kaynaklanmıştır. Osmanlı Devleti Toroslardaki Türkmen göçerlerini zorla köylere yerleştirmeye kalkınca, buna karşı ayaklanan Türk­menleri destekleyen şiirler yazmıştır. Dadaloğlu’nun şiirleri yazılı kaynaklar aracılığıyla değil sözlü gelenek sayesinde bugüne ulaşmıştır. koşma, destan, semai ve varsağı söylemekle bir­likte asıl kişiliğini, sanatını türkülerinde göstermiştir. Koçaklamaları Köroğlu‘nu, sevgi ve doğa şiirleri Karacaoğlan‘ı andırır. Söyleyişi çağdaşı diğer ozanlara göre daha da yalındır.

Koşma
Çıktım yücesine seyran eyledim
Cebel önü çayır çimen görünür.
Bir firkat geldi ki coştum ağladım
Al yeşil bahçeli Kaman görünür.

Şaştım hey Allah’ım ben de pek şaştım
Devrettim Akdağ’ı Bozok’a düştüm
Yozgat’ın üstünde bir ateş seçtim
Yanar oylum oylum duman görünür.

Biter Kırşehir’in gülleri biter
Çığrışır dalında bülbüller öter
Ufacık güzeller hep yeni yeter
Güzelin kaşında keman görünür.

Gönül arzuladı Niğde’yi, Boru
Gün günden artmakta yiğidin zârı
Çifte bedestanlı koca Kayseri
Erciyaş karşısında yaman görünür.

Dadaloğlu’m da der zatından zatı
Çekin eyerleyin gökçe kır atı
Göçmek değil bizim ilin muradı
Ak yâre gitmemiz güman görünür.

Aslımı sorarsan Avşar Soyundan
Aslımı sorarsan Avşar soyundan
Ayrı düştüm aşiretten beyimden
Pınarbaşı’ndan da beş yüz evinen
Çıkıp da cana kıyanlardanım

Çekerim çileyi böyl’olsun bugün
Alırım mı sandın şol Kozan Dağın
Biz bir kurt idik de Bozoklu köyün
Ürkütüp sürüsün yiyenlerdenim

Dadaloğlum der de böyle olmazdım
Gördüğüm günlerin birini görmezdim
Kavga kızışınca geri durmazdım
Meydanda kardaşa kıyanlardanım

Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Kalktı göç eyledi Avşar elleri
Ağır ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir

Belimizde kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın, dağlar bizimdir

Dadaloğlu’m birgün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir

Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Yedi iklim dört köşeyi dolandım
Meğer dünya her tarafta bir imiş
Ben dünyayi Al’Osman’ın sanırdım
Meğer dünya yüz sultanlık yer imiş

İrili ufaklı insan piç oldu
Onlar doğdu geçinmesi güç oldu
Altı Arap atı şahbaz nic’oldu
Mamur sandım yalan dünya çürümüş

Okuduğun tutmaz oldu alimler
Kalktı da adalet arttı zulümler
Terlemeden mal kazanan zalimler
Can verirken soluması zor imiş

Kulak verdim dört koşeyi dinledim
Meğer gıybetimi eden coğ imiş
Çok yaşayıp mihnet ile ölmeden
Az yaşayıp dem sürmesi yeğ imiş

Dadaloğlu’m der ki sözüm vasiyet
Benim sözümü dinleyene nasihat
Besmelesiz kazanılan piç evlat
O da dünyada ziyankar imiş

Yine tuttu Gavur dağı’ın boranı
Yine tuttu Gavur Dağ’ın boranı
Hançer vurup açarlardı yaramı
Sana derim Mıstık Paşa ereni
İçindeki bunca beyler nic’oldu

Sabahaca kandilleri yanardı
Soytarılar fırıl fırıl dönerdi
Ha deyince beşyüz atlı binerdi
Sana inip konan beyler nic’oldu

Ağlayı ağlayı Dadal’ım söyler
Vefasız dünyayı şu insan n’eyler
Bir yiğidi bir kötüye kul eyler
Şimd’en sonra yaşaması güç oldu

Yüce dağ başında Kamber Tay olur
Yüce dağ başında Kamber tay olur
Korkarım ki emeklerim zay’olur
Sevda sevda derler üç beş ay olur
Bizim sevda senesini doldurur

Arkını yaptım da suyu akmıyor
Kahpe felek hiç yüzüme bakmıyor
Çok yuva bekledim cücük çıkmıyor
Boş yuva bekleyen yoz kuşa döndüm

Şu felekle bir oyuncak oynadım
Oynadım da oyunumda yenildim
Farzını kıldım sünnetinde yanıldım
Beş vakit namazı kılmışa döndüm

Der Dadaloğlum da nedip n’etmeli
Sözlerimi birem birem tutmalı
Mirasçıya kalacak malı n’etmeli
Üç beş oğlan olmadıktan gerü

Sana derim Hasan kalesi
Sana derim Hasan Kalesi sana
Alt yanında döğüş oldu, yön oldu
Yiğit olan yiğit çıktı meydana
Koç yiğitler arap ata bin oldu.

Akşamki gördüğüm şu kara düşler
Hesaba gelmedi kesilen başlar
Eyerlen atımı küçük kardaşlar
Hünkâr tarafından bize gel oldu.

Akşamınan ikindinin arası
Aldı beni şu düşmanın yarası
Ecel geldi ölmemizin sırası
Ağladı el-oba gözü kan oldu,

Dadaloğlu’m der ki belim büküldü
Gözümün cevheri yere döküldü
Üçyüz atlı ile cenge çıkıldı
Yüzü geldi iki yüzü dön oldu.

Her sabah seyran gezerken
Her sabah, her sabah seyran gezerken
Iras geldim selvi boylu fidana
Top top olmuş kirpikleri bölünmüş
Hoş benzettim samur kaşlar kemana

Al yanağın elmas m’ola kar m’ola
Capraz vurmuş düğmeleri dar m’ola
Acep mislin şu cihanda var m’ola
İnsem gitsem Hindistan’a Yemen’e

Eliftir kirpiği İra’dır kaşı
Bu güzellik sana Mevla bağışı
Arasam cihanda bulunmaz eşi
Hiç mislin gelmemiş devr-i zamana

Dadaloğlum der de, hûbların hası
Ferhat’ın Şirin’i Mecnun Leyla’sı
Aklım eğlencesi gönlüm yaylasi
Bir yel esti başımdaki dumana

Ilgıt ılgıt seher yeli esiyor
Ilgıt, ılgıt seher yeli esiyor
Gâvur dağlarının başı dumanlı.
Gönül binmiş aşk atına aşıyor
Bire beyler cünunluğun zamanı mı?

Aşağıdan iskân evi gelince
Sararıp da gül benzimiz solunca
Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca
Kaypak Osmanlılar size aman mı?

Aşağıdan iskan evi geliyor
Bezirgânlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa devir döndü âhir zaman mı?

Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şahlan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlı’ya aman mı?

Dadaloğlu’m sevdası var başımda
Gündüz hayalimde, gece düşümde
Alışkan tüfekle dağlar başında
Azrail’den başkasına aman mı?

Kaynat muhabbetin, kazanın kaynat

0

Kaynat muhabbetin, kazanın kaynat
Bir nasihat eyle dostlara dinlet
Gevher deryasında gevher al da sat
Azizim Sultanım sen safa geldin.
.
Sohbette hezaran muhabbet açar
Mümin kullarına Hak rahmet saçar
Yari olan yarinden geçer
Azizim Sultanım sen safa geldin.
.
Yari olan arar yarini bulur
Eser bad-ı saba gönlüm de farır
Yükün katerlenmiş Nevruz’dan gelir
Azizim Sultanım sen safa geldin.
.
Abdal olan giyer hırkayı şalı
Yar için çekeriz ah ile zarı
Er irfan ceminde süreriz demi
Azizim Sultanım sen safa geldin.
.
PİR SULTAN ABDAL’ım ağladım güldüm
Yardan ayrılalı dar halde kaldım
Çok şükürler olsun cemalin gördüm
Azizim Sultanım sen safa geldin.
.
PİR SULTAN ABDAL

Yürüdüm yol boyu, düşündüm biraz

0

Yürüdüm yol boyu, düşündüm biraz
Nasıl hükmediyor meta insana.
Vicdanlar kilitli, akıllar araz,
Acıma hissini dar eder cana.

Aşk kelepir kalmış mal pazarında,
Sevgi sadakatsiz mülk nazarında,
Saygı bir nostalji yol kenarında.
Bu ruhsuz yoldaşlık zor gelir cana.

Her canlı can taşır, doğrudur ama,
Hayvan ile kıyas ar dır insana,
Sevgiyi bulmazsa, insan insanda,
Merhamet kök salmaz, tas olur cana.

İnsanın aklı dır, hayvandan farkı,
Aklı kullanırsan, döndürür çarkı,
Yaşta değil başta, dolsa da kırkı,
Akılsız baş cefa verir tabana.

Aşkı egosuna kurban eden can,
Bundan ne haz duyar, nede heyecan,
Damak duyarsız aş, olmaz patlıcan,
Çene boş çalışır, beden yük cana.

Çağdaşi hiçbir can, kalmaz cihanda,
Aş ekmek kesilir virane handa,
Duymaz selamını dostlar mihman da,
Viran olur mekan kalmaz canana.

        
            Süleyman Bektaş 
             Ozan Çağdaşi