İsmail Kaygusuz
İsmaililiğe İki Genel Bakış
1. Arif Tamir’den İsmaili Tarihi, İnancı ve Öğretileri Üzerinde Bir Özetleme*
1.1 İsmaili İnanç Hareketinin Kısa Tarihi
İsmaililik inancının resmi varlığı, Şiilikten ayrılma bir dal olarak, 148 / 765 yılından az bir zaman önce İmam Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in ölümüyle başlar. İsmaililer, İsmail’in kardeşi Musa Kazım’ı yeni İmam adayı olarak tanımayı reddettiler ve desteklerini İsmail’in oğlu, mirasçısı Muhammed ve böylece onun halefleri üzerinden yürüttüler. 3. / 9. yüzyılın sonuna kadar 150 yıllık bir dönem için, İsmaililiğin gerçek tarihinden fazla birşey bilinmiyor. Ayrıca, Muhammed bin İsmail’in halefleri olan İmamların adları ve halef-selef düzeni, yani kim kimin yerine geçtiği bile kuşkuludur. İşte İran Nizari versiyonu: Ahmed, Muhammed, Ahmed… Fatımi versiyonu: Abdullah, Ahmed, Hüseyin… Hindistan Nizari versiyonu: Ahmed, Muhammed, Abdullah… Druzi versiyonu: İsmail II, Muhammed, Ahmed, Abdullah, Muhammed, Hüseyin ve Ahmed (öyleki üç yerine yedi isim).
İsmaililer kendi tarihsel dönemlerine girmeden önce, 9. yüzyılın ikinci yarısında Güney Mezopotamya’da, maksatlı ya da maksatsız İsmaililerle sıkça karıştırılan Karamita (Karmatiler) mezhebi ortaya çıktı. Karmatiler, yağma ve talanlarıyla, bütün İslam milletlerinin nefretini kazandılar; bundan Fatımilerin davasına çok zarar veren bir karışıklık sonucu çıktı. Karmatilerin dini ve İsmaili imamlarıyla ilişkileri doğasının gerçek ilkeleri hâlâ yeterince karanlıkta durmaktadır. Bununla birlikte tartışılmaz olan, kısa tarihleri boyunca onların İsmaililer hakkında hasım davranışlarını korumaları ve hatta onları kendilerinin azılı düşmanları olarak düşünmeleridir.1
Çoğu zaman, İsmaililerinkiyle birbirine karıştırılan Karamita örgütü Abdullah bin Ma’mun’a atfedilir. Her durumda, İsmaililer zaten 9. yüzyılın sonlarına doğru yeterli bir örgütlenmeye sahipti; güçlü köklerini İran’a, Yemen ve Suriye’ye salmış ve süratle Kuzey Afrika’ya doğru yayılıyordu. Mehdi’nin ve diğer Fatımi halifelerinin tarihi iyi bilinir. 10. yüzyıl boyuınca ve 11. yüzyılın ortalarına kadar çok yoğun bir propaganda (dava) çalışmaları uygulandı.
Daha o zaman, İsmailizm gücünü, Atlantik’ten itibaren İslam dünyasının uzak doğu sınırlarına (Transoksiyan, Bedehşan ve Hindistan) kadar gösterdi; özel olarak İran’da, Hazar bölgesi eyaletlerinde, Azerbaycan, Rey, Kum, Isfahan, Fars, Huzistan, Kirman, Kurdistan, Horasan, Kuhistan, Gazne, Bedehşan ve Transoksiyan’da dava yürütme merkezleri kurdu. İran, Abu Yakub el-Sicistani (ölm. 331 / 942), Abu Hatim el-Razi (aynı tarihler), Hamid el-Din el-Kirmani (ölm. 410 / 1019 civarında) ve El-Muayyad Sirazi (ölm. 470 / 1077 civarı) gibi hareketin doktrininin gerçek kurucuları olan İsmaili bilgin-filozoflarına ortaya çıkış olanağı verdi. Nasır i-Husrav ve Hasan b. Sabbah da bu gruba eklenebilir.
İsmailizm her yanda, tehlikeli bir politik hareket olarak takibe uğradı, fakat burada hayret verici bir başarıdan sonra hızlı bir düşüşün nedenlerini de araştırmak gerekir. En tehlikelisi, İmamlık sınıflandırmalarında ve ayrıca bizzat İmam aileleri içinde ortaya çıkan anlaşmazlıklar oldu. Sadece yerel önemi olan ilk ciddi anlaşmazlık Hakimiler arasında; yani Druzilerin al-Hakim’in ölümüne (411 / 1021) inanmamaları ve onun dönüşünü beklemeye koyulmaları inancından ötürü oldu. Bunu izleyen anlaşmazlık ve çatışma Nizari’lerinki idi ve bir felaket oldu. El-Mustansir’in ölümüyle (467 / 1094) büyük oğlu Nizar, en büyük İmam sıfatıyla kardeşi El-Mustali tarafından tahttan uzaklaştırdı. Mısır İsmailileri çevresinin bu duruma karşı davranışı, fazlasıyla gevşek ve ilgisiz kaldı. Yeterince yardım bulamayan Nizar, kardeşinin emri üzerine yakalandı ve hapiste oğluyla aynı zamanda idam edildi. Haber Suriye’de ve bütün Doğu’da muazzam bir küskünlük yarattı. Büyük bir çoğunluk, şehit edilenlerin haklarını korumada sessizliklerini bozmadı.
Mısırlı İsmaililer arasında süren aynı umursamazlık, Mısır Fatımi İmamları çizgisi çökünceye dek Mustalileri yönetti. El-Amir 542 / 1130’da öldürülünce, genç oğlu ve mirasçısı el-Tayyib (ki onun yaşadığından tarihçiler kuvvetle kuşku duymaktadırlar) “sır olmak” kavramında yerini aldı. Son beş Mısır Fatımi halifesi, kendilerini İmam olarak düşünmediler ve son adalet gününde (Kıyamet’te) gelmesi beklenen İmam olan el-Kaim adına hutbe okundu. Fatımi geleneğinin temsilcileri Mustaliler, yine büyük gizlilik içinde herhangi bir yerde yaşayan ve zaman dolduğunda görünüm alanına çıkmaya hazır, el-Tayyib’in halefleri olan imamlara inanmaktadırlar.
Mustalilerin yönetim merkezi Yemen’e geçti ve yönetimin başına onların Dai el-Mutlak’ı geçti. Mısır’daki ve Kuzey Afrika’daki İsmailizm şaşkınlık uyandırıcı bir hızla ortadan kayboldu. Yemen’de aşağı yukarı 500 yıl boyunca belli-belirsiz bir durum içinde tutundu. Fakat olaylar, 17. yüzyılın başlarında ilk sömürgeciliğin oldukça genişlediği Hindistan’da tamamıyla farklı bir gidiş öngördü. Dai’leri, yerleştikleri yerden Hindistan’a taşınmayı zorunlu kıldı.
Bu taşınma, birbirine hasım olmuş İmam ailelerinin neden olduğu başka bir anlaşmazlığı birlikte getirdi. 26. Dai olan Davud b. Aga b. Şah’ın ölümünden (999 / 1591) sonra, Ahmedabad’daki çoğunluk (Davudiler), 27. Dai olarak Davud b. Kutub Şah’ı izledi. Oysaki Yemenli kısım (Süleymaniler) Süleyman bin Hasan’ı tuttular. O zamandan beri Süleymani Dai’si Yemen’de, Davudilerin Dai’si Bombay’da oturmaktadır. Ayrıca az önemli de olsa, birçok anlaşmazlıklar daha vardı. Ancak belirtmek gerekir ki, Davudi ve Süleymaniler arasında gerçekten değişmez inançlar, ayrılıklar mevcut değildir.
Bir daha yinelersek, son Fatımi imamı olan çocuk-İmam el-Tayyib 526 / 1131yılında ortadan kaybolur, babası ise otuzunda – Oniki İmamcı Şiilerin gizli İmamı olan 12. İmam Muhammed Mehdi’nin babası Hasan el-Askeri ile aynı yaşta- ölmüştür. El-Amir’inkine benzemekten uzak pak ve soylu yumuşak kişilikteydi el Tayyib. Bu kayboluşla, İsmailizmin Batı kolu da İmamlığın sır olması (gizlenmesi) dönemine girdi. Uygulama olarak, Oniki İmamcı Şiilerinkiyle benzer bir ruhsal durum içinde buluştu. Tıpkı bu sonuncular (Şiiler) için, yeryüzünde görünüm alanına çıkan imamlardan mükemmel onikinci gizli İmam ile tamamlandığı gibi; aynı şekilde 21. İmam olarak El-Tayyib’in sır olmasıyla, Muhammed peygamberden itibaren İmamların üç yedilisi tamamlanmış oluyordu.
İmamlığa gelince, Batı İsmaili kolu böylece devr-i satr’a (gizli döneme) girmiştir. İmamın göründüğü (zuhur) ve görünmediği (satr) dönemler arasındaki bu ayrımı, birbirinin ardından (sırayla) büyük kozmik dönüşüme biçim değişimi kazandıran gizlenme çağları (devr-al satr) ve açığa çıkma çağları (devr-al kaşf) tanımlamasıyla karıştırıp karıştırmamak kuşkusuz önem arzeder. Burada kısa bir açıklama gerekirse; onların bu tanımlaması, insanlığın bağlı bulunduğu statünün, ruhsal (manevi) olduğu kadar fiziksel (maddi) anlamda da bir devirden diğerine tamamıyla farklı bir geçişini hedef almaktaydı. İmam’ın sır olmasının (gizlenmesinin) birinci sonucu, Fatımi geleneğini izleyen İsmaililerin pratikte inançsal bağlılıklarını, Nizari İsmaililerin yaptıkları gibi görünür bir imama değil, görünmeyen İmamın temsilcisi olan Dai al-Mutlak’a gösteriyorlardı. “Batılı İsmaililer” denilen bu kol, eski Fatımi İsmaililerin geleneğini ara vermeden ve yüzyıldan yüzyıla geliştirip yenilemeden sürdürdüler.
1.2 Nizariler
Gerçeğin önemli bir bölümünü taşıdığı görünen Nizari geleneğine göre, Nizar’ın oğlu el-Hadi babasıyla birlikte zindanda aynı zamanda katledildi. Fakat küçük oğlu ve mirasçısı el-Muhtadi, güvenilir hizmetçileri tarafından İran’a kaçırıldı ve Alamut’ta büyük bir gizlilik içerisinde Hasan bin Sabbah tarafından özenle eğitilip yetiştirildi. 557 / 1162 yılında o ölünce, oğlu el-Kahir b. Akham Allah Hasan (Nizarilerin geleneksel soyzinciri, onun yerini iki imamın, yani Kahir ve Hasan’ın aldığını söylüyor) tahtın sahibi oldu ve 559 / 1164’de Büyük Yeniden Dirilişi (Kıyamat el-Kıyamat) ilan etti. Zahirin (dışsal tapınmalar, Şeriat) önemini küçültürken; ruhsal inancı, yani Batıniliği partizanlarına bir reçete, bir bildirge gibi sundu. Öyle ki o ruhsal cennete girenler kurtulmuş oluyordu. Bu cennete bağlılık durumu, müritlerini ikna etmek için Hasan b. Sabbah’ın Alamut’un çıplak kayalalıkları üzerine yetiştirdiği cennet benzeri bahçeyle ilişkilidir. O iyi bilinen lejandın çıkış noktası büyük olasılıkla bu bahçe gerçekliği olmalıdır.
Alamut’un diğer dört İmamı olan Alaaddin Muhammed II (ya da Diyaldin), Celaleddin, Alaaddin Muhammed III ve Rükneddin Hürşah Suriye’de yeteri kadar tanınmaktadır. Suriye’de, büyük ve önemli baş Dai‘lerden Raşidüddin Sinan’ın (557 / 1162) yönetiminde Nizarilerin sayıları arttı, Salahaddin Eyyubi’nin yanında Haçlılara karşı savaşlarda çok önemli rol oynadılar. Rukneddin Hürşah’ın (ölm. 1257) oğlu Şemseddin Muhammed, çocukluğundan itibaren özenle saklandı. O ve halefleri tam bir emeklilik süreci içinde yaşamayı sürdürdüler; büyük olasılıkla sufi şeyhler gibi davrandılar. Onların arasında birçoğu da geleneği izleyerek görünüşte bir makam işgal ettiler, bazı eyaletlere vali oldular; evlilikler yoluyla Safevi Şahlarıyla yakınlıklar kurdular vb. Ne yazıkki, çok küçük sayıdaki bu ayrıntılar ve tarihlerini değerlendirmede uzlaşma yoktur.
Bütün tarihsel kaynaklar Şemseddin’den sonra en çok tanınan Hasan Ali Şah’ın son halef olduğunu açıklıyor.2 Hasan Ali Şah, Fatih Ali Şah Kacar’ın kızı ile evlendi ve Kirman valisi oldu. Ancak kısa bir zaman içinde, saray entrikaları yüzünden Hindistan’a kaçmak zorunda kaldı ve 1881 yılında orada öldü. Onun yerine geçen İmam Ali Şah Bombay’da yaşadı ve 1885’de öldü. Onun oğlu Muhammed Şah, halk tarafından Ağa Han adıyla tanınmaktadır. Şimdi ise torunu Kerim de Aga adıyla Nizari İsmaililerin İmamıdır.
1.3 Güncel Dağılım
Suriye’deki Nizariler Salami, Kadmus, Massiyaf ve Kavabi’de yaşamaktadır; İran’da Horasan ve Kirman eyaletlerinde; Kuzey Afganistan’ın Celalabad ve Bedehşan’da; Batı ve Doğu Türkistan’ın yukarı Oksus, Yarkud vb. kesimlerinde otururlar. Hindistan’ın kuzeyindeki Çitral, Cilcit, Huuza vb.yerleşim alanlarında, Batı Hindistan’da ise Sind, Gucerat, Bombay vb. bölge ve kentlerinde; gerçekte Hindistan’ın her tarafında kalabalık koloniler halinde ve Doğu Afrika’da yaşamaktadırlar.
Bohralar ya da Hindistan Mustalileri genel olarak Gucerat’ta, Orta Hindistan ve Bombay’da çoğunluktadır. Doğu Afrika’da da birçok koloniler oluşturmuşlardır. Bunların birkaç yüzü Süleymani, diğer hepsi Davudidirler. Son olarak Yemen’de ve Nigran’da binlerce İsmaili vardır ve çoğunluğu Süleymanidir.
1.4 İsmaili Öğretisi
İsmaililerin doktrini üzerinde bildiklerimize temel olan ve ortodoks İslam tarihçileri ve heresiografların yapıtlarından gelen bilgi, özgün İsmaili yapıtlarıyla karşılaştırıldığı zaman çok basit değerde olduğu gözüküyor. Olaylar, kasıtlı veya kasıtsız o kadar birbirine karıştırılmış, değiştirilmiş ve bozulmuş görülmektedir ki, yanlış ve doğrular arasında ayırım yapmak uzun zaman aldı. Yanlışları ayırmak mı yoksa onlarda ısrar etmek mi daha iyi görünür? Sanırım en doğrusu, sadece mezhebin kendi geleneğinden ve özgün yapıtlarından akıp gelen daha belirli-sivrilmiş olayları vermek.
İsmaililerin inancına giriş evresi hakkında doğru hiçbirşey bilinmiyor. (Aslında pek çok şey biliniyor İ.K.) Genel olarak hepsi, Şiizmin en eski dönemleri hakkında bilinen ve dogmatik özellikler içeren pek az şeylerden ibarettir. Bu arada, en dikkate değer olay İsmaili fıkıh (hukuk) sistemi hakkındaki Kadı Numan’ın (ölm. 363 / 973) Da’aim el-İslam adlı klasikleşmiş yapıttır. Bu yapıt, Oniki İmamcı inanç geleneğine ne kadar yakın olsa bile, bu ekolün pek çok din bilginleri onu, kendi inançlarına (İsmaililiğe) ait bir yapıt olarak düşündüler.
Fatımi öncesi İsmaili yapıtlarından hiçbirisi günümüze kadar ulaşmamıştır ve onların en eskisi 10. yüzyılın başlarına kadar çıkar. Zaten Batini (ésotérique) kadar zahiri (exotérique) öğreti de tam gelişmiş ve yeterince yerleşmiş bulunmaktadır. Gerçekte bu öğretinin kuruluşuna atfedilmesi gereken hangi tarih olduğunu keşfetmek olanaksızdır.3
Kuşkusuz biz, bu biçimlenme sürecinin gelişimci ve kendiliğinden olduğunu düşünerek, gerçeğin daha yakınında olacağız. İsmaili doktrininin geliştiği dönem olan 2-3 / 8-9. yüzyıl, aynı zamanda, Şiiler arasında genel olan Yunan felsefesi ve bilim için yoğun bir ilgi gösterdiği çağ oldu. Ayrıca Yunanca bilimsel yapıtların çevirilerini teşvik eden Abbasi halifelerinin koruması altındaki İslam bilim, tıp ve felsefi öğretiler sisteminin bu dönemde tamamlandığını da anımsatabiliriz. Kısa bir süre sonra aynı ögeleri tümüyle İsmailizmin ve daha az dindar Müslümanlar tarafından kabul edilmiş evrenselliğin (yüksek teoloji Sufi sistemi) içinde buluyoruz. İsmaili öğretisi, böylesine kuvvetli sapkın ve eğilimleriyle ünlenmiş olması nedeniyle, büyük olasılıkla iki farklı çevre içinde yerleşmiş olmalı: Bir yandan Fatımiler yönetimi altında yüksek bir kültür düzeyine erişmiş olan İsmaililer, dönemlerinin çağdaş bilimleriyle İslamın ilkelerini uzlaştırmak için kendi deneyimleri içinde, İslam dünyasının az gelişmiş diğer kısımlarına daha hızlı ulaştılar. Diğer yandan politik rekabetler ve kavgalar, heresiografların yapıtlarında farkına varılacağı gibi, öğretilerini sık sık değiştirmeyi ve bozmayı sürdürdü.
1.5 Fatımilerin Resmi Öğretisi
Fatımi öğretisi zahir (ya da şeriat) ve batın‘dan ibaretti. Zahir veya dinin “açık-dış” görüntüsü; Oniki İmamcı (tapınma) pratiğindeki birçok görüntüler altında toplanan, fakat Sünnilikle pek çok noktalarda çakışan İslamın çok tutucu bir biçimidir. Onlarda namaz, oruç ve şeriatın tüm kurallarının kesin uygulanması, daha yüksek batıni bilincine sahip olanlar dahil herkes için zorunluydu. Bütün heresiografların İsmaililiğin bu görüntüsünü, kendi özel kurgularını tercih ederek tamamıyla hor görmeleri-fenaya yormuş olmaları düşündürücüdür.
Her İsmaili için batınilik (ésotérisme) zorunludur. Batınilikteki Kuran ayetlerinin, Hadislerin ve İmamlık kurumunun tanrısal özgünlüğünü kanıtlamak için var olan dinsel kuralların mecazi yorumları (taviller, les interprétations allégoriques) ve İmamlık kurumuna ilişkin olarak, Fatımilerin kendilerine özgü görevlerini içermektedir. Fatımi İsmailizmi idealinin, dinin biçimselliğine (şeriata) inanan akıl ve eğitim düzeyiyle her zaman uyuşturmak olması oldukça önemlidir.
1.6 Batınilik Üzerine Birkaç Söz Daha
İsmaili gizli doktrininin İslam karşıtı eğilimleri ve dine inançsızlıkları üzerinde alışık söylemlerle etkilenmiş olan araştırmacı, İsmaili kitapları içindeki büyük sırları okurken acı hayal kırıklığına uğrayacaktır. Kitapların başlıcaları şunlardır: Hamideddin al-Kirmani’nin Rahat el-Akıl, Kadı Numan’ın Asas el-Tavil , Muayyad el-Şirazi, Zahr al-Mani, İmadeddin İdris vb.den bazı Batıni Meclisler Yazıları (maglis ésotériques)…
Elbette bu yapıtlar, çok iyi geliştirilmiş batıni öğretinin temel ilkelerinin, gerçekte İslamın temelleri olduğu; yani onun sarsılmaz Tanrı birliği, Muhammed’in peygamberliği, Kuran’ın tanrısal vahiy yoluyla indirilişi vb. inancına uygunluğunu kanıtlamaktadır. Yine buna koşut olarak hiç kuşkusuz yapıtların yazarlarının amacı, İslamın ilkelerinden kabul edilebilir olanlarını alıp onaylamak, geliştirmek ve onları kullanarak eğitimli insanları kuşkucu, eleştirel düşünceleri-ruhları için çekici yapmak oldu. Böylece insanları, 6. yüzyılın cahil Araplarının kaba zihniyet ve anlayışlarından iyice uzaklaştırmış oluyorlardı. Batıni doktrin iki ana bölüme ayrılır: Biri, Kadı Numan ve Cafer b. Mansur al-Yaman’ın mükemmelleştirdiği Şeriatın ve Kuran’ın ta’zil‘i, yani özgürce (azl, serbest) yorumlanmasıdır.
Çok daha ilginç olan ikinci bölüm Hakaik’i (hakikatları, gerçekleri-vérités) içerir; yani içsel (batıni) kısımların gizlerinin açığa çıkmasına hizmet eden ve din ile birleştirilerek düzene sokulmuşbilim ve felsefenin oluşturduğu İsmaili sistemidir.
Bu sistem, 10. ve 11. yüzyıl Müslüman ruhunun tipik bir üretimidir ve birçok noktalarda birikimini Farabi felsefesine koymuştur. Sistemin en belirgin ögesi, Plotinus’un Aenéades’ından ya da onun ilk yorumcularından dolaylı olarak alınmış Neo-Platoncu felsefedir. Fakat, sonraki bazı versiyonlar dikkate değer bir biçimde değiştirilmiş ve aynı cinsten olmayan maddelerin içine karıştırılmıştır. İsmaililik, görünür-maddi dünyanın çoğulcu ve tek tanrıcı fikri arasındaki çözümü, siyasi felsefe içinde bulmayı denedi. Plotinus’un üzerinde kendisininkini kurmuş olan eski Yunan bilim felsefesi 10. yüzyılda yeterince farklılaşmıştı. Kuramların çoğu unutulmuş, zaten Yunanca yapıtların çoğu da Müslümanlar tarafından pek bilinmiyordu; ancak onlar birçok yazılı trükleri, paragrafları genel bir kullanıma sokmuştu. Öyle ki, biyoloji, psikoloji, organik ve inorganik dünya üzerindeki ideleriyle İsmailizmin doğa felsefesi, Aristoteles, kısmen yeni-Pytagoras’çı birikimler ve diğerleri üzerinde temellendirilmiş belirli bir ölçü tutturmuştur.
Eskiden bu Yunanca özgün yapıtlara başvurulmaz ve “Yunan filozoflarından” belli belirsiz bir açıklama çok nadiren bulunabilirdi. Son dönemlerin, harflerin büyülü ve mistik gücü üzerindeki spekülasyonlardan çıkmış olan kabbalistlik, alşimi (simyacılık) ve astroloji gibi kaba inançlar biçimiyle değeri düşük bilimlerin çoğu da eklendi. Gerçekte bütün bu, eski Ortaçağ kültürünün herhangi bir bir biçimde incelemeye yakınlık duymaktır. Hıristiyanlık çok kuvvetli bir biçimde etkisini hissettirmektedir; İsmaili yazarlar, Hıristiyan yazmalarını zikrederken, dikkate değer bir alışkanlıkla gerçekçidirler ve onlar, çoğu ortodoks (Sünni) yazarlar gibi sadece fantezilerini izlemiyor, doğru kitapları özenle okuduklarının kanıtını veriyorlar. Hakaik’in oluşturduğu birinci olarak öğretmen (uyarıcı-mürşid, üstat) fikrini biçimlendirmek isteyen kimse,4 kuşkusuz ünlü İhvan al-Safa Ansiklopedisine danışacak ve ondan yararlanacaktır. İsmaililer bu yapıtı, ikinci gizli İmam Ahmed’in bir derlemesi olarak bilirler.
Böylece, görüldüğü gibi, İsmaili inanç sistemi içinde bilinmeyen ya da özgün olan pek az şey vardır. Tek özgünlüğü, bütün bu çok çeşitli ve farklı kaynaklardan alınan ögelerin birleştirilmesi ve İslamla kaynaştırılması durumundan ibarettir. Fakat, bu görüş noktasından bakıldığında aynı biçimde, hakaik (hakikatler, gerçekler), tamamıyla Sufi spekülasyonlarına benzemektedir. Ancak onlar terminolojileriyle ve Sufizmin Plotinus’un vecd (Tanrıyla bütünleşmek için kendinden geçme coşkusu) doktrinini buyurucu eylem kabul etmesiyle ayrılıyorlardı. Zaten İsmailizm böyle birşey bilmez ve tamamıyla bundan habersizdir.
Belirtmek gerekir ki, Mustaliler, İmamları tarafından açıklanan herşeyi, onların kendileri dışında hiçkimsenin bilemiyeceğine –saygısızca, anlaşılması güç şeyler bile olsa- içtenlikle inanmaktadır. Bugün dahi Bohralar, sapkınlık olarak düşündükleri çağdaş bilimden uzak, kendilerini soyutlamış olarak kararlı bir biçimde yaşamaktadırlar.
1.7 Sistemin Kaba Çizgileri
Hakaik (hakikatler, gerçekler) makrokosmos ve mikrokosmos arasındaki koşutluğa sıkça vurgu yapmaktadır. İslamda Tanrı birliği burada son sınırına taşınır ve Tanrıya hiç verilmemiş anlamlar denenerek yeni sıfatlar çıkartılır. Sonsuzluk öncesi irade gücünün bir eylemiyle Tek (mutlak), burada Plotinus sistemiyle uyuşmakta olan ilk (sabık) çıkışı-başlangıcı (munbaat) yaratıyordu; bu Akl-el Kul’dür (tümel Us, sonsuz Akıl) ya da dünyayı (mubdi) ilk “başlatan” (initiateur) olarak, heryana yayılmış bilinci biçimlendiren ilkedir. Öncekinin ardından gözüken ikinci çıkış-başlangıç (émanation, munbaat), özgün Plotinus üçleminin üçüncü ögesi olan canlandırılmış bilinç ilkesi, yani Sonsuz Ruhtur (Nafs al-Kull).
Burada kuşkusuz, Plotinus sistemiyle bu fikrin uzlaşması için, büyük bir çabaya borçlu yeni bir gelişim kendini gösteriyor. Örneğin birkaç yeni “akl–us” sokuldu. Bunlar farklı kürelerin-gökkatlarının “mantıksal” devinim ilkeleridir, yani sabit yıldız kürelerinin, burçların, beş gezegenin, ay ve güneşin hareket ilkeleri…Sonuncusu yeryüzünün devinim aklı (el akl el fa’al), yani ikinci mubdi (dünya) denilen formların gerçek yaratıcısı. Plotinus sisteminde nafs el-kull’a (Sonsuz Ruh) ait olan bütün işlevlerin taşındığı yer onun üzeridir. Maddenin (el hayyula) temel dayanağı üzerinde çalışırken, görünen dünyayı ya da kendilerinin mükemmel prototiplerinden biçimler üreterek, onlara göre yaratılmışlardı. Elbetteki bu, Platon’un ideler teorisinin bir versiyonuydu ve ancak hatalı bir biçimde yorumlanmıştır. Burada felsefe ile din arasında bir köprü kurulmaya gidilmiştir. Eğer insanın bir mükemmel bir prototipi, yani kamil insanın varolması gerekiyorsa o, burada bu dünyada olmalıdır; onsuz insanlık varolmıyacaktı. Ancak mükemmel insan olabilen kimse, tek seçilmiş (l’Elu unique) değilse, o zaman Tanrının büyük habercisi olan kendi peygamberi Muhammed midir? İnsan olarak o, yaratılışın baştacıdır. İnsanlığın baştacı ve kamil insan peygamber, kozmik dünya içinde akl el-kull olanla uyuşur, onun karşılığıdır. Nafs el-kul’a gelince, bir başkası değil sadece vasi, yani peygamberin mirasçısı olabilir, yani Ali. Ve bu dünyada sürekli görevli İmamlar akl’ final (Son Akıl) olarak seçilmiş kişileridir. İnsanoğlunun “biçimi” oluşturan ruh-can (l’ame) çok yüksek ruhsal aleme aittir, fakat “varlığın ve kötülüğün” (kevn ve fesad) kirli dünyasında yetişir. Ancak sonsuz kurtuluşa ulaşmak için, yüce öz olan İmam ile çok yakından ilişki, dostluk kurup, birleşerek ruhun yükselmesi ve özgün kaynağına dönmesi gerekir. Bu yakın dostluğun-bütünleşmenin yöntemi, el ibada eal ilmiya, yani İmamlar tarafından açıklanan bilimi öğrenme isteği ve onların buyruklarına uymaktır: Çünkü “zamanın imamını tanımadan ölen kimse, kafir olarak ölür”.
Bu sistem Mustali geleneğinde berraklaştı, fakat Nizariler hafif biçimde değişikliğe uğrattılar. Fatımiler aşırı fikirleri teşvik etmedi ve eski inancin edebiyatında da İmam ile halife hemen hem aynıydı. Fatımiler, din kurucusu peygamberin vekillerini kutsadılar. Nizariler ise, kuşkusuz sufi fikirlerinin kuvvetli etkisi sayesinde ruhsal yaşam söylemini güçlendirdi, zahiri (şeriatı) küçülttü, İmamlık “nurundan” yüce prens yaptılar. Onlar İmamlık ilkesini ya da tanrısal yönetimi, yaratılış öncesinden başlangıç noktası alıp, sonsuzluk olarak düşündüler. Dünya asla İmamdan mahrum kalamaz, onsuz saniyesinde mahvolurdu. İmam birincil iradenin, yani Buyruk-Söz (logos) ya da Kuran’daki “Kun“(ol!) sözcüğünün hypostase’ı (kişiliğe bürünüşü) sayılıyor. Bu tanrısal öz, ölümlü bir insan olan imamın içine yerleşmiştir ve nass (vasiyet) aracılığıyla babadan oğula geçer.
Birbirinden aşağı ve birbirinden üstün imam yoktur, hepsi bir ve aynı (tanrısal) özdür. İmam “yeniden dirilmiş”(incarné) değildir; İsmailizmde Hulul (ruhun bir başka canlıya geçmesi) ya da Tenasuh (métempsychose) yoktur. Muhammed döneminin (devr) başında birinci imam Ali’ydi ve onun soyundan gelenler (duriyya) de ardılları oldu.
Mustaliler tarafından birinci İmam olarak kabul edilen Hasan listede işaretlidir, zira o kardeşinin yararına sadece bir vekil oldu. Peygamber akl al-kull (sonsuz akıl) olarak kaldı, fakat nafs al-kull (sonsuz ruh) Hüccetler (Hucca; Fatımi döneminde 12 yahut 24 dai‘en biri) arasında bulunduğu varsayımı doğdu. Bu, hiçolmazsa imama yakın bir akraba, çok kere bir kadın veya çocuktur. Hüccet yaratılıştan İmamın mucizevi bilgisine sahipti ve bağlılık (dersi) öğretirdi. Özgün İsmaili edebiyatı ya da geleneğinde, herbirinin içinde kendi özel “gizemi” olan Mason dereceleriyle karşılaştırılacak birçok “başlangıç” derecelerinden izler bulunmaz.
Batıni sistemin çıkışı gerçekten en basit söylenişle, eğitim ve akıl düzeyine bağlıdır. Makam sahipleri hiyerarşisi hudud el-din, kuşkusuz yalnızca bilimin rahiplik sınıfları içinde sınırlandığı eski dönemdeki girişle ilgili oluyordu. Daha sonra, sınırlar değiştirildi ve farklı bir şema üzerinde yerini aldı. Mustacibin (yola girecek aday), ma’din (eğitilmesine izin verilmiş), dai (davet eden, çağıran) ve Huccet (İmam vekili) temel sıralama oldu. Yedi sayısı mistik numaralarla ilişkilidir: Yedi imamdan itibaren yedi devir (des cycles) vardır, yedi büyük peygamberden (Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed, her birinin bir vasi’si; yedincisi ise beklenen kaim) ise yedi bin devir…
Fıkıh sistemi Kadı Numan tarafından düzenlendi, Mustaliler onu korudular, fakat daha sonraları onu hiç geliştirmediler. Mustalilerin takvimi de genel İslam takviminden farklı ve bir ya da iki gün ileriydi; çünkü güneş aylarının başlangıcı astronomik hesaplara dayandırılıyordu, ayın gökyüzünde ilk görünen kısmına bağlı değildi.
2. Henry Corbin’den İsmaili İmamolojisi ve Kıyamet Felsefesi**
Biraz da radikal uyum ve uyarlama hakkında konuşalım. Her durumda hudud hiyerarşisi, İmam’a göre saygıya değer yakınlık derecelerini gösterir. Fakat bununla birlikte, hiyerarşinin anlamı, batıni bilginin gelişimindeki aşamalar olarak, daha çok İmam ile “uyum” derecelerini gösteren “sınırlar” içinde tutacaktır. Tavil, microcosmos ile hiérocosmosu, yani batıni hiyerarşisinin kutsal bütünlüğünü simgeleştirir. Sonuç olarak, peygamberlik devrinin farklı bir yorumlanması ve Şeriat bildirimcisi peygamber olan Natık’ı tanıma çizgisi içinde bir tersine gidiş üretmektedir. Burada oluşan Hüccet makamı övgüsünün iki doğal sonucudur, yani Peygamber-İmam yaklaşımındaki üstünlüğün yerini, İmam ve Hüccet’in üstünlüğü almasıdır.
Oniki İmamcı Şiiliğin theosophiesi (tanrısal bilgelik) için, peygamberliğin ve İslamın misyonu tam öğle saatini (zahir ve batın arasındaki denge) gösteriyordu. Az zaman sonra akşamın düşüşü başladı, arkasından saf vilayet (velilik) dönemi olan batınilik gecesine giriş yapıldı. İsmaili theosophiesi için, batıni gecesi içinde saf dinsel ruhsallık, yani hakikate giriş; peygamberlik mühürü sahibi Muhammed ile değil, fakat çok daha önceden, ilk peygamber ve zamanımızın gayb dairesinin (döneminin) girişini yapan Adem ile günümüz insanlığının başından itibaren başlamıştı. Kendi Kıyamet felsefesiyle yüzyüze geldiği bu köktenci altüst oluşta,İsmaili kötümserliğinin (le pessimisme ismaélien) şeriata karşı ayaklanması görülmektedir.
‘Yasa (şeriat) koyucu peygamberliğin’ altı büyük dönemi, daima hexaemeron, (exa-hmeron) olarak anlaşılır; yani kutsal evrenin (hiérocosmos) yaratılışının, her “günü” “bin yıl” olan “altı gün”… Ancak gerçekte altı “gün”, İmamın gecesi olan tanrısal dinin (shab-i Din) gecesidir; çünkü bu altı gün boyunca, haberci peygemberlerin Şeriatı, gerçeği gizleyen, İmamın güneşini kapatan örtü olmuştur. Güneş, geceyi aydınlatan ay ile desteklendiği gibi İmam da, kendi Hüccet’i yani tanığı, ya da kefili (Salman’ı) olan kişi tarafından destek görür. Gerçek özüyle İmamın tanınması, sürmekte olan Hexaemeron’un (altı bin uzunluğundaki altı günün) bitmesiyle, sadece yedinci günde ortaya çıkacaktır. Tek bu yedinci gün, günün gerçek doğasına sahip olacak. O gün, güneşin kendini göstereceği, gerçekten doğacağı gün, Yavm el- Kıyamat, yani Kıyamet günüdür.
Bu görüşün içeriğinde yasakoyucu (şeriatçı) peygamberler sırasının geri alındığı da anlaşılmaktadır. Fatımi İsmaililerde olduğu gibi, Oniki imamcı Şiilik’te de peygamber birinci sırayı (İlk Aklın yersel uyumu) alırken, Alamut İsmaililiği ona sadece üçüncü sırada yer verdi.
Alamut İmamolojisinin, birbirini izleyen üç simgesel harfin temsil ettiği, Fatımi öncesi İsmaililiğinin ilk inanç düzenini yeniden ürettiği görülüyor. Bu üç harf sırayla Ayn Ali’yi, Sin Salman’ı (Cebrail, Huccet) ve Mim Muhammed’i gösteriyor. Gerçekte bir şeriat habercisi Natık olarak peygamber, getirdiği şeriatın gizli anlamı olan İmam’a doğru insanları çağıran Dai işlevi sırasına alınmıştır. İşte bunun için her peygamber, dai olarak çağrılmasının başlangıcında, ona doğru dönük olan zamanın İmamının Huccet’iyle karşı karşıya gelir. Bu, Musa peygamberin Hızır-İlyas ile ilişkisine benzetilir (İsmaili yorumu Peygamberler tarihinin verilerini şu anlama çevirmiştir: Cennet Adem için, gemi Nuh için; Musa için yanan çalılık, İsa için Meryem, Muhammed için Salman, Huccet olarak karşılaştıklarının kişilikleridir.) Her İsmaili mensubu, kendi sırasında Huccet ile ruhsal birleşme olan aynı karşılaşmaya doğru ilerlerken Peygamber-Dai örneğini izler: Onlar aynı marifeti (gnose) öğrenerek birer arif olurlar. Bu, İmamın, kendisini Salman gibi yapacağı, ona benzeteceğine dair talibine verdiği sözün yerine gelmesidir. Alamut hiyerarşisinde ‘rütbe-derece’ sayısının azalmasının, hiçbirzaman ‘eylemsel bir küçültmeyi ya da bir “küçültme uygulaması’ ile ilgisi yoktur. Ancak Peygamberlik felsefesi kadar, İmamlık kavramının metafiziksel derinliğini, Kıyamet felsefesiyle tamamladı.
İmam, l’Esto Createur’ün (Yaratıcı olgunun?) Birinci Akıl’a doğru yönelmesine benzer ilişki içinde kendi Huccet’ine yöneliktir. Huccet’in -ki onların herbiri, ilk örnek olan Salman’dır- bu ayrıcalıklı durumunda olduğu gibi, öncel kökeninden itibaren kişiliğinin ruhsal özü, İmamınkiyle aynı olduğu söylenmektedir. ‘Huccet makamına yükselmek’ aynı biçimde, bizzat Salman’ın durumuna, yani ‘senin varlığının Salman’ına’, Umm’ul Kitab’da denildiği gibi “mikrokosmos Salman’a” ulaşmayı örneklemektir. Bu ulaşmanın gizemine gelince, İsmaili felsefesinin en yüksek mesajı olarak kabul gören belki şu birkaç satır olabilir:
‘İmam dedi: Ben, dağda, ovada ve çölde, her nerede olursam olayım; beni arayan dostlarımla hep birlikteyim. Kendisine özümü, yani bizzat benim kendi mistik varlığımı açıkladığım kimsenin, artık bir fiziksel yakınlığa gereksinimi yoktur. Ve işte Büyük Kıyamet budur…”
* Bu makaleyi, İsmaililer web sitesine konulmuş Arif Tamir’in”La Qasida Safıya”, Texte arabe établi et annoté, DAR EL-MACHREQ EDITEURS -IMPRIMERIE CATHOLIQUE– Beyrouth 1967) kitabının “Giriş” bölümünden türkçeleştirerek düzenledik İ.K..
1 Yazar, (ortodoks) Fatımi İsmailileri gözüyle Karmatilere baktığı için onları farklı görüyor. Oysa Karmatiliğin kurucuları Karmat ve Abdan’ın bir İsmaili Dai’si tarafından yetiştirilip görevlendirildiği bilinmektedir. Son araştırmalarda Karmatilere proto-İsmaililer olarak kabul edilmektedir. Ayrıca Fatımiler Karmatilere karşı, Abbasilerle işbirliği etmiş ve onları kendileri için düşman görmüşlerdi.
2 Bu ikisi arasında tam 17 İmam bulunmaktadır Nizari İsmaili soy zincirinde.
3 Arif Tamir, 60’lı yıllarda yeni bilgilere ulaşamamış görünüyor. Erken İsmaili kitabı olan Ummu’l Kitab’ın 8. yüzyılın ikinci yarısında yazıldığı ve erken İsmaili dai’lerinden Mansur al-Yaman’ın 880’li yıllarda, İsmaililiğe girişi anlatan Risalat al-alim va’l Gulam’ı yazdığı biliniyor. Bu kitaplar İsmaili doktrinin ilk kaynaklarıdır.
4 Adı verilmeden Hasan Sabbah’tan (ölm. 1124) söz ediliyor.
** Bu kısa bölümü Henry Corbin’in, Histoire de la philosophie Islamique, (Paris 1986: 149-151) kitabından çevirdik.

