Cuma, Aralık 26, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog Sayfa 5

Türküler ve ben;

0

Türküler ve ben;
Su ve toprak, ağaç ve yaprak gibi iç içe büyüdüm
Çocukluğuma ait fazla ipucu kalmadı; zamana ve karanlık hücrelere yenik düşen silik hafızamda

Ama hâlâ kayıklarım yüzmekte Fırat kenarlarında;
Hâlâ ellerim madımak toplar Sivas yaylalarında;
Ve hâlâ “Eğin dedikleri küçük bir şehir” benim gözlerimde

Radyoyla ilk tanışmamızda hep “Uzun dalgayı açın” derdim büyüklerime
Benim çocuksu aklımla uzun dalga, uzun hava demekti
Sanki uzun dalgayla Erzurum dağları konacaktı kucaklarıma;
Sanki gençliğimi çalıp götüren kışlalar dolup dolup boşalacaktı gözyaşlarımla

Sadece Ankara ve Erzurum radyolarıydı rahatça dinleyebildiğimiz
Bir de anamın dinlediği, orta dalgada Kürtçe yayın yapan Erivan Radyosu vardı

Anam, yanık havalar çıktıkça hep hıçkırıklara boğulurdu;
Kürtçe bilmeyen babam, önce onu azarlar; sonra bir köşeye çekilir, o da gizlice gözyaşları dökerdi

Günlük radyo program akışlarını can kulağıyla dinlerdim,
Hangi saatte hangi sanatçılardan türküler var diye
Ve o saatte ne açlık, ne oyun, ne de dağlara düşkün küçük ayaklarım beni esir alabilirdi
Ben, o saatte radyonun başında türkülerin esiriydim

Sabahlarımı süsleyen “Günaydın” programı vardı ki tadı hâlâ kulaklarımda
Bir de akşam ajanslarından önce Ümit Kaftancıoğlu’nun hazırlayıp sunduğu “Türkülerin Dili”
O kadar sade, o kadar yalındı ki türkülerin dili;
Sanki o dil, bir türlü dönmeyen anamın diliydi

Koca Veysel’in, Mahmut Erdal’ın, Ali Ekber’in, Daimi’nin, Davut Sulari’nin, Gülabi’nin, Can Etili’nin ve daha nice ozanların, sanatçıların delisiydim
Türkülerle büyüyordum gün gün, ay ay, yıl yıl

Ne acı ki Mahzuni, İhsani, Şah Turna gibi birçok ozanımızın sesleri daha uzaklarda, kısa dalgada yabancı radyoların Türkçe yayınlarından ulaşıyordu kulaklarıma

Doğduğum köy, sırtını Yama Dağları’na, Baydığın’a dayamıştı
Sola dönsem yanık Çamşığı türküleri; sağa dönsem bir o kadar içli Arguvan havaları

Din, kitap yoktu o diyarlarda, o rakımlarda
Rehberimiz pirler, dedeler, ozanlar ve türkülerimizdi
Mansur kesilmiş, Nesimi yüzülmüş, Pir Sultan asılmış mıydı gerçekten?
Eğer doğruysa, dağlardaki o ulu sözler, o kutsal izler kimlere aitti?

Türkü sözleri bir ayetti bizler için
Mahzuni “Çadır yerimizde otlar / Bitti artık gelme deli” derken kime şifre yolluyordu?
Ya da “Erim erim eriyesin” demekle kimleri yerin dibine sokup çıkarıyordu?
İhsani’nin mektubu neler yazıyordu? Kimlere yazılmıştı?
Ali İzzet,
“Musa, Tevrat’a hak dedi
Firavun, aslı yok dedi
İsa, İncil’e bak dedi
Sonradan bu Kur’an nedir?”
derken dört kitabı dört dizeyle nasıl yellere savuruyordu?

Ozanla saz arasındaki ilişkiyi anayla bebek arasındaki kutsal ilişkiye benzetip,
“Bebe gibi kollarımda yaylattım” demek;
Ya da yaşamı bir kumaş parçasına benzetip ayrılık sonrası “Ömrüm orta yerden sökülür gider” diyebilmek,
Ne büyük sözlerdi!

Yine dinlerin bu kadar büyük, kutsal ve ulaşılamaz tanımladığı Tanrı’yı bakkal–muhtar düzeyine indirgeyip
“İnanmazsan git Allah’a sor beni” diyebilmek?
Ve gözleri, bakışlarda mühürlemek;
“Mühür gözlüm” diyebilmek?
Gâh Tanrılaşıp göklere çıkmak;
Gâh “Öyle Sırat köprüsünden geçmekse / Akar boz bulanık sele giderim…” diyerek her şeyi yeryüzüne indirgemek…

O kadar yoğrulmuştum ki türkülerle; radyodan bir kez dinlemekle türkülerin sözleri akılda kalır mı?
İnanılması güç ama kalıyordu işte; hem de bestesiyle birlikte

Yıllar sonra o görkemli resmî elbiselerimle, büyük bir kentin en lüks bulvarında çok farklı düşlerle gezinirken, uzaktan gelen
“Deli gönül hangi dala konarsın / Senin tutunacak dalın mı kaldı?”
türküsünün sözleriyle nasıl çırılçıplak kaldığımı;
Nasıl Baydığın’ın tepesine savrulduğumu ve bir Temmuz akşamı tir tir titrediğimi,
Yüreğimin nasıl ilmik ilmik söküldüğünü bir ben bilirim, bir de gözyaşlarımla sığındığım o kuytu sokaklar

Baktım olacak gibi değil; türküler beni boğmadan, ben izlerini süreyim dedim türkülerimin.
Dupduru gözelerine daldım
Grundig marka eski bir teybimle köy köy, dağ dağ dolandım
Yaşlı nenelerden, emmilerden türküler, maniler, ağıtlar, deyişler topladım
Arşivimi sahipsiz, dilsiz topraklarla süsledim nakış nakış

Seksen darbesinden sonra zaten ısınamadığım omuzlarımdaki o yıldızlarım sökülmüş; ben de bir tutsaktım artık
Ne acı ki tüm arşivimle birlikte o güzelim türkülerim, kasetlerim ve şiirlerim de küllere karışmıştı;
Hem de düşmanın gözleri değip kirlenmesin diye bir dost eliyle
Arşivimi ateşlere, beni de doğduğum topraklara savurmuştu darbenin acımasız yelleri

Bir kez daha özlem giderdim dağlarımla, ağıtlarımla, türkülerimle

Aradan onca zaman geçti
Yıllar yılları kovdu, yollar yolları
Türkülerle güç kazandım, türkülerle büyüdüm
Türkülerimle devirdim altmış yedi yılı, devrilmeden

Şimdi dönüp de arkaya baktığımda ben de şaşkınım;
Ben de bilmiyorum ne hallardayım;
Ben de çözemedim “Gurbet ne yana düşer, sıla ne yana?”
Ama emin olduğum tek şey, türküler hep bana düşer;
Hem de yaşlı, yorgun ve yaralı yüreğimin tam ortasına…

Hakk’tan nida gelir dolu içeriz

0

Hakk’tan nida gelir dolu içeriz
Kırkların delisi divanesiyiz
On dört bin senedir konup göçeriz
Bir devr i daimin pervanesiyiz

Cümleye bir deriz, yoktur farkımız
El Hakk deryasına akar arkımız
Zahirden manaya döner çarkımız
Erenler ceminin sır hanesiyiz

Gâhi kanatlanıp gâhi süründük
Gâhi Yunus olup şala büründük
Deruni mahlaslı yoksul göründük
Bir sırrı gevherin viranesiyiz…

NEHRU’DAN KIZI İNDİRA GANDHİ’YE HAPİSHANEDEN YAZDIĞI MEKTUPTA

0

NEHRU’DAN KIZI İNDİRA GANDHİ’YE HAPİSHANEDEN YAZDIĞI MEKTUPTA TÜRKİYE VE MUSTAFA KEMAL’ İ ANLATIYOR

Hindistan bağımsızlık savaşının önderi, Batı Emperyalizmine karşı üçüncü dünya ülkelerinin bağlantısızlar hareketinin öncüsü, Hindistan Kongre partisi lideri, bağımsız Hindistan’ın ilk başbakanı Cevahirlal NEHRU, ingilizlerce hapse atılınca, hapishaneden kızı İndira GANDHİ’YE yazdığı mektuplar, dünya siyasi tarihinin çok önemli belgeleridir. Bu Mektupların Türkiye ile ilgili bölümü aşağıdadır. Mektup epey uzun olduğundan iki bölüm halinde yayınlayacağım.abırla okumanızı dilerim.
“Bugün sana yeni Türkiye’yi yazmak düşüncesindeyim. Türkiye, dünya savaşının sonunda Almanya’dan birkaç gün önce çöktü. İstanbul’un kendisi Müttefiklerin işgaline girmişti. İngiliz donanması muzaffer bir edayla Boğaziçi’ne demirlemişti. İngiliz, Fransız ve İtalyan birlikleri hemen her yerdeydi.
Türk ordusuna silah bıraktırılıyordu.
Genç Türk liderler Enver Paşa, Talat Bey ve ötekiler yurtdışına kaçtılar.
Tahtta, ülkenin başına ne gelirse gelsin, kendisini kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen kukla Vahdettin oturuyordu.
Türkler her zaman için olağanüstü dayanıklılık göstermişler ama sekiz yıl kesintisiz savaş, onlara fazla gelmişti.
Doğrusu hangi halk buna dayanabilirdi?
İşte böyle, Türkler, alçak Sultan’dan başlayarak yukarıdan aşağıya kadar yıkılmış, dağılmış gibiydiler.
“Avrupa’nın hasta adamı” sonunda son nefesini vermişti, ya da öyle görünüyordu.
Fakat direnişin koşulları ne kadar umutsuz görünürse görünsün, koşullara boyun eğmeyi reddeden bazı Türkler de vardı.
Bir süre sessizce çalıştılar. Müttefiklerin kontrolündeki depolardan silah ve malzeme sağlayarak Karadeniz üzerinden Anadolu’nun içlerine yolladılar.
Bu gizli faaliyetleri yürütenlerin başı Mustafa Kemal Paşa’ydı.
İngilizler Mustafa Kemal Paşa’dan hiç hoşlanmadılar. Ondan kuşkulandılar, tutuklamak istediler. İngilizlerin elinin altındaki Sultan da Mustafa Kemal’den hoşlanmıyordu.
O’nu iç bölgelere yollayarak uzaklaştırmanın daha güvenli bir politika olduğunu düşündüler.
Mustafa Kemal Paşa Doğu Anadolu’ya genel müfettiş atandı.
Aslında fiiliyatta teftiş edilecek bir ordu yoktu.
O’na verilen görevin esası, Türk askerlerinin silahlarını toplamaya çalışan Müttefiklere yardımcı olmaktı. Kemal bu fırsatın üzerine atladı, hemen harekete geçti.
Böyle davranmakla çok isabet etmişti, çünkü hareketinden birkaç saat sonra Sultan fikrini değiştirmişti. Kemal korkusu onu kıskıvrak yakalamıştı. Gece Kemal’i durdurmaları için bir not yolladı. Fakat kuş kafesten uçmuştu.
Kemal paşa ile bir avuç Türk Anadolu’da direnişi örgütlemeye başladılar.
İstanbul’dan gelen emirleri dikkate almadılar.
Bu arada, bir başka ve daha önemli olay Türkleri ayağa kaldırmıştı.
Müttefiklerden İtalyanlar hem Antalya bölgesini hem de İzmir bölgesini istiyordu. İngilizler ve Fransızlar bundan hoşlanmadı. Bu vesileyle İzmir bölgesini İtalyanlara kaptırmamak için, Yunanlıları ikna ettiler, örgütlediler ve İzmir’e asker çıkarmalarını onayladılar.
İngiliz ve Fransız askerleri çok yorgundu ve artık evlerine dönmek istiyordu. Bunun için en uygun yunan askerlerini buldular.
Yunanlılar bu işe yatkındılar; Yunan hükumeti hem küçük Asya’yı, hem de İstanbul’u ilhak ederek eski Bizans İmparatorluğunu canlandırmayı hayal ediyordu.
Küçük Asya’ya İngiliz gemileriyle taşınan Yunan birlikleri, Mayıs 1919’da, İngiliz Fransız ve Amerikan gemilerinin himayesinde İzmir’e ayak bastılar.
Hemen ardından, Müttefiklerin Türklere attığı kazık olan Yunan birlikleri, katliamlara ve görülmedik tecavüzlere giriştiler.
Türkler Müttefiklerin kendileri için hazırladıkları kaderi gördüler.
Bölüm:2
” O ana kadar kararsız kalan Türk subaylarından birçoğu, davranışlarının Sultan’a başkaldırma anlamına geldiğinin bilincinde olarak Kemal Paşa’ya katıldı. Çünkü sultan, Mustafa Kemal Paşa’nın tutuklanmasını emretmişti.
Seçilmiş temsilcilerden oluşan bir kongre Mustafa Kemal başkanlığında 1919 Eylül’ünde Sivas’ta toplandı. Milli Misak benimsendi.
Bu arada İstanbul’da Ocak 1920’de Mebusan meclisi toplanmıştı. Kemal meclisin İstanbul’da değil de Anadolu’da bir şehirde toplanmasını istemişti. Çünkü İstanbul işgal altındaydı, işgalciler meclisi çalıştırmazdı. Ama Kemal Paşa’nın arkadaşlarından Rauf Orbay ve diğerleri ısrarla İstanbul’da toplanmasını istemişlerdi.
Nihayet 6 hafta sonra İngiliz General İstanbul’un üzerine yürüdü, komutayı ele aldı, sıkıyönetim ilan etti.
Milliyetçi temsilcilerden Rauf Orbay dâhil 40’ını tutuklattı. Malta’ya sürgüne yolladı.
Diğer birçok temsilci ise Ankara’ya Mustafa Kemal’in yanına kaçtılar.
Artık Sultan’ın İngilizlerin elinde bir kukla olduğu iyice anlaşılmıştı.
Bu defa Ankara’da toplanan meclis kendini milletin temsilcisi ilan etti. Adına – Türkiye Büyük Millet Meclisi- dedi.
Sultan Vahdettin buna karşılık olarak Kemal Paşa’yı ve ötekileri gayrimeşru ilan ederek, aforoz edip, onları ölüme mahkûm etti.
Ardından – Kemal Paşa’yı öldüren kimsenin kutsal bir görev yerine getirmiş olacağını, hem bu dünyada hem de öteki dünyada ödüllendirileceğini- duyurdu.
Sultan aynı zamanda dinsel önder olan halifeydi. Ondan gelen bu açık katletme çağrısı, felaket bir şeydi.
Sultan elinden geleni yaparak milliyetçileri ezmeye çalıştı. Cihat ilan etti, onlara karşı mücadele etmek için düzensiz güçlerden “Hilafet ordusu” örgütledi.
İsyanları organize etmek için din adamları yollandı. Bir ara Türkiye’nin dört bir yanında iç savaş patlak verdi. Acımasız bir savaştı, büyük zulümler yaşandı.
Fakat Kemal Paşa’nın sloganı “Ya hep ya hiç” oldu. “Yaşamı ve bağımsızlığı için her türlü özveriyi göze alan bir ulus yenilmez. Yenilgi, ulus öldü anlamına gelir” diyordu.
Bu arada Müttefikler tarafından tasarlanan Sevr anlaşması Ağustos 1920’de yayımlandı. Türkiye’nin idam cezası yürürlüğe konmuştu.
Ülke sadece küçük parçalara ayrılmakla kalmıyor, İstanbul’un kendisi bile bir Müttefik komisyonun denetimine terk ediliyordu.
Ülke yas tutuyor, protestolar yapıyordu.
Her şeye rağmen, Sultan’ın temsilcileri Antlaşmayı imzalamışlardı.
Milliyetçiler de doğal olarak antlaşmayı reddettiler.
1921 yazında Yunanlılar büyük bir çaba göstererek Başkent Ankara’yı ele geçirmeye çalıştılar.
Sakarya Irmağında durduruldular.
Yunan kuvvetleri gelişlerinde olduğu gibi dönüşlerinde de yakıp yıkarak geri çekildi.
350 km.lik verimli bölgeyi çöle çevirmişlerdi.
Sakarya savaşı zar zor kazanılmıştı.
Kemal’in orduları 1922 Ağustos’unda, çok dikkatli hazırlanmış bir düzen ve kararlılıkla Yunanlılara saldırdı.
8 gün içinde Yunanlılar 25 km geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama önlerine çıkan her Türk erkeğini, kadınını, çocuğunu öldürerek intikam almayı sürdürdüler.
Yunan ordusunun büyük bölümü İzmir üzerinden kaçtı ama İzmir’in kendisi büyük ölçüde yakıp yıkıldı.
Kemal Paşa birliklerini İstanbul’a doğru yürüterek zaferini sürdürdü.
Çanakkale’de İngiliz birlikleri durdurdular ve Eylül 1922 de savaş görüşmeleri yapıldı. İngilizler Türklerin hemen hemen bütün taleplerini benimsedi ve Yunan güçlerinin Trakya’yı boşaltacağını vaat ettiler, ateşkes ilan edildi.
Lozan’da toplanan barış konferansı aylarca sürdü. İngiltere adına katılan dayatmacı Lord Curzon’u çileden çıkaran, – işine geleni duyup işine gelmeyeni duymayarak gülümseyip sağır gibi davranan İsmet paşa- oldu.
Curzon’un hiçbir baskısı İsmet Paşa üzerinde etkili olmadı. İkinci bölümde Curzon’un yerine başka bir temsilci gönderildi.
Neticede Ulusal Ant’ta yer alan bütün Türk talepleri, biri dışında(Musul), onaylandı. Lozan antlaşması 1923 Temmuz’unda imzalandı.
Kemal Paşa, Muzaffer Gazi, istediklerinin hemen hepsini almıştı.
Lozan’da üzerinde anlaşılamayan Musul konusu Milletler Cemiyetine götürüldü. Sonuçta Musul, Irak devletinde kaldı. Irak’ın bağımsız kalacağı varsayılıyordu. Ama pratikte İngiliz mandası olmayı sürdürdü.
Mustafa Kemal’in Yunanlılara karşı kazandığı büyük mücadeleyi, yaklaşık 11 yıl önce duyduğumuz zaman ne kadar çok sevindiğimizi çok iyi hatırlıyorum.
Birçoğumuz Lucknow Bölge hapishanesindeydik.
Türklerin zaferini kutlamak için hapishane barakamızı sağdan soldan bulabildiğimiz şeylerle süslemiş, dahası o akşamı ışıklandırmaya çalışmıştık. “
SON
PANDİT CEVAHİRLAL NEHRU -(1889-1964)
Hindistan eski başbakanı- Hindistan bağımsızlık hareketinin liderlerinden.
(Luckow hapishanesinden kızı İNDRA GANDİ’YE mektuplar yazarak dünya siyasetini ve yakın tarihi anlattı. Bu sırada İndira Gandhi 14 yaşındadır. Daha sonra yıllarca Hindistan Başbakanlığı yapacaktır.
Bu Mektupları daha sonra – Kızıma mektuplar- ve Türkiye ve Orta Asya Tarihi- adlarıyla yayınlandı.)
KENAN ÖZEK

TUTMAM BEN

0

Sevilen sayılan adamım amma
Kendime verdiğim sözü tutmam ben
Yirmi yıl bıraktım tekrar başladım
Zift içerim asla haram yutmam ben

Şükür öğretmiştir şükürsüz bize
O şükürsüz kargalardan geveze
Toprak bitti göz diktiler denize
Dost doğru söylerim yalan atmam ben

Atsam bile beni kimse tınlamaz
Sohbet etsem sohbetimi dinlemez
Derdi olmayanlar dertten anlamaz
Derman arıyorum derdim satmam ben

Benim derdim vatandaşın geçimi
Benim derdim yakmaktadır içimi
Baştakiler sabit gördü suçumu
Sözlerime zerre yalan katmam ben

Şiir tarlasında gezer dururum
Ben kendi kendime kızar dururum
Aklıma geleni yazar dururum
Horoz ötmeyince asla yatmam ben

Gündüz ağlar gece nöbet tutarım
Saz çalarak stresimi atarım
Sabah kahvaltıma sevgi katarım
Tatlı yerim acı ekşi tatmam ben

Garip YADİGAR’ım güle aşığım
Tatlı dil güler yüz dile aşığım
Demokrasi denen yola aşığım
Karganın konduğu dalda ötmem ben
Ozan garip YADİGAR 28 11 2025

Kul Hakk’a vasıl olunca

0

Kul Hakk’a vasıl olunca
Görmek için göz gerekmez
Cem i deryaya dalınca
Söylenecek söz gerekmez

El verir kırklar, yediler
Demlenirler birer birer
Musahibi olan girer
Can, cem olur giz gerekmez

Sır perdesi kalkar anda
Kul bir yanda, Hakk bir yanda
Kerametin hepsi canda
Tabut, kefen, bez gerekmez

Mest olup arşa çıkılır
Benlik kalesi yıkılır
Cemal cemale bakılır
Senli benli yüz gerekmez

Pirdir bu vahdetin başı
Bin yıl kaynar bitmez aşı
Bizi yakar aşk ataşı
Cehennemde kor gerekmez

Kör nefisler eğerlenir
Her bir lokma değerlenir
Çırağ sırla mühürlenir
Eşik öte dil gerekmez

Deruni’yi duy da işit
Kul Hakk’a, Hakk kula eşit
Enel Hakk demişse mürşit
Ona kitap din gerekmez

Gülmeyi bilmedi karalı başım

0

Gülmeyi bilmedi karalı başım
Dünyada olmadı dikili taşım
Ne bir dostum kaldı ne bir yoldaşım
Tutacak bir dalım kalmadı benim

Dertler bitmez oldu ardı sıralı
Bahtım hiç gülmedi zaten yaralı
Her gece bir kabus başım karalı
Gözlerim uykuya dalmadı benim

Nereye kaçtımsa o beni buldu
Hayat tarlasında güllerim soldu
Dört bir yanım ıssız, virane oldu
Hiç kimse kapımı çalmadı benim

Hep karalı dediler kirpiğin, kaşın
Görmedim farkını yaz ile kışın
Koşarım peşinden ekmeğin, aşın
Azık denen torbam dolmadı benim

Ferhadi’yem akıp gitti çağlarım
Gülmeyi bilmedim kara bağlarım
Kendi iç dünyamda yanar ağlarım
Gönlüm hiç huzuru bulmadı benim

Ferhat GÜNAYDIN ( Ferhadi)
Eğitimci Yazar / Halk Şairi – Giresun

Yara olmaz idi, yâr olmasaydı.

0

Aşığın gönlünde yâr yarası var
Yara olmaz idi, yâr olmasaydı.
Gülün esamesi okunmaz idi
Bülbülün gönlünde zâr olmasaydı.

Ay ışık vermezdi, güneş sönerdi
Şer galip gelirdi, hayrı yenerdi
Sanıyorum dünya terse dönerdi
İnsanlarda edep, âr olmasaydı.

İnsanın boynunda çoktur vebâli
Arayıp bulmasa eğer kemâli
Bilmem ne olurdu, dünyanın hâli
Eğer ki Velayet var olmasaydı.

Velayet Aytan

Neyzen Tevfik.

0

Sevdiğim edebiyatçılar serimde bugün sıra,
adı kitaplara sığmayan, kelimelerin bile el bağladığı adamda:
Neyzen Tevfik.
Her paylaştığım portrede bir yüz değil, bir ruh anlatmaya çalışıyorum.
Bazısında bir sızı olur, bazısında bir öfke, bazısında bir kahkaha.
Neyzen’e gelince…
Hepsi birden.
Bir tek insanda top yekûn bir dünyalık.
Sevdiğim Edebiyatçılarda Bugün; Neyzen
Neyzen’e dair; küfür doğru kullanıldığı yer ve zamana göre dilin tuzu biberidir, diye kalmış aklımda.
Gel, sandalyeni şöyle çek, hafiften bir demleniyormuşuz gibi (ister çay olsun ister başka bir dem) seninle şu bizim Hiç hazretlerini, Neyzen Tevfik’i bir konuşalım. Neyzen’i ne olduğunu, ne olmadığını gerçek anlamda anlayanlar; çok adam gördüm, çok laf duydum ama onun gibisi bu topraklara bir daha uğramadı, der.
İşte benim gözümden, o deli fişek, o sermayesi küfür olan ama küfrü bile sanat yapan Neyzen…
Gel Yamacıma, Sana Biraz Bizim Hiç’ten Bahsedeyim
Bak güzel kardeşim, şimdi sana Neyzen Tevfik 1879’da Bodrum’da doğdu falan diye başlasam, sen sıkılırsın, ben utanırım. Neyzen de mezarında ters döner; ulan hıyar, benim nüfus kağıdımı mı okuyorsun, ruhumu mu anlatıyorsun diye basar kalayı.
Ben Neyzen’i neden severim biliyor musun? Çünkü bu adam, bizim içimizde tutup da söyleyemediğimiz, boğazımızda düğümlenen ne varsa hem de ölüme tiz kellesi vurula kadar yakın bir dönemde hepsini o meşhur neyinin içine üflemiş, yetmemiş kalemin ucuna takmış, mürekkep niyetine tükürmüş kağıda.
Biz milletçe bayılırız cekete, koltuğa, unvana… Müdür Bey, Sayın Başkan, Bakanım, Reisimiz diye kırk takla atarız. Neyzen’in umurunda mı? Adam Sadrazam’a kafa tutmuş, Padişah’a dil uzatmış. Vali konağında ağırlanırken sıkılıp, çilingir sofrasını sokak köpekleriyle kurmuş bir adam bu.
Hani diyor ya o meşhur sözünde: Benim hiç’ten başka neyim oldu ki?
Şu ferahlığa bak. Hangimiz diyebiliyoruz bunu? Biz yeni telefon, araba, terfi peşinde koşarken; adam hiçlik mertebesine postu sermiş, oradan bize nanik yapıyor. Ben bu eyvallahsızlığını seviyorum işte.
Taşı Gediğine Değil, Gözünün Ortasına Koyması
Neyzen’in dili sadece keskin değil, zehirdir zehir. Ama şifalı zehir. Riyakarı, dinkârı, yalakayı gördü mü affetmez. Bugün biz kibarlıktan, aman tadımız kaçmasın diye susuyoruz ya; Neyzen olsa o masayı devirirdi.
Ve işte tam burada, onun ruhuna en uygun sözlerden biri patlar:
Sözüm ateş olur da çarpar yüzüne densizin,
Küfrüm iltifattır bazen, anlamaz her gerizekânın özü.
Makamına güvenen ittir, unvanına güvenen hödük,
Ben neyimi üflerim; kül olur sizin boktan düzenin çözü.
Bak ne diyor o dönemin çıkarcılarına:
Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler;
Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus dediler…
Künyeni almak için partiye ettim telefon:
Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus dediler.
Gülme. Vallahi bugün yazsa bunu, altına imzamı atarım. Adamdaki vizyona bak: yüz yıl önce yazdığı şey bugün hâlâ manşetlik.
Peki, Neyzen Bugün Yaşasaydı?
İşte zurnanın zırt dediği, neyin hû dediği yer burası.
Düşünsene Neyzen Tevfik bugün aramızda.
Elinde neyi, sırtında o eski ceketi, Beyoğlu’nda yürüyor.
Instagram’da, TikTok’ta mükemmel hayatım var, bakın ne yiyorum diye sırıtanları görseydi…
Telefonu o fenomenin elinden alır, yere çalar, üstüne bir güzel tepinir;
sonra sakalını sıvazlayıp şöyle derdi:
Ulan parlak kutuya tapan ahmak,
Ekranda yüzün var ama ruhun karanlık.
Beğeni diye yalvara yalvara dilin pas tuttu,
Ben neyimi üflerim; senin hayat denen süslü yalanın tuzla buz olur artık.
Markete girdiğini düşün. Bir şişe rakının, bir kalıp peynirin fiyatını gördü.
Kasiyere bakıp gevrek gevrek gülerdi.
Sonra Maliye Bakanı’na ithafen, o meşhur Behey Dürzü şiirinin 2024 versiyonunu patlatırdı.
Ekmek aslanın ağzında değil, midesine inmiş, derdi.
Sonra da eklerdi:
Vergiden belimiz büküldü, yay oldu,
Vatandaşın hali, harap bir köy oldu.
Biz bade derken, zamlar badeyi aştı,
Meze niyetine yediğimiz sade bir oy oldu.
Akşam açtı televizyonu, o bağıran çağıran uzmanları izliyor.
Hepsinde bir ciddiyet, hepsinde bir ben bilirim tavrı…
Neyzen bir yudum alır ve televizyona şöyle üflerdi:
Âlim geçinenler cahile rehber,
Sözde hepsi dahi, hepsi peygamber.
İki kelam etseler manası yoktur,
Eşek bile anırırken bunlardan dilber.
Ben Neyzen’i Neden Seviyorum Azizim?
Çünkü adam sadece küfürbaz değildi.
O küfürün arkasında bir yangın vardı.
Adamın derdi vardı:
Memleket derdi, insanlık derdi, adalet derdi.
O ney üflerken aslında ağlıyordu.
Şiir yazarken aslında tokat atıyordu.
Bugün stres dediğimiz, psikologlara para döktüğümüz şeyleri,
o bir nefeste, bir dörtlükte çözüyor.
Bize Kendini bu kadar ciddiye alma, dünya dediğin bir gölgelik, diyordu.
Özledik be Neyzen.
Senin o paspal kılığının altındaki dev yüreği özledik.
Bugün yaşasaydın, muhtemelen seni tımarhaneye değil,
bizlerin arasına yani asıl tımarhaneye kapatırlardı da;
sen yine bir yolunu bulur, oradan da bize nanik yapardın.
Ruhun şad olsun Hiçlerin Efendisi.
Hiç Olmak
Bir gün Neyzen Tevfik bir devlet dairesine girer.
İşini halledecek ama kılık kıyafet malum; dökülüyor.
Memurlar suratına bile bakmaz. Neyzen sinirlenir, ortalığı velveleye verir.
Gürültüye içerideki müdür çıkar, bakar ki karşısında bir garip adam.
Müdür küçümseyerek sorar:
Sen kimsin be adam? Bağırıp çağırıyorsun… Sen nesin?
Neyzen sakince döner:
Ben… ben hiçim.
Sonra müdüre sorar:
Peki sen nesin?
Müdür kabarır:
Ben bu dairenin müdürüyüm.
Neyzen:
Sonra?
Müdür:
Müsteşar olurum… vekil olurum… belki bakan olurum…
Neyzen üstelemeye devam eder:
Peki ondan sonra?
Müdür durur, düşünür:
Hiç… ondan sonrası hiç… emeklilik… ölüm…
Neyzen yapıştırır cevabı:
Be adam. Sen o kadar sene okuyup, unvan kovalayıp, debelenip en sonunda hiç olacaksan…
Ben şimdiden hiçim. Ne diye bu tantana?
Dünya malı, makam, mevki… Neyzen için hepsi bir tiyatro dekoru.
Oyun bitince perde kapanır, herkes hiç olur.
O yüzden severim ben bu adamı; oyunun sonunu baştan görmüş çünkü.
Ben her sevgili edebiyatçımı çizerken şunu düşünürüm:
Onlar bugün hayatta olsaydı, bugünün dünyasında
hangi sözü söyleyemeden duramazlardı?
Neyzen’de cevabı bulması en kolay olanlardan biri.
O susamazdı.
Bizim gibi yutkunup geçemezdi.
O yüzden çizmesi de, yazması da en kolay görünüp
en zor olanlarındandır.
Çünkü Neyzen’i anlatmak kendini saklamadan yazmayı gerektirir.
Önce kendi yalanlarını temizleyeceksin,
sonra onun aynasına bakacaksın.
Küfrü duymaktan korkmayacaksın,
çünkü onda küfür bile bir ağırlık ölçüsüdür.
Sevdiğim Edebiyatçılarda Bugün;
Neyzen’i ağırladım.
Sıradaki kim olur bilmem ama
benim için bu masada boş kalan sandalye,
onun ney sesinin buharı tüterken hâlâ sıcak.
Mısmıl olun,
Demirhan
Çizim, Demirhan

..26 KASIM 1935..Atatürk’ün, Moskova’da havacılık eğitimi gören Sabiha Gökçen’e telgrafı:

0

..26 KASIM 1935..Atatürk’ün, Moskova’da havacılık eğitimi gören Sabiha Gökçen’e telgrafı: “…Başarılı çalışmalarını duydukça çok memnun oluyorum. Senden sık sık haber bekliyorum. Gözlerinden öper, sağlıklar dilerim.”İstanbul’da tatlı bir telaş var. Rıhtımda martı cıvıltıları, dalga sesleri ve vedalaşma. Tarih 10 Temmuz 1935. Adı yeni değişen Türk Hava Kurumu yetkilileri Genel Başkanları Fuat Bulca’yı bekliyorlar. Rıhtıma bir araba geliyor ve içersinden Genel Başkanla birlikte Atatürk’ün kızı Sabiha Gökçen iniyor. Fotoğraf çektirmeler, gazetecilere verilen röportajlar ve vapurun sesi…RUSYA’YA GİDEN ÖĞRENCİLER..Bazı kaynaklar, 8 öğrencinin Rusya’ya planör, paraşüt ve sonrasında motorlu uçuş eğitimine gittiğini yazmaktadır. Ancak Sabiha Gökçen’in hayatını anlatan ve kendi ifadeleriyle yayına hazırlanan “Atatürk’ün izinde bir ömür böyle geçti” adlı kitapta bile Rusya’ya giden öğrenci sayısında çelişkiler bulunmaktadır.Benim yaptığım araştırmalarda, 9 öğrencinin Rusya’ya gitmiş olduğuna dair bulgular mevcuttur. Ya Sabiha Gökçen’i kadın olarak liste dışında tutmuşlar ya da sağlık nedeniyle ilk etapta uçuştan ayrılan Mustafa İrkin veya Nurettin Demirsoy kayıtlarda yer almamıştır.
THK’nın belirlediği üç kişinin yanında Vecihi Hürkuş’un İstanbul’dan beraberinde Türkkuşu’na getirdiği altı öğrencisinin Rusya’ya gittiğini bilmekteyiz. Yani toplam 9 öğrenci:

  1. Sabiha Gökçen
  2. Emrullah Ali Yıldız
  3. Ferit Orbay
  4. Sait Bayav
  5. Tevfik Aytan
  6. Muammer Öniz
  7. Hilmi Hüseyin (Orbay?)
  8. Nurettin Demirsoy
  9. Mustafa İrkin
    Son iki isim Mustafa İrkin ve Nurettin Demirsoy’un sağlık nedenleri ile uçuştan ayrıldıklarını belgelerden tespit etmiş durumdayız. Şu ana kadar ulaşabildiğimiz kayıtlarda, Mustafa İrkin’in Rusya’da modelciliğe devam ettiğini biliyoruz.
    Nurettin Demirsoy hakkında geçerli bir kayıt henüz elimizde bulunmamakta. Belki de ilk etapta uçuştan ayrılan ve modelciliğe de devam etmeyen Nurettin Demirsoy kayıtlara hiç yansımamıştır. Bu konuda araştırmalar devam etmektedir. Biz konumuzu dağıtmadan yolculuğa devam edelim.
    KOKTEBEL PLANÖR EĞİTİM MERKEZİ
    12 Temmuz 1935. Gemi Odesa limanına girer. Rus yetkililer Türk ekibini çok iyi karşılarlar ve otelde onurlarına bir yemek verilir. Yemekte ve tüm gece boyunca Atatürk konuşulur. Ertesi gün Yalta’ya, oradan da doğruca Feodasa’ya. Feodasa’da çok candan karşılanırlar. Bütün havacılık öğretmenleri oradadırlar, Türk öğrencileri kardeşçe kucaklarlar.
    Eğitimlerinin başlayacağı Koktebel’e bir otobüs ile gidilir. Bu kısa yolculukta otobüsün üzerinde iki küçük uçak onlara eşlik eder. Türk ekibi için sahilde Villa Adriyana adlı bir yer tahsis edilir. Villa Adriyana’nın üst katı Sabiha Gökçen ve ona yardımcı olması için Azerbaycanlı Zeynep isminde bir kıza tahsis edilir. Alt katta ise erkek öğrenciler ile Zeynep’in ağabeyi kalmaktadır. Azerbaycanlı kardeşler hem eğitimde, hem de sosyal yaşamda Türk ekibinin tercümanlık görevlerini yürütürler.
    TÜRK BAYRAĞI DALGALANIR
    Villa Adriyana’da kalan ekibe yapılan diğer bir jest ise, villanın üzerine Türk bayrağı asılmasıdır. Ayrıca eğitimler boyunca meydan giriş kapısında Türkçe “ Hoş geldiniz” yazısı asılı durur.
    Ertesi gün eğitim hem nazari, hem uygulamalı olarak başlar. Eğitmenler hiç göz açtırmamaktadır. Eğitim dışında çok samimi olan hocalar, eğitim sırasında çok acımasız davranmaktadırlar. Disiplin, disiplin, disiplin…
    SABİHA GÖKÇEN’İN TEDAVİSİ
    Sabiha Gökçen’i biraz çelimsiz gören hocaları derhal doktorlardan fikir alırlar. Doktorlar da Gökçen’i sıkı bir muayeneden geçirirler. Gerçekten de Sabiha yorgunluktan kötü gözükmektedir.
    Yapılan müdahaleler ve önerilen yemekler sayesinde çok kısa sürede toparlayan Gökçen, erkek arkadaşlarından asla geri kalmadan tüm eğitimlere katılır. Uygulanan kuru üzüm yüklemesi ile kilo bile alır. Uzun eğitimlerdeki tek sıkıntı vatan özlemidir. O özlem de Türkiye’den gönderilen gazetelerle giderilmeye çalışılmaktadır. Ayrıca Türk öğrenciler izinli günlerinde yakın yerlerdeki tarihi yerlere gezmeye gitmektedirler. Kültürel etkinliklere katılmak öğrencilerin çok hoşuna giden diğer bir faaliyettir. Ancak en çok da birlikte vakit geçirmekten zevk alırlar. Bunun da en güzel yeri Villa Adriyana’nın salon ve balkonudur. İlk kez gün ışığına çıkan bu yazı içersindeki fotoğrafta Sabiha Gökçen’in minyatür bilardo oynamaktan çok hoşlandığını yazmamıza gerek var mı bilmiyorum… Bu tür oyunlarda ekip halinde çok neşeli saatler geçirirler, kaybedenler meyve ve tatlı alma cezasına çarptırılır.
    PLANÖR DİPLOMALARI
    11 Ocak 1936 günü yapılan görkemli bir törenle planör öğretmeni unvanını ve diplomalarını alan ekip, Moskova’ya giderek motorlu uçuş okuluna başlayacaktır. 14 Ocak günü Moskova’ya giden ekibi Türk Büyükelçisi Zekai Apaydın tren garında eşi ile birlikte karşılar.
    Bir kaç gün elçilik binasında konaklayacak ekip ardından motorlu uçuşlara devam edecektir. Elçilikteki odasına çıkan Sabiha Gökçen Türkiye’den gelen mektuplara bakmaya başladığında çok üzücü bir haber alır. Sabiha Gökçen’in “Çok sevdiğim, canım kadar sevdiğim, manevi kardeşim” dediği Zehra hayata veda etmiştir. Atatürk’ün özel emriyle uçuşu henüz bitmemiş olan Sabiha Gökçen’e bu haber özellikle bildirilmemiştir. Bu durum karşısında morali çok bozulan Sabiha Gökçen, uçuş hocalarının da izin vermesi sonucu Atatürk’e durumu ve duygularını anlatan bir mektup yazar. Atatürk’ün de onaylaması ile motorlu uçuşlara başlamadan yurda döner.
    MOTORLU UÇUŞLARA GEÇİŞ
    Aradan geçen bir süre sonra Türkkuşu’nda öğretmenliğe başlayan Sabiha Gökçen yine Atatürk’ün isteğiyle motorlu uçuşlara devam edecektir. Atatürk’ün emri ile Eskişehir Askeri Tayyare Okulu’ndan bir uçak ile bir öğretmen getirilir. Nazari dersleri Binbaşı Savmi Uçan, uygulamalı dersleri ise Muhittin hocadan alan Gökçen kısa sürede ilerleme kaydeder.İlk eğitimleri geçen Gökçen, daha sonra iki yıl sürecek Eskişehir eğitim günlerine başlar. O iki yılın sonunda Türkiye’nin ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu olarak tarihe geçer..

Giden gün ömürdendir…

0

Giden gün ömürdendir…
Ve biz çoğu zaman fark etmeyiz;
takvimden düşen her yaprak sadece bir tarihin değil,
bir ihtimalin daha yok oluşudur.
İnsan sandığı kadar güçlü değildir aslında;
zamana karşı hep yenik,
umutlarına karşı hep eksik,
kendine karşı hep geç kalmıştır.

Her gün biraz daha yıpranır içimizdeki çocuk,
biraz daha susar içimizdeki isyan,
biraz daha ağırlaşır taşıdığımız yükler.
Ve biz yine de “yarın” deriz;
sanki yarın bize sadıkmış gibi…
Oysa hayat, susarak geçen anlarda tükenir;
kırıldığımız ama söylemediğimiz yerde,
affetmediğimiz ama gururdan geri dönmediğimiz anda,
sevdiğimiz halde belli etmediğimiz kişide.

Giden gün ömürdendir…
Ve ne kadar çok gün gidiyorsa,
o kadar çok eksiliyoruz aslında.
Ama insanın tuhaf bir yanı var:
Ömrü erirken bile,
kendi yangınını görmezden gelebiliyor.

Sanki çok vaktimiz varmış gibi yaşıyoruz;
oysa zaman, kimseyi beklemeyen
en acımasız öğretmen.
Sonunda anlıyoruz ki:
Giden her gün, bize değil,
bizden gidiyor.

Bu dağlar kömürdendir
Geçen gün ömürdendir
Feleğin bir guşu var
Pençesi demirdendir

Hadi leyli leylanı
Mevlam yazmış fermanı
Ya al canım gurtulam
Ya ver derde dermanı

Bu yol Pasin’e gider
Döner tersine gider
Burda (Şurda) bir garip ölmüş
Guşlar yasına gider

Hadi leyli leylanı
Mevlam yazmış fermanı
Ya al canım gurtulam
Ya ver derde dermanı

Bir at bindim başı yok
Bir çay geçtim daşı yok
Burda bir yiğit ölmüş
Yanında gardaşı yok

Hadi leyli leylanı
Mevlam yazmış fermanı
Ya al canım gurtulam
Ya ver derde dermanı

Beni Öteye sürme .

0

Sevda özlem aşklar insanlar için
Yüreğim sen beni kötüye sarma!
Viran etme beni inadın için?
Gönül beni benden öteye sürme!

Sevdanın kapısı dardır, açılmaz!
Aşk yürekte ince nardır, geçilmez
Her şeyden kaçsan aşktan kaçılmaz,
Gönül beni benden öteye sürme!

Gönül sazı ile aşka varmışsın
Aşkın kapısından varıp girmişsin
Gül dalında gonca gülü dermişsin
Gönül beni benden öteye sürme!

Bilmez misin, ırmak geriye akmaz
Yürek tutsak düşer ardına bakmaz
Bu ateşe giren bir daha çıkmaz
Gönül beni benden öteye sürme!

Gönül her kapıyı açar girersin
Nerde güzel görsen orda erirsin
Aşk dediğin yolda hakka yürürsün
Gönül beni benden öteye sürme!

Vurguni! nin hakka açık kapısı
Kolay mı, alınır gönül tapusu
Bozulmuş alemin dostluk yapısı
Gönül beni benden öteye sürme!
Abdullah Oral

A ile başlar aydınlık

0

Bir taş koyar bütün yapılarda temele öğretmen.
Soluğudur düşüncenin buğdaydan yalaza dek
Yeryüzünde ne varsa ondan gelmedir,
Yeryüzü ile el ele öğretmen

Göz gözdür o, uzakları görürüz
Ağızdır o, türkü söyleriz haykırırız günlerden.
Ulaşırız erdem üstüne, gelecekler üstüne biz hep
Çizer büyük değirmisini Uç olur da gergele öğretmen.

Hey hey, burası bir dağ köyü, kurda kuşa
Bırakılmış göğün kıyısına bırakılmış
83 toprak ev, 83 acı duman,
Çoluğuyla, çocuğuyla 415 karanlık
Kurtulacağız, el ayak kurtulacağız,
Bir okul yapıla, bir gele öğretmen.

Bir ışık, bir ışık daha,
Gecelerin içindeki ejderlerle dövüşür
Nice istemeseler de, nice önleseler de,
Uyandırır toplumunu
İyiye, doğruya, güzele öğretmen.

Fazıl Hüsnü Dağlarca

ATATÜRK’ÜN, TÜRKÇE, FARSLAŞMA, ARAPLAŞMA VE ÜMMETÇİLİK HAKKINDAKİ EL NOTLARI

0

İdareyi ellerine aldılar. Türkü hakir görmeye ve göstermeye çalışan bu yabancı unsurlardır.
Acemleri Taklit:

  • Selçuk hükümdarları, zamanla milli şiarlarını kaybettiler.
  • Acemleri örnek tutmak hatasına düştüler.
  • Sasanileri taklit ettiler, Acem’in harsını, bilhassa debdebe ve sefahatını aldılar.
  • Saraya Acem dilini soktular.
  • Edebiyatı Acemce yaptılar.
  • Devlet dili Arapça ile karışık Acemce oldu.
  • Teşekkür olunur ki sarayın bu Acemleşmesi millete o kadar tesir edemedi.
  • Millet yine Türk kaldı.
  • Dilini adetini bırakmadı.
  • Fakat şüphesiz hanedanın Acemleşmesi, Türklüğün ilerlemesine çok zarar verdi.
  • Eğer Acem dili böyle revaç görmeseydi Celalettin Rumi’nin Mesnevisi, Ömer Hayyam’ın Rubaiyatı Türkçe yazılmış olacaktı…
    ZENGİN TÜRK KÜTÜPHANELERİ
  • Türklerin tesis ettikleri büyük kütüphaneler dikkate şayandır.
  • Merv’de on kadar kütüphane vardı. Dünyanın hiçbir yerinde kitapları bu kadar seçme kütüphane yoktu.
  • Yalnız birinde 12.000 kitap vardı.
  • Büyük alimler bu kütüphanelerde tetkikat icra ederlerdi.
  • Maveraünnehir kütüphaneleri pek meşhurdu.
  • Bu kütüphanelerden birini ziyaret eden İbni Sina diyor ki:
    — “Öyle eserler tesadüf ettim ki isimlerini bile kimse işitmemişti; hatta ben de ilk defa görüyordum.”
    DİN , ÜMMETÇİLİK VE ARAPLAŞMA
  • Yüz binlerce Türk, kitleler halinde Anadolu’ya, Irak’a ve Suriye’ye geçip yerleşmişlerdir.
  • Irak ve Suriye’de evvel ve sonra yerleşmiş olan Türkler, oralarda din ve Araplık tesiri altında kalarak Araplaşmış bulunuyorlar.
  • Bu tesirler olmasa idi, bugün oraları baştan aşağı Türk olurdu.
  • Görülüyor ki din, milliyetçilik yerine ümmetçiliği koyduğu için buna muvaffak olunamamıştır.
  • Çünkü Müslümanlık Arap’ın malı sayılmış, Arap’a hürmeti mucip olmuştur.
  • Türk’te milliyet duygusunu silmiştir.
  • Bunun neticesi olarak, Irak ve Suriye’dekiler Türk olmadıktan başka, oralarda yerleşmiş olan milyonlarca Türk Araplaşmış gitmiştir.
    Mustafa Kemal Atatürk
    Kaynak: Genelkurmay Askeri Tarih ve Strateji Etüt (ATASE) Dairesi Arşivi

İnsanoğlu, sen kendini “çok önemliyim” sanma!

0

İnsanoğlu, sen kendini “çok önemliyim” sanma!
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.
“Eşref’i- mahlûkât” derler, dar görüştür, inanma!
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

İki trilyon galaksi döner koca Evren’de
Kütle çekimi olmasa, nasıl döner çevrende?
Haddimizi bilmeliyiz, hakikati görende
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Bunca galaksiden biri, galaksi Samanyolu
Güneş Sistemini kapsar, kaç milyar yıldız dolu
Evren’de Dünya zerredir; Dünya’da insanoğlu…
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Samanyolu galaksisi dört yüz milyar yaşında
Hepsi Hakk’tır; zuhur eder kirpiğinde, kaşında
Hele bir yol fikir eyle, aklın varsa başında
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Tam otuz yedi trilyon hücremiz var bedende
Güneş Sistemine benzer hep hareket edende
Vücut dengesi bozulur bir element gidende
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Temeldir; sülfür, potasyum, sodyum, magnezyum, klor
Oksijen, hidrojen, azot, karbon, kalsiyum, fosfor
Yüzde/doksan dokuzumuz bunlardan oluşuyor
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Eser elementler var ki; krom, kobalt, selenyum
Devamında bakır, flor, iyot, demir, vanadyum
Manganez, silikon, kalay, molibden, bor, çinko’yum
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Tam üç yüz altmış eklemin, altı yüz de kas’ın var
İki yüz on üç kemikle öldüğünde yasın var
Bir yaşına gelsen ancak ayakta durasın var
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

Ben başka Tanrı aramam, “Evren” denilen Hakk’tır
Parça parça görünse de hepsi bir’dir, mutlaktır
Bindebir’e diyen çoktur: “bu bunaktır, ahmaktır”
Hiçliğinle varsın belki, varlığınla bir hiç’sin.

25.11.2025 – (8+7) – Ozan Bindebir