Cumartesi, Mayıs 10, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog Sayfa 6

Her ne arar isen kendinde ara

0

Gönül sende, sevgi sende, yar sende
Sen de ara, sen de seni bul gardaş
Mürşid sen de, Rehber sen de,Pir sende
Sende ara, sende seni bu gardaş

Şehir sende, yayla sende, köy sende
Nehir sende, derya sende, çay sende
Yıldız sende, güneş sende, ay sende
Sende ara, sende seni bul gardaş

İsa sende, Musa sende, Tur sende
Çözülmeyen gizli gizli sır sende
Hakkın büyük hazinesi var sende
Sende ara, sende seni bul gardaş

Der Hüdai, akıl, ilim, fen sende
Dünya sende, ahret sende, han sende
Allah sende, Kur’an sende, din sende
Sende ara, sende seni bul gardaş

Aşık Hüdai

Verginin Vergisini alan Maliye Uzmanı

Önce şeyden başla vergi almaya,
Öksürmenin bile vergisi olsun,
Yediden devam et sayı saymaya,
Sekiz’in, dokuz’un vergisi olsun,

Tavuk yumurtlasın, inek sağılsın,
Tüm vergiler ücretliden alınsın,
Kuşluk vakti Sis dağına varılsın,
Kaza namazının vergisi olsun.

Kanun çıkar torbaları içinden,
Yörük çadırından, otçu göçünden,
Çoban telemesi, keçi sütünden,
Yaylacıya yayla vergisi olsun.

At’a eğer vurun, eşşeğe semer,
Fırıldak fakirin başına döner,
Kezban’a uçkur, Mehmet’e kemer,
Köçeğe zil takma vergisi olsun.

Kıça sayaç bağla, nefese sayaç,
Terekten ilistir, yoğurttan bakraç,
Terzilerden makas, yazardan ayraç,
Her adımda kapkaç vergisi olsun.

                       Hacıbey ÖZBAY
                          18/02/2025

Kim bu Çepniler?

0

ÇEPNİLER, Oğuz Türklerinin 24 boyundan biridir. ÇEPNİLER, Anadolu’nun bir Türk-İslam yurdu olmasında en büyük rolü oynayan öncül boylardan biridir.

ÇEPNİLER’in adı, diğer OĞUZ BOYLARI gibi ilk defa olarak büyük Türk bilgini Kaşgarlı Mahmut’un XI. Yüzyılda (1000’li yıllarda) yazdığı Divan-ı Lügatit Türk adlı eserde geçmektedir.

Büyük alim Kaşgarlı, adı geçen eserinde ÇEPNİ BOYU’nu 21. Sırada zikretmiş; damga / tamga, sembol ve özelliklerini açıklamıştır.

ÇEPNİLER’in Oğuzlar içerisindeki tam yeri şöyledir:

OĞUZLAR

ÜÇ OKLAR KOLU

GÖK HAN SOYU

ÇEPNİ BOYU

Kardeş üç boyu: BAYINDIR – ÇAVINDIR ve PEÇENEK’tir.

Manası “Savaşmak ve mücadele etmekten korkmayan / yılmayan, atılgan ve cesaretli” demektir.

Sembol kuşu AK SUNGUR / AK DOĞAN’dır.

Çepni Türkleri önce Türkistan’dan İran’a ve buradan da Anadolu’ya göç etmişlerdir. Diğer Oğuz Boyları gibi anayurtları HORASAN’dır.

(HORASAN, bugünkü İran’ın başkenti Tahran ile Türkmenistan’ın Semerkant şehirleri arasında kalan geniş bozkırlardır.)

Diğer Oğuz Boyları ile birlikte önce 950’li yıllardan itibaren İslamlaşma sürecine girmişler ve BÜYÜK SELÇUKLU DEVLETİ’nin kuruluşunda (1035) rol almışlardır.

Malazgirt Meydan Savaşı’nda en etkin boylardan biridir ve bu savaşın hemen ardından SİVAS başkent olmak üzere DANİŞMENTLİLER DEVLETİ’ni kurmuşlardır.

Evet, DANİŞMENTLİLER (1080 – 1178) Çepni Türkleri’nin ilk bağımsız devletidir. Danişmendli Beyliği, 1080–1178 yılları arasında Sivas merkez olmak üzere Çorum, Tokat, Niksar, Amasya, Malatya, Kayseri şehirleri civarında kurulmuş bir Anadolu beyliğidir. II. Kılıçarslan tarafından yıkılmıştır.

Danişmentliler SİVAS ve NİKSAR’ı başkent olarak kullanmışlardır.

1178 yılında Danişmentli Devleti’nin Anadolu Selçukluları tarafından yıkılması üzerine ÇEPNİLER’in CANİK (Samsun) üzerinden Orta ve Doğu Karadeniz’e yönelmişlerdir.

Sinop, Samsun ve Ordu yöresini fethedip ORDU – MESUDİYE merkezli HACIEMİROĞULLARI BEYLİĞİ’ni kurmuşlardır (1313).

Beyliğin diğer bir ismi BAYRAMLI BEYLİĞİ’dir.

Beyliğin esas merkezi bugün KALE KÖY adıyla köy statüsündedir.

ÇEPNİLER, bu beylik döneminde Kerasus (Giresun), Espiye, Tirebolu üzerinden ilerleyerek Görele, Eynesil, Oğuz (Beşikdüzü), Şarbazar (Şalpazarı) ve Vakfıkebir’i Pontus Rum Devleti’nden fethettiler.

Çepniler, 1200’lerden itibaren (Bu gün Gümüşhane iline bağlı olan) KÜRTÜN’ü ana merkez edindiler. VİLAYET-İ ÇEPNİ adıyla Anadolu Selçuklularına vergi veren FEODAL / YARI BAĞIMSIZ bir DEVLET / BEYLİK şeklinde yaşamlarına yaklaşık 100 yıl devam ettiler.

Hacı Bektaş Veli (ki o da Çepnidir), bu dönemde bölgedeki Türkmenlerin yerleşik hale gelmelerine yardımcı olması ve dini konularda onları aydınlatması için amcaoğlu ve yardımcısı olan GÜVENÇ ABDAL’ı Kürtün’e gönderdi.

(Gümüşhane ili Kürtün ilçesi sınırlarındaki) Meşhur Güvende Yaylası / Pazarı’nın ismi bu zattan gelmektedir. Önceleri GÜVENÇE olan isim zamanla GÜVENDE şeklini almıştır.

Bu arada 1313 yılında kurulmuş olan HACIEMİROĞULLARI BEYLİĞİ’ne 1427’de II. Murat tarafından son verilmiştir.

(Biliyorsunuz Osmanlı’nın kuruluşu 1299’dur. Osmanlı Karadeniz’e ancak 1425’li yıllardan sonra girebilmiştir.)

HACIEMİROĞULLARI BEYLİĞİ’nin Osmanlı’ya katılmasından sonra tamamen KÜRTÜN merkezli hale gelen ÇEPNİLER, Akçaabat ve Trabzon’un güneyinden ilerleyerek Sürmene, Of, Rize üzerinden Batum’a kadar ilerlemişlerdir.

Bu arada Pontus Rum Devleti’nin elinde kalan tek merkez (ve aynı zamanda başkent olan) Trabzon’u birkaç kez kuşatmışlar ama düşürememişlerdir. (Benim kanaatimce Trabzon’u düşürememelerinin sebebi deniz kuvvetlerinin olmaması idi.)

Fatih Sultan Mehmet, 1461’de Trabzon’u fethetti. Ancak Kürtün aşırı engebe ve ormanlık dolayısıyla Kürtün üzerine yürümedi. Kürtün yine yarı bağımsız feodal bir yapı olarak hüküm sürmeye devam etti.

Fatih Sultan Mehmet 1473 Otlukbeli Savaşı ile de Akkoyunlu Devleti’ne son verip Erzincan ve civarını ele geçirerek Kürtün’ün doğu bağlantısını da kesince RAKKAŞ SİNAN BEY’i Kürtün üzerine gönderdi.

Rakkaş Sinan Bey’in seferi sonucıunda Kürtün 1479’da Osmanlı’ya bağlanmıştır.

1486 tarihli bölgenin ilk “TAHRİR DEFTERİ”nde KÜRTÜN “VİLAYET-İ ÇEPNİ” olarak kaydedilmiştir.

(Osmanlı’da toprak, vergi ve insan kayıtlarının tutulduğu defterlere TAHRİR DEFTERİ denir.)

Daha önceki bilgiselde söz konusu etmiştim 1486 tarihli TAHRİR DEFTERİ’ne göre Espiye, Yağlıdere, Tirebolu, Görele, Eynesil, Beşikdüzü, Ağasar… Kürtün’e bağlı idiler.

Çepni Türkleri diğer birçok Türk boyu ile beraber Safevi Devleti’nin kuruluşunda birinci dereceden rol sahibidirler.

Çepniler 1514 yılında Şah İsmail ile Yavuz Sultan Selim arasındaki çekişme ve savaşta Şah İsmail tarafında yer almışlardır. Bu dönemde gerek Karadeniz Bölgesi ve gerekse Anadolu’nun diğer bölgelerinden Türk boylarının Şah İsmail’e destek için yoğun bir şekilde Azerbaycan yöresine göç etmeleri dolayısıyla Anadolu’da ciddi bir boşalma meydana gelmiş ve tarihte bu olay “Kızılbaş Hicreti / Göçü” olarak adlandırılmıştır.

Çaldıran Savaşı sonrası Çepnilerin bir bölümü Anadolu’da ki yurtlarına geri dönmüşlerdir. Bu arada bir bölümü gönüllü bir bölümü zorunlu olarak Anadolu’nun değişik bölgelerinde iskâna tabi tutulmuşlardır.

Günümüzde Ege’den Akdeniz’e Marmara’dan Güneydoğu’ya birçok farklı coğrafyada iskân eden Çepnilerin ana kitlesi halen Orta ve Doğu Karadeniz’de yaşamaktadır.

Çepniler birçok kültürlerini halen canlı tutmaktadırlar. Yaylacılık Çepni kültürünün vazgeçilmez bir öğesidir. Günümüzde Gümüşhane (Kürtün) başta olmak üzere Giresun ve Trabzon yaylalarında bu kültür en canlı bir şekliyle yaşamaya devam etmektedir.

Son olarak şunu ifade ederek bu makaleyi tamamlamış olalım: Tarihte iki devlet başkanı muhafız alayını Çepnilerden seçmişlerdir. Bunların birincisi Büyük Türk Devleti Safevilerin kurucu Sultanı Şah İsmail’dir. İkincisi ise Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve Cumhuriyetin kurucusu Atatürk’tür.

SON NOT: Bu makale Prof. Dr. Faruk Sümer’in OĞUZLAR ve ÇEPNİLER kitapları temel alınarak hazırlanmıştır.

Neçedir Ağlarsın Ey Kaşı Keman

Neçedir Ağlarsın Ey Kaşı Keman
Bu Duman Başımızdan Kalkmaz Mı Dersin
Selman’ın Carına Erişen Haydar
Bir Kere Yüzümüze Bakmaz Mı Dersin

Yayımı Da Açtım Okumu Da Attım
Eşimden Dostumdan Umudum Kestim
Ehlibeytten Başka Yok Mudur Dostum
Yolumuz Kerbela’dan Geçmez Mi Dersin

Şah Hatayım Eydir Senindir Ferman
Olursun Her Kulun Derdine Derman
Güzel Şahım Sana Bin Canım Kurban
Gel Desem İmdada Gelmez Mi Dersin

Kadın ve Atatürk

0

Eski Yunan ile Roma döneminde kadına bakış ile Arapların kadına bakışı arasında hiçbir fark yoktu.
Kadın hep bir zevk unsuru, köle, cariye, hizmetçi olarak görülmüştü.
Hatta Avrat-Avret kelimesi bile saklanılması gereken eşya… anlamına geliyordu.
Eski Çin’de de durum farklı değildi; hizmetçi olarak görülen kadınlara isim bile verilmez, kadın bir, kadın iki, kadın 3 diye sayılırdı.
Tanıklığı da kabul edilmezdi.
Ortaçağda kadın bilgelik yolunu seçmişse, vay haline; cadı diye avlanırdı.
Yalnızca Türkler kadını bereket sembolü, yerin ve göğün evladı olarak görmüştür.
Hatunun rızası ve imzası olmadan Kağanın yaptığı anlaşma bile geçerli sayılmıyordu.
Çin ile ilk anlaşmayı, Mete Han’ın hatunu yaparken; Avrupa Hun Türklerinde resmi görüşmeleri Attila’nın hatunu yapıyordu.
Türk mitolojisinde ise kadın artık tanrısallaşmıştır.
Yaradılış destanında Ak Ana, sudan yaratma fikrini Ülgen’e verirken, en meşhur figürlerden Umay Ana Orhun Yazıtlarında bile yer almıştır.
Nitekim yazıtlarda ”Umay gibi, annem hatunun şerefine küçük kardeşime Kül Tigin adı verildi. Babam İlteriş kağan, anam İlbilge hatunu Tengri yukarıdan idare ederek yükseltmiş.”
demektedir.
Yine Türk mitolojisinde Asena yol gösteri tanrıçayken, Ötügen ise toprak anaya verilen isimlerden biridir.
Dikkat edileceği üzere Türkler mezarlıkları düz değil, yükseltilmiş ve yuvarlatılmış şekilde yapıyor. Bunun sebebi, Türklerin yeniden doğuşa inanıyor olmasından ötürü mezarlıkları hamile bir kadının karnına benzeterek, toprağın bir ana gibi tekrar insanı doğuracak olmasına inanmasıdır.
Türklerde kadın bu kadar kutsal bir noktadayken, son 1000 yıl boyunca Türk kadınının resmi hakkı alınmış, sosyal hayatı kısıtlanmış, eve kapatılmış, tanıklığı bile kalmamıştır.
Tüm bu hakikatleri, tüm bu tarihi gerçekleri tarihin en kanlı savaşlarında bile bulduğu ilk fırsatta okumaktan geri durmamış bir adam, 1000 yıl sonra ilk defa ”Kadınların üzerindeki bütün baskıyı kaldıracağım.” dedi.
Bunu dedi çünkü kadınların üretime katılmasıyla devletin kârlı çıkacağını biliyordu.
Kadınların üzerinden bütün baskıyı kaldırmakla medeniyetin yeniden doğacağını biliyordu; çünkü kadın medeniyet demekti.
Bütün baskılar kaldırıldı.
Kadına giyim kuşam özgürlüğü verdi.
Kadını üretime kattı.
Kadına bir soyadı verdi.
Ona tanıklık hakkı vermekle kalmadı, onu avukat yaptı, hakim yaptı.
Kadını topluma öğretmen yaptı.
1000 yıl sonra tek bir adam bunu yaptı.
ATATÜRK…

Akadlar eliyle Sümerlerin başına gelen, Arapların gizli istilası ile Türklerin başına geldi.

0

Sümer tabletinden çeviren:
Muazzez ilmiye Çığ kaleminden
Yapabilme becerisi hiç olmadığı halde yalnızca çenesi çalışan; kaypak, karaktersiz, sığ ve basit insanların haksız koltuklarda oturduğu bir düzen ihya oldu.
Dahası düzeni düzenlere alkış tutan bir toplum ve bu çelişkiye macun olacak türlü tefrika, ballı nifaklar ve yağlı çıkarlar vücut buldu.
Üstün olanı toplum yararına görmek yerine topluluk adına bir ayrıcalık sayan çirkinlik ve günahı akladılar. Bu şartlar altında doğruları yanlışa armağan eden elim bir güruhun mevsimine girdik. Bereket yerini belâya, adalet yerini dalâlete, huzur yerini kaosa bıraktı. Dahası bundan müşerref olan bir kesim; doğruluğun, iyiliğin, hakkaniyet ve adaletin kıyımına girişti. M. S. 2023’de bunları yaşıyoruz. Tıpkı M. Ö. 4000’de Sümerde olduğu gibi.
Sümerli bir şair ve öğretmen olan Ludingirra, binlerce yıl öncesinden bize bir mektup yazmış. Mektubunda şunları söylüyor:
“Ben bir Sümerli öğretmen, şair ve yazarım. Yaşım yetmiş beşi bulduğundan öğretmenliği bıraktım fakat şairlik ve yazarlık ölünceye kadar sürecek.
Bu yaşam öykümü daha çok gelecek kuşaklar için yazmaya başladım. Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.
Bu güzel ve uygar ülkemize heryerden göz diktiler.
Göklere uzanan basamaklı kulelerimizin, görkemli tapınaklarımızın, arı gibi çalışan çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, bol ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, her türlü bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı kıskandı bizi.
Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar.
Biz yaptık, onlar yıktılar; biz yaptık, onlar yaktılar. Halkımız hatta krallarımız tutsak oldu.
Ailelerimiz dağıldı. Tarlalarımız, bahçelerimiz bakımsızlıktan kurudu; hayvanlarımız açlıktan öldü ve böylece kökü binlerce yıl önceye dayanan ulusumuz yoruldu, dayanamayacak hale geldi ve içimize yavaş yavaş sızıp bizi yiyen yabancıların kucağına bırakıverdi kendini.
Onlar yönetiyor bizi şimdi. Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı.
Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da “biz yaptık, biz bulduk” diye övünmeye başladılar.
Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.
Bu durum beni yıllardan beri üzüyordu. Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün aklıma geldi.
Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişini, geleneklerimizi yazmaya karar verdim. Böylece herkese ulaşacağını umut ediyorum.
Bizim uygarlığımız belki binlerce yıl sonra yaşayan insanlara da geçecek. Bizim attığımız temeller üzerine yenilerini koyacaklardır.
Ah! Onlar da bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirasları için teşekkür edebilseler!.
Kalemce.

Matbaa kaç sene sonra geldi, TV kaç sene sonra geldi, biz ama Avrupayı kıskanıyoruz

Televizyonun İcadı ve Türkiye’ye Gelişi

Televizyon, 1920’lerin sonlarında icat edildi ve 1930’lu yıllarda ilk yayınlar yapılmaya başlandı. Modern anlamda televizyonu geliştiren isimlerden biri İskoç mucit John Logie Baird’dir. İlk televizyon yayını 1926 yılında İngiltere’de gerçekleşti.

Türkiye’de televizyon ise 1960’lı yıllarda halkın gündemine girdi. İlk deneme yayınları 31 Ocak 1968 tarihinde TRT (Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu) tarafından yapıldı. Ancak o dönemde televizyon pek yaygın değildi. Siyah-beyaz ekranlı televizyonlar, genellikle büyük şehirlerde birkaç evde veya kahvehanelerde bulunuyordu.

Televizyonun yaygınlaşması 1970’li yılları buldu. Başlangıçta haftada sadece birkaç saat yayın yapılırken, zamanla bu süre uzadı ve 1980’lere gelindiğinde televizyon, evlerin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. 1990’lı yıllarda özel televizyon kanalları yayına başladı ve böylece televizyon yayıncılığı daha renkli ve rekabetçi bir hale geldi.

Kısaca Özetlersek:

1926: İlk televizyon yayını İngiltere’de yapıldı.

1968: Türkiye’de TRT tarafından ilk deneme yayını gerçekleştirildi.

1970’ler: Televizyon halk arasında yaygınlaşmaya başladı.

1990’lar: Özel televizyon kanalları açıldı, televizyon kültürü hızla gelişti.

Eskiden televizyon, bir mahallede sadece birkaç evde bulunurdu ve insanlar akşamları komşularıyla birlikte izlemek için toplanırdı. Şimdi ise herkesin evinde birden fazla televizyon var, hatta cep telefonlarından bile televizyon izlenebiliyor.

Alinti Dünya Gözüme Kaçtı

Ben dervişim dersin dava kılarsın

Ben dervişim dersin dava kılarsın
Hakk’ı zikretmeye dilin var mıdır
Kendini gör elde sen ne ararsın
Hâlâ hâl etmeğe hâlin var mıdır

Dertli olmayanlar derde yanar mı
Sâdık derviş ikrârından döner mi
Dertsiz bülbül gül dalına konar mı
Ben bülbülüm dersin gülün var mıdır

Bir gün balık gibi ağa sararlar
Mürşitten rehberden haber sorarlar
Tütsü yakıp köşe köşe ararlar
Ben arıyım dersin balın var mıdır

Mürşit huzurunda dâra durmağa
Dâra durup Hakk’a boyun vermeğe
Muhabbetten geçip hırka giymeğe
Çar pâreden derviş şalın var mıdır

Pir Sultan’ım senin derdin deşilmez
Derdi olmayanlar derde düş olmaz
Mürşitsiz rehbersiz yollar açılmaz
Mürşit eteğinde elin var mıdır

Sokrates mahkumiyetinden sonra

Sokrates mahkumiyetinden sonra son günlerini sakin geçirdiği Atina hapishanesine götürüldü, en yakın müritleri eşlik etti. Pek çoğunun beklediğinin aksine kaçmaya çalışmadı ve merhamet dilemedi. Onun ölüme karşı kararlılığı düşmanlarını bile şaşırttı, çünkü kaderini bir ceza olarak değil, gerçeğe ve erdeme olan bağlılığının doğal bir sonucu olarak gördü.
En sadık takipçilerinden biri olan Criton, gardiyanlara rüşvet vererek ona kaçma şansı teklif etti. Ancak Sokrates, gerçek bir filozofun adaletsiz olsalar bile yasalara saygı duyması gerektiğini savunarak fikri sert bir şekilde reddetti. Onun için kaçmak, kendi prensiplerine ihanet etmek ve felsefi hayatının sahte olduğunu kanıtlamak anlamına gelir.
Sokrates, Plato’nun fedon’unda anlatılan son konuşmasında ruhun ölümsüzlüğünden ve ölümün doğasından bahsetti. Ölümün korkulmaması gerektiğini açıkladı, çünkü bilgenin ruhu sadece bedenden kurtulur ve daha yüksek bir varlığa ulaşır. Öğrencileri, ayrılışlarıyla harap olmuş olsa da, huzuru ve onurlu bir şekilde ölmeye istekli olmalarından etkilendi.
Baldıran otu içme zamanı geldiğinde Sokrates tereddüt etmeden içti. Zehir vücudunu uyuşturana kadar birkaç dakika yürüdü. Son sözleri Criton’a yöneldi: “Criton, Asclepius’a bir horoz borçluyuz. Öde ve borcunu ihmal etme. ” Bu cümle çeşitli şekillerde yorumlanmış ancak çoğu kişi ölümden kurtuluş, ruh için nihai bir iyileşme eylemi olarak bahsettiğine inanıyor.
Sokrates 70 yaşında öldü, etrafı müritleriyle çevrili ve Batı felsefesinin gidişatını belirleyecek bir miras bıraktı. Ölümü düşüncesinin sonu değil, Plato, Aristo ve öğretilerini takip eden herkes tarafından aktarılan entelektüel ölümsüzlüğünün başlangıcıydı.

Ahi Evran ile Nasreddin Hoca’nın aynı kişi

Sn. Prof. Dr. Zeki Cemal Arda beyin Kırşehir Ahi Evran Üniversitesindeki dekanlığı sırasında 2006 yılında katıldığım bir sempozyumda, Ahi Evran ile Nasreddin Hoca’nın aynı kişi olduğunu söylediğim zaman sempozyuma katılan bazı öğretim görevlileri şaşkınlıkla beni izlemişti.
Ahi Evran yani Nasreddin Hocanın kadılık yaptığı ilk yer olan Kayseri’de ilk defa sanayi bölgesini kurduğunu, kısaca tüm zanaatkarları bir bölgede topladığını ve bu nedenle Kayseri’de ki Türk boylarının ve Türkmenlerin ticarette öne geçmelerinin yolunu açan ilk kişi olduğunu, daha sonra Kırşehir ve Nevşehir bölgesine yerleştiğini, ilk Ahi teşkilatını kurduğunu ayrıca eşi Fatma Hanımın da Bacıyan-i Rum teşkilatını kurarak kadınları organize ettiğini söylediğim zaman bir tuhaf karşılanmıştım.
Gerek Ahi teşkilatları gerek Bacıyan-i Rum’un sadece bir ticaret organizasyonu değil bir askeri organizasyon olduğunu ve Bacıyan-i Rum’un Moğol işgalinde askeri alanda etkin bir görev aldığını ve savaşçı kadınlar eğittiğini anlattığımda sempozyumu izleyen kişilerin şaşkınlığını hala unutamam.
Çünkü onlar için Nasreddin Hoca halkı fıkraları ile güldüren bir halk adamı idi.
Ama bu günden sonra gerek Murat Bardakçı gerekse Prof. Dr. Mikail Bayram’ın çalışmaları ile Nasreddin Hoca ve Ahi Evren’in ayni kişi olduğunu okuyan kesimler öğrenmeye başladı.
Anadolu Selçukluları’nın en zor dönemi Moğol işgali ile Moğolların onayladığı ve atadığı valilerin Selçuklu Devletini dinlemediği bu dönemde Ahi Evran yani Nasreddin Hoca’nın Moğollara karşı direnişi ve ayni dönemde bir Moğol destekleyicisi olan Fars kökenli olup asla Türk kimliği taşımayan Mevlana ile savaşırken yanında Mevlana’nın oğlu Aladdin Çelebi’nin olması…
Her ikisinin Mevlana’ya ve Moğol zulmüne karşı beraberce savaştıkları halde Mevlana’nın talebesi ve müridi olan ve Mevlana tarafından gönderilen Moğol hizmetkarı Caca, Nureddin’in ordusu karşısında mağlubiyeti tadarken gerek Nasreddin Hoca mahlasıyla Ahi Evran, gerekse onunla birlikte savaşan Mevlana’nın oğlu Aladdin Çelebi şehit edilmiştir.
Ahi Evran’ın mezarı bilinmemektedir.
Uydurma Nasreddin Hoca mezarına da kimse inanmasın.
Mevlana, kendi oğlu Aladdin Çelebi’nin cenaze namazının kılınmasına bile izin vermemiş ve onu ‘Bari’ saymıştır.
Bu eylemi ile Mevlana bir Moğol destekleyicisi ve Türkmen düşmanı olduğunu oğlunun cenazesinde bile ispat etmiştir.
Nasreddin Hoca ve Ahi Evran’ın aynı kişi olduğu iki önemli kitap incelendiğinde açıkça görülür. Nasreddin Hoca’nın Latife-i Giyasiye, Ahi Evra’nın Letafeye Hikmet adli eserleri, Son senelerde bu konuda Prof. Dr. Mikail Bayram’ın ve Murat Bardakçı’nın araştırmaları, Nasreddin Hocanın Ahi Evran olduğu konusunda değerli çalışmalardır.
Biz Türkler çok enteresan algılamaları olan bir toplumuz. Yenilenin değil her zaman gücünü ispatlayanın yanında olmuş, onu alkışlamış ki bu zat bizimle ayni kökten gelmese bile, mağlup olanı unutmamış ama onu da farklı olarak yaşattığımız açıkça görülmekte.
Bunun en iyi örneği Fars Mevlana ve Türk oğlu Türk Nasreddin Hocaya dönüşen fıkralarla andığımız gerçek kimliğini silikleştirdiğimiz Ahi Evran Yazımı Nasreddin Hoca’dan (Ahi Evran) bir fıkra ile bitirmek isterim.
Bir gün biri Hocaya onun kaç yaşında olduğunu sorar; Hoca, 40 yaşında olduğunu söyler.
Ayni kişi ile senelere sonra tekrar Hoca karşılaşır ve Hocaya, “Maşallah Hocaya! Hala dinç görünüyorsun.
Kaç yaşındasın?” diye sorar.
Hoca kırk diye cevap verir.
Adam, “Hocam olmaz ama seneler önce bana kırk yaşındayım dedin Şimdi ise hala kırk yaşındayım diyorsun” deyince; hocanın cevabı hazırdır:
“ER ADAM VERDİĞİ SÖZDEN DÖNMEZ! der. Verdiği sözden dönmeyen toplum en iyi toplumdur…
H. Mirgül GRİFFE

Sokrates ve Felsefe

Antik Yunan filozofu Sokrates, insanlığın entelektüel tarihini en çok etkileyen kişilerden birisidir. Sokrates sadece diyalog yöntemiyle felsefe yapmayı tercih ederek herhangi bir eser yazmadığı için, onun düşünceleri ağırlıklı olarak öğrencisi Platon’un metinlerinde aktarıldığı kadarıyla günümüze ulaşmıştır.
M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşayan ve Atina kent devletinin bir üyesi olan Sokrates, kentini yönetenlerle birlikte, retorikçilere, yani söylemlerini güzel konuşma ve hitabet sanatı üzerine inşa edenlere karşı mücadele vermiştir. Çünkü Sokrates’e göre, gerçeğe ulaşmak için, mitos’tan logos’a, yani söylenceden akıl yürütmeye geçmek gerekiyordu. Oysa güzel konuşma ve hitabet yeteneği ile en büyük yalanlar ve yanlışlar, doğru ve gerçek gibi ortaya konabilir, insanlar yanlışın doğru, doğrunun yanlış olduğuna dair ikna edilebilirler. Sokrates’e göre retorikte önemli olan gerçeği kavramak ve bilmek değildir, önemli olan insanları ikna etmektir. Oysa bir kişinin bir konuda ikna olması ve bir şeye inanması, o inancın doğru olduğu anlamına gelmez. Bir şeye inanıyor olmak, o inancın doğruluğunun güvencesi ve gerekçesi olamaz.
Sokrates bu nedenle retorikçilerle filozofları keskin bir biçimde ayırmıştır. Çünkü felsefe bilgelik sevgisidir, filozof da bilgeliği seven ve bilge olmak için çalışan kişidir. Bilge olmak için de gerçeğin bilgisine ulaşmak doğrultusunda mücadele vermek gereklidir. Bu da ancak akıl yürütme ile olanaklıdır.
Sokrates, sorgulanmamış ve irdelenmemiş bir yaşamın yaşanmaya değmeyeceğini söylemiştir. Bu nedenle yaşamı boyunca, ahlak, erdem, adalet, siyaset, devlet, gerçeklik, bilgi, varlık gibi konularda sorgulayıcı ve analitik düşünceler geliştirmiştir. Sokrates ahlakı alışkanlıklara, törelere ve geleneklere indirgememiş, ahlakı erdemli olmakla ilişkilendirmiştir. Alışkanlıklara, törelere ve geleneklere göre yaşamak kolaydır, erdemli olmak ise zordur. Yaşamın amacının iyi bir ruhu taşımak olduğunu söyleyen Sokrates, iyi bir ruhu taşımak için erdemli olmanın zorunlu olduğunu vurgulamıştır. Sokrates, adalet, cesaret, dostluk gibi değerleri de temel erdemler olarak ortaya koymuştur

Sokrates, erdemli olabilmek için de akıl yürütmenin zorunlu olduğunu vurgulamıştı. Analitik bir zihine sahip olan Sokrates, erdemleri kavramadan erdemli olunamayacağını düşünüyordu. Erdemleri kavramak da onların anlamını, onların tanımını, onların özünü kavramak demekti. Dolayısıyla adaleti adalet yapan şeyin, cesareti cesaret yapan şeyin, dostluğu dostluk yapan şeyin ortaya çıkartılıp kavranmasıyla bu erdemlere sahip olunarak yaşanabilirdi. Bu anlamda teori ve pratik bir bütünün iki parçasıdır.
Sokrates’e göre felsefe sadece teorik bir şey olmadığı gibi, sadece pratik bir şey de değildir. (Bu yazıyı okuyan yorumlar bölümüne artı işareti bıraksın, böylelikle okuyanları anlayıp, onlar arasından bir çekiliş yapıp kitap hediye edeceğim) – Filozof sadece belli başlı eylemlerde ve seçimlerde bulunup, bunların akıl yürütmelerinden ve gerekçelendirmelerinden kaçan kişi olamayacağı gibi, sadece akıl yürütmelerle ve gerekçelendirmelerle uğraşıp bunlardan kopuk yaşayan, düşünceleriyle eylemleri arasında tutarsızlık yaşayan kişi de değildir.
Sokrates bu bağlamda, adalet adını verdiği erdeme o kadar büyük önem vermiştir ki, adalete aykırı eylemlerde bulunan bir kişi olmaktansa, adaletsizliğin mağduru olmanın daha iyi olacağını bile söylemiştir. Çünkü adaletsizliğin mağduru olan kişi acı çeker, ama adalete aykırı eylemde bulunan kişinin karakteri yozlaşır. Adalete aykırı eylemde bulunan kişi iyi bir ruhu taşıyamaz.
Sokrates tüm bu nedenlerden dolayı M.Ö. 399 yılında, Atina kent senatosu tarafından, gençlerin zihinlerini bulandırmak ve tanrılara karşı gelmek suçlamasıyla ölüme mahkûm edilmiştir.
İşte bunlardan dolayıdır ki, Türkiye’nin en çok gereksinim duyduğu şey felsefedir.

ÖRSAN ÖYMEN