Berberde oturmuş, hem sıramın gelmesini bekliyor, hem de hemen yanıbaşımda traş olan bir genç ile çalışan arasındaki sohbeti dinliyordum. Genç yakın zamanda evlenmiş ve balayından döner dönmez de, bankadan yüklü miktarda kredi çekip, eşiyle beraber müstakil bir ev almış. Öyle ki, eve giren paranın yarısından fazlası her ay krediye gidecekmiş, geri kalanıyla da, tatil yapmadan, gezip tozmadan falan idare edeceklermiş. Berber dayanamadı ve “Eee, peki bu krediler kaç yılda bitecek?” diye sorunca, genç kabataslak bir hesap yapıp “Otuz yılda biter.” dedi. Berberin gözleri açıldı.
-Otuz yıl mı?
-Otuz yıl.
-Yani, sen o zaman kaç yaşında olacaksın?
-Hımm…Elli beş yaşında olurum.
-Peki, neden böyle büyük bir ev aldınız ki? Hani demem o ki, daha küçük, fiyatı daha az bir ev…
-Olmuşken, büyük olsun dedik. Tanıdığımız bir iki çift var. Onlar da müstakil ev aldılar. Şimdi biz gidip bir apartman dairesi alsaydık, vallahi bizi tefe koyarlardı.
Berber durdu, başını kaşıdı ve uzun uzun aynadan gence baktı.
“Vallahi bu nasıl bir hesap, benim aklım ermedi be kardeş. En güzel zamanlarınızı bir evin kredisini ödemek için heba edeceksiniz, bir tatile bile çıkamayacak, sevdiklerinizi ziyaret edemeyecek, karı koca felekten bir gün çalamayacak, gezip tozup, eğlenemeyeceksiniz, otuz yıl sonra da, eviniz oldu diye mutlu olacaksınız, öyle mi?”
Bu kez şaşırma sırası gençteydi. Önce bir kem küm etti, ardından da “Tamam da abi, fena mı işte, yaşlanınca rahat edeceğiz.” dedi.
Berber başını iki yana sallayıp, gencin omuzundan tuttu ve “Ah be delikanlı” dedi “Siz sırf birileriyle yarışasınız diye ev almışsınız… Otuz yıl boyunca rahatsız, huzursuz ve endişeli bir hayat geçirdikten sonra elde edeceğin mutluluk ve huzur çok geç kalınmış bir rahatlıktır. Oysa her şey zamanında değerlidir. İnsan, eli kolu tutuyorken, gözü görüyor, kulağı duyuyorken, gücü kuvveti ve enerjisi yerindeyken, hem kimseye muhtaç olmamak için çalışmalı, hem de hayatı doya doya yaşamalı. Yoksa, yarın dediğin şey nedir ki? Kocaman bir hiç. Elli beş yaşında gurur duyacağın bilmem kaç odalı bir evin olacak ama sen aynı sen olmayacaksın. Sen evinden daha çok eskiyeceksin. “
Bu konuşmayı dinlerken, aklıma çocukluğum geldi. Dört odalı evimizin en havadar ve büyük odası kapısı kapatılarak misafirler için ayrılmıştı ve biz en küçük olanını oturma odası olarak kullanırdık. Lokumun en tazesi, terliğin en yenisi, böreğin en sıcağı, tabağın, kaşığın, çatalın en kalitelisi ve yastıkların en rahatı hep o çok sık gelmeyen ama gelmesi her an muhtemel misafirler içindi.
Annemin, ta biz çocukken aldığı bir yemek takımı vardı. Kıyıp da kullanmadı, öylece vitrine koydu. Sonra aradan yıllar geçti. Babam öldü, annem yaşlandı, biz büyüdük ama o yemek takımı hep o vitrinde kaldı.
Sonra bir baktım, durum bununla da sınırlı değilmiş. Nedense, her şeyin en güzelini ve en özelini kendimizden kısıp başkaları için kullanıyoruz.
Zamanı,
Mutluluğu,
Huzuru,
Vicdanı.
Hatta Sevgimizi bile!
Her an kapımızı çalması muhtemel birileri için, kendimizi varlık içinde yoksul bırakıyoruz.
Fransız Marksist yazar Guy Debord 1967 yılında kaleme aldığı “Gösteri Toplumu” kitabında hemen hemen şöyle der “Eskiden insanların bir var olma amacı vardı ama zamanla bu var olma amacının yerini sahip olma aldı. Bir şeylere sahip olma hırsı, var olma amacının önüne geçti ama daha kötüsü, bir süre sonra da, bu sahip olma hırsı yerini sahipmiş gibi olmaya bıraktı. Yani, sahip değiliz ama kendimizi bir şeylere sahipmişiz gibi yapmak zorunda hissediyoruz.”
Sonu gelmeyen, vahşi bir yarış bu.
Evin en heybetlisi, arabanın en hızlısı, mobilyanın en yenisi, telefonun en son modeli…
Ve bizler hayatlarımızın çoğunu sevdiklerimize ya da sevdiğimiz işlere ayırmak yerine, işte bu eşyaların kredileri, taksitleri ve borçları için heder ediyoruz. Sonra bir bakıyoruz, ömür geçmiş gitmiş. Belki elimizde bir şeyler var ama eski gücümüz, enerjimiz kalmamış ve hepimiz, saat sekiz, dokuz dedi mi, televizyon önünde uyayakalan ihtiyarlar oluvermişiz.
Oysa insan önce kendini güzel sevmeli.
Önce kendine, sonra da sevdiklerine sıkı sıkı sarılmalı.
Hayallerine ve özünü iyi hissettiği uğraşlara zaman ayırmalı.
Ertelenen, ötelenen mutluluk artık mutluluk değildir. Çünkü mutluluğa randevu verilemez!
İnsan önce kendini en güzel odalarda misafir edebilmeli.
Şarabın en kalitelisi,
Kıyafetin en yakışanı,
Yemeğin en lezzetlisi…
Bu dünyada insan önce kendi özünü baş köşede ağırlamalı.
Meyvenin tatlısı, yemişin tazesi, koltuğun rahatı, tatilin en keyiflisi…
Bakın, bir zamanlar yere göğe sığdıramadıklarımız, el üstünde tuttuklarımız ve ciğerimizden koparıp verdiklerimiz, şimdi yanımızda değiller.
Herkes bir şekilde gidiyor, geriye bir biz kalıyoruz.
Öyleyse, misafir olduğumuz şu yeryüzünde, hemen şimdi, şu anda, sonraya bırakmadan, misafir odalarının kapılarını kendimize açma vaktidir.
En son ne zaman elimize kitap aldık?
Ne zaman oturup da eskilerden kalma bir plağa kulak verdik, fotoğraf albümlerine baktık, kaybettiklerimizin yüzlerini hatırlayıp, gülümsedik?
Ne zaman vurduk kendimizi dağlara, ovalara, köy yollarına?
En son ne zaman çimenlere uzanıp gökyüzüne baktık, hayaller kurduk, ve umut ettik geleceğe dair?
Bir çocuğa uzatılan el, bir dayanışma çalışması, spor, sosyal faaliyet, tiyatro, sinema, resital ya da müze…
En son ne zaman yaşadığımızı farkına vardık?
Öyleyse, hadi.
Pahalı olmasa da olur, el aleminki kadar şatafalı olmasa da olur ama şu üç günlük ömrümüz mutlaka kaliteli olsun, bizim olsun, bizden olsun, bizim için olsun.
***
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle…
t a m e r d u r s u n
#tamerdursun