TANJU OKAN – BU BENİM HALKIM (1975)
Bir sevgi dolmuş yürekten
Bir kuvvet bütün evlerden
En yüce günde analar
Kurtlar kuşlar olmuş halkımı yaratan
Gözleri çakmak heryerde
Mertlikte yoktur üstüne
İşte bu benim halkımdır
Bu benim halkım
Sevdalar taşır yürekte
Aslanlar yatar gönlünde
İşte bu benim halkımdır
Bu benim halkım
Bir garip olur akşamlar
Gün doğar güneş ışıldar
Yaşlı genç seni selamlar
Merhabalar olmuş halkımı yaratan
Bir çocuk doğmuş köylerde
Ak sütü tatmış kucakta
El öpmüş kutsal bayramda
Saygısıdır benim halkımı yaratan
Fakir Baykurt saygıyla anıyoruz
15 Haziran 1929; Yeşilova, Burdur – 11 Ekim 1999, Essen, Almanya)
Bugün, Anadolu insanının diliyle konuşan büyük yazar Fakir Baykurt’un ölüm yıldönümü.
Gerçek adı Tahir Baykurt’tu. “Tahir fazla resmî,” dedi; “Ben fakirim ama halkın fakiriyim.”
Ve böylece edebiyatımıza “Fakir Baykurt” olarak geçti.
1929’da Burdur’un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy’de doğdu.
Babası Kara Veli, annesi Kara Elif’ti.
Yoksulluğun, savaşların, yokluğun içinden çıktı.
Babası, 14 yıl askerlik yaptıktan sonra kağnıdan düşüp öldüğünde Baykurt henüz 9 yaşındaydı.
Dayısının “okutacağım” vaadiyle köyden ayrıldı ama bu gidiş bir sürgüne dönüştü.
Dayısı onu çalıştırdı, savaş başlayınca da askere gitti.
Fakir Baykurt, yengesine ve çocuklarına bakarken büyüdü.
Yoksulluğun ve emeğin anlamını o yaşlarda öğrendi. Köy Enstitüleri kuşağındandı.
Gönen Köy Enstitüsü’nden 1948’de mezun oldu.
Öğretmenliğe başladı; Anadolu’nun köylerinde çocuklara yalnız okuma yazma değil, düşünmeyi öğretti.
Edebiyata şiirle girdi.
İlk şiiri 1945’te yayımlandı: “Fesleğen Kokuluma.”
Ama kısa sürede köy hikâyelerine yöneldi; orada hem yaşamı hem de sınıf mücadelesini buldu.
İlk kitabı Çilli (1955).
İlk romanı Yılanların Öcü (1959).
Bu romanla Yunus Nadi Ödülü’nü kazandı — çünkü halkın sesi artık edebiyata karışmıştı.
Ardından geldi: Irazca’nın Dirliği, Kara Ahmet Destanı, Kaplumbağalar, Tırpan…
Onun kahramanları ağalar değil, köylülerdi.
Toprakla, kuraklıkla, haksızlıkla, kaderle mücadele eden insanlar…
Kadın karakterleri — Irazca gibi — Anadolu’nun direniş ruhunu taşıdı.
1965’te Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) kurucu başkanı oldu.
Öğretmenlerin örgütlenmesi için verdiği mücadele yüzünden sürgün edildi, soruşturmalara uğradı.
Ama halktan kopmadı, çünkü o halkın içinden doğmuştu.
1970’lerde ve 80’lerde Almanya’ya göç eden işçilerin hikâyelerini anlattı:
Gece Vardiyası, Yüksek Fırınlar, Duisburg Treni, Koca Ren…
Yurdundan kopan insanların iç göçünü, yalnızlığını, özlemini yazdı.
“Sanat engelleri aşmak, devrim yapmaktır,” derdi.
Roman, halkı uyandırmanın bir yoluydu onun için.
Gerçekçiydi ama asla umutsuz değildi:
“Yoksulun yüzüne gülmeyen bir edebiyat, bana göre değildir.”
Eleştirmenler onu “köy romancısı” olarak anladı.
Ama o şöyle dedi:
“Ben ne köy ne şehir yazarıyım. Ben insanın yazarıyım.”
Almanca, Fransızca, Rusça, Bulgarca, Hollandaca, Gürcüceye çevrilen eserleriyle,
dünyaya Anadolu’yu tanıttı.
İki şiir kitabı da yayımladı: Bir Uzun Yol ve Ateş Dikenleri.
11 Ekim 1999’da Almanya’nın Essen kentinde pankreas kanseri nedeniyle hayata veda etti.
Cenazesi Türkiye Yazarlar Sendikası önünde yapılan törenle uğurlandı,
Zincirlikuyu’da toprağa verildi. Fakir Baykurt, yalnız bir yazar değil, bir halk öğretmeniydi.
O, köy enstitülerinin, emeğin, direnişin, halkın sesiydi.
Onun kalemiyle köyler konuştu, kadınlar direndi, insanlar bilinçlendi.
Bugün onu bir kez daha sevgiyle, saygıyla, minnetle anıyoruz.
“Romanımda halkın soluğunu duymayan kalem, kalem değildir,” demişti.
Onun kalemi hâlâ Anadolu’nun rüzgârında uçuşuyor. EDİTÖR
Fakir Baykurt, evlerinin önüne açılan kahveden gelen hoş kokulara dayanamaz ve “Çay isterim, ille de çay!” diye tutturur. Çayın da yeni yeni içilmeye başladığı günlerdir. Anası oğluna kıyamaz; elinden tutup kahvenin önüne götürür ve kahveciyi çağırıp, “Hüseyin, bir bardak çay getir!” der.
Ağzı yanar, bardağı atar.
Çay gelir; çayın nasıl içileceğini bilmeyen Fakir Baykurt, sıcak çaydan hızla bir yudum içer; ağzı yanınca bardağı yere atar. Çay dökülür ama yer toprak olduğu için bardak kırılmaz. Fakir Baykurt, “Anam şimdi vuracak mı? Şurama mı vuracak? Burama mı vuracak?” diye beklerken anası kahveciyi yeniden çağırır:
“Hüseyin, bir çay daha ver!”
Fakir Baykurt’a ikinci çay gelir. Çayı üfleyerek içer. Yıllarca anasına sorup durur:
“Anacığım, o gün çayı döktüm; bir tokat vurmadın; neden vurmadın?”
Bu sorunun cevabını anası yıllar sonra, oğlunun öğretmenlik yaptığı köy okulunda verir. Oğlunun sınıfını görmek isteyen Elif Baykurt o gün sınıfa girer; oğlunun ders vermesini izler. Beş sınıfı birden okutan Fakir Baykurt, anasının ders izlemeye geldiği günü şöyle anlatır:
“Sınıfta estim, gürledim!”
— Nasıl, beğendin mi öğretmenliğimi?
Ders bitince dışarı çıkarlar. Fakir Baykurt anasına sorar: “Anacığım, beğendin mi öğretmenliğimi?” Anası: “Eh, işte, fena değil!” Fakir Baykurt: “Nasıl fena değil? Müfettişler geliyor; iyi veriyor, pekiyi veriyor. Sen de ‘fena değil’ diyorsun; nasıl olur böyle?” Anası cevap verir:
“Yıllarca sordun, durdun. Şimdi söylüyorum — aç kulağını, dinle! Ben sana çay döktüğün gün kızsaydım, içindeki aslan küserdi. Dövseydim, o aslan ölürdü! Böyle öğretmen falan olamazdın. İşte sen de benim yaptığımı yap ve sakin ol. Dayak atıp bu çocukların içlerindeki aslanı sakın öldürme!”
Türk hikâyeci, romancı, şair, sendikacı ve öğretmen Fakir Baykurt’u saygıyla anıyorum.
Kızılırmak’la Söyleşi!
Renginin kızılı acep kandan mı?
Madımak’ta yanan nice candan mı?
Kızılbaşlar Piri Pir Sultan’dan mı?
Kan kızıl akarsın Kızılırmağım
Nasıl dayanırsın dertlerin başı
Silinsin tarihten bu derdi taşı
Belki de Pirim’in kanlı gözyaşı
Suyuna karışmış Kızılırmağım
Uzak mıydı sana kan Kızıldere
Bizleri yaktılar belki bin kere
Bilir misin acep Madımak nere?…
Hadi ayağa kalk Kızılırmağım!…
On’lar yürüdüler, öncü Mahir’di
İkrar vermişlerdi, On’u da birdi
“Yoldaş Deniz için” savaşa girdi
Niye korumadın Kızılırmağım?!…
Şarkışla, Gemerek bu kimin işi
Sana mihman oldu, canım üç kişi
Halkların umudu, Deniz Gezmiş’i
Hoyratlara verdin Kızılırmağım!…
Umutlar körelmiş, kurumuş rahim
Anadolu yoksul, durum çok vahim
Yürüdü Dersim’e Yoldaş İbrahim
Gördün mü yollarda Kızılırmağım?
Düzenin yaşama sinmiş kiri var
“Yaşamak direnmek” diyen biri var
Bu mazlum halkların Kemal Pir’i var
Onu tanıdın mı Kızılırmağım?…
Hazan mevsiminde, iklim isyandı
Özgürlük aşkına canlar adandı
Amed zindanında ÜÇ KİBRİT yandı
Işığı gördün mü Kızılırmağım?…
Gahi sıcak aktın, gahi de serin
Yüreğin yufkadır, yatağın derin
Dönüp bir baksana mazlum Kürtler’in
Köyleri yanıyor Kızılırmağım
Yoldaşı olsana Dicle, Fırat’ın
İnsan sevgisinden barış yaratın
Savaşı süpürüp denize atın
Bir daha gelmesin Kızılırmağım
Kızıldağ’dan bir yol Munzur’a baksan
Dersim’den dolaşıp Amed’e aksan
Yüreğimiz acır bil ki sen yoksan
Hawarımız sana Kızılırmağım!…
Yalvarırım, n’olur İnadı bırak
İçimde yangın var çöl gibi kurak
Bendini patlat da yüreğime ak
Söndür şu ateşi Kızılırmağım
Dedem Sultan derdi “Yıktın mı bendin?”
Özgür değil isen, kimdir efendin?
Salınıp, süzülüp sadece kendin
Akma bir başına Kızılırmağım
Çorum’da, Maraş’ta, kanlı Sivas’ta
Beni de götürüp Banaz’da as ta
Yavuz’dan bu yana çekilen yasta
Söyle, Neredeydin Kızılırmağım?.
Doğduğun topraklar ozanlar yurdu
Saldılar üstüne çakalı, kurdu
Kanarsın içinden, seni kim vurdu?
Niye susuyorsun Kızılırmağım!…
Seninle dertleştim, alınma sakın!…
Kaldır başını da çevrene bakın
Bedrettin, Börklüce, Baba İshak’ın
Sana bakıyorlar Kızılırmağım
BÜLBÜLİ ŞEYDA’yım, figan eylesem
Derdimi sırrımı, sana söylesem
Gitmiyor içimden acep neylesem?
Beni yakan ateş Kızılırmağım…
(Kemal BÜLBÜL – 21 Eylül 2002 – Kızılırmak Kıyısı)
Bu nasıl gidiştir, giden dönmüyor
Bu nasıl gidiştir, giden dönmüyor
Yolcuda bir hal var, yolda bir hal var
Garip bülbül boşa figan eylemez
Bahçede bir hal var, gülde bir hal var
Geçip gideceğim, yol vermez dağlar
Fırat hırçın coşmuş, dev gibi çağlar
Emek verdim, meyve vermedi bağlar
Fidanda bir hal var, dalda bir hal var
Seyfili çaresiz didindim durdum
Dünyanın kahrında bıktım yoruldum
Efkarlandım, aldım sazım oturdum
Perdede bir hal var, telde bir hal var
Hüseyin Yorulmaz (Ozan Seyfili) Dede
İlahi Mustafa Mürteza hakkı
İlâhi Mustafa Mürteza hakkı
İnsan-ı Kâmilden ayırma bizi
Yüz-i yirmidörtbin Enbiya hakkı
İnsan-ı Kâmilden ayırma bizi
Desti girimizdir İmam-ı Hasan
Hüseyn-i kerbelâ şah-ı şehid’an
İmam Zeynel, İmam Bakır elaman
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi
Caferi Sadık cümlemizin serveri
Musa Kâzım, Rıza yolun rehberi
Medet mürvet Taki, Naki, Askeri
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi
Muhammed Mehdi’dir şah-ı velâyet
İşitir cihanı nuru hidayet
Niyazımız budur her dem her saat
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi
SIDKI’ yam dünyaya eyleme heves
Ruh pervaz edep de kalır bu kafes
Ya ilâhi evvel ahir son nefes
İnsan-ı kâmilden ayırma bizi
Allah Allah…
Ayrılık zamanı geldi erenler
Ayrılık zamanı geldi gaziler
Yakar bu sinemi nar dertli dertli
Ah ettikçe ciğerlerim sızılar
Ağlayıp ederim zar dertli dertli.
Gel karşıma dal boyunu göreyim
Bir dolu ver muradıma ereyim
Sana bir yadigâr mendil vereyim
Sil çeşmin yaşını var dertli dertli.
Geçen sohbetleri düşün hayal et
Sen de benimi için ağla melal et
Ayrılık vaktidir hakkın helal et
Kuşlardan haberim sor dertli dertli.
Sefil Sıdki çağırırım erlere
Aktı çeşmim yaşı döndü sellere
Düştü nasibimiz gurbet ellere
Gözle yollarım yar dertli dertli.
Deme
Bir bilinmez ufuktayız
Gök perde de kör noktayız
Hak bizdedir biz Hak’tayız
Varı ben var ettim deme
Günden güne erir iken
Bilinmeze yürür iken
Düşlerde nur görür iken
Rüyayı kâr ettim deme
Dal kurumuş yaprak solmuş
Son giden de toprak olmuş
Sevenleri saç baş yolmuş
Günahla ar ettim deme
Dalını kırdığın ağaç
Kapından kovduğun muhtaç
Yum gözünü elini aç
Kolayı zor ettim deme
Çekip giden onca kullar
Şimdi bize haber yollar
Kara melek tırpan sallar
Talihi kör ettim deme
Kalbin ferahsa alnın ak
Gez permüjde yalın ayak
Hak için tüm cihanı yak
Elimi kir ettim deme
Ruh göktedir beden yerde
Duayla biter son perde
Hasımlık ettiğin ferde
Dünyayı dar ettim deme
Şahı yahut padişahı
Almışsa bir mazlum ahı
Gelse işin feriştahı
Sakın ha pir ettim deme
Yani Yunus Emre gibi
Kalbe düşen cemre gibi
Hakk’a tapan zümre gibi
Değilse yer ettim deme
Dikerler mermerden taşı
Dökerler birkaç gözyaşı
Hürdemi her arkadaşı
Gönlünde yâr ettim deme
Gönül gitmek ister Sultan Haydar a
Merzifon elinde duramaz oldum
Gönül gitmek ister Sultan Haydar’a
Her nadana sırrım veremez oldum
Gönül gitmek ister Sultan Haydar’a.
Üçler ile beşler cismimin canı
Yedilerde fark eyledim erkânı
Nesl-i İmam Bakır keremler kanı
Gönül gitmek ister Sultan Haydar’a.
Ali olup Fazlı için satılan
Hamza kahramanla Kaf’a atılan
On İk’imam katarına katılan
Gönül gitmek ister Sultan Haydar’a.
Doksan bin halifenin aşçısı
Balım Sultan, Abdal Musa yaycısı
Ali nesli bu âlemin gözcüsü
Gönül gitmek ister Sultan Haydar’a.
Ahmet-i Yesevi aslı mayası
Haydar-i Kutb-id-din hasların hası
Sefil Sıdkı çeker ah ile yası
Gönül gitmek ister Sultan Haydar’a.
Partiler, mafyadan medet umarsa;
Partiler, mafyadan medet umarsa;
Ona sahip çıktığının resmidir.
Savcı, hâkim bunlara göz yumarsa;
Adaleti yıktığının resmidir.
Yönetenler hep ikilik güderse,
İnadına yanlış yola giderse,
Şahsı için harcar, halkı öderse;
O devletin çöktüğünün resmidir.
Emekçiler avdır; patron peşinde,
Nişangâhı vatandaşın döşünde…
İnsan kanı çakalların dişinde;
Oluk oluk aktığının resmidir.
Söylemeden sözün daha ağrını,
Bindebir’im duyan var mı çağrını?
Her gün böyle bu dertlerle bağrını,
Dağlayıp da yaktığının resmidir.
18.11.2020
Ozan Bindebir
Titanik ve Tesadüf mü?
Kahramanımız Morgan Robertson (1861 – 1915) Genç bir denizci iken işleri iyi gitmeyince Newyork’ta kuyumculuk yapmaya başlar ve amatörce hikayeler yazar. ..Tesadüfen… yazdıkları acayip satılır iyi para kazanır ve bunun üzerine epeydir aklında olan, eski mesleğinden aşina olduğu konularla ilgili bir roman yazmaya girişir….Roman biter, basılır ama pek ilgi görmez satılmaz.. Yıl 1898’dir.
İŞTE DELİ SORU…..
Ne anlatmaktadır bu roman…
Romanda büyük bir gemi vardır. İngiltere’den yola çıkar Newyork’a gitmektedir ama yolda bir buzdağına çarparak batar.
Hemen ne düşündünüz. Elbette Titanik.. Batışından tam 14 yıl önce yazılmış bir romanda benzer bir tema. Eğer benzerlik bu kadarla sınırlı kalsaydı çok da ilgi çekmez şaşırtıcı olmazdı ama şimdi sıkı durun….
Robertson’un romanındaki gemi Southampton limanından yola çıkıp New York’a gidiyordu. 14 Yıl sonra Titanik’de Southampton limanından yola çıkıp New York’a gitmek üzere hareketlenmişti.
Romandaki gemi ile, Titanik arasında sadece 25 metre fark vardı. Romandaki gemi 244 metre, Titanik 269 metreydi.
İki geminin ağırlıkları da çok yakındı. Robertson romanındaki gemi 70.000 ton ağırlığında idi; gerçek Titanik ise 66.000 tondu.
Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisinde yolcu kapasitesi 3000 idi. Romanda gemi dolu olarak 3000, Titanik 2228 yolcu taşıyordu. Gerek romandaki hayali gemiye gerekse de gerçek Titanik’e Avrupa’nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.
-Her iki olaydaki gemiye de asla batmaz denilmişti.
- Robertson’un romanındaki dev gemi, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik’te bir buzdağına çarparak battı ve işte belki de en inanılmaz ama gerçek kısım; Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.
Ve her iki gemide de; yeterince can kurtaran filikası yoktu; Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu…Titanik’te ise 20 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu…
Her iki geminin yolculuğu da Nisan ayında idi.
Darbe hızı, darbe zamanı, etki noktası gibi pek çok teknik bilgi de ya aynı ya da çok benzerdi.
Peki geliyoruz sona.. Asıl sürpriz burada. Robertson romanındaki gemiye hangi adı vermişti dersiniz: Titan..
Ne dersiniz, bu kadar tesadüf nasıl bir araya gelmiş olabilir. Denizcilik geçmişinden dolayı bu benzerliği normal karşılayanlar yanında daha sıklıkla yapılan yorum Robertson’un psişik yetenekleri olduğu yönünde çünkü bu kadar olmasa da kehanetlerle dolu başka kitapları da var.
Robertson başarısız bir yazar olarak Mart 1915’de bir otel odasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Tabi bu kadar bilgiyi tesadüfi olarak nasıl birleştirdiğinin sırrı da onunla birlikte gitmiş oldu.
alıntı
Sevda diyarında aşk ülkesinde
Sevda diyarında aşk ülkesinde
Bir gönüle mihman olmasam olmaz.
Bu çark-ı devranda, gam dünyasında
Yâr derdine derman olmasam olmaz.
Cemâl seyran edip aşk ile dolan
Aşk elinden rengi sararıp solan
Hasret çekip, derde giriftar olan
Âşıklara lisan olmasam olmaz.
Yoluma yoldaştır ikrâr verenler
Beni anlar gönül gözü görenler
Canım ile ruhum ile erenler
Bir güzele kurban olmasam olmaz.
Gezer dolaşırım Mecnun çölünde
Yeniden doğarım Kerem külünde
Âşıklar gönlünde, halkın dilinde
Ölümsüz bir destan olmasam olmaz.
Beni benden aldı bir melek sima
Ahvalimi size eyledim ima.
Belki bir Mahzuni olmadım ama
Bir Velayet Aytan olmasam olmaz.
Velayet Aytan
Ey garip gönüllüm dertli yoldaşım
Ey garip gönüllüm dertli yoldaşım
Niye belli değil baharın kışın
Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın
Zengin isen ya Bey derler ya Paşa
Fakir isen ya Abtal derler ya Cingan haşa
Kim onun halını sormuş demezler
Cahilin gözünde hormuş demezler
Gariplere kim iş vermiş demezler
Zengin isen ya Bey derler ya Paşa
Fakir isen ya Abtal derler ya Cingan haşa
Sen de bir insansın insanlar gibi
Haksız kazancınan sürmedin demi
İnsanlığın kuralları böyle mi
Zengin isen ya Bey derler ya Paşa
Fakir isen ya Abtal derler ya Cingan haşa
O Hakk’ı tanımaz kul kandıranlar
İnsanlığın kıymatını ne anlar
(İnsanlığın ne olduğunu ne anlar)
İnsanlık varlıkla olan sananlar
Zengin isen ya Bey derler ya Paşa
Fakir isen ya Abtal derler ya Cingan haşa
Boş durmak günahtır çalışmak sevap
Çalış ne duruyo’n sen de bir şey yap
Çoğalır yoldaşın gör nice ahbap
Zengin isen ya Bey derler ya Paşa
Fakir isen ya Abtal derler ya Cingan haşa
Garib’im engin ol uyma cahile
Şeytanın kazancı nafile hile
Sana ad takarlar üzülme bile
Zengin isen ya Bey derler ya Paşa
Fakir isen ya Abtal derler ya Cingan haşa
Neşet Ertaş
Atilla İlhan anısına
AYDINLIK NEYİN OLUYOR SENİN?
Aydınlık neyin oluyor senin
Gökyüzü akraban filan mı?
Beni bulur bulmaz gözlerin
Şimşek çakıyorum yalan mı?
Yüzünde yalazını gezdirdiğin
Saçlarından tutuşmuş orman mı?
Akla ziyan bir şey elektriğin
Ayışığı mavisi dudaklarından mı?
O ışık zenginliği mi giyindiğin
Uzay tozları mı yıldızlardan mı?
Elime dokunduğu an elin
Güneşler açıyorum sahi ondan mı?
Aydınlık neyin oluyor senin
Ölmek yasak
Daha önce bıçaktan hiç su içmedim
Hiç kısılmadı kerpetene bıyıklarım
Gururlu bir gemiyim oldum bittim
Sabah olur yelkenlerimi saklarım
Özgürlük dediğim yerde demirledim
Üstüme varma bulutları tutamam
Böyle paldır küldür gideceklerdir
Gelmezsen fark etmez kimseyi aramam
Asıl sevdiklerim en içimdekilerdir
Onlarla yaşarım eğer yaşarsam
Olur mu gecemi yeşile çalmak
Yıldız çivilemek parmak uçlarıma
Ölüm kadar çabuksa eğer yaşamak
Hiç doğmamayı isterdim ama
Bir kere doğmuşum ölmek yasak
KİMİ SEVSEM SENSİN
Kimi sevsem sensin / hayret
Sevgi hepsini nasıl değiştiriyor
Gözleri maviyken yaprak yeşili
Senin sesinle konuşuyor elbet
Yarım bakışları o kadar tehlikeli
Senin sigaranı senin gibi içiyor
Kimi sevsem sensin / hayret
Senden nedense vazgeçilemiyor
Her şeyi terk ettim / ne aşk ne şehvet
Sarışın başladığım esmer bitiyor
Anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli
Dudakları keskin kırmızı jilet
Bir belaya çattık / nasıl bitirmeli
Gitar kımıldadı mı zaman deliniyor
Kimi sevsem sensin / hayret
Kapıların kapalı girilemiyor
Kimi sevsem sensin / senden ibaret
Hepsini senin adınla çağırıyorum
Arkamdan şımarık gülüşüyorlar
Getirdikleri yağmur / sende unuttuğum
Hani o sımsıcak iri çekirdekli
Senin gibi vahşi öpüşüyorlar
Kimi sevsem sensin / hayret
İn misin cin misin anlamıyorum
ADIM SONBAHAR
Nasıl iş bu
Her yanına çiçek yağmış
Erik ağacının
Işık içinde yüzüyor
Neresinden baksan
Gözlerin kamaşır
Oysa ben akşam olmuşum
Yapraklarım dökülüyor
Usul usul
Adım sonbahar
YAĞMUR KAÇAĞI
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yoksa bir bir yıldızlar düşecek
Eğer şairsem beni tanırsan
Yağmurdan korktuğumu bilirsen
Gözlerim aklına gelirse
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni
Geceleri bir çarpıntı duyarsan
Telâş telâş yağmurdan kaçıyorum
Sarayburnu’ndan geçiyorum
Akşamsa eylül’se ıslanmışsam
Beni görsen belki anlayamazsın
İçlenir gizli gizli ağlarsın
Eğer ben yalnızsam yanılmışsam
Elimden tut yoksa düşeceğim
Yağmur beni götürecek yoksa beni
BEN SANA MECBURUM
Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.
Sevmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu
Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.
Belki haziran da mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.
Güneşe karşı havalandı mı kuşlar
Kanatları pır pır yaldızlanıyor
Çarşı esnafı sabah sabah
Kaldırımları sulamışlar
Yırtık kargaların kış telâşı yeniden başlamış
Uzakta bir traktör
Gizli bir diş ağrısı gibi vızıldıyor
Kıl heybeleri kalaylı bakraçlarıyla
Anlaşılmaz dağlarından iniyorlar
Yarık çetrefil suratlı kadınlar
Ezanla bir sabah kahvelerini haramiler gibi basmış
Kalabalık bıyıklı birtakım adamlar
Güzel eşkıya gözleri
Fena halde uzamış saçlarıyla
Memleket havası
Bu bizim gökler gibisi
Hiçbir dağda çatılmamıştır
Yıldızlarımızın titremesi
Yüreğine deprem indirir
Hiçbir yerde bu denize
Bu acı tuz katılmamıştır
Topraktan sağdığımız pekmez
Güneşin başını döndürür
BÖYLE BİR SEVMEK
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
hayır sanmayın ki beni unuttular
hâlâ arasıra mektupları gelir
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
yalnızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gökyüzünde bir buluttular
nereye kayboldular şimdi kimbilir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir
AN GELİR
an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür
şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür
an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür
son umut kırılmıştır
kaf dağı’nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar bâkî
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-lâ ilâhe illallah-
kanunî süleyman ölür
görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila İlhan ölür
Atilla İlhan Anısına Saygıyla…
Doğum tarihi: 15 Haziran 1925, Menemen
Ölüm tarihi ve yeri: 10 Ekim 2005, İstanbul
Yaşamı
İlk Gençlik Yılları
15 Haziran 1925’te Menemen’de doğdu. İlk ve orta eğitiminin büyük bir bölümünü İzmir ve babasının işi dolayısıyla gittikleri farklı bölgelerde tamamladı. İzmir Atatürk Lisesi birinci sınıfındayken mektuplaştığı bir kıza yazdığı Nazım Hikmet şiirleriyle yakalanmasıyla 1941 Şubat’ında, 16 yaşındayken tutuklandı ve okuldan uzaklaştırıldı. Üç hafta gözetim altında kaldı. İki ay hapiste yattı. Türkiye’nin hiçbir yerinde okuyamayacağına dair bir belge verilince, eğitim hayatına ara vermek zorunda kaldı. Danıştay kararıyla, 1944 yılında okuma hakkını tekrar kazandı ve İstanbul Işık Lisesi’ne yazıldı. Lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı CHP Şiir Armağanı’nda Cebbaroğlu Mehemmed şiiriyle ikincilik ödülünü pek çok ünlü şairi
geride bırakarak aldı. 1946’ta mezun oldu. İstanbul Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Üniversite hayatının başarılı geçen yıllarında Yığın ve Gün gibi dergilerde ilk şiirleri yayınlanmaya başladı. 1948’de ilk şiir kitabı Duvar’ı kendi imkanlarıyla yayınladı.
Paris Yılları
1949 yılında, üniversite ikinci sınıftayken Nazım Hikmet’i kurtarma hareketine katılmak üzere ilk kez Paris’e gitti. Bu harekette aktif rol oynadı. Fransız toplumu ve orada bulunduğu çevreye ilişkin gözlemleri daha sonraki eserlerinde yer alan bir çok karakter ve olaya temel oluşturmuştur. Türkiye’ye geri dönüşünde sıklıkla başı polisle derde girdi. Sansaryan Han’daki sorgulamalar ölüm, tehlike, gerilim temalarının işlendiği eserlerinde önemli rol oynamıştır. Bir kaç kez gözaltına alındı.
İstanbul – Paris – İzmir Üçgeni
1951 yılında Gerçek gazetesinde bir yazısından dolayı kovuşturmaya uğrayınca Paris’e tekrar gitti. Fransa’daki bu dönem Attilâ İlhan’ın Fransızca’yı ve Marksizmi öğrendiğiyıllardır. 1950’li yılları İstanbul – İzmir – Paris üçgeni içerisinde geçiren Attilâ İlhan, bu dönemde ismini yavaş yavaş Türkiye çapında duyurmaya başladı. Yurda döndükten sonra, Hukuk Fakültesi’ne devam etti. Ancak son sınıfta gazeteciliğe başlamasıyla beraber öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemayla olan ilişkisi, yine bu dönemde, 1953’te Vatan gazetesinde sinema eleştirileri yazmasıyla başlar.
Sanatta Çok Yönlülük
1957’de gittiği Erzincan’da askerliğini yaptıktan sonra, tekrar İstanbul’a dönüş yapan Attilâ İlhan sinema çalışmalarına ağırlık verdi. Onbeşe yakın senaryoya Ali Kaptanoğlu adıyla imza attı. Sinemada aradığını bulamayınca, 1960’ta Paris’e geri döndü. Sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu incelediği bu dönem, babasının ölmesiyle birlikte yazarın İzmir dönemini başlattı. Sekiz yıl İzmir’de kaldığı dönemde, Demokrat İzmir gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Aynı yıllarda, şiir kitabı olarak Yasak Sevişmek ve Aynanın İçindekiler serisinden Bıçağın Ucu yayınlandı. 1968’te evlendi, 15 yıl evli kaldı.
İstanbul’a Dönüş
1973’te Bilgi Yayınevi’nin danışmanlığını üstlenerek Ankara’ya taşındı. Sırtlan Payı ve Yaraya Tuz Basmak ‘ı Ankara’da yazdı. 81’e kadar Ankara’da kalan yazar Fena Halde Leman adlı romanını tamamladıktan sonra İstanbul’a yerleşti. İstanbul’da gazetecilik serüveni Milliyet ve Gelişim Yayınları ile devam etti. Bir süre Güneş gazetesinde yazan Attilâ İlhan, 1993-1996 yılları arasında Meydan gazetesinde yazmaya devam etti. 1996 yılından itibaren köşe yazılarını Cumhuriyet gazetesi’nde sürdürdü. 1970’lerde Türkiye’de televizyon yayınlarının başlaması ve geniş kitlelere ulaşmasıyla beraber Attilâ İlhan da senaryo yazmaya geri dönüş yaptı. Sekiz Sütuna Manşet, Kartallar Yüksek Uçar ve Yarın Artık Bugündür halk tarafından beğeniyle izlenilen diziler oldu.
Vefatı
Attilâ İlhan,10 Ekim 2005 tarihinde gece saat 23:00’da İstanbul/Kanlıca’daki evinde vefat etmiştir.
Biyografi Kaynak: Atilla İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı
Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı
Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş.
Aman karanlığı görmesin gözüm!
Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş.
Sıla burcu burcu ille ocağım
Çoluk çocuk hasretinde kucağım
Sana her şeyimi anlatacağım,
Otur baş ucuma sor yavaş yavaş.
Güç belâ bir bilet aldım gişeden
Yolculuk başladı Haydarpaşa’dan!
Hancı n’olur elindeki şişeden,
Birkaç yudum daha, ver yavaş yavaş..
Ben o gece, hem ağladım hem içtim,
İki gün diyardan diyara uçtum
Kayseri yolundan, Niğde’yi geçtim;
Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş.
Garibim her taraf bana yabancı,
Dertliyim, çekinme doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş.
Bende bir resmi var yarısı yırtık
On yıldır evimin kapısı örtük
Garip, bir de sarhoş oldu mu artık,
Bütün sırlarını der yavaş yavaş.
İşte hancı ben her zaman böyleyim,
Öteyi ne sen sor, ne ben söyleyim!
Yollar Nihâi’yi bekler neyleyim, (*)
Şu bizim hesabı gör yavaş yavaş.














