Pazartesi, Temmuz 7, 2025
No menu items!
Ana Sayfa Blog Sayfa 74

Alevilere oyun 24.07.1998 Riza Zelyut

0

Cumhuriyet Gazetesi Alevilerle ilgili yeni bir yazı dizisi yine başlattı. ‘Alevilik ve Aleviler Üzerine Oyun’ başlıklı dizi, tarihe yapılan atıflardan ibaret bir yakınma ve suçlama dizisi…
Alevilik konusundaki temel açılımları belirleyen isimlerden birisi olarak, artık yeni şeyler söylemenin zamanının geldiğini, üstadımız saydığımız İlhan Selçuk’a da hatırlatmak istiyoruz.


Diziye göre, Alevilere oynanan oyun onların Sünnileştirilmesi veya Şiileştirilmesi imiş.
Doğrudur. Aleviler, kendi mezhep kurallarından kopartılarak bu kanallara çekilmek isteniyor.
Ama burada sormak istiyorum: Alevileri, Alevi İslam inancından kopartarak Şiileştirmek-Sünnileştirmek isteyenler kimler?
Diyanet İşleri ile İran mollaları mı?
Hayır!
Alevileri Aleviliklerinden uzaklaştırmak için bütün güçleriyle mücadele edenler, sahte Alevi yandaşları ve sahte aydınlardır.
Bunlar, Aleviliğin temelini ‘inanc’ın oluşturduğunu, bu inancın da İslam olduğunu asla kabul etmezler. Alevilere, dışarıdan Alevilik tarifi dayatırlar.
Alevilik üzerine yazıp çizen hatta kitap yazanlara soruyorum:
Siz, Alevilerin kendilerini nasıl tarif ettiklerini biliyor musunuz?
Sizin, alevilere onların kendilerini tarifi dışında bir tarifi dayatma hakkınız var mıdır?
Bu dayatma insan haklarına uygun sayılabilir mi?
Şimdi burada bir kez daha yeni bir söz olarak dile getiriyorum:
Aleviler kendilerini şöyle tanımlar:
Bizim yolumuz, Muhammet-Ali yoludur…
Bu tanımı ben uydurmuyorum. Alevilik üzerine yazıp çizmeye kalkışanlar o kadar cahil ki, Alevilerin kendi kaynaklarından yola çıkmayı hala düşünemiyorlar. Düşünenler ise, o kaynaklardaki bilgilerden son derece rahatsız oldukları için görmezden geliyorlar.
Sözünü ettiğim kaynak, Alevilerin ilmihali sayılabilecek ‘Buyruk’tur.
Buyruk, Alevilerin ibadet şeklini, ahlak ve inanç yapısını anlatan, Anadolu’da yazılmış yol kitaplarının genel adıdır.
Bunların piyasada bulunabilecek en doğru çevirilerinden ikisini Fuat Bozkurt ile Mehmet Yaman yapmıştır.
Açın bu kitaba bakın. Alevinin kendisini, yolunu, ahlakını, ibadetini nasıl tarif ettiğini görürsünüz.


Alevinin kendisini tarifi ile bizim karanlıktaki aydınların Alevi’yi tarifi birbirini hiç tutmaz.
Aydın olmayı dinsizlik zanneden Alevilerin baş belaları, Alevileri mümkün olduğunca dinden uzaklaştırmaya çalışırlar. Onlara göre, Alevi dindışıdır, Alevilik bir kültürdür… Sanki kültürün içinde din yokmuş gibi… Her yanından bilgisizlik akan bu tarifleri Alevilere zorla kabul ettirmeye kalkarlar. Cumhuriyet’teki röportaja bakın… Sanki Aleviliğin ve Alevilerin dinle ilgilerinin olmadığını sanırsınız.
Halbuki Alevi en saf dindardır. Dini, güzel ahlak olarak algılayan ve bunu hayatına geçiren bir müslüman topluluğudur.


Dinsiz kişi olabilir ama toplumun veya topluluğun dinsiz olması düşünülemez.
70 sene boyunca komünist ülkelerde yapılan din karşıtı en ağır propagandalar bile dini yok edememiştir. Tam aksine, bu toplumlarda din duygusu daha da yaygınlaşmıştır.
Bugün, Alevilere oynanan oyunu Sünnileştirme veya Şiileştirme gibi görmek veya göstermek, gerçeği gizlemektir.
Alevilerin asıl derdi, onların dinden uzaklaştırılmaları tertibidir.
Oynanan oyun şudur:
*Aleviler Sünnileştiriliyor denilecek ve Alevilerin dinle, dolayısıyla da geleneksel Alevilikle bağı kesilecek. Böylece Alevi kitle dini olmayan bir yığın haline getirilecek.
*Daha sonra bu kitlenin dinsiz kalamayacağı ortaya çıkacak.
*Bu arada Alevilik yok olmuş olacağı için, o Alevi kitle, ya Şiiliği ya Sünniliği tercih etmek zorunda kalacak…
Kimlerin kimlerle işbirliği içinde olduğunu olduğunu Aleviler iyi düşünmelidir.
İşte bugün Alevilere oynanan en büyük oyun budur.
Bu oyunu oynayanlar da Sünnilerden ve Şiilerden çok bizzat Alevilerin içinden çıkan ateist gruplarla laikliği dinsizlik gibi algılayan kesimlerdir.
Devlet bu oyunu görüyor ama işine geldiği için seyretmekle yetiniyor.

“Gerçeğin Demine Hû, Mümine ya Ali”

İsmail Engin

Türkiye’de ve değişik ülkelerde Alevi kimliğine ve imajına yönelik değerlendirmeler ya da bakış açıları, ister Alevilerin kendilerini algılayışları, isterse Sünnilerin Alevileri tanımlamaları açısından olsun, Türkiye tarihinde çoğu zaman dün olduğu gibi bugün de sorunlara yol açmaktadır.

En yalın tanımıyla kimlik, “kişilerin, grupların, toplum veya toplulukların ‘kimsiniz, kimlerdensiniz?’ sorusuna verdikleri yanıt ya da yanıtlardır”. Söz konusu sorunun cevabı kişinin, grubun, topluluk veya toplumun kimlerden yana ya da kimlerden olduğunu belirlerken, kimlerden olmadığını ya da kimlere karşı olduğunu da ortaya koyar. Kişi, grup, topluluk veya toplum bunu “bilerek bilmeyerek” yapar. Kişinin, grubun, topluluk veya toplumun kendini tanımlaması, diğer-başka-karşı bir kişi, grup, topluluk veya toplum tarafından kabul görmeyebilir ve o ya da onlar da ona farklı ölçütlerle bambaşka kimlik verebilir-yakıştırabilir, ki bu durumda imaj / imgeyle karşılaşılır. İmaj, ilgili kültürel varlığın dışarıdan algılanmasıdır. Kimlik ve imaj kavramları birbirinin nedeni-sonucu olabilir; birbirinden bağımsız değildir, ancak bağımsız olarak değişebilir. Kimlik ve imajın birbirinden bağımsız değişmesi çatışmalara yol açabilir. İşte, bütün bunlar bir kültür sorunu olarak karşımızda bulunmaktadır.

İmajın gerçek kimlikten bağımsız oluşmasına, gerçek kimlikle uzaktan yakından ilgili olmayan bir muhteva ile dol(durul)masına, son zamanlarda giderek artan bir şekilde Alevilerin kamusal alana açılmalarıyla başlayan Aleviliğin tanımlanma tartışmalarında, ki bu tartışmalar Aleviliğin İslamiyetin içinde mi, dışında mı veya ayrı bir din, kültür, dünya görüşü, felsefe olup olmadığı konularında öbeklenmektedir, rastlanmaktadır. Keza “ciddi kuramsal iddialarla savunulmaya değer bir kurammışçasına” ileri sürülen bazı uçuk-marjinal görüşleri, kimliğe yönelik yeni yüklemeleri ve yönlendirmeleri de içeren söz konusu tartışmalar, zaman zaman yöntem açısından emik ya da etik sorunun çözü(m)le(ne)memesi ya da bil(mey)erek manipule edilmesi, beraberinde Aleviliği içeren yeni bir kültür sorununu getirmekte; gerçek kimlikle uzaktan yakından ilgisi olmayan imajların oluş(turul)masına zemin hazırlamakta ve neden olmaktadır. Bu, bir ölçüde toplumun, topluluğun veya grubun kendi kendini tanımlanmasının, yorumlanmasının dışında, onu konu edinen yazarın kendi değer yargıları kapsamında egosantrik ve etnosantrik bir anlayışla konu edindiği kümeyi yeniden yapılandırmaya yönlenmesinden, kendini buna ehil veya zorunlu hissetmesinden kaynaklanmaktadır. Bu tarz bir yönleniş, ilgi alanını kapsayan yöntem sorunlarını da beraberinde getirmektedir.

Hemen belirtelim, Alevilik İslami bir yorumdur ve böyle bir yorum olarak geleneksel Alevi cemaat(ler)i tarafından kabul görmektedir. Alevi İslam yorumuna özgü de atardamarını bu yorumdan alan geleneksel kültür vardır; aynı şekilde felsefe, dünya görüşü vb.

1980’li yılların sonlarına doğru palazlandırılmaya çalışılan bir görüşte İslamiyetten bağımsız olarak Aleviliğin Anadolu’nun en eski inançlarını ve kültür birikimini taşıdığı; Alevi ayinlerinde içki, müzik ve dans kullanıldığı; Aleviliğin tekkelerde / dergâhlarda erenleri, pirleri, dedeleri, babaları, zakirleri yarattığı vb. belirtilmekte; Oniki İmam geleneğinin İslami olmadığı kaydedilerek; Aleviliğin Anadolu’ya özgü bir “din” olduğu ileri sürülmektedir. Nejat Birdoğan’ın en önemli temsilciliğini yaptığı bu görüşün mensupları için, Anadolu’daki “temel düşünce” kısmen kimi değişikliklere uğrasa da özünü bozmadan “bütün büyük dinleri, Hıristiyanlığı, İslâmı delip geçerek” günümüze kadar gelmiştir. “Anadolu adamının malı” olan binlerce yıllık bu “ana düşünce”, “İslâmi cila” altında yaşamaktadır ve Alevilik eski Orta Asya, İran, Mezopotamya bölgelerinde, Balkanlarda tanıdıkları kimi dinlerin ve geleneklerin bugüne gelmiş, harmanlaşmış ve süzülmüş kalıntısıdır.

Bu görüşün günümüzdeki mensupları modern bilimin kimi gelişmelerini görmezden gelerek veya bilmeyerek “ciddi kuramsal iddialarla savunulmaya değer bir kurammışçasına” görüşler beyan ederlerken, Aleviliği Alevilik yapan unsurların nereye konulabileceği hususunda suskundurlar: Hakk-Muhammed-Ali üçlemesi, İslam tarihinin önemli bir dönüm noktası olan ve zaman aşımına uğramayan acıların en kuvvetli dışa vurumu Kerbela faciası; Ehlibeyt ve “evlad-ı Resuller” (Ocakzadeler) ve bu bağlamda “Oniki İmam mefhumu”, ayini cemlerdeki miraçlama, Kırklar, çerağ ve “dem”in [içkinin değil!] simgesel anlamları, gülbankların dayanakları, ayine iştirak için “rızalık”, “musahiblik”, “batıni ve zahiri yorum”, “üçler, beşler, yediler, onikiler, ondörtler…”, “Buyruk”, “menakıbnâmeler” ve “velayetnâmeler”, “konuşan Kuran” ile “telli Kuran” arasındaki bağlantıyı oluşturan İslam tasavvufu vb.

Buradan hareketle yeri gelmişken belirtelim ki, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, bir yandan, belirli bir dini inanca dahil olan sosyal / kültürel sistemleri ve yapıları daha iyi çözümleyebilmek-anlayabilmek amacıyla, dinlere özgü çalışma alanları kurgulamayı; diğer yandan ise, İslam kültürünün oluşturduğu teoloji, felsefe, tasavvuf ve fıkıhtan ibaret olan teosantrik kültürün insan, toprak, hürriyet, demokrasi, kalkınma ve ilerlemeyi içeren günümüz ihtiyaçlarını karşılamak üzere antroposantrik kültüre çevrilmesini-dönüştürülmesini amaçlayan girişimler için, tartışma alanları açılması önerileri oluş(turul)maya başla(n)mıştır. Ancak, bu girişimler, “İslâmın ideal ilke ve öğretileri ile uyarlılık arz eden bir İslâmî çerçeveye sokmak” girişimi veya teosantrik kültürü antroposantrik kültüre dönüştürme çabası ve dinin ideolojiye çevrilmesine giriştir. Burada din -İslam- anlayışının tek olduğunu savunulmakta; farklılıkları görmezden gelinmektedir, ki ilginçtir Aleviliğin İslamiyetin dışında olduğunu savunan görüş de İslamiyet içindeki değişik coğrafyalardan ve toplumların, toplulukların yaşantılarından oluşan, ayni şekilde İslam kültürüne, ibadetle ilgili uygulamalara yansıyan farklılıkları ve değişik gelenekleri görmezden-bilmezden gelmektedir ya da gerçekten görmemektedir-bilmemektedir. Oysa, El-Zein’in 1970’lerde geliştirdiği, İslami gelenek ve yapı üzerine, Müslümanların kendisilerini tanımlamalarıyla algılamalarını içeren tanımlayıcı çalışmalara yön veren kuramsal temellerde, farklı İslam toplumlarının kendilerine uygun İslami anlayışlarının da oluştuğu ortaya konulmuştur ve kanımızca Alevilikle ilgili tanımlamalar ancak bu kuramsal temeller çerçevesinde bir anlam kazanmaktadır. Onun dışındaki girişimler, Aleviliğin muhtevasını boşaltma girişimleridir.

PÎR SULTAN ABDAL

PİR SULTAN’A SELAM Sabahattin Eyüboğlu

Anadolu halkının bağrında açılmış bir kızıl güldür Pir Sultan. Kişiliği, özü, sözü halkla öyle içten içe kaynaşmış ki, nerede kendisinin, nerede halkın dile geldiğini kestiremezsiniz. Halk öldürülen sevgilisini kendi soluğuyla diriltmiş, diline diller, sazına sazlar katmış yaşatmış, ölüsüne dirisinden daha güçlü, daha etkili bir varlık kazandırmış, sönmüş bir canı bin canla yeniden tutuşturmuş.

Şiirleri sağlıklarında yazıya geçmemiş eski halk şairlerimizden hiçbirinin hiçbir şiiri için, kendi ağzından çıktığı kesinlikle söylenemez. Ölümünden sonra halkın ağzından derlenmiş şiirlerde hangi sözlerin hangi sözlere katıldığını kestirebilmek için şairin kimliği, kişiliği üstüne su götürmez belgeler, tanıklıklar bulunması gerekir. Oysa, Yunus başta olmak üzere, bizim halk şairlerimizin kimlikleri, kişilikleri çok kez halkın ağzından derlenmiş şiirlerindeki ip uçlarından çıkarılmaktadır. Halk beğendiği bir şaire onun söylemeyeceği, söyleyemeyeceği sözleri kolay kolay söyletmez, söyletemez, orası doğru; ama benimsediği şair susturulmuş, sesini duyuramaz olmuşsa onun ağzından, onun gönlünce ve söyleyiş biçimiyle sözler yarattığı su götürmez bir gerçektir. Pir Sultan’ın darağacına giderken söylediklerini onun ağzından halkın söyletmiş olması daha akla yakındır. Ne kendisi o şiirleri saza uyduracak durumdadır, ne de Hızır Paşa o şiirlerin halka ulaşmasını sağlayacak adamdır. ”Söyleyene bakma, söyletene bak” demekle bizim halkımız halk şairlerinin sırrını çözmüştür. Halk şairi gerçekten halkın şairi ise neyi kendisinin neyi halkın söylediğini hiçbir bilgin ayırt edemez. Şu dizeler üzerine düşünelim isterseniz: ”Ben Musa’yım, sen Firavun / İkrarsız şeytan-ı lain / Üçüncü ölmem bu hain / Pir Sultan ölür dirilir.” Kendisini astırmış olan Hızır Paşa’ya bu sözleri Pir Sultan darağacına gider ayak mı yazıp ya da söyleyip halka ulaştırmanın bir yolunu bulmuştur? Kolay kolay inanılır bir şey değil bu. Oysa bu sözleri, Pir Sultan’ı Hızır Paşa’ya inat yüreğinde dirilten halkın söylemiş olması akla ve halk şiiri geleneklerine daha uygun. Ama kendi söylemeyip söyletmiş de olsa bu sözler yine de Pir Sultan’ın sayılır, çünkü onun kişiliği, düşünce ve söyleyişiyle dile gelmişlerdir, Pir Sultan’ı diriltmişlerdir.

Pir Sultan, Anadolu halkından kopmuş, köyün köylünün dilinden anlamaz olmuş, Arabın zemzem suyunu halkın alınterinden daha kutsal sayacak kadar yozlaşmış, çıkmaz yollara sapmış, çıkarcıların çamuruna saplanmış olan Osmanlı sarayına karşı bir başkaldırmaydı. Saray, Pir Sultan’ı astırıp, halkın kanıyla beslenen yobazları tutmasaydı, astığı astık, kestiği kestik bir imparatorluk kuramazdı, ama daha uyanık, daha insanca bir devlet olma yolunu bulabilir, halkından daha az kültürlü olmak ayıbından kurtulabilirdi.

Bizim halkımız ta Yunus Emre’den beri başına geçen devlet adamlarından daha uyanık olduğunu gösteregelmiştir. Uyanmaya engel olan yobazlığı hep saray beslemiş, oysa halk bütün şairleriyle yobazlara karşı amansız bir savaş açmıştır. Sarayın İstanbul ortasında kurduğu medreselerden bir tek ama bir tek yüzümüzü ağartacak insan yetişmemiş, ama halkın dağ başlarında, devletten yardım görmek şöyle dursun, devletin Hızır Paşa’ları eliyle asılmayı göze alarak yaşattığı tekkelerde, yoksulluğu ateşe ve ışığa çeviren ocaklarda, çağdaş insanlığa seslenen Pir Sultan’lar yetişmiştir.

Sabahattin Eyüboğlu

YAŞAMI

Pîr Sultan Abdal’ın yaşamı üzerine, yazılı kaynaklarda pek bilgi yoktur. Doğum ölüm yılları bile bilinmiyor. Yaşamı üzerine bilgiler, genellikle, kendi şiirlerinden, halk söylentilerinden, kuşaktan kuşağa anlatılagelen menkıbelerden, bir de yakınlarının ya da başka ozanların onu anlatan şiirlerinden çıkarılır.

Gene de bu yollardan epeyce bilgi edinilmiştir, çünkü Pîr Sultan, bağlandığı tarikatın din anlayışını, dünya görüşünü yansıtmakta ya da derinleştirmek için soyut şiirler yazan bir sanatçı değildir, doğrudan doğruya başından geçenleri, kavgasını, özlemlerini, katlandığı acıları, yaşamının türlü yönlerini yansıtan somut şiirler yazmıştır.

Şiirlerden, halk söylentilerinden çıkarılan bilgilere göre, Pîr Sultan Sivas’ın Yıldızeli ilçesinin Çırçır Bucağına bağlı Banaz köyünde doğmuştur. Yıldızdağı eteklerinde, Çırçır’a kırk sekiz kilometre uzaklıkta, denizden bin yedi yüz metre yüksekte, çoğu tek katlı kerpiç evleri, soğuktan korunmak için yarı yarıyarıya toprağa gömülü bir köy…

Banaz’da bugün de Pîr Sultan’ın olduğu söylenen bir ev, önünde şairin yaşadığı dönemden kaldığına inanılan bir söğüt ağacı, ağacın altında, asâsının ucuna takıp Horasan’dan getirildiğine inanılan bir değirmen taşı vardır. Pîr Sultan yaz aylarının güzel havalarında bu taşın üstüne oturup karısıyla sohbet edermiş. Köylüler bu evi, ağacı, taşı kutsal sayarlar.

Kızının yaktığı ağıtta uzun boyluluğuna, biçimliliğine değinilen şairin asıl adı, şiirlerinde belirttiğine göre, Haydar’dır. Bir yerde soyunun Yemen’li olduğunu, bir yerde Peygamber’in öz torunu olduğunu söyler, bir yerde de İmam Zeynel-Âbidin’den “Zeynel dedem” diye söz eder. Uzmanlara göre, Pîr Sultan’ın bu sözleri söylemesinin nedeni halk üzerindeki etkisini arttırmak içindir. Muhammed peygamber soyundan geldiklerini, “seyyid”liklerini ileri sürmek tarikat uluları arasında bir gelenektir. Genel kanı, şairin İran’ın doğusundaki Türk yurdu Horasan’dan, önce İran Azerbeycanı’ndaki Hoy kasabasına, oradan da Anadolu’ya göçüp Sivas’a yerleşen bir Türkmen soyundan geldiği yolundadır.

Çocukluğu çobanlıkla geçen Pîr Sultan’ın okuma yazma bildiği anlaşılıyor, ama bilgin bir kişi olduğu söylenemez. Tekke eğitimi çerçevesinde kalmıştır. Halifeler tarihini, peygamber menkıbelerini, evliya menkıbelerini, tarikat kurallarını, Yunus Emre’yi, Hatâyî’yi bilir. Bunlar dışında, çağının bilimleriyle ilgilenmediği gibi, divan edebiyatı ile de ilgilenmemiştir. Şiirlerinde Yunan mitolojisinin, İran mitolojisinin izleri pek yoktur. Ayrıca, genel olarak bütün tarikatların kaynaklandığı Tasavvuf felsefesinin yüksek konularına da girmez.

Söylentiye göre, Pîr Sultan’ın üç oğlu, bir kızı varmış. oğullarından Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanındaki çam korusunda,Pîr Muhammed Tokat’ın Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim’de gömülüymüşler. Adı Sanem olan kızının Pîr Sultan asıldığı zaman söylediği ağıt çok ünlüdür. Bazı uzmanlar bu ağıtı Sanem’in ağzından bir tarikat ozanının yazmış olabileceğini belirtirler. Pîr Muhammmed ise babası gibi şairdir. Delikanlı iken attan düşerek öldüğü, Pîr Sultan’ın “Allah verdiğini almaz dediler / Bana verdiğini aldı n’eyleyim” derken bu olaya değindiği söylenir. Şiirlerinden uzun yaşadığı, çok çocuğu bulunduğu açıkça anlaşılan şairin, sağlığında iki oğul acısı görmüş olduğunu ileri sürenler de vardır.

Pîr Sultan Alevî-Bektaşî tarikatındandır. Tarikata girme arkadaşı, yani musaibi, Ali Baba’dır. Bağlandığı tekkenin pîri ise, Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği dervişlerden Koyun Babanın tekkesinde, Bektaşîliğin kurucusu Hacı Bektaş Veli’nin tekkesinde posta oturmuş, yani en üst makamlara getirilmiş Şeyh Hasan’dır.

Pîr Sultan, bağlandığı tarikatça yalnız dinsel önder değil, devlet başkanı olarak da görülen İran Şahları adına, Anadolu halkını Osmanlılar’a karşı kışkırttığı,ayaklanmaya çağırdığı, belki de bir aayaklanmaya öncülük ettiği için, Sivas Valisi Hızır Paşa’nın emriyle tutuklanmış, yolundan dönmeyeceği anlaşılınca da asılmıştır.

Söylentiye göre, asıldığı yer Sivas’da eskiden Keçibulan adını taşıyan, sonra uzun süre Darağacı diye anılan, şimdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarşısı’nın karşısında Mal Pazarı olarak kullanılan bu alanın Gazhane bitişiğinde, sıra söğütlerin bitiminde bulunan, boyu beş metre, eni bir metreden fazla, bakımsız toprak yığını onun mezarıdır. Üstündeki moloz taşlar, asılması sırasında Hızır Paşa’nın emriyle halkın attığı taşlardır.

Mezarının, bir menkıbeye göre Erdebil’de, Bektaşî geleneğine göre de Merzifon’da olduğu söylenir. Daha başka söylentiler de vardır, ama gerçeğe en yakın görünen söylenti asıldığı yere gömüldüğü, yakınlarının, tarikat erlerinin, hükümet baskısı yüzünden ölüsünü alıp köyüne bile götüremedikleridir.

Şiirlerinden, halk söylentilerinden çıkarılan bu dağınık bilgileri değerlendirebilmek için, önce, Pîr Sultan’ın ne zaman yaşadığını saptamak gerekir.

NE ZAMAN YAŞADIĞI

Uzmanlar “Yürüyüş eyledi Urum üstüne” diye başlayan şiirindeki sözlerine bakarak, Pîr Sultan Abdal’ın Şah Tahmasb zamanında yaşadığını söylüyorlar. Bu şiirinde şöyle sözler var:

Aslını sorarsan Şah’ın oğludur
(…)
Koca Haydar Şah-ı cihan torunu
Ali nesli güzel imam geliyor

“Koca Haydar Şah-ı cihan” diye anılan, Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar’dır. “Şah” diye anılan ise, Akkoyunlu Devleti’ni yıkıp Safevîoğulları Devleti’ni kurarak Şîî mezhebi başkanlığı ile devlet başkanlığını birleştiren, Şah İsmail’in kendisidir. Şeyh Haydar’ın torunu, Şah İsmail’in oğlu da Şah Tahmasb’dır.

Şah Tahmasb’ın saltanat döneminin (1524-1578) büyük bir bölümü, Kanunî Sultan Süleyman’ın saltanat dönemine (1520-1566) rastlar. Bu iki hükümdar geçmişteki acı olaylar yüzünden, uzun süre ülkeleri arasında barışı sağlayamamışlar, İranlılar ile Osmanlılar, 1534’den 1554’e kadar, tam yirmi yılı anlaşmazlıklar, çatışmalar, savaşlarla geçirmişlerdir. Kanunî Sultan Süleyman 1534’de yaptığı doğu seferinde, İranlılar’ın elinde bulunan Bağdat’ı Osmanlı topraklarına katmış, Şah Tahmasb 1548’de Anadolu’ya girerek Kemah’a kadar ilerlemiş, 1552’de Erciş, Ahlat kalelerini geri almıştır.

Pîr Sultan’ın şiirlerindeki olayların Şah Tahmasb dönemindeki olaylara uyması, daha sonraki İran şahlarının Anadolu üzerine “yürüyüş eylemiş” olmaları, bazı uzmanların kesin konuşmalarına, şairin bu dönemde yaşadığından şüphe edilemeyeceğini söylemelerine yol açar.

Oysa bu dönemde Sivas’da valilik etmiş bir Hızır Paşa yok, ama 1552’de Köstendil, 1554’de Şam, 1560’da Bağdat beylerbeyliklerinde bulunmuş bir Hızır Paşa var. Uzmanlar 1567’de ölen bu Hızır Paşa’nın, Bağdat’a giderken, Sivas’a uğrayıp oradaki ayaklanmayı bastırmış olabileceğini söylüyor. Bu görüş doğruysa, Pîr Sultan 1560’da asılmış demektir.

Pîr Sultan’ın dili on altıncı yüzyılın ikinci yarısının dilidir, diyen bazı uzmanlar ise şairin 1560’da asılmış olabileceğini kabul etmiyorlar. Onlar halk söylentisini değerlendirerek başka bir yoldan gidiyor, Sivas’da valilik etmiş Hızır Paşa’yı arıyorlar.

Sofi Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi’nin I. Ahmed’e yazdığı bir mektupta, Alevîler ile Şeyh Bedreddin’e bağlı olanları iyi tanıyan, onlarla uğraşmasının bilen bir Hızır Paşa’dan söz ediliyor. Belgenin ilgili bulunduğu dönemde ise iki Hızır Paşa yaşamış. Birinin özellikleri şöyle:

Deli Hızır Paşa, Van Beylerbeyi (1582), Kars Beylerbeyi olarak İran seferine katılma (1587), Erzurum Beylerbeyi (1588), Sivas Valisi (1588), Diyarbakır Valisi (1589), gene Sivas Valisi (1590), Tuna Muhafızı (1602), Budin Muhafızı (1605), ölümü (1607).

Deli diye anılması gözü pek, acımasız bir kimse olduğunu gösteriyor. Ayrıca İran seferine katılmış, yani Safevîlere karşı savaşmış. Safevî yanlısı Alevîlere düşmanlık besleyebilir. İki kere Sivas’a vali gönderilmiş, ikincisinde oldukça uzun kalmış. Alevîleri iyi tanıdığı, onlarla uğraşmasını bildiği anlaşılıyor.

Pîr Sultan’ı astıranın Sivas Valisi Deli Hızır Paşa olduğunu söyleyen uzmanların görüşü doğruysa, şairin ölümü 1588’de, ya da 1590’dan sonradır.

Gene uzmanlara göre, Pîr Sultan 1534’de Bağdat’ın Osmanlılar’a geçişi üzerine, İran Şahına,

Güzel Şah’ım çok yerlerden görünür
Aslı nedir niye verdin Bağdat’ı

diye şiir yazmıştır. 1534 ile 1590 arasında 56 yıl var. Pîr Sultan bu şiiri yazdığında, diyelim 20 yaşındaysa, 76 yaşında ölmüş olur.

Böyle uzun bir ömür sürdüğü kabul edilirse, uzmanlar arasındaki görüş ayrılıkları da sona erebilir. Çünkü bu uzun ömre hem Pîr Sultan’ın şiirlerindeki olaylara uygun düşen Şah Tahmasb dönemi, hem de Deli Hızır Paşa sığdırılabiliyor.

Gene de bazı durumların açıklanması kolay değil. Örnekse, Pîr Sultan’ın şiirlerinde bir Alevî ayaklanmasından söz ediliyor, oysa Deli Hızır Paşa döneminde Sivas’da böyle bir ayaklanma olmamış.

Uzmanlar arasındaki görüş ayrılıklarının ötesinde, kesin olan şudur: Pîr Sultan abdal on altıncı yüzyılda Anadolu’da, Sivas yöresinde yaşadı.

KİTAPLAR

Pîr Sultan abdal üzerine ilk önemli çalışmayı 1929’da Sadettin Nüzhet ERGUN yapmış, 105 şiir yayımlayarak, şair üzerine bilgiler verilmiştir: XVII Asır Saz Şairlerinden Pîr Sultan Abdal.

Konuya ikinci önemli yaklaşım Pertev Naili BORATAV ile Abdülbâki GÖLPINARLI’nın birlikte hazırladıkları, 1943’de yayımlanan Pîr Sultan Abdal adlı kitaplar olmuştur.

Diğer yayınlar:

Pîr Sultan Abdal,Abdülbâki Gölpınarlı, Varlık Yayınevi
Pîr Sultan Abdal, Cevdet Kudret, Yeditepe Yayınevi
Pîr Sultan Abdal, Cahit Öztelli, Milliyet Yayınevi
Sabahattin Eyüboğlu’nun, ölümünden önce hazırlayıp bitiremeden bıraktığı bir seçmeler kitabı, dostlarınca tamamlanıp Cem Yayınları arasında basıldı.

ALÇAKTA YÜKSEKTE YATAN

Alçakta yüksekte yatan erenler
Yetişin imdada aldı dert beni
Başımı alıp hangi yere gideyim
Gittiğim yerlerde buldu dert beni

Oturup benimle ibadet kıldı
Yalan söyledi de yüzüme güldü
Yalın kılıç olup üstüme geldi
Çaldı bölük bölük böldü dert beni

Üstümüzden gelen boran kış gibi
Yavru şahin pençesinde kuş gibi
Seher çağı bir korkulu düş gibi
Çağırta çağırta aldı dert beni

Abdal Pîr Sultan'ım gönlüm hastadır
Kimseye diyemem gönlüm yastadır
Bilmem deli oldu bilmem ustadır
Söyle bir sevdaya saldı dert beni

BEN DERVİŞİM DİYE

Ben dervişim diye göğsün gerersin
Hakk'ı zikretmeye dilin var mıdır
Sen kendini görsene ilden n'ararsın
Hâli hâl etmeye hâlin var mıdır

Birgün balık gibi ağa sararlar
Mürşidinden rehberinden sorarlar
Tütsü yakıp köşe köşe ararlar
Ben arıyım dersin balın var mıdır

Dertli olmayanlar derde yanar mı
Tahkik derviş ikrarından döner mi
Her bir uçan gül dalına konar mı
Ben bülbülüm dersin gülün var mıdır

Pîr Sultan'ım senin derdin deşilmez
Derdi olmayanlar derde düş olmaz
Mürşidsiz rehbersiz yollar aşılmaz

BENİ GÖRÜP YÖNÜN ÖTE DÖNDÜRME

Beni görüp yönün öte döndürme
Yine gitmez meylim sendedir sende
Yıkıp hilâl kaşlariını yere indirme
Günah sende değil bendedir bende

Şeker vardır dudağında dilinde
Arzumanım kaldı gonca gülünde
Sen bir padişâhsın hükmün elinde
Senin ile dâvam sendedir sende

Sensiz çıkıp yaylaları yaylamam
Engeller içinde sırrın söylemem
Çok günah işledim inkâr eylemem
İk’ellerim kızıl kandadır kanda

Nice beyler ile gezdim yoruldum
Kan bulanık aktım duruldum
Sencileyin çok güzele sarıldım
Dahi sevgin candadır canda

Pîr Sultan Abdal’ım böyle deyiptir
Âşıklar güzeli sevegeliptir
Bir güzel sevmeyle kanlı m’oluptur
Kellem terkidedir yandadır yanda

GEL BENİM SARI TAMBURAM

Gel benim sarı tamburam
Sen ne için inilersin
İçim oyuk derdim büyük
Ben anın'çin inilerim

Koluma taktılar teli
Söyletirler bin bir dili
Öldüm ayn-i cem bülbülü
Ben anın'çin inilerim

Koluma taktılar perde
Uğrattılar bin bir derde
Kim konar kim göçer burda
Ben anın'çin inilerim

Göğsüme tahta döşerler
Durmayıp beni okşarlar
Vurdukça bağrım deşerler
Ben anın'çin inilerim

Gel benin sarı tamburam
Dizler üstünde yatıram
Yine kırıldı hatıram
Ben anın'çin inilerim

Sarı tamburadır adım
Göklere ağar feryadım
Pîr Sultan'ımdır üstadım
Ben anın'çin inilerim

ÖTME BÜLBÜL

Ötme bülbül ötme, şen degil bağım
Dost senin derdinden ben yana yana
Tükendi fitilim eridi yağım
Dost senin derdinden ben yana yana

Deryadan bölünmüş sellere döndüm
Ateşi kararmış küllere döndüm
Vakitsiz açılmış güllere döndüm
Dost senin derdinden ben yana yana

Haberin duyarsın peyikler ile
Yaramı sarsınlar şehidler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin derdinden ben yana yana

Abdal Pir Sultan’im, doldum eksildim
Yemeden içmeden sudan kesildim
Zülfün kemendine kondum asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana

Uyur idik uyardılar
Diriye saydılar bizi
Koyun olduk ses anladık
Sürüye saydılar bizi

Halimizi hal eyledik
Yolumuzu yol eyledik
Her çiçekten bal eyledik
Arıya saydılar bizi

Hakk’ın yoluna dizildik
Dost defterine yazıldık
Bal olduk şerbet ezildik
Doluya saydılar bizi

Pir Sultan Abdal’ım şunda
Çok keramet var insanda
O cihanda bu cihanda
Veliye saydılar bizi

Siz hiç, Büyük Atatürk’e dil uzatan kiralık tarihçi müsveddelerinin..

0

Bugün bir sokak röportajında Lozan’da 4milyon metrekare toprak verdi Atatürk diyor, bir iktidar partisi hayranı.

Siz hiç, Büyük Atatürk’e dil uzatan kiralık tarihçi müsveddelerinin..

Lozan Konferansı’nda İsmet Paşa’nın Osmanlı’dan kalan borçları nasıl mertçe üstlendiğini anlattığını gördünüz mü?

Siz hiç kiralık kalemlerin, (İngilizlerin ifadesiyle) İsmet Paşa’nın bitmek bilmez yalanları,

kelime oyunları ve masadaki devletleri birbirine düşürmek için yaptığı akıl oyunları yüzünden konferansı öfkeyle terk eden Lort Curzon’u anlattıklarını gördünüz mü?

Öfkeden çıldıran Lort Curzon’un, Lozan’ı terk ederken İsmet Paşa’nın şerefine, namusuna kadar hakaret ettiğini anlattılar mı?

Siz hiç, Atatürk’e dil uzatanların, Çanakkale’de İngiliz askerlerin mezarları olması sebebiyle bu bölgelerin mülkiyetini Lozan Konferansı’nda isteyen İngilizlere, İsmet Paşa’nın gülüp geçtiğini ve bunun bir Çanakkale Krizi’ne (Mezarlıklar Sorunu’na) dönüştüğünü anlattıklarını gördünüz mü?

Lozan süreci sırasında ”Türkiye’de bir yabancı suç işlerse, bundan böyle bizim yetiştireceğimiz Türk hukukçularca, Türk hukukunca yargılanacaktır.

Çünkü Türkiye sizin koloniniz değil!” düşüncesiyle kapitülasyonların, nasıl Avrupalı devletlerin suratına fırlatıldığını anlatan birileri oldu mu?

Atatürk’e dil uzatanların, bir kez bile Osmanlı döneminde yabancılara verilen ayrıcalıkları, örneğin bir yabancı suç işlediğinde, Osmanlı zabitinin onu tutuklayamadığını, kendi konsolosunun gelip ilgilendiğini anlattığını gördünüz mü?

Osmanlı döneminde Şeriat olduğunu iddia edenlerin, çürümüş bir kapitülasyon düzeni içinde yabancıların Türklerden ne kadar rahat yaşadığını anlattığını gördünüz mü?

Devletin çöküşüne engel olabilmek adına padişahların yabancılar için yaptığı ıslahatları ve bu ayrımcılığın Türkleri kendi toprağında nasıl ötekileştirdiğini anlattılar mı hiç?

Bu topraklarda Türkçülük nasıl ve niye başlamıştır, hangi haklı gerekçelerle ortaya çıkmıştır konusu konuşuluyor mu?

Lozan Anlaşması’nı zafer yapan; Türkiye’nin maliyesinin, yönetiminin, hukukunun ve ordusunun yabancılardan kurtarılması yani devletimizin tam bağımsız olmuş olması ve Türklerin kendi topraklarında eğitimde, ticarette, din özgürlüğünde, hukuk önünde yabancılar kadar geniş ve eşit haklara kavuşmuş olmasıdır.

Lozan bu yüzden Türk milleti için bir zafer ise ki şüphesiz öyle, o halde Türk olmayanlar ve gayrimüslimler için bir hezimet olacaktır.

Lozan’ın gizli maddeleri yoktur fakat gizlenmek istenen tarafı budur.

-Ertürk Özel-

İbn Haldun’dan 700 yıllık kehanet!?…

Geleceği 700 yıl öncesinden mi görüyordu???

Sosyolojinin öncüsü İbn Haldun’un 14. yüzyılda ünlü Mukaddime’sinde yazdığı şaheserlerden biri şudur:

“Vergiler çoğaldığında devlet sona yaklaşır.”

– Ve devletler çöküşe geçtiğinde, falcılar ve dilenciler, riyakarlar ve iddiacılar, cahil yazarlar ve konuşmacılar, uyumsuz şarkıcılar ve manzumeciler,

serseriler ve fala bakanlar, davulcular ve bilgiçlik taslayanlar (bilgiçlik iddiasında bulunanlar),

el falı bakanlar ve astrolojik yorumcular,

vizyonsuz politikacılar ve şarlatanlar,

liyakatsizler ve ehliyetsizler,

hicivciler ve fırsatçılar çoğalır.

Maskeler düşer, ayrılmaması gereken şeyler birbirine karışır, değerler yitirilir, yönetim ve toplum bozulur, anlamlar ve sözler birbirine karışır,

sahtekârlar ve ikiyüzlülülerin sayısı artar,

güce yakın olanlar mazlumların hayatı ile oynar,

doğru ile yalan iç içe geçer.

Devletler yıkılışa yaklaştığında, korku hâkim olur,

insanlar mezheplere, fırkalara, tarikatlere sığınır,

korku ve güçle fikirlerini insanlara dayatır,

mucize iddiaları yayılır ve söylentiler yaygınlaşır,

hurafeler yayılır, hakikat müdafileri susturulur,

dost düşmana, düşman dosta dönüşür,

yanlışın sesi yükselir, doğrunun sesi kısılır,

güvenilmez yüzler ön plana çıkar, dost yüzler kaybolur, hayaller azalır ve umut ölür,

herkes bir kurtarıcı arar, akıllı olan daha da yalnızlaşır ve yüzlerin hatları silinir,kabilesine, ırkına bağlılık daha güçlü olur, ve vatan sevgisi bir çeşit delilik olarak görülür, bilgelerin sesi gürültücü boş insanların arasında kaybolur, aidiyet iddiaları artar.

Aynı evde yaşayanlar birbirlerini ihanet ve işbirlikçilikle suçlar, aileler dağılır, haset, menfaat ve hırs şeyi sarar, büyük bir kaçış söylentisi yayılır,

entrikalar ve komplolar kurulur, her yerden nasihatler gelir, yakın ve uzak kişilerden öneriler gelir, güçlüler kaçışlarını, zenginler servetlerini düşünür, herkes bir teyakkuz ve bekleyiş haline geçer, durum göç projelerine dönüşür,

vatan bir seyahat noktasına, yaşadığımız yerler valizlere, evler anılara ve anılar hikayelere dönüşür.”

Güzel Sözler

Akıllı adam aklını kullanır. Daha akıllı adam başkalarının da aklını kullanır. (Bernard Shaw)

Akıllı konuşur, çünkü onun söylemek istedikleri var; aptal konuşur, zira kendinin bir şeyler söylemek mecburiyetinde olduğunu sanır. (Plato)

Altın ateşle, kadın altınla, erkek de kadınla erir…..PİTAGOR

Bilgi bir ışık gibidir. Onu kullanırsanız daha parlak olur, kullanmazsanız söner. (Alexander Everett)

Bilgi büyük adamı alçak gönüllü yapar, normal adamı şaşırtır, küçük adamı ise kibirlendirir. BRIGITTE

Bilgi cesaret verir, cehalet küstahlık. (Terry)

Bilgiyle dirilenler ölmez.  (Hz. Ali)

Bir çivi yüzünden bir nal,bir nal yüzünden bir at,bir at yüzünden de bir atlı gidiverir…..FRANKLİN

Bir gemiyi iki reis batırır. TÜRK ATASÖZÜ

Bir şeye ait herşeyi öğrenin; herşeye dair bir şeyler bilin. (var dyke)

Bir şeyi gerçekten bilmek, onu anlatmakla olur. SOKRATES

Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil, hazmettiklerimizdir. Bizi zengin yapan kazandıklarımız değil, muhafaza ettiklerimizdir. Bizi bilgili yapan okuduklarımız değil, kafamıza yerleştirdiklerimizdir.         (francis bacon)

Bugün, hayatınızın geri kalanının ilk günüdür. (1970’lerin Bir Duvar Yazısı)

Çok keyifli anınızda kimseye bir şey vaad etmeyin .Çok öfkeli anınızda kimseye yanıt vermeyin…..ÇİN ATASÖZÜ

Daha iyi olmaya çalışmayan iyi olarak ta  kalamaz. (oliver cromwell)

Durgun su solucan yetiştirir.          (dünya atasözü)

Dün yaptığınız şey size hala çok iyi görünüyorsa ,      bugün  yeterli  değilsiniz demektir.            (earle wilson)

Dünyayı seller bassın ördeğe vız gelir…..ATASÖZÜ

Düşünmeden öğrenmek faydasız, öğrenmeden  düşünmek tehlikelidir. (Konfüçyüs)

Düşünmeden öğrenmek faydasızdır, öğrenmeden düşünmek tehlikelidir                   (confuclus)

Elmas nasıl yontulmadan mükemmelleşmezse, insan da acı çekmeden olgunlaşmaz…….CONFİCİUS

En güçlü hafıza bile en zayıf mürekkepten solgundur. (Meçhul)

Erişmek istedikleri bir hedefi olmayanlar, çalışmaktan zevk almazlar    (emile raux)

Erkek karısını bir buketle şaşırtabilir.Bir kutu çikolatayla mutlu eder.Bir altın kolye ile de şüpheye düşürür……SAM EWİNG

Evinizin eşiğini temizlemeden komşunuzun damındaki karlardan şikayet etmeyiniz….KONFÜÇYÜS

Evlilikte başarı yalnız aranan kişiyi bulmakta değil,aranan kişi olmaya da bağlıdır….FOSTER WOOD

Ey yaşam senin bunca değerli oluşun ölüm sayesindedir….SENECA

Gençken bilgi ağacını dikelim ki, yaşlandığımız zaman gölgesinde barınacak bir yerimiz olsun.        (chesterfield)

Gideceğiniz yeri bilmiyorsanız, vardığınız yerin önemi yoktur.   (peter f.drucker)

Güller, laleler, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır ama sağlam dostluk ne solar ne de kırılır. NIETZSCHE

Güzel yüz aynaya aşıktır…..MEVLANA

Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.     (necm:39)

Hava soğuduğunda gölge veren ağaçları unutursun…JAPON ATASÖZÜ

Hayat geç kalanları hiç affetmez….GORBACHOV

Hayatta bir gayesi olmayan insanlar, bir nehir üzerinde akıp giden saman çöplerine benzerler;  onlar gitmezler, ancak suyun akışına kapılırlar. (Seneca)

Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgar yardım edemez.   (montaıgne)

Her bildiğini söyleme, her söylediğini bil… CLAVDIUS

Her münakaşanın temelinde birisinin cahilliği  yatar.  (Louis D. Brandeis)

Herkesi bir defa, bazılarını her zaman aldatabilirsiniz.Ama herkesi her zaman aldatamazsınız…….ABRAHAM LİNCOLN

Herşeyin anahtarı sabırdır. Civcivi,yumurtaları kuluçkaya yatırarak elde edersiniz, kırarak  değil.    (arnold closow)

Hırs, bir sandalın yelkenini şişiren rüzgara benzer; fazlası gemiyi batırır, azı da gemiyi  olduğu yerde tutar.  (Woltaire)

Hiç kimse başarı merdivenine elleri cebinde tırmanmamıştır.       (j.keth moorhead)

Hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olamaz….W.SHAKSPEARE

Hiçbir zaman çıktığın kapıyı hızlı çarpma. Geri dönmek isteyebilirsin. (Don Herold)

İki şey aklın eksikliğini gösterir: Konuşulacak yerde susmak, susulacak yerde  konuşmak. (Sadi)

İnsan ne kadar yükselirse, gönlü o kadar alçalmalıdır. CICERO

İnsanlar ancak hayalleriyle yaşar ve biraz yaşamaya başlayınca tüm hayallerini kaybederler…..VOLTAİRE

İnsanlar yanlış yapabilirler , yalnız büyük insanlar yanlışlarını anlarlar. F.Von KOTZEBUE

İnsanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler….KONFÜÇYÜS

İşlemeyen demiri kendi pası mahveder.  İnsanı tembelliğe alışması mahveder. (hint atasözü)

İyiliğin bilgisine sahip olmayana      bütün diğer bilgiler zarar verir         (montaigne)

Kaplumbağa başını çıkarıp, önünü görmeden ilerlemez…Kaplumbağayı küçümseme……ANONİM

Karanlık geceleri ben uykusuz geçirirken, sen sabaha kadar uyuyorsun.   Ondan sonra da bana yetişmek istiyorsun. Ne gezer          (zemahşeri)

Kendine hakim olan başkalarına da hakim olur.  (Konfüçyüs)

Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler. (R. Hull)

Kıyıyı gözden kaybetmeye cesaret etmedikçe insan yeni okyanuslar keşfedemez               (andre gide)

Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası, dostunun yüz karası, düşmanının maskarası.        (m.akif ersoy)

Komşunu sev ama bahçe duvarını yıkma. (G. Herbert)

Kum üstünde şaton olacağına taş üstünde kulüben olsun….ANONİM

Kurbağayı koltuğa oturtsan,o yine çamura atlar….ARTHUR MİLLER

Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük is gelmeyenlerdir. EFLATUN

Metodu olan topal, metotsuz koşandan daha çabuk ilerler.    (francis bacon)

Mutluluğu tatmanın tek çaresi, onu paylaşmaktır. BYRON

Ne kadar bilirsen bil,anlatabildiklerin, karşındakinin anlayabileceği kadardır….MEVLANA

Okumadan geçen üç günden sonra konuşma tadını kaybeder. (çin atasözü)

Öğrenmek, akıntıya karşı yüzmek gibidir ilerleyemediğiniz taktirde gerilersiniz.     (çin atasözü)

Öğretmen bir kandile benzer, kendini tüketerek başkalarına ışık verir. RUFFINI

Önce doğruyu bilmek gerekir, doğru bilinirse yanlış da bilinir.   Ama önce yanlış bilinirse doğruya ulaşılamaz.   (farabi)

Önemli olan yere düşüp düşmemen değil, tekrar  ayağa kalkıp kalkmamandır. (Vince Lombardini)

Rüyaları gerçekleştirmenin en kısa yolu uyanmaktır. (Emerson)

Sabahleyin kaybedeceğin bir saatin bütün gün zararını çekersin.  (william whately)

Savasın iyisi, barısın kötüsü yoktur. BENJAMIN FRANKLIN

Taş da yumurtanın üstüne düşse,yumurta da taşın üstüne düşse,olan yine yumurtaya olur….RUM ATASÖZÜ

Tüm uzmanların aynı görüşte olmaları, hepsinin yanılmaları anlamına da gelebilir. B.RUSSEL

Türkler her şeyini feda eder, ama istiklalini asla. LLOYD GEORGE

Türkler öldürülebilir, fakat yenilgiye uğratılamazlar. NAPELEON

Üç şey sürekli kalmaz;     ticaretsiz mal,   tekrarsız bilgi,     cesaretsiz iktidar.      (ş.sadi)

Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil. (Konfüçyüs)

Yanılgı insanlar içindir; ancak silginiz kaleminizden önce bitiyorsa, fazlaca yanlış yapıyorsunuz demektir. (J. Jenkins)

Yapabileceğin kadar söz ver.Sonra söz verdiğinden fazlasını yap….ANONİM

Yarın sabah,ne sevdiğiniz kişilerin yüzleri ne de kendi yüzünüz aynı olacaktır….LEO BUSCAGLİA

Yaşadığımız her an kendi hakkını ister.    (goethe)

Yaşamak için yemelisin,yemek için yaşamamalısın…….ÇİÇERO

Yaşamın uzunluğu değil, nasıl yaşanıldığı önemlidir. M.L.KING

Yıpranmak paslanmaktan iyidir.  (bishop cumberland)

Yiğitlik intikam almak değil, tahammül etmektir. SHAEKESPEARE

Zamanın değerini yapacak işi olan bilir     (atasözü)

Zamanında bir adım atmayan tembel, sonradan yüz adım atmak zorunda kalır…… GİOVİO

Alevilik‬ Tanımıyla İlgili Bir Not [İsmail Engin – @kanalkultur]

Alevi Dedeleri ve Babaları, 1. Avrupa Dedeler Kurultayı’nda (21 – 22 Mayıs 2005, Nijmegen / Hollanda), 1. Türkiye Alevi Dedeler Kurultayı’nda (29 – 30 Ekim 2005, Karacaahmet Sultan Dergâhı – İstanbul) ve nihayetinde 1. Avrupa Alevi Dedeler Şurası’nda (24 – 25 Aralık 2005, Veldhoven / Hollanda) Aleviliği içeren bir tanım ortaya koydu.

Buna göre;
“Alevilik, İslamdır. Hakk-Muhammed-Ali yolunun Kırklar Meclisi’nde olgunlaştığı ve Oniki İmamlarla devam eden; İmam Cafer-i Sadık’ın akıl ölçüsünü rehber olarak alan, Horasan erenlerinin himmetleriyle Anadolu’ya gelen Hazret-i Pîr’le ve ulu ozanlarımızın nefesleriyle hayat bulan inancın adıdır.
Alevilik inancı, hayatın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak insan-ı kâmil olup özüne dönmek olarak tanımlar. Bunun için de; Mürşid, Pîr ve Rehber huzurunda ikrar verilerek Dört Kapı Kırk Makam aşamasından geçilir. İnancımızın uygulandığı mekân cemevidir.”
İlgili tanımı da kesintisiz veren ilk haber, “Dedeler Şurası toplanacak” başlığıyla Ünal Öztürk imzasıyla kaleme alındı ve 24 Mayıs 2005 günlü Hürriyet Gazetesi’nin Avrupa Baskısı’nın 19. sayfasında yer aldı…

Son tartışmaları gözeterek, yıllardır konuyla yakınen ilgilenen biri olarak ve yukarıdaki tanımdan yola çıkarak, şunu – ilk ve son kez – ifade edeyim:

a) Tanımdan ilk cümle çıkarıldığında, Hakk-Muhammed-Ali yolu ile ilgili tartışmalara bakıldığında, “O Ali, bizim Ali’miz değildir”e doğru bir evrilmeyle İslam-dışı bir Aleviliğin yolunu açan tartışmalar başlar.

b) Tanımın içinden ilk cümle çıkarıldığında ve yerine “Alevilik İslamın batîni yorumudur” ibaresi konulduğunda, tasavvufi bir niteliğe bürünür ve muhtemelen “tarikat” olduğu sonucuyla karşılaşılır ve neticede Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yaklaşımıyla da bir şekilde örtüşülür. Burada şu da belirtilmelidir: Sünni ve Şii tarikatler “İslamın batîni yorumudur”…

c) Tanımın içine Ahmed Yesevi bir şekilde ilave edilirse; örneğin, “Ahmed Yesevi ve Horasan erenlerinin himmetleriyle” denilirse, Orta-Asya Türklüğüne atıf yapılır; tanımda, “Türklük” motiflerinin baskın olduğu öne çıkar.

d) Tanımın içine el-Kürdî olarak da anılan Ebu’l Vefâ bir şekilde eklenirse; örneğin, “Ebu’l Vefâ ve diğer Anadolu erenleriyle” denilirse, Mezopotamya’ya ve Kürtlere atıf yapılır; tanımda, “Kürtlük” motiflerinin baskın olduğu öne çıkar.

e) Tanımın içine, “dede huzurunda … icra edilen İslam inancının adıdır” diye bir ekleme yapıldığında; “Babalar”, “Mürebbiler”, “Dikme” Dedeler huzurunda … icra edilen dini pratiklerin ve neticede bir şekilde Hacıbektaş Tekkesi’nin de hükümsüz olduğu sonucuyla karşılaşılır…

Nereden baktığınız, neyi ekleyip çıkardığınız konu üzerindeki tartışmalarda “aidiyet”i(nizi) belirliyor… [İsmail Engin – @kanalkultur]

Alevilik nedir?Alevi Dedeleri ve Babaları, 1. Avrupa Dedeler Kurultayı’


“Alevilik, İslamdır. Hakk-Muhammed-Ali yolunun Kırklar Meclisi’nde olgunlaştığı ve Oniki İmamlarla devam eden; İmam Cafer-i Sadık’ın akıl ölçüsünü rehber olarak alan, Horasan erenlerinin himmetleriyle Anadolu’ya gelen Hazret-i Pîr’le ve ulu ozanlarımızın nefesleriyle hayat bulan inancın adıdır.
Alevilik inancı, hayatın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak insan-ı kâmil olup özüne dönmek olarak tanımlar. Bunun için de; Mürşid, Pîr ve Rehber huzurunda ikrar verilerek Dört Kapı Kırk Makam aşamasından geçilir. İnancımızın uygulandığı mekân cemevidir.”

Yolumuz Muhammed Ali yoludur, başka yol bilmeyiz…Seyyid Seyfeddin Ocağı

Yüzyıllardır baskı, sürgün, katliam ve başkaca her türlü yol kullanılarak sindirilmek istenen Alevilik, nihayet tam yok oldu denilirken güneş gibi ufuktan yeniden doğmuştur ve doğmaya da devam edecektir.

Kim ne derse desin, günümüzde Alevilik açısında tam bir rönesans yaşanıyor. Bu rönesansı engellemek, artık hiç bir biçimde mümkün değildir. Ancak yine de Alevilik karşıtları, son bir hamle ile ona kendi inançsal ve siyasal kimlikleri doğrultusunda yön verme cabalarının yaşanmakta olduğu da yadsınamaz.

Biz buna, “Aleviliği başkalaştırma çabaları” diyoruz. Söz konusu başkalaştırma çabalarının dayandığı en önemli iddialardan biri de Aleviliğin homojen olmadığı / birden fazla Aleviliğin olduğu iddiasıdır. Bu konuda gönül rahatlığiyle diyebiliriz ki, bu çabalar-çırpınmaları boşadır ve başarılı olamıyacaklardır. Çünkü Aleviliğin sarsılmaz kimliği, kendini her çeşit yozlaşmanın olumsuz etkisinden korunma gücüne ve itikatine sahiptir. Bu itikat gücü, Aleviliğin Evrenselleşmenin bir parçası olarak görülmelidir.

Şahı Merdan Ali’nin; „Çocuklarınızı kendi yaşadığınız zamana göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştirin“ uyarısını göz önünde tutarak; Özün korunması çerçevesinde, Alevi inanç ve kültür yeteneği-özelliğinin doğal sonucu olarak kendini çağın, modern ve kentsel koşullara uyarlamaktır.

Aleviliği, başkalaştırma iddialarından öne çıkan bazı başlıklar…
1-Alevilik, islam dışıdır dolayısiyle ayrı bir dindir. Zerdüştiliğin ya da Yezidiliğin bir türevi olup Kürt etnisitesinin historik dinidir.
2-Alevilik, Şiiliğin bir koludur.
3-Alevilik, islami bir kültürdür. Aleviler aslında Sünnidir. Beş vakit namaz, Ramazan orucu, Kabe’ye hac vb. Sünni ritüeller Aleviliğin de ritüelleridir.

Öncelikle şunu belirtelim ki Alevilik, Islamın katı Sünni yorumundan farklıdır; Alevilik, islamın batıni yorumu ve aydın yüzüdür. Lakin katı Sünni inancı ise, günümüzde islam dininden öteye Emevi Arap gelenek ve görenekleri yerini almıştır. Emevi Arap gelenek görenekleri, islamın ilkeleri diye insanlara dayatıldığı içindir ki; Barış, insanlık dolayısıyla Evrensel olan islam dini, terör ve şiddet dini haline getirilmiştir.

Alevilikle hatta dinle hiç bir alakası olmayan siyasi-idolojik çevreler, din tücarları, menfaatçı kesimler, vs.; Sivri kelimeler, populer sözcükler ve cümlelerle Alevi inancından ahkam kesip, fetvalar veriyorlar. Kendi nefislerinin kölesi olmuş, bu kesimler; Insanların iyi niyetini, güzel duygularını kendi nefsani çıkarlarına peşkeş çekerek cehaletin kara zihniyetine hizmet etmişlerdir. Kınıyor ve lanetliyoruz.

Aleviliği, islam dışı ayrı bir din olarak gören ya da görmek isteyen çevrelerin tezleri ciddi hiçbir dayanağa sahip değildir. Islam dışılık iddiasına dayanak olarak kullandıkları unsurlar yukarda da belirttiğimiz gibi, aslında islam ile doğrudan doğruya ilgili olmayıp Emevi Arap katı müslümanlığın kimi ritüel ve itikatlarından ibarettir.

Sonuç itibariyle içinde Muhammed Ali, On Iki Imam, Ehli Beyt ve islamın olmadığı bir Alevilik yoktur. Dikkat edilmesi gereken husus, Alevilik kendini; Şii, Sünni veya diğer akımlar gibi zahiriye değil, islamın batıni yani tasavvuf yorumu olarak tanımlar. Diğer bir deyimle Muhammed Ali ne kadar islam ise, Alevilik dolayısıyla Aleviler de okadar islamdır…

Ehli Beyt yazarı ve Seyyid Seyfeddin Ocağı evlatlarından,
=Seyyid Hakkı=

HAKK-MUHAMMED-ALİ YOLU; IRKLARIN DEĞİL, KIRKLARIN, ERLERİN, PİRLERİN, NEBİLERİN, VELİLERİN YOLUDUR! ULUSLARARASI ALEVİ ARAŞTIRMA, DAYANIŞMA VE EĞİTİM VAKFI

Yolumuz bilim, irfan ve sevgi üzerine kuruludur. Hacı Bektaşi Veli

Alevilik öğretisi evrenin oluşumunu Tanrı katında yeşil bir kandildeki nûr`dan yani ışıktan başlatır.

Bu nûr Hz. Muhammedle Hz. Alinin nûrudur. Bu nûr Nûr-u Kadimdir. Allah, o nûru kendi nûrundan, yaratmıştır. Bu nûr ilk yaratılan olup iki renkten oluşur.

Bu nûrun yarısı beyaz nûr Muhammede, diğer yarısı yeşil nûrda Aliye aittir. Bütün evren de bu nûrun tezahüründen meydana gelmistir. Bu nûr kendi özünden büyük bir aşk ile sonsuzluğa yayılarak ruhlar âlemini ve madde âlemini meydana getirmiştir. Aleviler, Allah-Muhammed-Aliyi tek bir nûr olarak görürler ve öyle inanırlar.

Aleviler; Bütün Ruhların Elest meydanında Kalu Bela diyerek verdikleri ilk ikrarda, Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammedin Peygamberliğine, Hz. Alinin veliliğine, Tevella ve Teberraya, Ehl-i Beyt ve Kuran emanetlerine sahip çıkacaklarına dair ikrar verirler. Musahiblik kavlinde, nikah akdinde, kirvelik erkanında ikrar alır ikrar verirler.

İkrar veren ikrarından dönemez. “Öl ikrar verme, öl ikrarından dönme”, bunun en açık uyarısıdır.

Buyruklarda ikrarından dönenler lanetlenmiş, mertud ve Allah’ın rahmetinden uzak olanlar diye nitelendirilmişlerdir.

Gözüm tok, karnım tok, dünya malına,

Onlara aldanıp, kanmam ya Ali.

Hak hidayet etti, girdim yoluna,

İkrar bozup, geri, dönmem ya Ali.

Alevi Kavramı:

Alevi kelimesi her ne kadar Ali Evinden olanlar olarak kullanılmış olsa bile kısaca Ali taraftarları olarak kabul edilir. Hz. Ali, Hz. Muhammedten sonra İslam ışığını, nûrunu taşıyan ve Kuran-ı Nâtık (dilli Kuran) olarak bilinen yegane kişidir. Ondan dolayıdır ki İslam dininde Şâh-ı Velayet (Evliyalar Şâh-ı) olarak bilinir. Bu açıdan bakacak olursak, Hz. Ali, nûrun – ışığın taşıyıcısı ve Esrâr-ı Hakîkatın (Gerçeğin Sırr-ı) sahibidir. Alevilerde işte bu yüzden Hz. Aliyi takip ederler. Aleviler Hz. Aliyi, Hz. Muhammedin emrinden dolayı severler ve onun izinden giderler. Çünkü Hz. Muhammed kendisinden sonra Hz. Ali`nin takip edilmesini vasiyet etmiştir.

Alevi : Hakk (Allah) Muhammed-Ali kutsallığına inanan, Ehl-i Beyt’i ve 12 İmam’ı kutsayan, Matem (Muharrem) ve Hızır oruçlarını tutan, bir Dede, Pir ya da Şeyh grubundan olan, yada bu gruba talip olarak bağlı olan, temel ibadet formu Cem olan, yıllık görgü ve sorgudan geçen, Musahibi olan kişidir.

Alevilik Tanımı:(Hakk-Muhammed-Ali yolu: Hakkı–Kendini Bilme Yolu)

Temelini Kurannın Birlik Bilgisinden alan, Allah-Muhammed-Ali sevgisini en yüce inanç değeri olarak kalplerinde taşıyan, Ehlibeyt ve 12 İmamlara büyük bir sadakatla bağlı, dinin Tasavvufi yorumunu öne çıkaran, inanç öğretisini Dört Kapı – Kırk Makam ilkeleri üzerine kurarak, yaşamının her anında olgun ve yetkin insan olabilmek için “Eline-Beline-Diline sahip ol“ düsturunu yaşam felsefesi haline getiren, kaynağını Hz. Muhammedin Mirâçı ve Kırklar Meclisinden alarak 12 Hizmeti Mürşîdler ve Rehberler önderliğinde bütün Canlarla beraber sazlar ve nefesler eşliğinde Cem Erkân-ı ve Yololarak yürüten, amacı Allah`ın Ehl-î Kâmil İnsan yaratma projesi olan İslâm dininin Bâtin-i ( Ruhsal ) yorumu ve Özüdür.

Her kim kendini bildi yüce Allahı daı bildi (Hz. Muhammed)

İlim, ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir

Sen kendin bilmez isen/Ya nice okumaktır (Yunus Emre)

Alevi anlayışına göre İslam; Allahın bütün yaratılışa (sonsuzluğa) uyguladığı tek ve değişmez yasasıdır.

İslam Allah`a teslim olmak demektir.

İslam barış ve hoş görü demektir.

İslam günahlardan arınmış ömür demektir.

İslam nefsinden arınmış insanı Kâmil olmanın yolu demektir.

Nihayetinde İslam kendi nefsini bilmiş ve yenmiş gerçek İnsan olabilmek demektir.

Aleviliğin ritüel ve ibadetleri, Dedenin gözetiminde ve yönetiminde yapılan erkani ibadetlerdir.

Aleviliğin temel kurumu Dede-Seyit Ocaklarıdır.

Sözlerimizi ilim şehrinin kapısı, ’’Kur’an-u natık’’, mücessem ve müşahhas Kur’an, Şah–ı Merdan Hazreti İmam Ali için söylenen Kaygusuz Abdal, Virani Baba ve Seyyid Nesimi’ye ait üç nefesle örnekleyelim…

“Ali’ye ismullah derler,

Yüzüne secde ederler,

Taş yerine koyarlar,

Koyamazsın demedim mi ?

Bu kaygusuz ezeliden,

Himmet almış ol veliden,

Oku ilmini Ali’den,

Doyamazsın demedim mi ? “

Kaygusuz Abdal

“Ali incil, Ali Tevrat,

Ali, zebur, Ali Kur’an,

Ali Fazl’ur-rahman,

Ali’dir sümme vech’ul-lah !”

Virani Baba

“Ey benim Şahım, sığınağım,

Fazlı Rahmanım Ali !

Selam ey Şah-ı Merdan Ali !

Selam ey Fazl-ı Yezdan Ali ! “

Seyyid Nesimi

Ali adı bizler için; gerçeğin, hakikatin, yüceliğin, erdemlerin, mertliğin, doğruluğun, dürüstlüğün, aşkınlığın, samimiyetin, arınmışlığın, mutlaklığın… ve daha yığınla varlığa anlam katan, var oluşa cevap vermesi gereken işaret ve manaların adıdır.

Hz. Ali, herhangi sıradan bir tarihsel şahsiyet, yiğit bir komutan, siyaset adamı, filozof değildir.

Ali demek, “Hakkın nurunun insan sıfatında yer yüzüne yansımasıdır”.

Ali demek yücelik demektir. Kim ki yüceliği hedefliyor ve istiyorsa yolu mutlak olarak Ali’ye uğrar.

Mürşid ocakları birbiriyle sadece Seyyid olması nedeni ile akrabadır; ama birbirine müdahale edemez, karışamazlar.

Mürşid ocaklarının çok sayıda Pir (Dede) ocakları vardır.

Türkiye’de ki Mürşid Ocakları;

1- Avuçan/Ağucan Mürşid Ocağı: En kalabalık ocaktır.Talipleri Kırmancki/Zazaca, Kırdaski/Kürtçe ve Türkçe konuşurlar.

2- Baba Mansur Mürşid Ocağı: Talipleri, Türkçe, Kırmancki/Zazaca, Kırdaski/Kürtçe konuşurlar.

3- Hacı Bektaş Mürşid Ocağı: Talipleri Türkmen ve Abdal (Romen, Çingene).

4- Dede Garkın Mürşid Ocağı: Talipleri tamamı Türkmendir.

Irak’ta Sultan Sohak tek Mürşid Ocağıdır, 11-12 milyon talibi vardır. Sultan Sohak Mürşid Ocağının çok sayıda Pir Ocağı vardır.

Sultan Sohak Mürşid Ocağı: Talipleri İrandadır, Goranice konuşurlar. (10-11 milyon talibi vardır)

Aryan Mürşid Ocağı (İranda)

Suriyede Lübnanda 2 Mürşid Ocağı vardır. (Arapça konuşan Aleviler) Haydari ve Klezei Ocaklarıdır. Talipleri 4-5 Milyon civarındadır.

Yukardaki Ocaklar Mürşid Ocaklarıdır. Diğerlerinin tamamı Pir yani Dede ocaklarıdır.

Yukardaki Mürşit Ocağından ve Mürşit Ocaklarına bağlı onlarca Pir Ocaklarının hangisi İslam dışı…

Hangisi Hz. Muhammed’i ve Kuran’ı red ediyor…

İbadetimiz CEM’de, 7 Ulu Ozanların(Hakk Aşıklarının), nefeslerinde, Dualarla, Deyişlerle, Duaz-ı İmam ve Semahlarda, Hakk-Muhammed-Ali’yi, 12 İmamları, Telli Kuran (Bağlama) eşliğinde anmıyormuyuz.

Bu yukardaki tanımlama 2009 yılı Mayıs ayında, Avustur’ya Alevi İslam İnanç Toplumunun (ALEVİ) Viyana’da toplanan 1. İnanç Önderleri Kurultayına katılan Avrupa’lı İnanç Önderlerimiz, Dede ve Analar tarafından yapıldı.

Bu tanım Türkiye, Avrupa ve Balkanlardaki Bektaşi Babalarına, Alevi Yol Önderlerine gönderildi, onların görüşleri alındı.

Avrupa Alevi Akademisi onursal Başkanı Mürşid Mustafa Düzgün Dede’ye son düzeltmeler için gönderildi. Bu son şekli yeniden Avusturya Alevi İnanç Önderleri tarafından görüşüldü ve karara bağlanarak kamu oyuna duyruldu. Yani bu tanım Alevi Yol önderleri tarafından yapıldı.

Aradan gecen 10 yıla yakın zamandır yaşıyan, Dede, Seyit, Çelebi, Dede Baba, Alevi-Bektaşi Yol önderleri tarafından şimdiye kadar hiç bir eleştiri ve itirazda bulunulmamıştır.

Bu da gösteriyorki bu Alevi tanımlanması tüm Alevileri kucaklayan, hem fikir oldukları kapsayıcı bir tanımlama.

http://www.aleviten.at/tr/
Bizler, Güruh-u Naci ile olan bağlılığımızdan;

Ehlibeyt’imizle, Hakk Muhammed Ali’mizle olan birliğimizden; ocaklarımızla, Pir, Mürşit, Rehber, Zakirler ve Taliplerle olan varlığımızdan onur duyuyoruz ve bu birliğimiz bizim şerefimiz ve namusumuzdur.

Bizi hiçbir güç, hiçbir kuvvet, hiçbir entrika bu yoldan; Hakk-Muhammed-Ali yolundan ayıramaz, ayıramadılar, ayıramayacaklar.

Aleviler’in “yedi Uluları” Hak Aşıkları olarak kabul edilen; Fuzuli, Nesimi, Şah Hatayi, Yemini, Virani, Kul Himmet, Pir Sultan Abdal yazdıkları eserlerinde, nefeslerinde sürekli bu argümanlar sıkça kullanılır ve yüzlerce nefesi Hz. Ali ile ilgilidir.

Alevi tarihinin serçeşmesi olan bu Hakk Aşıkları, Hz. Ali’yi tanımıyorlar mıydı?

Alevi halkı ve Aleviliği öğrenmek isteyen insanlar; Aleviliği bu kaynaklardan değil de, yeni yetme, ne idüğü belli olmayan, istihbarat örgütlerinin piyonu, taşaronu, köçeklerinden mi öğrenecekler?

Aleviler ibadetlerinde; Allah’ın adını, Hz. Muhammed’in adını, Kur’ân’ı Kerim’i ve Hz. Ali’yi ve diğer Alevi Ulularının adlarını anarak CEM olurlar…

Örneğin bu divanlara baktığımızda; Allah-Muhammed-Ali, Kur’ân, 12 İmam adları sıklıkla geçiyor.

Peki bu kavramlar hangi dine ait kavramlardır.

İslam dini dışında; Hz. Muhammed, Hz. Ali, Kur’ân, 12 İmamlar, Kerbela vs. kavramları var mıdır?

Herhalde Aleviliğin ne olduğunu Pir Sultan Abdal’dan daha iyi ifade edemeyiz.

Bakın Pir Sultan Abdal bir nefesinde;

“Muhammed dinidir bizim dinimiz,

Tarikat altında geçer yolumuz,

Cibril-i emindir hem rehberimiz,

Biz müminiz mürşidimiz Ali’dir,” diyor.

Görüldüğü gibi Pir Sultan Abdal; “Muhammed dinidir bizim dinimiz” diyor.

Hz. Muhammed’in dininin adı İslamiyet değil mi?

Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin başka dini var mı?

Pir Sultan Abdal ne dediğini bilmiyor mu?

Benzer nefesler tüm Alevi-Bektaşi edebiyatında binlerce adet bulunuyor.

SİZİ GİDİ ARLANMAZ, UTANMAZ, HAİN HARİCİLER…

Aşk ile…

05.04.2019

ELİ-OLİ-Ali Bulut

I. Alevi Bektaşi Dedeler Şûrası Hollanda

21 – 22 Mayıs 2005 tarihinde Hollanda’da Nijmegen’de toplanan Batı Avrupa, Balkanlar ve Türkiye’deki Alevi-Bektaşileri temsil eden dedeler, babalar, anasultanlar ve anabacılar yapmış oldukları I. Avrupa Alevi Dedeler Kurultayı’nda alınan karar gereğince 29-30 Ekim 2005 günü yine aynı ülkeleri temsilen 350 dede ve babanın katılımıyla Karacaahmet Sultan Dergâhında I. Türkiye Alevi Dedeler Kurultayını toplamıştır. Burada alınan ve kamuoyunun bilgisine sunulan karar gereğince 24-25 Aralık 2005 günü Hollanda’nın Eindhoven kentinde Finlandiya, Almanya, Hollanda, İsviçre, Fransa, Avusturya, Bulgaristan ve Türkiye’de yaşayan 320 dede, baba, anasultan, anabacı ve bacıların katılımıyla I. Alevi Bektaşi Dedeler Şûrası toplanarak aşağıdaki kararları almıştır:
(1) Kurum olarak Serçeşme Hacı Bektaş Dergâhı, ocaklar, dergâhlar, cemevleri; mürşid olarak da ocak pîrleri (seyyidler), dedebalar, dedeler ve babalar dünya Alevi-Bektaşilerinin hakiki temsilcileridir.(2) Karacaahmet Sultan Dergâhı’nda 29-30 Ekim 2005 günü yapılan I. Türkiye Alevi Dedeler Kurultayı Sonuç Bildirgesi oybirliğiyle onaylanmıştır.(3) Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bağımsız dedeler kurumlarının oluşturulması karara bağlanmıştır. Bu amaçla da bir komisyon oluşturulması karar altına alınmıştır.(4) İkrar, musahiplik ve düşkünlük mekanizmalarının tarihten bu yana süregeldiği gibi özünden sapmadan günümüze uyarlanması karalaştırılmıştır.(5) Karacaahmet Sultan Dergâhı öncülüğünde 14-15 Ağustos 2006 tarihinde Hacıbektaş’ta düzenlenecek I. Türkiye Alevi-Bektaşi Dedeler Şûrası’nın desteklenmesine karar verilmiştir.(6) İkinci Avrupa Alevi Dedeler Şûrası’nın 2007 yılı içinde Almanya’da yapılması kararlaştırılmıştır.Kamuoyunun bilgisine saygıyla sunulur.Eindhoven, 25 Aralık 2005
1.Türkiye Alevi-Bektaşi Kurultayı sonuç bildirgesi
(29-30 Ekim 2005)
1) Serçeşme Hace Bektaş Veli Dergahı’dır
2) Hollanda’da 21-22 Mayıs 2005 tarihlerinde toplanan 1. Avrupa Dedeler kurultayı’nda alınan kararlar onaylanmıştır.
3) Alevi ana ve babadan doğmaktan başka Alevilikle ilişkisi olmayan ve medyada boy gösteren kişilerin, Aleviler ve Aleviliğe aykırı verdikleri beyanatlar, alevileri ve aleviliği bağlamamaktadır. Bu beyanatlar, Alevileri-Bektaşileri ve aleviliği ve Bektaşiliği içermekte; sadece bu şahışların alevilik-Bektaşilik dışı görüşlerini ve kendilerini ifade etmektedir. Dedeler ve Babalar, bu sorumsuzluğa “dur” demektedir.
4) Aleviliğin ve Bektaşiliğin temel kurumları, Ocaklar ve Dergahlardır. Bununla birlikte Cemevleri ibadetle ilgili bir kurum olarak önemlidir. Ocaklar ve Dergahlar, Dedelerin ve Babaların yetiştiği ana kaynaklardır. Dergahlar irşat yerleridir. Modern ve post-modern hayatta dedelerin ve babalarının yetiştirileceği kurum Dergahlardır.
5) Türkiye’deki alevilerin ve Bektaşilerin varlığı, devlet tarafından resmen kabul edilmelidir.
6) Hükümetlerin Alevilere ve Bektaşilere karşı kültürel ve ekonomik yaklaşımında ayrımcı olmaması, Alevi ve Bektaşi gerçeğini inkar politikasından vazgeçmesi gerekmektedir.
7) Hükümetler tarafından Cemevlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmesi gereklidir.
8) Dergahlar Ehlibeyt inancının Hakk-Muhammed-Ali yoluna bağlı canların bir araya toplandıkları yerlerdir.
9) Aleviler, azınlık değildir. Bilakis devletin kurucu unsurlarıdır. Türkiye Cumhureti sınırları içerisinde azınlık kıstasları Lozan antlaşması’nca belirlenmiştir
10) Zorunlu din derslerinin kaldırılması gerekmektedir.
11) Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mevcut yapısı Alevilerden ve Bektaşilerden de aldığı vergilerle Hanefi mezhebine hizmet esasına dayanmaktadır. Bu anlamda alevileri ve Bektaşileri temsil etmemektedir.
12) Bundan sonra yapılacak olan Alevi-Bektaşi Kurultayı’nın 2006 yılının ağustos ayında Hacıbektaş’ta yapılması kararlaştırılmıştır.
 
 

Alevî–Bâtınî dinî i’tikadının tarihî gelişim süreci[1] ve Türklerin İslâmiyete girişi Vikipedi

Ana maddeler: Hoca Ahmed Yesevî, Baba Haydar, Hacı Bektaş Veli, Taptuk Emre ve Yunus Emre
Alevîlik inancı, Anadolu’nun Müslümanlaşması sürecinde önemli izler bırakan, Hoca Ahmed Yesevî, Ebu’l Vefâ, Kutb’ûd-Dîn Haydar, Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran, Taptuk Emre, Yunus Emre ve Abdal Musa gibi önemli dînî şahsiyetlerin fikirleriyle yapılandırılmıştır. Ayrıca Alevîlik, Hallâc-ı Mansûr, Seyyid Nesîmî, İsmâ‘il Safevî (Hatai) ve Pir Sultan Abdal ile Hubyar Sultan’a da ayrı bir ehemmiyet vermektedir. Şah İsmâ‘il Safevî, Alevîlik inancının Anadolu’da yayılmasında çok önemli ve etkin bir rôl oynamıştır.[2] Alevîlik inancının, Anadolu’ya gelen Hacı Bektaş-ı Veli sayesinde ve ozanların nefesleriyle hayat bulduğuna inanılmaktadır.

Ayrıca bakınız: Sarı Saltuk, Barak Baba, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal ve Pir Sultan Abdal
İran ruhunun yarattığı Şîʿa-i Bâtın’îyye
Ana maddeler: Bâtın, Bâtınîlik, İsmâilîyye, Ezoterizm ve Nusayrîler
Irak kıt’asında fi’len Şîʿa-i Bâtın’îyye’yi teşkilâtlandıran Meymûn’ûl-Kaddâh’dan itibaren zamanımızdaki Hindistan Bâtınîlerinin reisi ve Nizarî İsmailileri’nin mukaddes makâmının Sâhib-î Â’zamları olan Ağa Hanlar’a gelinceye kadar geçen on üç asırlık “Bâtınîlik” tarihini topyekün mütalaa etmedikçe bu önemli harekâtın ortaya çıkardığı mezhebe ait hakikî bir fikir elde edilemez. “Bâtınîlik Hareketi” Mısır’da Fâtımî Halifelerinden Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstensir bil-Lâh’tan, İran’da Hükümet-î Melâhide’yi kuran meşhur Hasan bin Sabbah’ın Elemût’undan, Suriye Bâtınîler Reisi Râşid’ûd-Dîn Sinan’ın ikâmet ettiği Misyaf Kalesi’nden, Anadaolu’da bütün Bâtınîlerce üstâd-ı â’zam mertebesine yükseltilmiş olan Hallâc-ı Mansûr, Ebû’l Vefâ Harezmî, Baba İlyâs Horasanî, Hacı Bektaş Veli ve Fadl’Allah Ester-Âbâdî’den İmâd’üd-Dîn Nesîmî’ye kadar süregelen uzun bir yolda yürüyen şahsiyetlerden, bil’umum Afrika Bâtınîliği’ni idare eden İbn-i Meserret’ten, Hindistan Bâtınîliği’ni meydana getiren Ahmed bin Keyyâl’den ve Türkistan Bâtınîliği’ni kuran Muin’ed-Dîn Nâsır-ı Hüsrev’den oluşan koca bir teşkilâtlanmanın ürünü olarak vücûda gelmiştir.

Ayrıca bakınız: Hallâc-ı Mansûr, Hasan Sabbah, Ebû’l-Hasan Râşid’ûd-Dîn Sinan el-İsmâi‘lî, Ebu’l Vefâ el-Bağdâdî, Ebû’l-Bekâ Baba İlyâs ve Ömer İmâdüddîn Nesîmî
Şîʿa-i Bâtın’îyye teşkilâtının kökeni
Ana maddeler: Haricîler, Karmatîler, İsmâilîyye, Nusayrîler ve Dürzîler
Bir taraftan eski İran ruhu ve perestişkârlığı ile Arap haricîliği, kendi siyâsi ihtirâslarını tatmin amacıyla kutsî birer hakikât şeklinde sundukları masalları, uydurdukları efsane ve hurafeleri, Şiîliğin umumî çatısı altında kaynaşan tarikât ve mezhepler aracılığıyla Türk toplumlarının i’tikatlarının içine sokmayı başarmış, onları ruhî bünyelerinden yaralayarak yüzyıllar boyunca gelişme ve ilerlemelerine engel olmuş ve en nihâyetinde de onları İslâmiyet’in saf ve gerçek imân ve i’tikadından uzaklaştırmayı başarmışlardır. Diğer taraftan da mistik ve felsefî nazariyât vasıflarıyla bir takım tarikâtlerin tanıttığı efkârın temsilcisi konumunda bulunan ve gün geçtikçe de göçebe Türk kâvimleri üzerindeki etkilerini arttıran Rind, Kalender ve Babalar, bilûmum “Şîʿa-i Bâtın’îyye” mezheplerinin Türkler arasında yayılmasında başrôlü oynamışlardır.[3] İslâm’ın hudutlarının gün geçtikçe genişlemesi neticesinde Zerdüştîler, Mâniler, Harran Sâbîileri, Yunan felsefe sisteminin tâkipçileri, Keldanîler, Irak Nebtîleri, Asur dinlerinin kalıntıları ve Şamanîler hep Bâtınîliğin i’tikadî hudutları içerisine dâhil edilmiş bulunuyorlardı. Türkler arasında yüzyıllarca sönmeden süregelen bu akidelerin ilk kaynakları da Alevî-Bâtınîliği’nin yönetim merkezlerine bağlı bulunmaktaydı. Tüm Alevî-Bâtınî mezheplerinin temellerini oluşturan bu önemli yolun kökenin başka dinlerin şemsiyesi altında barındığı ve İslâmiyet’in bünyesine daha sonradan nüfuz ettiği anlaşılmaktadır. Karamîta, İsmâ‘il’îyye, Seb’îyye, Muhammer’îyye, Mübeyyize (El-Mukanna‘îyye), Nezzar’îyye, Sabbah’îyye ve Melâhide-i Bâtın’îyye gibi daha bir takım isimler de ayni “Bâtınî-Alevîlik” teşkilâtının çeşitli muhitlerde aldıkları değişik nâmlar arasındadır. Batılılar ise doğuda “Melâhide-i Bâtın’îyye” olarak adlandırılan kola “Haşşaşiyôn / Assassins” adını vermişlerdir.

Ayrıca bakınız: Sâbiîler, Haşhaşiler, Nebatiler, Keldaniler ve Yarsanizm
Şiîliğin ve Bâtınîliğin mahiyeti mes’elesi
Bu konuda ortaya atılmış birkaç kuram bulunmaktadır:

Arap ordularına karşı siyâseten başarı sağlayamayan ve ağır yenilgilere uğrayan İran, İslâm’ın vâhdetini bulandırmak ve çeşitli muhalif mezhepler icât ederek “aks’ül-âmeller” ortaya çıkarmak suretiyle mukabele etmekte gecikmemiştir. Bu teze göre Şiîlik ve Bâtınîlik İslâm’ın ruhuna muhalif olup, sırf onu içinden baltalamak için İran’ın yapmış olduğu bir nev’i intikâm hareketidir. Bu savı daha bilimsel bir platforma taşımak isteyenler ise ırkçı bir görüşe başvurarak, Sami Ruh ile Ârî Ruh arasında meydana gelen bir iktidar mücadelesi neticesinde, Sami dehânın ürünü olan İslâmiyet’in İran’da kendine özgü yorumlanarak önce “Şiîlik” ve daha sonra da “Bâtınîlik” şeklini aldığını öne sürmekteydiler. Bu ırkçı kuram, kurucusu Comte de Gobineau tarafından savunulmuştur. Şiîliğin “tasavvuf” maskesi altında İslâmiyet’in içerisine yerleştirildiği kuramı ise Frederich Delitzsche tarafından iddia edilmekteydi. Bu bilim adamlarından başka, Şiîliğin ve Bâtınîliğin Arap istilâsına karşı ârî kavimlerin, bilhassa da İranlılar’ın ortaya çıkardığı ırkî, lisânî ve millî tepkiler olarak gösteren ve bu kuramın yayılmasına hizmet eden diğer batılılar arasında Ernest Renan, Paul de Lagarde, Reitzenstein, Edgard Blochet ve E. B. Browne isimlerini saymak mümkündür.
Yukarıda bahsedilen batıda bir hâyli taraftar toplamış olan bu akım Türkiye’de de uzun süre kabul görmüştür. “Bir ateşkedenin duvarları dibinde zelilâne beklemek, Hind ve İran gibi uyuşukluk ve hûlya yağdıran çevrelerde pek olağan karşılanan şeylerdi. Türkler, Hind ve İran’da olduğu gibi hûlyaî ve istiğrâkî hayâttan bir şey anlamıyor, meskent telkin eden âkidelere pek itibar göstermiyorlardı. İslâm âlemini kavuran bu elim buhranın kaynağı İran tarafları ve bilhassa da Deylem havalisiydi.”[4] Başlangıçta, Professör Fuad Köprülü’de bu görüşü destekleyenler arasında yer almaktaydı.[5]
Buna karşın “Bahâ Sâid” tamamıyla aksi görüşü savunmaya başlamıştı. O, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Anadolu’daki tarikât ve mezhep hareketlerinin kesinlikle İran kaynaklı olmadığını, aksine bu akımların eski Türk i’tikatlarıyla ilişkili olduğuna inanmaktaydı. Daha sonra, Professör Fuad Köprülü de ayni fikri geliştirerek Paris’te verdiği konferanslarda esas tez olarak savunmaya başladı.[6]
Şiîliğin bir İran “aks’ül-âmeli” olduğu fikri uzun zamandan beri tenkit edilmiş bulunmaktadır.[7] Louis Massignon’a göre, Milâdî On İkinci asırda İran nüfusunun ve kültürünün çoğunluğunun “Ârî” olduğu şeklindeki ispatı mümkün olmayan fikirden yola çıkıldığından dolayı, bu kuram bazı husûsî halleri yanlış açıklamak hatasına düşmüştü. Aslında “İslâm Râfizîliği” gibi arzedilen “Şiîlik” İran’a sâf Arab ırkından gelmiş olup, Kûfe’den Kumm’a göç eden kâbileler tarafından etrafa yayılmıştır. Sâf İran ırkından olan Kürtler ve Afganlar ise daima Şiîliğe muhalif kalmışlardır.
Şîʿa-i Bâtın’îyye mezhebinin akideleri
“Eshâb-ı Şek” adı verilen avâm mezhebin siyâsi kimliği ve taşıdığı dinî akideler hakkında herhangi bir fikre sahip değildi. Mezhebin asıl amacı ve gayesi sadece yüksek makamları işgal etmekte olan dâîler tarafından bilinmekteydi. Davetler dokuz mertebeye ayrılmış olup davetçiler de bu taksimata göre hareket etmeğe mecburlardı. Bu arada, “Bâtınîler” tarafından ortaya bir de “İmâm-ı Muhtafî” mes’elesi atılmıştı. Bu kurama göre, “Dünya hiçbir zaman imâmsız kalamaz ve de kalmayacaktır. İmâmet Ali’den İsmâ‘il bin Câ’fer-es Sâdık’a gelinceye dek hep aşikâr iken, İsmâ‘il bin Câ’fer’den sonra ise hep gizli kalacaktır.” Bu yeni kuram aracılığıyla “Şîʿa-i Bâtın’îyye Mezhebi” bir nev’i kendi yolunu imâm silsilesi açıkça belirgin olan Bâtınî İsmâilîyye mezhebinden de ayırmış bulunmaktaydı. Aslında, bu fikirde İran kisralarının muhteşem makâmları saklıydı. Ali’nin torunu Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn’in annesinin soyunun İran hükümdârlarından oluşu, ondan gelen nesil vasıtasıyla İrânîliğin merkezine işaret etmekteydi. Şîʿa-i Bâtın’îyye Teşkilâtı’nın güçlenmesi üzerine ʿAbd Allâh İbn-i Meymûn da artık Araplar’a karşı olan nefretini gizlemeye gerek görmemekte ve el altından Ehl-i Beyti imha siyâseti izlemekteydi.[8]

Ayrıca bakınız: ʿAbd Allâh bin Meymun, Karmatîler, Nizârîlik, Nusayrîler, Haşhaşilik ve Dürzîler
Yediciler ve Fâtımî İsmâ‘îlîleri
Abbâsîler devrinde (M. 750 – M. 1258) çeşitli Şîʿa fırkaları tarafından yönetime karşı gizli bir muhalefet hareketi tertip edilmekteydi. Bu muhalefet gruplarının arasında Ön-İsmâ‘îlî topluluklarının destekçilerinin en tanınmışlarından olan “Mûbârek’îyye” adı verilen topluluk ta yer almaktaydı. İsmâ‘îlî düşünce sistemine göre, İmâm Câʿfer es-Sadık (M. 702 – 765) ikinci oğlu olan İsmâ‘îl bin Câfer el-Mûbarek’i (M. 721 – 755) İmâmet’e veliaht olarak tayin etmişti. Bununla beraber, İsmâ‘îl babasından evvel vefat etti. Bazıları onun gizlendiğini iddia ettiyseler de, Ön-İsmâ‘îlî fırkaları onun ölümünü kabul ettiler ve İsmâ‘îl’in en büyük oğlu olan Muhammad bin İsmâ‘îl’i (M. 746 – 809) imâmları olarak tanıdılar. Muhammad bin İsmâ‘îl, mensuplarının çoğu Küfe’de oturan “Mûbârek’îyye Fırkası” ile olan alâkasını tüm yaşamı boyunca sürdürdü. İsmâ‘îl bin Câfer el-Mûbarek’in yedinci ve sonuncu imam olduğuna inananlar “Yediciler” veya “Yedici İsmâ‘îlîler” olarak tanımlandılar. M. 813 yılında Muhammed bin İsmâ‘îl’in vefatı üzerine “Mûbârek’îyye Fırkası” da ikiye ayrıldı. En önemli ve fa’al kolunu Karmatîler’in oluşturduğu “Yediciler,” İsmâ‘îl bin Câfer el-Mûbarek’in oğlu olan Muhammed bin İsmâ‘îl’in gizlenen Mehdi olduğuna ve bir gün adâlet dağıtmak üzere tekrar ortaya çıkacağına inandılar. Muhammed bin İsmâ‘îl’in öldüğünü kabûl eden ve daha sonraki yıllarda “Fâtımî İsmâ‘îlîleri” olarak ortaya çıkan küçük fırka ise günümüzde mevcut olan çağdaş İsmâ‘îlî mezheplerinin oluşumuna öncülük ettiler. Böylece, gizlendikleri yerleri ve isimleri bilinmeyen imâmların yönetimi altına giren İsmâilîyye mezhebi, kendi i’tikatlarını “Dâ’îler – Dâvetçiler” aracılığıyla ana karargâhları olan Suriye’den etrafa yaymağa başladılar. Bu hâdise, daha sonraları Mustâlîlik kolunun yayılmasında etkin bir araç hâline dönüşecek olan “Dâvah” hareketinin ruhânî başlangıcına işaret etmekteydi.

Ayrıca bakınız: Muhammed bin İsmâ‘îl eş-Şâkir, Karmatîler, Fâtımîler, İsmâilîyye, Mustâlîlik ve Nizârîlik
İlm’û-Cifr’in icâdı
Arap ruhunu kendi içinden ağır bir şekilde yaralamağa yönelik çok önemli bir projenin uygulanmasında rôl üstlenen “Ebû’l-Hattâb Mehmed bin Zeyneb” adında çok zeki bir köle, gelecekte vuku bulacak hâdiseleri önceden kestirebilmeye olanak sağlayan bir ilmîn esrarına vâkıf olduğu iddiasıyla, müphem ve esrarlı fikirler üzerinde merak uyandırmağa pek müsait bir muhitte, “Benî Esed” havalisinde ortaya çıktı. “Ebû’l-Hattâb Mehmed bin Zeyneb” elinde bulundurduğu bir kuzu derisinin üzerinde yazılı birtakım işaret ve harfler vasıtasıyla “gizemli” bir ilmin keşf ve istihracından yararlandığını anlatmakta ve bu ilmin kendisine İmâm Câʿfer-i Sadık tarafından öğretildiğini de eklemekteydi. İşte doğuda hurûf ilminin temelleri arasında yer alan esrarlı bilgilerin başında gelen “Cifr İlmî” esasta bu kuzu derisine yazılı olan şeylerden meydana gelmekteydi. Bu karmakarışık ilimden hiç kimse bir şey anlamadığı gibi İmâm Câʿfer-i Sadık ta hâdiseden bihâberdi. Durum berraklığa kavuşur kavuşmaz Ehl-i Beyt’in riyâsetini temsil eden Câʿfer derhal “Ebû’l-Hattâb” ile hiçbir alâkası bulunmadığını ilân etti.[9]

Ayrıca bakınız: Ebû’l-Hattâb el-Esedî ve Hattâb’îyye
Ebû’l-Hattâb el-Esedî’nin kurduğu “Hattâb’îyye Mezhebi”
“Ebû’l-Hattâb el-Esedî” tarafından tüm haramların helâl olarak kabul edilmesi fikri olan İbahiyye i’tikadının yayılmasına hizmet etmek amacıyla, ilk defa ʿAbd Allâh İbn-i Sebe’nin ortaya atmış olduğu “Ali’nin ulûhuyeti ilkesi” ile “Allah’ın Ali’in zâtında tecelli ettiği hulûl’îyye i’tikadı” üzerine inşa edilen ve daha sonraları Bezîg’ıyye, Muammer’îyye, Umeyr’îyye, Mufaddal’îyye, Muhammise mezheblerinin de i’tikadî alt yapılarını oluşturan Hattâb’îyye Mezhebi’ne göre Allah önce İslâm peygamberi Muhammed’in zâtında tecelli etmiş olup, daha sonra da sırasıyla altı büyük imâm olan Ali el-Mûrtezâ, Hasan el-Mûctebâ, Hüseyin Seyyid eş-Şühedâ, Ali Zeyn el-Âb-ı Dîn, Muhammed el-Bakır, Câʿfer es-Sadık’a ve en son olarak da Ebû’l-Hattâb el-Esedî’nin vücutlarına hulûl etmiştir. Bu mezhebin fikirleri daha sonra ortaya çıkan “Bâtın’îyye” ve “İsmâ‘il’îyye” mezheplerinin i’tikatları üzerine de kuvvetle tesir etmiştir. Ebû’l-Hattâb el-Esedî’nin son peygamber olduğuna inanan takipçilerinin kurduğu “Hattâb’îyyet-ûl Mutlâka” mezhebi ne göre ise, “Ebû’l-Hattâb el-Esedî” en son imâm olup kendisinden sonra başka bir peygamber ya da imâm gelmeyecektir. Hulûl’îyye i’tikadı ve Ali’nin ulûhuyyeti tüm Ghulat-i Şîʿa mezheplerinde, İbahiyye i’tikadı ise “Haricîlik” ve “Şîʿa-i Bâtın’îyye” mezheplerinin çoğu kollarında mevcuttur.

Ayrıca bakınız: İbahiyye, Haricîlik, hülul, Bâtınîlik ve İsmâilîyye
Şîʿa-i Bâtın’îyye teşkilâtındaki gizlilik derece ve mertebeleri
Birinci mertebede bulunan bir adam tam zâhid ve mûttâkî rolünü alırdı. Kendini tecessüsle izleyenlere karşı onların meraklarını daha da tahrik ederek ve kendisinin de ibâdette aşırı derecede yüksek bir makâma erişmiş olduğunu ispatlamak maksadıyla hep gözleri yaşlarla dolu olarak ve şüpheyi davet edecek cevaplarla karşılık verirdi. Bireylere anlatılan hikâye her seferinde İslâm’ın sahip olduğu ruhu anlamanın ve dinîn esaslarına vâkıf olmanın hiç de zannedildiği kadar kolay olmadığı ve bu sırrın ancak hâlis Mü’minlere keşfolunabileceği anlatılmaktaydı. Muhatap alınan kişi önce kendisine yöneltilen şüphe uyandıran suallerle şaşırtılmakta ve hayatı müddetince aklından bu tip suallerden bir tanesini bile geçirmemiş olan kişi heyecanlı bir şekilde kendisine yöneltilen bu suallerin yanıtlarını, mânâ ve sebeplerini anlama arzusunu göstermesi halinde, bunun evvelâ verilecek bir ahid ile misaktan sonra mümkün olabileceği kendisine bildirilmekteydi. Kabul edilmesi halinde derhal mezhebin kaideleri anlatılmakla beraber yeni salikten bir miktar da para talep olunmaktaydı. Dâînin muhatabındaki alâka ve duyguları zayıf görmesi halinde ise aşıladığı şüpheli fikirler arasında soru soran şahsı dehal terk etmektedir.
İkinci mertebede bulunanlara ise daha değişik bir yönden hitap edilmekteydi. Burada şahsa eski âlimlerin akidelerini kabullenmekle insanlığın büyük bir delâlet içerisine düşeceği ve ilâhî hâkikatin sırrının ancak imâmlara bahşedilmiş bir ayrıcalık olduğu söylenmektedir.
Üçüncü derecede bulunanlara Şîʿa’nın diğer fırkalarında olduğu gibi imâmların adedinin on iki olmayıp yedi olduğu, yedi adedinin kudsiyeti ile bütün temsiliyetin Bâtınîlik dîninin kurucusu olan yedinci imâma ait olduğu bildirilir.
Dördüncü mertebeye erişebilenlere ise kâdim dinlerin kâmilen ilga edildiği ve bu yedi imâmın birer de yardımcısı olduğu ve bunların dini yaymakla ve yüceltmekle görevlendirildikleri anlatılır. Peygamberlere “Nâtık” (“konuşan”) ve yardımcılarına da “Sâmit (“susan”) İmâm” unvanı verildiği söylenir. Her yedi “Sâmit” silsilesinin sonunda bir “Nâtık” gönderildiği ve böylece dinin sürekli olarak geliştirildiği söylenir. Âdem’den ve oğlu Şit’ten itibaren altı “Nâtık–Sâmit” silsilesinden sonra (Nûh–Sam), (İbrahim–İsmâ‘il), (Mûsâ–Hârun), (İsâ–Şem’ûn), (Muhammed bin ʿAbd Allâh–Ali bin Ebâ Tâlib), (Muhammed bin İsmâ‘il (Meymûn’ûl-Kaddâh[10][11])–ʿAbd Allâh İbn-i Meymûn ve Oğulları) ile hitam bulan “Nâtıklar ve Sâmitler silsilesi” ile sürmektedir. Gözle görülen eşyanın tasavvufî mânalarını kaldıran İbn-i Meymûn’dur ve herkes ona itaatle yükümlüdür. Muhammed’den sonra bir peygamber daha gelecektir. Bu i’tikatları tamamıyle kabullenmiş olan bir “Bâtıni” artık İslâmiyet’le olan alâkasını tamamen koparmış durumdadır.[12]
Beşinci mertebede bulunanlar, Semavî nass’ların açıklamaları ile hadislerin tamamının uydurma olduğuna inanmakla yükümlüdürler. Müntesibin buradaki ruh hali milliyetine göre de değişmektedir. İranlı ise ona Arab’ın çok cahil bir çöllü olduğu fikri, yok eğer müntesip ırken bir Arap ise ona karşı da Arap milletinin mağrur damarlarını tahrik etmek suretiyle başka bir cepheden yaklaşılarak kendisinin diğer bütün kavimlerin hepsinden üstün bir efendi konumunda olduğu söylenmektedir.
Altıncı dereceliler dinî tekliflerin kâmilen ref’edilmiş olmakla birlikte, sadece milletlerin an’anelerine hürmeten bunlara değer verildiği, yoksa aklı belirli ve sınırlı gayelere ulaştırmak amacıyla anlatılan bu öğretilerin bütün önem ve değerlerinin aslında bir hiç olduğu açıklanır.
Arda kalan üç mertebenin mensupları ise pek azdır. Hele dokuzuncu mertebede bulunanlar sadece dâî â’zamlardır. Bu makam “Fâtımîler’den Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstensir bil-Lâh”, “Hükümet-i Melâhide’nin bânisi olan Hassan bin Sabbah” ve “Suriye Bâtınileri’nin Reisi Raşid’ûd-Dîn Sinan”, “Afrika Kıt’ası Bâtınileri’ni yöneten İbn-i Meserret”, “Pamir Aleviliği’nin kurucusu Nâsır-ı Hüsrev”, “Hindistan Bâtıniliği’nin yaratıcısı Ahmed bin Keyyâl” ve “Attaş” gibi “Alevî-Bâtınîlik” tarihinde nâm kazanmış olanlara mahsustur. Hattâ “Bâtınî-İsmâ‘ilîler” arasında çok meşhur olanlar dahi daha aşağı derecelerde kalmıştır.
Ayrıca bakınız: İsmâilîlik, Karmatîlik, Dürzîlik, Nusayrîlik ve Haşhaşilik
Emevîler devrinde Alevîler
Ana maddeler: Emevîler ve Emeviler devrinde Aleviler
Muaviye’nin Ali bin Ebâ Tâlib Mûrtezâ’ya karşı husumetinin nedenleri[13]
Muhammed’in komutasındaki Müslüman kuvvetlerin Bedir Savaşı’nda bin kişilik Mekke paganları ordusunun başkumandanı olan Muaviye’nin babası Ebû Süfyân’a karşı kazanmış oldukları zafer büyük itibar kaybına uğrayan “Emevî” soyunun hem “Süfyânî” hem de “Mervânî” kollarını son derece rahatsız etmişti. Ebû Süfyân’nın oğlu Muaviye’nin kardeşi “Hanzala” da bu savaşta Ali bin Ebâ Tâlib tarafından öldürülenler arasındaydı. Ayrıca, öldürülen yetmişi aşkın Mekkeli içerisinde yirmi tanesini Ali öldürmüştü. Bedir’de kin ve nefretleri üzerine çeken diğer iki önemli şâhsiyet “Hamza” ile “Ammâr bin Yasir” idi. Bu üç kıymetli şâhsiyet daha sonra Bedir pagan ordusu başkumandanı Ebû Süfyan’ın karısı “Hint” ve oğlu “Muaviye” tarafından öldürülmüşlerdir.[14]

Araplar tarafından uygulanan şiddetli baskılar ve İslâmlaştırma siyaseti
Soğud hükümdarı olan “Gorek” ile akit edilen antlaşmada Zerdüşt mâbedlerinde ne kadar mukaddes eşya varsa teslim edilmesi şartı konulmuştu. Bu maddeye dayanarak Buhara ve Semerkand mâbedlerindeki eşyaların tamamı Araplar’a teslim edildi. İslâmiyetin talimatı aleyhine olan ve mukaddes tanınan her şey Araplar tarafından ateşe atılarak imha edildi. Hiçbir Mecûsi’nin silâh taşıma yetkisi bulunmamaktaydı. Uygulanmakta olan bu gibi baskılar nedeniyle Maverâünnehir ve Türkistan şehirleri Emevî hükûmetine karşı sonsuz kin ve husumet duyguları ile dolup taşmaktaydı. Nihâyetinde, bu zulme dayanamayan yerli halk Maverâünnehir ve Türkistan şehirlerinde ihtilâller çıkardılar. Bunu duyan Horasan nâibi “Kuteybe bin Müslim” isyânı bastırma ve asayişin sağlanması adına şiddetli tedbirler aldı ve kardeşini bu işe memur tayin etti. Buhara ve Semerkandlılar’ın ellerindeki bütün silâhları toplatarak İslâmı kabul etmeyenleri cizyeye bağladı. Ayrıca Kuteybe Arap ordularında bulunan Suriye Nusayrîler’ini yeni zapt edilen şehirlerdeki evlere yerleştirmeğe başladı. Diğer taraftan da, Emevî valilerinin uyguladığı mezalimler gün geçtikçe artmaktaydı.[15] Bunun üzerine dehşetli ıstıraba düşen Türkler, Araplar’ın ileri sürdüğü ağır şartları kabullenerek antlaşmak zorunda kaldılar. Böylece, zaten Haccâc bin Yûsuf’un uyguladığı mezâlim karşısında sabırları tükenenmiş olan Türkler de İslâmiyet’i kabullenmeğe başladılar.[16] Araplar yeni feth edilen topraklar üzerinde yaşayan halkın arasından eski dinlerini terk ederek İslâma yeni girenleri ibâdete teşvik etmek amacıyla içlerinden Cuma Namazlarına katılanlara Beyt’ûl-Mal-i Müslimîn’den “2”şer dirhem ödeme yapmaktaydılar.[17] Ayrıca ibâdetin Farsça ifâ edilmesine müsaade edildiği gibi, namazda da tercümesine sadık kalınması şartıyla Kur’an-ı Kerîm’in herhangi bir lisanla okunmasına Ulemâ da fetvâ vermişti.[18][19]

Ayrıca bakınız: Soğdlar, Kuteybe bin Müslim ve Haccac bin Yusuf
Abbâsîler devrinde Alevîler
Ana maddeler: Abbâsîler ve Abbasiler devrinde Aleviler
İran ve Irak ihtilâllerinde “Bermekî” Hanedanının oynadığı rôllerden dolayı Süffahi Abbâsî’nin nazarında İranlılar, sanki bir hâlâskâr olarak algılandılar. Bütün devlet memuriyetleri birer birer onlara tahsis edildi. Hâlbuki, bütün inkılâbı filen yürüten ve sonra da kılıçla müdafaa eden Türkler bu gösterdikleri çaba ve hizmetlerine karşılık hiçbir mevki elde edemediler. Fergana ve Şaş Türklerinden oluşan Alevî dâîleri aldıkları tesirlerin etkisi altında kalarak farkına varmadan Fars millî kültürünün nüfuz alanının içine düştüler. İranlılarla Türkler’in karşılıklı uygar ilişkilerinin başlangıcı hakkında verilen bilgilere göre İskender ve Selefkiyan devirleri kadar geçmişe uzanan birtakım hâdiselerin arasında Türk kamları ile İran mübidleri Maverâünnehir topraklarında İslâmiyetin bir hayli ilerlediği zamanlarda dahi aynı kudsiyyet ile karşılanmaktaydılar. Diğer taraftan ise, Türkler ve İranlılar Arap mezalimi karşısında “ortak Alevî propagandalarına ihtiyaç gerektiren ihtilâl fikirleri” ile meşgul olmaktaydılar. Yüzyıldan fazla bir süredir devam eden muharebelerin uyandırdığı kin ve husumet, Emevîler’e karşı her iki mağlup olmuş olan Fars ve Tûran akvamını çok haklı bir dâvanın kazanılması uğrunda birleştirmişti.

Alevî Dâîlerin önemli fa’aliyetleri ve Alevîler’in Türkistan’a yayılmaları
Emevîler tarafından “Hanedân-ı Alevîyye” mensuplarına karşı uygulanan takibât ve gerçekleştirilen mezâlimden kaçmağa muvaffak olabilenler Irak kıt’asıyla, Türkistan ve İran yaylâlarına iskân edildiler. Neticede Taberistan, Azerbaycan ve Hazar Denizi kıyılarındaki ülkelerde yaşayan Alevî nüfus hızla artmağa başlamıştı.[20] “Hanedân-ı Ehl-i Beyt” nâmına Hilâfet makamının ele geçirilmesine yönelik başlatılan ihtilâller, neticede bir sülâlenin başarısıyla sonuçlanır sonuçlanmaz asıl olan umûmî gâye ve hedefler hemen unutularak hâkimiyet bu yeni ailenin tasarrufuna teslim ediliyordu. Hükûmet kurmaya muvaffak olan Alevî zümreler içerisinde en uzun ömre nâil olan “Bâvendîler (Karahanlılar)” 372 sene süren saltanatları zarfında tam 25 tane hükûmdâr tarafından yönetilmişlerdi. “Alevîler” içerisinde başta en güçlüleri olan “Mısır Fâtımîleri” olmak üzere “Bâvendîler” kadar dört asra yakın bir müddet istiklâllerini sürdürmeğe muvaffak olabilenlere pek nadiren rastlanmaktadır. Batı Aksa’da kurulan ve bir buçuk asır süren “Benî İdris Alevî Hanedânlığı” ile daha kısa yaşayan “Alevî Devletleri” de burada bahsedilmeğe değerdir.

Ayrıca bakınız: İdrisîler ve Bâvendîler
Alevîler tarafından iskân edilen ülkeler
Alevîler kendi güvenliklerini teminat altına alma açısından Deylem, Mazenderan, Taberistan ve İran’da askerî harekâta uygun olmayan sarp dağlar üzerinde yer alan yüksek yaylâlardaki nehirlerin kıyılarında ikâmet etmekteydiler. Bağdat’taki hilâfet merkezinden çok uzakta bulunan bu muhitlerde Alevîler’in mevkileri hâlifelerin nüfuzundan çok daha fazla etkili olmaktaydı. “Dâî-i Kebîr” ve “Dâî-i Sâgîr” nâmı altında bağımsızlıklarını ilân eden “Sâhib-î Zuhurlar” hep bu çevrelerden yetişiyordu. Abbâsî Hâlifesi “Müstâin bil-Lâh” devrinde “Duât’û-Alevîyye” mensubu “Yahyâ bin Ömer Kûfî” huruç hareketi başlattığında Irak’ta Ehl-i Beyt’e bağlı ne kadar Alevî varsa hepsi onun önderliği altında birleşerek Abbâsî Orduları’yla kanlı bir muharebeye giriştiler. Bu şiddetli harpte katledilen Yahyâ’nın başının Bağdat’ta teşhir edilmesinden son derece müteessir olan Alevîler uzak ülkelere yerleştiler.[21]

Alevîler’in Türkistan’a doğru yayılmaları
Hicrî 98 / M. 717 yılında “Yezid bin Mühelleb” Taberistan, Cürcan ve etrafındaki şehirleri fethettikten sonra bu muhitlerde Abbâsîler’den El-Mansur devrine kadar sürekli olarak kırk sene boyunca Alevîlik propagandaları yürütüldü. Hicrî 138 / M. 756 yılında ise Sünbâd (Sonpâth) adındaki bir Mecûsî İslâm âkideleri üzerinde bozguncu etkiler yaratan ve pek çok kişiyi peşinden sürükleyen yeni bir mezhep ortaya attı.[20]

“Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî” ve Taberistan İsyânı
Bu hadiseden otuz yıl sonra M. 785 yılında “Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn’in torunu Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî” Taberistan’da “Hanedân-ı Ehl-i Beyt” nâmına dâvetlerine başladı. Hattâ “Benî Bâdüsîyân” nâmıyla meşhur “Rüstemdad” hükümdârı “Abd’ûl-Lâh” da Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî’ye tâbi olanlar arasındaydı. Deylem, Âmül ve bütün Taberistan şehirlerinde “Alevîlik” propagandalarının şiddetli bir şekilde devam ettiği bu devirde “Rüstemdarlar’dan Feridun’un oğlu Bâdüsyân” hükümdârlık makâmına geçince Abbâsîler’in aleyhine fa’aaliyetler sürdürmekte olan ihtilâlcilerin önderi Hasan bin Zeyd bin Ali’ûl-Alevî’ye de büyük ihsânlarda bulunmuştu.

Ayrıca bakınız: Hasan bin Zeyd’ûl-Alevî
El-Dâî’Kebîr Hâlife – İmâm Bil’Hâkk “Hasan bin Zeyyid” İsyânı
O sıralarda Abd’ûl-Lâh bin Tâhir’in Oğlu Muhammed’in dirliği olan Deylem-Taberistan kıt’ası, onun nâmına “Câbir bin Hârun” adındaki Hristiyan kâtibi tarafından yönetilmekteydi. Bu adamın yaptığı mezâlime tahammül edemeyen Taberistanlılar, Alevîler’den bir önderin etrafında teşkilâtlandılar. Bu yeni önderin daha deneyimli olan ve Cürcan’da yaşayan Hasan bin Zeyyid’i tavsiye etmesi üzerine ise, harekâtı yönetmek için Hasan bin Zeyyid’i Taberistan’a davet ederek Hicrî 250 / M. 864 yılının Ramazan ayında kendisine “El-Dâî’Kebîr Hâlife ve İmâm Bil’Hâkk” ünvânı vererek biât ettiler. Bu gelişmeler neticesinde Abbâsîler’in Taberistan valisi olan “Süleyman bin Tâhir” firar etmek zorunda kaldı. Etrafa mektuplar yollayan “Hasan bin Zeyyid” bu muhitlerdeki halkı kendisine biât etmeğe dâvet etti. Mülûk Bâvendîyye’den “Şehrîyâr” bu dâvete icâbet edenlerin başında gelmekteydi.

Ayrıca bakınız: Tahirîler, Deylem, Taberistan, Gürgan, Alavîler ve Hasan bin Zeyyid (El-Dâî’Kebîr Hâlife)
“Hasan bin Ali El-Utrus” ve Alevîler’in Taberistan’daki fa’aliyetleri
Hicrî 250 / M. 864 yılında yine Taberistan’da Nâsır’ûl-Hâk Alevî yeni bir huruç hareketi başlattı. Bunu müteakiben “Dâ’î Hayfer Hasan Kâsım Alevî”, “Seyyid Câ’fer”, “Seyyid Geylân” gibi çok önemli hâdiseler başlatan dâîlerin propagandaları neticesinde bu bölgelerde Abbâsîler büyük ölçüde itibâr kaybına uğrayarak her türlü nüfuzlarını da yitirmiş oldular. Arada geçen zaman zarfı içerisinde ufak tefek birtakım hükûmetlerin kurulmasına rağmen, bu hükûmetleri kuran sülaleler süreklilik ve istikrar sağlamayı başaramadıklarından birbirlerini takiben tarihin sahnesinden silinip yok oldular. Neticede Bağdat Hilâfet makamının hâkimiyeti bu bölgede kuvvetli bir şekilde hissedilmeye başlamış oldu. Daha sonra gelen devirlerde ise “Ahmed Hücistanî” adında bir sâhib-i huruç Curcan ve Taberistan’da ihtilâl çıkardı. Öte yandan da Hicrî 301 / M. 914 yılında “Sare” ve “Âmül” şehirlerini fetheden meşhur “Hasan bin Ali el-Utrus” on yedi yıl süren ayaklanması neticesinde Abbâsîler’in isimlerini bölgeden tamamıyla silmeyi başardı. Bir yandan Bağdad hâlifelerine karşı sonsuz kin ve husumet propagandaları yürüten dâ’îlerin tesirleri nedeniyle, diğer taraftan da Irak’taki hükûmet tarafından “Alevîlik” yanlılığıyla itham edilmeleri sebebiyle, binlerce insan Taberistan ve Gürgan yöresine göç etmek zorunda kalmışlardı. Hasan bin Ali En-Nâsır Li-Dîn-il’Lâh’ın ölümü üzerine “Leylâ bin Nûman”, “En-Nâsır’ûd-Dîn Allâh” unvanıyla yeni bir huruç hareketi başlattı. “Nişabur” ve “Tûs” şehirlerini işgal ederek Alevîler’in mevkîilerini bir hâyli kuvvetlendirdi.

Ayrıca bakınız: Zeyd bin Ali, Zeydîler, Deylem, Taberistan, Alavîler ve Hasan bin Ali En-Nâsır Li’l-Hâkk
Taberistan Alevîleri’nin Bağdat’taki taraftarlarına yolladıkları mâlî yardımlar
Bu hâdiseler cereyân ederken Taberistan Alavîleri de el altından Bağdat’taki Alevîleri desteklemek maksadıyla mâlî yardımlarda bulunuyorlardı. Muhammed bin Zeyyid el-Alevî’nin tahsilâtından otuz bin altının Irak’ta mukîm sâdâta dağıtılmak üzere Muhammed bin Verd Attar’a gönderildiği haberi Bağdat’taki hâlife El-Mû’tezîd bil-Lâh’a ihbâr edilmiş fakat halife bu yardımların sahiplerine ulaşmalarına engel olmak istememişti. Bağdat’ın “Büveyhîler” tarafından fethine kadar Şiî ve Sünnî mücadeleleri en hararetli şekliyle devam etti.

Fâtımîler devrinde Alevîler
Ana maddeler: Fâtımîler ve Fâtımîler devrinde Alevîler
Fâtımîler’in Mısır’dan sevk ettikleri Alevî dâîler
Fâtımîler’in Mısır’da hükûmet kurmaları üzerine Mısır dâîleri Suriye üzerinden uç Anadolu’ya, Horasan’a ve Türkistan’a gelmeye başladılar. Horasan’da oturan büyük dâî, Maverâünnehre ve oradan daha esaslı bir teşkilât oluşturabilmek amacıyla Nesef ve Buhârâ’ya geçmişti. “Bâtınîler”, artık Abbâsîler’e karşı en önemli dâîlerini Kahire saraylarından ithâl etmeye başlamışlardı. “EbûʿAlî el-Mansûr el-Hâkim bi-EmrʿAllâh” ve “Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstensir bil-Lâh” gibi Bâtınîliğin dâî a’zâmlık mertebesine ulaşmış olan hâlifeler, bu harekâtın idaresini tüm hassasiyetleriyle ellerinde tutmakta ve en ehliyetli dâ’îlerini Türkistan’a tayin etmekteydiler. Deylem’e Ebâ Hâtim, Nişabur’a Ahmed Nesefî ve Ebû Yakûb Sizcî, Maverâünnehir’e Bendanî, Hindistan’a Ahmed bin Keyyâl (H. 270, M. 884), Endülüs’e İbn-i Meserret (H. 310, M. 923) gibi çok iktidarlı dâ’îler “Bâtınîlik Teşkilâtını” oluşturmak üzere atanmışlardı.

Ayrıca bakınız: EbûʿAlî el-Mansûr el-Hâkim bi-EmrʿAllâh, Ebû Tamîm Ma’add el-Mûstensir bil-Lâh, İsmâ‘îl’îyye, Keyyâl’îyye, Mustâ‘lî’îyye ve Nizâr’îyye
Şîʿa-i Bâtın’îyye tarikât ve mezheplerinin Türkler arasında yayılması
Ana maddeler: Bâtınîlik ve Bâtınîliğin Türkler arasına i’tikadî mezhep olarak yayılması
Tarihi olarak 9. yüzyılda oluşmaya başladığı 11. yüzyılda oluşumunu tamamladığı kabul edilmektedir. Bâtınîler inanışlarını tarih boyunca daîler aracılığıyla yaymaya çalışmışlardır. 11. yüzyılda Hasan Sabbah’ın görüşleri etrafında oluşan akım Fâtımîler tarafından desteklenmiştir. Liderleri Hasan Sabbah Kazvin bölgesindeki Alamut Kalesi’ni kendisine merkez yapmış ve fedaileri aracılığıyla Nizamülmülk’ün de aralarında bulunduğu birçok devlet adamını gizlice suikast sonucu öldürtmüştür. Melikşah döneminde güçlenen hareket ortadan kaldırılmak istenmiş ancak Melikşah’ın ölümü üzerine başarılı olunamamıştır. 13. yüzyıl ortalarına kadar etkili olan bu hareket 1256’da Moğol hükümdarı Hülagü’nün Alamut Kalesi’ni yıkması ile ortadan kalkmıştır.

Selçuklular Devrinde Bâtınîlik hareketleri
Ana maddeler: Selçuklular devrinde Bâtınîliğin Türkler arasına yayılması, Selçuklular ve Büyük Selçuklu Devleti
Selçuklular devrinde şiddetlenen mezhep mücadeleleri
Ana maddeler: Selçuklular, Nizamülmülk, Elemûtlar, Hasan Sabbah ve Sabbahiyye
Amid’ûl-Mülk’ün teşvikiyle bütün bid’atçiler ile Eş’arîler aleyhinde Kerrâmîler ve Hanefî olan Mu’tezile’nin de desteğini alarak şiddetli bir takibat başlatıldı. H. 455 / M. 1063 yılında Sultan Tuğrul’un ölümü üzerine Alp Arslan sultan oldu. Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîsi vezir Amid’ûl-Mülk H. 465 / M. 1073 yılında hapsedilerek yerine “Hoca Nizâm’ûd-Dîn Tûsi” “Nizâm-ûl’Mülk” adıyla vezir oldu. Amid’ûl-Mülk ise bir yıl sonra i’dam edildi. “Nizâm-ûl’Melik” çokça paralar sarf ederek Bağdat’ta Dicle’nin kenarına Şîʿa-i Bâtın’îyye hareketlerine karşı müdafaada bulunacak muktedir kelâm ve felsefeci âlimler yetiştirmek amacıyla “Nizâmiye”[22] isminde muazzam bir Dar-ûl’Fünûn yaptırdı. Vaktiyle arkadaşı olan ve Fâtımîler halifesi “Mûstensir bil-Lâh” tarafından Elamût Dâî-i Â’zamlığına atanmış olan “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi Hasan Sabbah” tarafından hançerletildi.

Salâhaddin Eyyûbî’nin Mısır’ı fethi ve Bâtınîlerin etrafa yayılması
Fâtımîler’in son halifesi olan El-Âzıd bil-Lâh’ın H. 566 / M. 1171 tarihinde vefatı üzerine Şâfiî olan Salâh’ed-Dîn-i Eyyûbî Mısır’a yerleşti. Bunun üzerine iki yüz yetmiş sekiz sene süren Mısır Şîʿa’sının tarihe karışması neticesi “Mısır Şîʿa-i Bâtın’îyyesi” mensupları da çeşitli ülkelere dağılmak zorunda kaldılar. Böylece, Sultan Salâh’ed-Dîn-i Eyyûbî’nin baskısından bunalan Bâtın’îyye dâîleri bu yeni bağımsızlığına kavuşan bölgelere göç ettiler. O sırada Bağdat’ta hilâfet makamında oturan Ebû’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lâh’ın Elemût Şeyh-ül’Cebelleri tarafından suikaste kurban gittiği haberi geldi. Bunun üzerine Bâtınîler aleyhinde şiddetli fetvâlar yayınlanmaya başlandı. İlk fetvâyı da Rüstemdârı âlimlerinden ve meşhur fukahadan olan imâm Fahr-ûl’İslâm Rûyânî verdi. Bundan son derece müessir olan Bâtınîler, sonunda Fahr-ûl’İslâm’ı da hançerletmeyi başardılar.[23] Neticede, Bağdat’taki hilâfet makâmı Bâtınîler’e karşı tavizkâr davranmak zorunda kaldı. Ebû’l Muzaffer el-Müstencit bil-Lâh’ın torunu olan “En-Nâsır’ûd-Dîn’Allah” halife olunca Şîʿa-i Bâtın’îyye’ye karşı daha teveccühkâr bir tutum izledi. Hattâ bazen teşvik dahi etti.[24]

Budizm, Şâmânizm, Hristiyanlık, Mazdek [25] ve Mani[26][27] dinlerindeki akidelerin İslâma hulûlleri
Ana maddeler: Budizm, Şamanizm, Hristiyanlık, Mazdekçilik ve Mani dini
Bâtınîler tarafından Budizm’in düşünce yapısı tasavvuf yolundan ayrılan ayrı bir bâtınî mezhep halinde sunulurken, Manî ve Mazdek gibi dinlerin temsil ettiği i’tikadî manzumeler İbâh’îyyûn tarafından özümsenmekteydi. Hristiyanlığın telkin ettiği tanrının insana benzeyişi ve İsa’ya hulûlü kuramı gibi hoşa giden ve zihinlere en uygun gelen kısımları ise Bâtınîliğin “Alâllah” kulları tarafından temsil edilmesi şeklinde arz edilmekteydi. Ayrıca, Türk dininin i’tikadî kuramları içerisinde yer alan Gök Tanrı ile Ali bin Ebu Talib’in semâvî mekânları birbirleriyle tam bir uyumluluk göstermekteydi.[28][29]

Ayrıca bakınız: Nusayrîlik
Bâtınîlerin taraftar toplama amacıyla te’vil[30] yollarına başvurması
Bâtın’îyye tarafından yayılmakta olan inançlar en fazla Türkmen boyları arasında rağbet görmekteydi. Sünnî din adamları ve fakihlerinin dinî hükümlerde çok ağır ve cezalı bazı sonuçlar ile tâbilerini sorumlu tutmaları, medresenin haşin ve asık suratlı bir çehre ile sürekli olarak Cehennem azabından bahsetmesi, Bâtınîlerin fa’aliyetlerini son derece kolaylaştırıcı ve taraftar toplamalarına yardımcı olacak ortamı hazırlamaktaydı. Dinin zâhir’iyle onun te’vil ve tefsirini izah eden hükümlerinde derin ayrılıklar oluşmuştu. Onun için İslâmiyet’in bağrında yer almak isteyen çeşitli din ve âkideler, hep bu te’vil yolunu kullanarak İslâmiyet’in içerisine girdiler. Kur’an-ı Kerîm’deki bazı sûrelerin başında bulunan tek harflerin ve bir takım te’vilâtı davet eden âyetlerin bulunması bu konuyla ilgili çok geniş bir alanın oluşmasına sebebiyet verdi.

Türkleri elde etme ve Bâtınîliği Türkler arasında yayma siyâseti
Orta Asya’da yaşayan ve Türkler’in dini olan Şamanizm, Pamir’e kadar gelen Alevî-Bâtınî dâîlerinin savunduğu ilkeler ile kolayca kaynaşabilecek akideler ihtiva etmekteydi. “Bâtınîler” eski Türk dîninde mevcut olan bir takım inançlar ile “Şîʿa-i Bâtın’îyye” arasındaki benzerlikleri kullanarak büyük istifade köprüleri oluşturdular. Bu hususta en çok yararlandıkları fikir ise Ali bin Ebû Tâlib’in şahsiyetinin ilâhlaştırılması ve kendisine Türk ilâhlarının en büyüğü olan ve göğün en üst katında oturan Gök Tanrı’ya eşdeğer bir makam atfedilmesi olmuştu. Büveyhîler gibi Abbâsîler’e düşman olan Kutb’ûd-Dîn Muhammed Harzem Şah’ın hilâfetin Ali evlâdına devredilmesi için girişimlerde bulunması da Türkler üzerinde “Şîʿa-i Bâtın’îyye” lehine çok kuvvetli etkiler oluşturmuştu. “Kutb’ûd-Dîn Muhammed Harzem Şah” zamanın Abbâsî Hâlifesi En-Nâsır’ul-Lâh’ın yerine Sâdattan Seyyid Abd’ûl-Melik Tırmizî’yi geçirmek üzereyken Moğolların taarruza geçtikleri haberinin etrafa yayılması üzerine kendi ülkesini savunmak için memleketine geri dönmek zorunda kalmıştı. Şeyh Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî’nin Havarezmşâh’ın huzurunda Abbâsî Hâlifeliği’nin sürekliliğinin sağlanmasının gerekliliğine lehinde uzun bir nutuk attığında Kutb’ûd-Dîn’in şiddetli muhalefetine mâruz kalmıştı.

Ayrıca bakınız: Şeyh Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî, En-Nâsır’ûd-Dîn’Allah ve Kutb’ûd-Dîn Muhammed Harzem Şah
Moğol istilâsında Bâtınîlerin rolleri
Moğol istilâsı esnasında Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin tahrikâtı sebebiyle Moğol mezaliminin sahası epey genişlemişti. Save ve Nişapur şehirlerinin tahrip edilmesinden sonra Mazenderan ülkesini istilâ eden Moğollar Bâtınîlerin kışkırtması neticesinde önce bütün Sünnîleri öldürdüler, daha sonra da bu harekâtın ne kadar ahlâkî olduğunu bilumum Şiîleri katletmek suretiyle kanıtladılar.[31] Bu devirde Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin Dâî Â’zamlık makamında “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi Nûr’ed-Dîn Muhammed Sânî” oturmaktaydı. Elemût’un propagandaları neticesinde Bağdat’taki çok önemli Şiî teşkilâtı, bütün Bâtınî âlemini yönetmekte olan “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye” merkezine bağlandı.

Şiîliği benimseyen Türk dâîleri
Cengiz ve Hulâgû ordularının tâkibâtından kaçan Şiî fırkalar, Mısır, Şam, Irak, İran, Azerbaycan, Faris ve Horasan kıt’alarına yayıldılar. İran’daki İsmâi‘lî kaleleri işgal edilmesi sürecinde Hulâgû ile birlikte meşhur müverrih Alâ’ed-Dîn Cüveynî de yanında bulundu. Bu âlim Elemût kütüphanesinini tetkik etmek için Hulâgû’dan müsâde almıştı. Bu olayların vuku bulması esnasında Şiîliğe giren pek çok Türkmen dâîleri Oğuz aşîretleriyle birlikte batıya doğru ilerlemekteydiler. Bu Türkmenler Selçuklular’a karşı hudut muhafaza bekçiliği yapmaları maksadıyla İlhanlılar tarafından vazifelendirilmişlerdi. “Mengü Kaan” tarafından Anadolu genel valiliğine atanan “Sâmuk Noyin” atandığı bu yeni görevine başlamak üzere gelirken yanında Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî halifelerinden Şeyh Taky’ed-Dîn Esen bin Satuk Şirvanî’yi de beraberinde getirmişti.

Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin çıkardığı yeni tarikât ve mezhepler
Batı İran ile Anadolu’da yedinci hicrî asırdan itibaren dört yüzyıl süresince aralıksız süregelen dinî karışıklıklardan dolayı ortaya birçok tarikât ve zümreler çıkmıştı. Horasan Melâmetîliği’nin kurulduğu yer olan ve üçüncü hicrî asırdan itibaren birçok mutasavvıfın vatanı olarak bilinen Nişâbur’da Hamdun’el-Kassar’dan sonra daha birçok hulûl inancı ihtivâ eden ve dinîn zâhirî ahkâmına muhalefet eden “İbahiyye” mensûbu “Şîʿa-i Bâtın’îyye” toplulukları çoğunlukla Melâmîyye’nin içerisine dâhil oldular. Şeyh Cemâl’ed-Dîn Sâdî’den itibaren Suriye, Mısır, Irak, Hindistan, Orta Asya sınırlarına kadar genişleyen ve “İbaha” i’tikadı gereği birçok tavır, tutum ve ibâdetin zâhirî hükümlerinin yerine getirilmesi mevzuunda göstermiş oldukları kayıtsızlıklarıyla dâima şiddetli kınanma ve eleştirilere mâruz kalan Kalenderîler[32] ile eski yazarlar tarafından “Tâife-i Abdalan ve Cevâlika” olarak isimlendirilen çeşitli tarikât mensuplarının, Osmanlı yazarlarınca abdal, âşık, torlak, şeyyâd, Hâydarî, Edhemî, Câmî, Şemsî[33][34] gibi aynı mânaları taşıyan ifadelerle anıldıkları görülmektedir. Bunların hepsi de ortak kanallardan süzülenen benzer i’tikatların çeşitli parçalarını barındırmaktaydılar.[35]

Ayrıca bakınız: Gnostisizm, Horasan Melametîliği, Bâtınîlik, Kalenderîlik ve İbahilik
Kalenderîler’in Anadolu’da Bâtınîlik hareketlerine yaptıkları katkılar
Kalenderîler en koyu Alevîler olmaları nedeniyle Suriye, Halep Bâtınî merkezinden aldıkları kuvvetlerle, Anadolu’da bulunan ve diğer Bâtınî merkezlerinden ayrı ve bağımsız yaşamakta olan Bâtınîleri takviye ettiler. “Kalenderî – Haydarî” unvanı taşıyan ve dış görünüşleri itibarıyla tasavvuf kisvesi altında Türkmen boyları arasına yerleşen babalar Anadolu’daki Bâtınîlik hareketlerine olanca güçleriyle destek oldular.

Ayrıca bakınız: Kalenderîlik ve Babâîlik
Haydarîler’in Şîʿa-i Bâtın’îyye mezhebini tâkviyesi
Haydarîler, Kûtb’ed-Dîn Haydar’a mensup oldukları gibi “Haydârnâme” adıyla şeyhinin nâmına bir de eserî bulunan meşhur Pendnâme yazarı “Ferîdüddîn-i Attâr” da onun başlıca hâlifelerindendi. Altıncı hicrî asrın sonlarında büyük şöhreti sayesinde pek çok Türk’ü kendi intisabına almaya muvaffak olan Kûtb’ûd-Dîn Haydar’ın bizatihi kendisi de aslen Türk ırkındandı. Konya’da Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in şöhretinin afâkı tuttuğu bir devirde bile Kûtb’ûd-Dîn Haydar’ın hâlifeleri bağımsız zâviyelere sahiptiler. Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in yanında “Hacı Mûbârek Haydârî” adında bir Haydârî hâlifesinin de pek büyük bir hâysiyet ve itibâr sahibi olduğunu Eflâkî kaydetmektedir.[36]

Ayrıca bakınız: Baba Haydar ve Ferîdüddîn-i Attâr
Anadolu Selçukluları devrinde “Şîʿa-i Bâtın’îyye” hareketleri
Ana madde: Anadolu Selçuklu Devleti
Bu devirde Anadolu’da Bâtınîliğin en önemli propaganda merkezini Sultan Mes’ud evvel tarafından yaptırılmış olan Mes’udiye tekkesi temsil ediyordu. Anadolu Selçukluları’nın nüfuz ve hâkimiyet sahaları tamamen Moğollar’ın denetim ve müsaadesine tâbi bulunuyordu. Birçok şehirlerde İlhanlılar’ın himâyesi altında Şiîliği neşreden “Bâtın’ûl-Mezhep Babalar” tarafından açılan zâviyelerin sayıları da gün geçtikçe artmaktaydı. Moğollar’ın nüfuzuyla Mes’udiye Medresesi müderrisi Sünnî âlimlerden “Şeyh Mecd’ed-Dîn İsâ” azledilerek yerine Şîʿa-i Bâtıniyye’nin en değerli dâîlerinden “Şems’ed-Dîn Ahmed Baba” atandı.

Selçuklular’ın Anadolu’da İran medeniyetinin yayılmasındaki hizmetleri
Samânîler devrinin İranî bir simâ göstermesi ve Abbâsîler’in de İran-perestişkârı olarak tarihin huzuruna çıkması gibi yedinci hicrî asırda Konya’da Mevlânâ Celâl’ed-Dîn’in tesiri neticesinde Selçuklu saraylarında yaşayan şairler Anadolu’da İranîliğe doğru şiddetli bir sevgi uyandırmışlardı. Bu tesirler altında kalan Konya Selçuk sultanları da ayni duygu ve hisler içerisinde İranın tantanalı hükümdar adları ile kendi şehzâdelerini çağırmağa varacak kadar aşırı derecede ifrata kaçan birer İran hâyranı ve tâklitçisi olarak yetişmekteydiler. Konya Selçuklu sarayındaki şehzadeler hep Keyâniyan ve Sâsâniyan hükümdarlarının isimleriyle çağrılır olmuştu. Bu kültürün etkisi altında yetişen kibâr ve tâhsilli sınıflar, âlimler, şeyhler ve şâirler olanca güçleriyle İran dil ve edebiyatının gelişmesine hizmet ederlerken diğer taraftan da asıl i’tikadi unsurları bünyelerinde barındıran Bâtınî Babalar bütün Türk ve Türkmen boylarını bir millî birlik ruhuyla birbirlerine kaynaştırmak için yoğun gayret sarfetmekteydiler. Öte taraftan devletin resmî dili ise Farsçaydı.

Bâtınîliğin Türkler arasında yayılması
“Horasan Erenleri”[37] nâmıyla Oğuz boyları arasında kendilerine yer edinen “Şia-i Bâtıniyye dâîleri” ve millî lisân ile konuşarak halkın ruhiyatına pek uygun telkinlerde bulunan “Bâtınî-Babalar,” iptidaî bir şer’ait içerisinde yaşamlarını idâme ettirme mücadelesi sürdüren ve şehirliğin ince yaşam tarzını bilmeyen “Türk Özleri” yanında kendilerini birer “Veli” olarak tanıtmayı başarıyla becermişlerdi. Bâtınîler, süslü nâzım lisanından bir şey anlamayan bu aşîretler arasında düzenledikleri sazlı ve şaraplı meclislerde geçmişin tüm hurafe ve efsanelerini halka nakletmek suretiyle insanların gönüllerinde ilâhi duygular uyandırmaktaydılar.

Bâtınîler’in Moğollar arasına karışması ve Alevî-Bâtınîliğin Harezm Türkleri arasında yayılması
Selçuklu Hanedanı iktidara geldiklerinde Bağdat hilâfetine düşmüş olan Mısır Fâtımîleri’yle, aslında Şîʿa’nın Nizar’îyye kolu mensuplarından olan “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi” ve bütün “Bâtınîler’in Sahib-î Â’zam-ı” Hasan Sabbah’ı karşılarında buldular. Bilâhare Moğol istilâlarının başlamasıyla sahip oldukları karışık i’tikadların etkisinde kalarak vicdanî oluşumlarını kaybetmiş olan önemli kütleler, Moğol ordularının arasına karıştılar. Anadolu Selçuklu sultanlarından Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd zamanında Halaç ve Kapçak gibi Türkmen kabilelerinden pek yoğun kütleler de Anadolu’ya yerleşmekteydi. Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın baskıcı tutumundan rahatsızlık duyan kabileler ve Harezm Türkmenleri Selçuklu Hanedanı’nın kendilerine duyduğu güvenle Anadolu Selçuklu Devleti’nin savunma kuvvetlerini teşkil etmekteydiler. İkinci Gıyas’ed-Dîn devrinde Amasya Bâtınî merkezinin etkisiyle bu Harezm Türkleri Selçuk ülkelerinden çıkartılarak Halep, Suriye ve El-Cezire muhitlerine dağıtıldılar. Konya Selçuk Sarayının hasmane siyâsetînden kuşkulanan Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîlerinden oluşan büyük bir topluluk ta bu Türkmen kabileleriyle birlikte göç ettiler. Harezm ülkesinin pek çok mezhep çatışmalarına sahne olduğunu fırsat bilen Bâtınî dâîleri, Harezmliler’in Anadolu Selçukluları tarafından kovulmaları fırsatını çok iyi değerlendirerek bütün kuvvetleriyle kendi âkide ve dâvalarını tasavvuf kanallarından geçirerek neşretmeye başladılar.[38]

Ayrıca bakınız: Harezmşahlar, Celaleddin Harezmşah, Anadolu Selçukluları, I. Alaeddin Keykubad ve II. Gıyaseddin Keyhüsrev
Harezm Türkleri arasında Bektâşîler
Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın harekâtından memnun olmayan aşîretler ondan ayrılarak Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’a iltica etmişler ve Selçuklular ülkelerine gelen bu aşîretlere de Sivas, Çorum, Engürü’ye kadar olan yörelerde yaylâk ve kışlaklar tahsis edilmişti. Bunların Celâl’ed-Dîn Harezmşah’ın maiyetinden ayrılmalarına rastlayan zamanlar zarfında Hacı Bektaş hâlifelerinden bazıları da onların içlerine nüfuz etmeyi başarmışlardı. Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîleri sıfatıyla bu topluluklar üzerinde önemli bir nüfuz kazanmışlardı.[39] Harezm ve Azerbaycan’dan gelen bu aşîretleri Anadolu ahalisi Tatar ve Moğol artıkları nazarıyla görüyordu. Bektaşî babalarından Ahlat, Diyâr-ı Bekir vilâyetlerinden önemli bir grupla beraber Harzemliler arasında da Burak Baba müridlerinden yine ayrı bir parti propagandalarda bulunuyorlardı. Bu devirde Burak Baba’nın Anadolu’da yaygın bir şöhreti vardı.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ve Alevî-Bâtınî Babaların Anadolu’ya yayılması
Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşünün başlangıcı olan Gıyas’ed-Dîn-i Key-Hüsrev-i Sâni’nin Kösedağ yenilgisi (H. 640 / M. 1243 ) üzerine Anadolu’nun tamamı Moğollar’ın denetim alanı içerisine girdi. Anadolu’nun tamamı Aksaray’da ikâmet eden ve barışı tesis etmek ile görevlendirilmiş bir Moğol valisi tarafından yönetilmekteydi. İşte bu fetret devrinde, Celâl’ed-Dîn Harzem Şâh Menküberti’nin ordularıyla Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Bâtınîye dervişleri de devletin takibatından kurtulmuş olarak fa’aliyetlerini serbestçe sürdürmekteydiler. Anadolu’nun her tarafında Şiî ve Bâtınî-Alevî babalar tarafından art arda zâviyeler açılmaktaydı. Sultan Mes’ud Evvel’in Amasya’daki tekkesine Baba İlyas Horasanî gibi Şîʿa-i Bâtın’îyye Mezhebi’nin en meşhur bir dâîsi postnişin olmuştu. Vaktiyle, İlhanlı saraylarında mâkam ve mevki sahibi olan Şiî âlimler Anadolu Selçukluları’nın Moğollar’ın himayesi altına girmeleri fırsatından istifadeyle Anadolu’ya yayıldılar.

Ayrıca bakınız: Kösedağ Savaşı
Mes’udiye tekkesine karargâh kuran Alevîler
Ana maddeler: Ebu’l Vefâ, Baba İlyas ve Baba İshak
Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas Horasanî
Melik Dânişmendiye devrinde bütün Anadolu’da meşhur olan Horasanlı Baba İlyas, “İbrahim Bey’in oğlu Yağ Basan Bey” zamanında Kayseri’ye kadı tâyin edilmişti. Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd tahta geçtiğinde, Amas’ya Kadılığı’na Taky’ed-Dîn’i, Mes’udiye Müderrisliği’ne Tâc’ed-Dîn Yûsuf Tebrizî’yi, Hankah Mes’udiye Şeyhliği’ne de Tâc’ed-Dîn Ebû’l Vefâ Harezmî’yi atadı. Ebu’l Vefâ’nın ölümü üzerine de yerine onun hâlifelerinden Kayseri Kadısı ve Şîʿa-i Bâtıniyye’nin en meşhurlarından olan Babâîler pirî Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyâs Horasanî’yi tâyin etti.

Ayrıca bakınız: Baba İlyas
Baba İshâk Kefersudî’nin Anadolu’daki fa’aliyetleri
Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd iktidara geldiğinde “Mûhy’id-Dîn Muhammed bin Ali bin Ahmed Tahimî” adında İran’dan göç etmiş bir Şiî’yi Sivas’a kadı olarak atadı. Vaktiyle Şiraz’da önemli bir mevkî sahibi, felsefe ve bâtınî îlimlerde bir hâyli meşhur, belâgatlı söz söyleme üstâdı ve yüksek iktidar sahibi olan bu âlim adamdan Baba İshâk Kefersudî nâmında “Binaz” hanedanına mensûp bir Rum[40] asıllı dersler görmekteydi. Baba İshâk Şirâz’da Mûhy’id-Dîn’in derslerine devam ederken, Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin Elemût’taki Dâî Â’zamı “Hükümet-i Melâhide-i Bâtın’îyye Reisi Âlâ’ed-Dîn bin Muhammed bin Hasan-ı Sânî” tarafından Anadolu Dâîliği’ne atandı. Bu sırada Hocası Mûhy’id-Dîn Tahimî’nin Sivas Kadılığı’na tâyin edilmesi fırsatını çok iyi değerlendiren Baba İshâk, hocasının himâyesi altında Anadolu Selçuklu Hükûmeti’nin de güven ve teveccühünü arkasına alarak Şimşat yakınlarında Kefersud nahiyesinde Elemût merkezli Şiîlik propagandasını ve “Melâhide-i Bâtıniyye” i’tikadını neşriyâta başladı. H. 621 / M. 1225 yılında Mûhy’id-Dîn-i Ahmed Tahimî’nin vefâtından sonra hükûmet aleyhinde yaptığı tahrikâtın duyulması üzerine Baba İshâk bir süre gizlenmek zorunda kaldı. Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas Horasanî’nin Amas’ya Mes’udiye tekkesine şeyh olduğunu öğrenince hemen oraya giderek kendisine mürid oldu. Baba İlyas Tekkesi’nde “Amas’ya Valisi Toğrak Bey” ile olan pîrdâşlığı sayesinde halkın gözünde itibarını gün geçtikçe artırmaktaydı.[41]

Baba İshâk Kefersudî’nin çıkardığı Bâbâî İsyanı
Ana maddeler: Babâîlik, Baba İshak ve Baba İshak ayaklanması
Vefâ’îyye tâkipçilerinden Ebu’l Bekâ Baba İlyas bin Ali el-Horasânî ve müridi Baba İshâk Kefersudî’nin çıkardığı Bâbâ’î ayaklanması, bugünkü Alevî-Bâtınî yerleşim yerlerini belirleyen isyândır. Anadolu’da Alevî nüfusun yoğun olduğu bölgelerde etkili olmuştur.

Selçuklu Sarayında bir Baba İshâk müridi: Sâd’ed-Dîn Köpek
Sâd’ed-Dîn Köpek Baba İshâk Kefersudî’nin Selçuklu sarayına memur olarak gönderdiği bir müridiydi. Birinci Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd ile şehzadesi İkinci Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev devirlerinde Konya sarayına hulûl etmeyi ve “Şîʿa-i Bâtıniyye” nüfuzunu oraya sokmayı başaran bu bâtınî dervişi kendisine sarayda bazı taraftarlar edinmeyi de başarmıştı. Bu devirde Moğol istilâları nedeniyle Orta Asya ve Maverâünnehir’den ayrılan ve Suriye yolundan geçen Şiîlerin en tercih ettikleri vatan Selçuklular’ın hükümran oldukları ülkelerdi. Sahib olduğu sahte vatanperverlik duygularıyle çevresinin etkisi altında kalan Şehzâde Gıyas’ed-Dîn Moğollarla itaatinden dolayı babası Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’ı H. 634 / M. 1237 yılında zehirleyerek tahta çıktı. Böylece Köpek te Emîr Sâd’ed-Dîn unvanıyla vezîr-i â’zamlığa atandı. Müridi Sâd’ed-Dîn Köpek’in elde ettiği bu başarılar sayesinde itibârını artıran Baba İshâk Kefersudî idare etmekte olduğu Anadolu’daki Bâtınîlik Teşkilâtı’nı daha da büyütme fırsatını yakaladı. Tokat, Canik, Çorum, Sivas, Karahisar vilâyetlerinde Ebu’l Bekâ Baba İlyâs Horasânî adına yaptığı dâvetlerine daha da önem verdi. Onun bu fa’aliyetleri neticesinde binlerce insan Selçuklu düşmanı olarak “Bâtınî” oluyorlardı.[42]

Ana madde: Sâd’ed-Dîn Köpek
Baba İshâk Hâlifeliği’nin ilânı
Ana madde: Baba İshak ayaklanması
Müridi Sâd’ed-Dîn Köpek’in Anadolu Selçuklu vezîr-i â’zamlığına yükseltilmesi ve kazandığı başarılardan son derece memnuniyet duyan Baba İshâk Kefersudî, o zamana kadar Baba İlyas Horasânî nâmına yaptığı dâvetlerden vazgeçerek kendisini ön plâna çıkarmağa başladı. Yirmi bin ihtilâlciden oluşan bir kuvvet ile H. 632 / M. 1235 yılında huruç hareketi başlattı. “Emîr’ûl-Mü’minîn Sadr’ûd-Dünya ve’d-Dîn ve Resûl’ûl-Lâh Baba İshâk” ünvânıyla hâlifeliğini ilân etti. El-Mukannaʿ benzeri bir şekilde Muhammed’in ruhunun Ali’ye, Ali’den de kendisine hulûl ettiğini iddia ediyordu. Şimşat, Urfa, Kefersud, Maraş, Ayintâb’dan gelen ve Suriye kıt’asındaki Halep Bâtınî merkezinden takviye edilen binlerce fedainin katılmasıyla birdenbire elli bin kişilik büyük bir ordu haline dönüşen “Şîʿa-i Bâtıniyye Fırkaları” Amasya, Tokat, Sivas, Çorum’dan batıya doğru ilerlemeye ve civar şehirlere saldırmağa başlamışlardı. Bâtınî – Babâî Ordu’su önlerine gelen bütün engelleri yıkıp hızla Konya’ya doğru ilerliyorlardı. Babâîler’in bu huruç hareketi karşısında tecavüze uğrayan memleketlerin seçkinleri, ulemâ ve eşrafı Mısır’a, Pâyitaht Konya’ya ve Anadolu’nun diğer hücra köşelerine doğru kaçışmaktaydılar. Sonunda durumun vahameti ve ihtilâlin ne kadar geniş bir alana yayıldığı hükümdara anlatıldı. İhtilâlin müsebbipleri arasında olduğu anlaşılan Baba İshâk Kefersudî’nin müridi Vezîr Sâd’ed-Dîn Köpek derhal i’dam edildi.

Babâîler İsyânı’nın bastırılması ve Bâtınî Babaların Anadolu’ya yayılması
Birçok cephede Babâîler ile çarpışan Selçuklular, nihâyetinde Baba İshâk Kefersudî ve tâbi’lerini H. 637 / M. 1240 yılında Amasya Kalesi’nde ele geçirerek i’dam ettiler. Anadolu’da çıkan bu kanlı ihtilâlden son derece memnuniyet duyan “Şîʿa-i Bâtıniyye Dâîleri” Olcaytu’nun sarayından Anadolu’nun dört bir yanına yayılmağa başladılar. Cereyan eden bu elîm hâdiselerden yeise kapılan ve İlhanlılar’ın baskılarından usanan Sünnî âlimler de Uç Beyleri’ne sığnmak zorunda kaldılar. Sabık Mes’udîye müderrisi “Şeyh Mecd’ed-Dîn İsâ” Ertuğrul Gazi’ye, “Cemâl’ed-Dîn Aksarayî de Mısır’a iltica etmişlerdi. Şiîliğin uğradığı bu büyük faciayı istismar eden bazı Acem fırsatçıları Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîsi sıfatıyla Batı Anadolu’ya kadar nüfuz etmekteydiler. Bu Bâtınî – Babalar Anadolu’da Türkmen aşîretleri arasında tam teşekküllü bir “Alevîlik Cereyânı” oluşturmağa muvaffak oldular.

Ayrıca bakınız: Babâîlik
Bâtınî Babalar’ın halk üzerindeki etkileri ve devrin meşhur mutasavvıfları
Ana maddeler: Ekberilik, Kalenderîlik, Kadiriye, Sühreverdiyye ve Mevlevîlik
O yüzyıllarda, Selçuklular zamanında fa’aliyet gösteren en etkin Tasavvufî-Bâtınî-Tarikât mensupları Melâmetî, Kalenderî ve Haydarîler’den oluşmaktaydı. Bu Bâtınî-Tarikât temsilcileri daha ziyâde göçebeler arasında barınan ve halka hitap etmekle görevli olan “Babalar” idi. Eğitimli çevrelerden uzakta yaşayan bu “Bâtınî-Babalar” yüzyıllar boyunca beri kulaktan kulağa yayılan hurafelerle yıpranmış olan nakilleri bir veli tipi kanalıyla tasvir etmek suretiyle ve bu efsaneleri bir takım hârikalar ve kerâmetler ile süsleyerek bedevî ruhunun hoşlanacağı koşmalar, rubâîler, destanlar şeklinde halka anlatıyorlardı. “Bâtınî-Türkmen Babaları” Oğuz boylarının anlayacakları bir dilde, efsane ve masalları ilâhî bir hava ile içerisine İslâmî bir boyutu da ilâve etmek suretiyle halka sunmak hususunda çok başarılı oluyorlardı.

On ikinci yüzyılda Bağdat’ta Abdülkâdir Geylânî ve Şihab’ed-Dîn Ömer Sühreverdî, Konya’da ise Mevlâna Celâleddîn Rûmî, Endülüslü Muhy’id-Dîn-î Ârabî, Lem’at yazarı Fahreddin Irakî ve Sadr’ed-Dîn Kunevî gibi farklı geleneklere mensup tarikât pîrlerinin yayınlarla meşgul oldukları görülmektedir. İslâmî çevreler içinde tasavvufun pek revaçta olduğunu anlamamıza yardımcı olan bunca meşhur şahsiyetlerin arasında özellikle de Save’deki Kutb’ûd-Dîn Haydar tekkesi bu yüzyıldaki en tanınmış zâviyelerin başında gelmekteydi.

Ayrıca bakınız: İbn Arabi, Baba Haydar, Abdülkâdir Geylânî, Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî ve Celâleddîn Rûmî
Hacı Bektâş Veli
Ana maddeler: Baba İlyas, Baba Haydar, Hacı Bektaş Veli, Baba İshak ve Barak Baba
Meşhur Velâyet-Nâme onu Şiîliğin unvan mezhebini taşıyan Câ’fer-i Sâdık’tan Beyazid Bistâmî’nin getirdiği hırkayı giymiş olan “Lokman Perende” vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevî’ye bağlar. Velâyet-Nâme üzerinde uzmanlaşmış yazarların nakletiklerine göre Hacı Bektâş’ın tarikât silsilesi önce Kutb’ûd-Dîn Haydar’a, ondan da Lokman Serhasî’ye ve oradan da Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî vasıtasıyla Hoca Ahmed Yesevî’ye bağlanmaktadır. Âşık Paşa tarihinde ise “Hacı Bektâş” Horasan’dan “Menteş” adındaki kardeşiyle beraber Sivas’a gelerek Baba İlyas Horasanî’ye mürid oldular. Bu intisaptan sonra Hacı Bektâş önce Kayseri’ye oradan da Kırşehri’ne geldi, sonra da Karacahöyüğe yerleşti. Buna göre Hoca Ahmed Yesevî müridlerinden olduğuna dâir rivayetin doğru olmadığı anlaşılıyor.[43]

Hacı Bektâş’ın yaşadığı devir ve şahsiyeti
Tezkire-i Eflâkî’ye göre “Hacı Bektâş” Rûm’da “Baba Resûl” derler bir Erin halifesiydi. Bektâş o yüzyılda mesnevîleri ve gazelleriyle bütün tasavvuf âleminde saygıyla anılan Mevlânâ Celâl’ed-Dîn-i Rûmî’ye bazı sualler sormak için müridi Baba İshâk Kefersudî’yi Konya’ya gönderdi. Şeyh İshâk Konya’da Mevlânâ’nın yanına vardığında onu zikr’üs-semâ’yla meşgul buldu. Mevlânâ ise keşf ve kerâmet yoluyla sorulara önceden vâkıf olduğundan daha Şeyh İshâk’ın sorularını sormasına fırsat tanımadan bir dörtlük şeklinde başka sorular yöneltmek suretiyle yanıt verdi. Şeyh İshâk kendisini, sualin ve mısraların zamirinde yatan amacın yanıtını almış addetmek suretiyle geri dönerek keyfiyeti Hacı Bektâş’a nakletti. Sultan Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd-ı Evvel’ın oğlu Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev-i Sâni devrinde yaşadığı anlaşılan Hacı Bektâş’ın Anadolu’da nüfuz sâhibi Şiî dâîlerden birisi olduğu anlaşılmaktadır. Selçuklu Sultanları arasındaysa Süleyman’dan başka Şiî olan bilinmemektedir. Bir başka rivayete göre ise bu “Şiîlik Hareketleri” Hacı Bektâş’ın şahsiyetinde değil de ona tâbi olanlara mahsustu. Şekayık’a göre Hacı Bektâş’ın Şeyh İshâk gibi diğer müridleri arasında da “Melâhide-i Bâtıniyye” i’tikadını paylaşan pek çok dervişler mevcuttu.[44]

Hacı Bektâş’ın yetiştirdiği halifeler
Hacı Bektâş Horasan’dan Anadolu’ya göç ettikten sonra Suluca Karahüyük’te otuz altı sene “Horasan Melametîliği kökenli On İki İmamcı Tasavvufî–Bâtınî İslâm” i’tikadını neşriyât ile meşgul oldu ve bu süre zarfında aralarında Cemâl Seyyid, Sarı İsmâil, Kolu açık Hâcim Sultan, Baba Resul, Birap Sultan, Recep Seyyid Sarı Kadı, Ali Baba, Burak Baba, Yahya Paşa, Sultan Bahâ’ed-Dîn, Atlaspuş ve Dost Hüda Hazreti Sâmet gibi meşhurların da bulunduğu tam otuz altı bin halife yetiştirdi. Ölümünün yaklaştığını hisseder hissetmez her birini bir memlekete yolladı. Bunların bazılarının hâllerini Velâyet-Nâme anlatmaktadır.[45] Hacı Bektâş’ın Horasan Melametîliği kökenli Bâtınîliğin Anadolu’daki neşri fa’aliyetleri tartışmasız hâyrete şâyan olmakla beraber bu meyândaki teşkilatlanmanın ana merkezinde Şücâ’ed-Dîn Ebû’l Bekâ Baba İlyas el-Horasanî bulunmaktaydı. Eflâkî’nin Baba Resul’ü Hacı Bektâş’ın şeyhi olarak göstermesine karşın Velâyet-Nâme tersini iddia etmektedir. Burak Baba’nın da Tokatlı olduğuna dair söylenti ile Hoylu olduğuna dâir ihtilâf da aynen buna benzemektedir. Velâyet-Nâme’nin nakilleri, Milâdî 1271 tarininde vefât ettiği bilinen Hacı Bektâş’ı Orhan Gazi devrinde sağ olarak göstermek gibi daha birçok yönden tenkit edilmeye açık kalan çelişkileri ihtivâ etmektedir.

Ayrıca bakınız: Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî, Bektâşîlik, Abdal Musa, Balım Sultan ve Kaygusuz Abdal
Anadolu’da fa’aliyet gösteren Bâtınîler
Anadolu’da Alevî, Bektâşî, Kızılbaş, Dazalak, Hurûfî, Rum abdalları, Kalenderîler, Melâmiye, Haydariye, Câmiye, Şemsiye, Edhemiye gibi Bâtınî kolları birbirleri ardından ortaya çıktıkları gibi bütün bu çeşitli yolların dinî hükümlerdeki ihtilâflarına rağmen kendi aralarında “Bâtınîlik” konusunda ortak bir zeminde birleşmekteydiler. Taşıdıkları Bâtınî akideler ise hep Mısır Fâtımî dâîleri ile Suriye Bâtınilerinin telkinlerini ihtiva etmekteydi.

Ayrıca bakınız: Kalenderîlik, Hurûfîlik, Bektâşîlik, Nusayrîlik ve Haşhaşilik
Anadolu’da Bektâşî nüfuzu
Çeşitli Türk kabileleri Anadolu’ya göç etmeğe başladıklarında özellikle de Anadolu Selçukluları’nın en debdebeli devri olan Büyük Âlâ’ed-Dîn Key-Kûbâd’ın iktidarına rast gelen zaman dilimi içerisinde Anadolu’da Şiîlik bir hâyli ilerlemiş ve İkinci Gıyas’ed-Dîn Key-Hüsrev’in saltanatının başlangıcında Babâîler İhtilâli patlak vermiş ve Hacı Bektâş da bu arada çok kuvvetli nüfuz sahibi bir şahsiyet olarak ortaya çıkmıştı. Vilâyetnâme’ye göre Sultan Âlâ’ed-Dîn bile, Şamanî Türkler’in İslâmiyet’e girmelerine bir vesile olan Hacı Bektaş’ın hâlifesi “Kara Donlu Can Baba” dolayısıyla hünkâra karşı derin bir hürmet beslemekteydi. Hacı Bektâş’ın yurt edindiği Kırşehir yolu Dulgadır Türkmenleri’nin arasından geçmekteydi. Bu nedenle Halep, Adana ve havalisinde yaşayan Türkmenler arasında hünkârın adı saygıyla anılmaktaydı. Akşehir’deki “Mahmud Hayranî” ile Sivrihisar’da yaşayan “Yunus Emre” de hünkâra âhid verenler arasındaydı. Ahlat’ta da Hoylu Burak Baba’nın müridlerinden “Baba Emîrci” bulunuyordu. O devirlerde Anadolu’daki Bektâşî nüfuzunun en hâkim bulunduğu yerler arasında Ankara, Sivas, Konya, Kayseri, Kırşehir ve güneye doğru yayılmış olan Türkmen Aşîretleri’nin yerleşmiş oldukları vilâyetlerdi.[46]

Ayrıca bakınız: I. Alaeddin Keykubad, II. Gıyaseddin Keyhüsrev, Anadolu Selçukluları, Hacı Bektaş Veli ve Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî
Âhilik ve Alevîlik
Anadolu Selçukluları dönemi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sürecinde “Âhilik” Anadolu’daki sosyal yaşantının gelişmesine çok önemli katkılarda bulunmuştur. Kendi kural ve kurullarına sahip, günümüz esnaf odalarına benzer bir işlevi olan “Âhilik Teşkilatı” iyi ahlâkın, doğruluğun, kardeşliğin, yardım severliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir. Âhiler’in reisi olan ve Kırşehir’de yaşayan Ahi Evran’nın Hacı Bektâş Veli ile de dostlukları vardı. Sivas’taki Âhiler çok geniş bir teşkilâta sahip oldukları gibi Babâîler ile de sıkı münasebetlerde bulunuyorlardı. Bayburt’taki Âhiler’in başkanlığına ise “Âhi Emîr Ahmed Bayburdî” getirilmişti.

Ayrıca bakınız: Ahi Evran ve Âhiler
Karamanlılar devrinde Anadolu’da Bektâşî fa’aliyetleri
Anadolu Selçukluları’nın yıkılmasından sonra ise Karaman Oğlu Mahmud Bey’in Konya’ya hâkim olması üzerine, o devre kadar devletin resmî dili olan Farsçayı yasaklayarak Türkçenin konuşulmasını emretti. Bu karar en fazla Bâtınî-Şiî babaların amaçlarına yardımcı oldu. Oba ve yaylâlarda yaşayan ve kentleşememiş olan Türk aşîretleri ve bütün Türkmenler kendilerine öz dilleriyle hitap eden bu Şîʿa-i Bâtın’îyye Babalarına candan gönül vererek kuvvetle bağlandılar.

Ayrıca bakınız: Karamanoğulları Beyliği
Germiyanlılar devrinde Batı Anadolu’da Bektâşî fa’aliyetleri
Bu bölgede Bektâşîliğin yayılması maksadıyla Hacı Bektaş’ın halifelerinin üçüncüsü olan Hâcim Sultan memur tâyin edilmişti. Kermeyan Beyi Uşak civarında “Susuz Köyü” yurt olarak Hâcim Sultan’a vermişti. Daha Hacı Bektaş hayâttayken Bektaşîlik Batı Anadolu’ya yayılmıştı. Hattâ onun mânevî himmetiyle Batı Anadolu fethedilmişti. Germeyan Bey’in yönetimi altındaki ordu Kütahya, Tavşanlı, Altuntaş, “Kermeyan Kalesi” diye meşhur olan kaleyi, Denizli, Uşak, Sandıklı ve Işıklı’yı aldı. Kermeyan Vilâyetinde kışlak ve yaylâk tutan “Akkoyunlu Aşîreti” baştanbaşa Hacı Bektaş’ın halifesi olan Hâcim Sultan’a intisap etmişlerdi.[47] Germeyan Bey fethettiği memleketlere “Bey” oldu. Akdeniz sahillerine de önemli bir askerî kıt’a sevk etti. Ayrıca, Balıkesir, Edremit ve çevresini fethetti.

Ayrıca bakınız: Germiyanoğulları Beyliği
İlhanlılar devrinde Alevîler
Ana maddeler: Moğollar, İlhanlılar ve İlhanlılar devrinde Alevîler
H. 656 / M. 1258 yılında Bağdad Abbâsîleri’nin çökmesi sonucu Mısır’a kaçmayı başaran ayni aileden “Mûstensir bil-Lâh Ahmed bin Zâhir” Mısır hükümdarı “Melik Zâhir” (Baybars) tarafından M. 1261 tarihinde hilâfete geçirildi. Bu durum “Alevîler” tarafından eskiden kendilerine ait olan Fâtımî hilâfet makâmının gasp edilmesi olarak algılandı. Fâtımî halifelerinin yeniden canlandırılması ve Mısır’ın gelecekteki siyâsî güvenliğinin teminat altına alınmasına yönelik bir tedbir mahiyetinde olan bu hareket, yeni Mısır Abbâsî hâlifesinin konumunu da Mısır hükümdarının yanında bir tekke şeyhinden fazla bir nüfuza sahip olamayan bir kukla durumuna indirgiyordu. Durumun kendi aleyhlerine vahim bir şekilde geliştiğini çabuk kavrayan Alevîler olanca güçlerini Moğol Kaanları’nın teveccühünü kazanmak için sarfetmeğe başladılar.

Büyük Moğol istilâsının başladığı devirlerde Bâtın’îyye, Zeyd’îyye, İmâm’îyye, İsnaʿAşer’îyye ve Ghulat-i Şîʿa’dan müteşekkil fırkalar Mısır, Şam, Irak, Arap ve Acem, Azerbaycan, Fâris ve Horasan ülkelerine yayılmışlardı. Cengiz Orduları’nın Harezm ülkelerine doğru hareket etmeğe başladıklarındaysa bu mezheplerin mensupları da Cengiz Orduları’nın önünden kaçarak Orta Asya’dan batıya doğru göç etmek zorunda kalmışlardı.

Alevî tekkelerin hükûmetler üzerindeki itibârları
İmamiyye’nin ulularından addedilen “Seyyid Kıvâm’ed-Dîn Mer’aşî”, Şiîliğin en kuvvetli câzibe merkezi olarak hizmet veren ve Horasan kıt’asının merkezî konumunda bulunan Âmûl kentindeki tekkesinden, bütün “Şîʿa-i Bâtınî’yye” hareketlerini denetim altında tutmaktaydı. Bu devirde Horasan Valisi olan “Efrasiyab” da derviş elbisesi giyerek Seyyid Kıvâm’ed-Dîn Mer’aşî’ye intisap edenler arasında yer almıştı. Fakat daha sonra Seyyid Kıvâm’ed-Dîn’in yükselen şöhreti karşısında kaygılanan öteki Âmûl âlimleriyle ittifak kurarak neyfedilmek üzere Kıvâm’ed-Dîn’i hapsettirdi. O gece Efrasiyab’ın veliâhtı Seyf’ed-Dîn’in aniden vefat etmesi halkın Seyyid hakkındaki i’tikatlarının daha da kuvvetlenmesine sebep oldu. Halk zindana hücum ederek Seyyid Kıvâm’ed-Dîn’i oradan kurtarıp başlar üzerinde taşıyarak “Rabo” köyündeki tekkesine getirdiler. H. 730 / M. 1330 tarihinde ise Kıvâm’ed-Dîn’nin üzerine Efrasiyab komutasında hücuma kalkan “kuvayi te’dibiye” de ağır bir yenilgiye uğradı. Bu müsademede Efrasiyab ile birlikte bulunan üç oğlu da Seyyid’in müridleri tarafından öldürüldü. Üç yüz dervişiyle birlikte Mazenderan dağlarının en sarp yerlerine çekilen “Seyyid Kıvâm’ed-Dîn Mer’aşî” o yörelerin mutlak hâkimi oldu.[48]

Olcaytu’dan sonraki dönemde Alevîlik
Nezarî ve Kuhistanî gibi Şîʿa-i Bâtıniye dâîleri ise Moğollar’ın aldıkları bu ağır yenilgiden hiç de müteessir olmayıp, bilâkis olanca güçleriyle Kuhistan ve Kom gibi koyu Bâtınî merkezlerinde fa’aliyet ve neşriyâtlarına olanca güçleriyle devam ettiler.[49] Şirâzlı Kadı’ûl-Kazat Muhabb’ed-Dîn Ebû İbrahim Temimî’nin sarfettiği tüm çabalara rağmen Faris vilâyeti ahalisi “Şîʿa-i Bâtıniye” mezhebine girmişlerdi.[50] Olcaytu’nun vefatından sonra tahta oturan İlhanlı hükümdârı Ebû Said Bahâdir Han’ın sünnîleri himâye etmesi neticesi devrin meşhur sufîlerinden Alâ’ed-Devle Semnanî ile Abd’ûr-Razzak Kâşî’nin zâviyeleri epey alâka ve ehemmiyet görmeğe başlamıştı.[51] Maverâünnehir’de bir yüzyıldan daha uzun süren buhranların sebepleri arasında “Sultan Ebû Said Bahâdir” iktidarının yetersizliği ve Şiî dâîlerle girişmiş olduğu mücadeleler başta gelmekteydi.[52] Ebû Said Bahâdir Han’ın H. 736 / M. 1336 tarihinde vefatı üzerine Hulâgû’nun erkek evlâdından gelen soyu da böylece tamamen kurumuş oldu. Ebû Said’in vefâtını müteakip ortaya bazı küçük devletçikler ortaya çıktı. Bu yeni “Emaretler” arasında en fazla göze çarpan iki hükûmetten birisi “Emîr Çoban” diğeri ise “İlkâniyan” adını alan Celâyiroğulları’ndan “Emîr Hasan” sülâlesiydi. Muzafferîler de, Serbedârlar da siyâsi birer oluşum yarattıktan sonra Timur’un ortaya çıkmasıyla yok olup gittiler.[53]

Ayrıca bakınız: Ebu Said Bahadır, Çobanoğulları, Celayirîler, Serbedâriler ve Muzafferiler
Serbedârlar devrinde Alevîlik
Serbedârlar tarafından sürekli olarak desteklenen ve himaye edilen Şia-i Bâtıniye mezhebi bu sayede yaptığı hamlelerle yeniden hayât bulmağa uğraşmaktaydı. Serbedârlar hükûmeti Horasan’da meşhur Ebû Bekir Beyhakî’nin de memleketi olan Beyhak kasabasına bağlı “Şîʿa-i Bâtıniye” mezhebinin en yaygın olduğu “Paştin” köyünde doğan Abd’ûr-Razzak adında bir kişi tarafından kurulmuştu.[54][55] Şeyh Cevrî’nin hâlifesi Emîr Seyyid İzz’ed-Dîn Suğundî’nin nâkibi olan “Seyyid Kıvâm’ed-Dîn” daha İlhanlılar devrinde “Mazenderan” ve “Sari” yörelerinde şiddetli Şiî propagandalarını başlatmış bulunmaktaydı. Bu devirde Horasan’da hiç eksik olmayan isyânların başında mutlaka bir şeyh ya da Şia-i Bâtıniye tarafından idare edilmekte olan bir zâviye bulunmaktaydı. H. 737 / M. 1337 yılında Serbedârlar Hükûmeti’nin kurucusu olan Abd’ûr-Razzak’ın kardeşi Vecd’ed-Dîn’in de aralarında yer aldığı çok mühim kuvvetlerle Tus şehrinin üzerine yürüyen Hasan Cevrî müridlerinden “Derviş Aziz” tarafından Horasan’da büyük bir ihtilâl çıkartıldı. Türkistan, Belh, Tirmiz, Herat, Hâf, Khûhistan, Kerman, Meşhed, Nişapur gibi büyük şehirlerin tamamı Hasan Cevrî müridlerinin denetimi altına alındı.

Ayrıca bakınız: Serbedâriler
Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Alevîler
Ana madde: Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Alevîler
Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde Osman Gazi’nin kayınpederi “Şeyh Edebali” ile Yıldırım Bayezid’in eniştesi “Emîr Şems’ed-Dîn-i Buharî” tarafından, Kirmastı’da meşhur “Geyikli Baba”, Antalya Elmalı’da “Abdal Mûsâ” ve Eskişehir Karacahisar’da “Kumral Baba” gibi daha birçok “Şia-i Bâtın’îyye” dâîleri adına zâviyeler yaptırılarak bunlara büyük vakıflar bağlanmıştı. Kazdağı yamaçlarında yaşayan Yürükler’in haraç rüsumları “Emîr-i Buharî Zâviyesi”ne tahsis edilmişti.[56][57] İkinci Murad’ın ise her şehirde muakkak bir tekke yaptırdığı ve Üçüncü Murad Han’ın ise tasavvufî şiirleriyle Osmanlı Padişahları arasında ayrıcalıklı bir mevkiye sahib olduğu bilinmektedir. Fatih’in ûlema ve şeyhlere verdiği önemi ise Mevlânâ Câmî’ye gönderdiği paralardan ve Maverâünnehre bulunduğu ihsanlardan anlaşılmaktadır. Fatih, Hoca ÛbeydʿAllâh-ı Ahrar’ın halifelerinden Şeyh’ûl-İlâhî Semâvî’yi de Edremit’ten alıp İstanbul’a getirtmişti. Ayrıca, Sadr’ed-Dîn Kunevî’nin “Cem’ûl-Gayb” isimli meşhur eserini şerhettirmiş ve İstanbul Zeyrek yokuşunda adına bir de zâviyye inşâ ettirmişti. Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Veli’yyûl Horasanî’ye göre Batı Anadolu’nun fütuhatı Hacı Bektâş’ın hâlifeleri sayesinde gerçekleştirimiş olup, Osman Gazi’de Hünkâr’dan nâsip alanlar arasındandır.[51][58][59][60]

Ayrıca bakınız: Şeyh Edebali, Hacı Bektaş Veli, Osman Gazi, Velâyet-nâme-i Hacı Bektâş-ı Velî ve Abdal Musa
Timur’un Anadolu’yu istilâ ettiği dönemde Alevîler
Ana maddeler: Timur, Timur İmparatorluğu ve Anadolu’nun Timur istilâsı döneminde Alevîler
Timur’un Anadolu’daki Şiî-Alevî Türk aşîretlerini Tûran’a tehciri
Timur’un Ankara Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nu mağlûp etmesi neticesi buralara iskân edilmiş olanTürk aşîretleri Timur’un oğlu “Mirza Cihan Muhammed” ve ümeradan “Şeyh Nur’ed-Dîn” tarafından kuşatıldılar. Timur, “Sizi asıl vatanınız olan Tûran’a geri götüreceğim”, dedi. “Mihan Hicreti” esnasında Câ’ber Kalesi’nde Kayı Han’lılarla beraber “Yurger”, “Koson”, “Kış Timur”, “Varsak”, “Kara İsâ”, “Arez”, “Gündüz” adındaki Ertuğrul Bey’den ayrılmış olan aşîret beyleri Çukurova’da yurt edinmişlerdi. Selçuklular’ın ilk Anadolu istilâlarıyla yürüyen ve iki yüz seneden daha uzun bir süredir buralarda yaşamakta olan “Varsak”, “Ulus”, “İbramyialı”, “Kılaz” ve “Kubaş” gibi daha birçok kabileler büyük telâşa kapıldılar. İçlerinde Timur’un bu önerisini kabul etmeyen aşîretler, cebren Tûran’a göç etmeye zorlandılar. Bu tehcirden kaçmaya muvaffak olanalar ise Uç Anadolu’ya doğru ilerlediler. Timur Kütahya’dan otağını Gürcistan’a taşıyana dek de yerlerini hiç değiştirmediler.[61]

Timur’un tehcire tâbi tuttuğu Alevî aşîretlerin yurtlarına geri dönmeleri
H. 807 / M. 1405 yılında Timur’un vefât etmesi üzerine Türkistan’a nakledilmiş olan Alevîler de Harezm’e geldiler. İki yıldan daha uzun bir süre bu muhitlerde kaldıktan sonra ise döne dolaşa Osmanlı topraklarına geri geldiler. Oralarda konup göçleri enasında binbir türlü değişik akidelerin etkisi altında kaldılar. Selçuklular devrinden beri süregelen Şiîlik telkinlerinin tesirleriyle pürüzleşmiş olan âkideleri Harezm ülkesinde kaldıkları zaman zarfı içinde tamamıyla bu mezhebin nüfuzu altına girmeleriyle en son hâlini aldı. Dokuzuncu Hicrî asırda, Harezm’den Anadolu’ya geri dönen bu aşîretlerin yerleştikleri muhitlerde “Şîʿa-i Bâtın’îyye Babaları” bir hâyli nüfuza sâhip bulunuyorlardı.

Kaynakça
^ Not 1: Tarihî süreç içerisinde çeşitli tarikât ve mezheplere olan yakınlığı açısından aşağıdaki yelpaze içerisinde göreceli olarak konumlandırılabilir:
Şîʿa-i Muhlîsîn: Sünnîler ve Zeydîler
Şîʿa-i Ulâ (Ehl-i Sünnet vel Cemaat):
Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik ve Hanbelîlik
Şâfiî Mezhebi’nden ayrılan “Zâhîrîler”:
“İmâm Dâvud-u Zâhîrî” ve “İmâm Ebû Muhammed İbn-i Hazm el-Endülüsî”
Hanbelî Mezhebi’nden çıkan “Selef-i Sâlihîn”:
“Takiy’ûd-Dîn İbn-i Teymiyye”
Ghulat Selef’îyyûn: Vehhabilik
Zeydîlik: Betr’îyye/Sâlih’îyye, Cerîr’îyye/Süleyman’îyye, Yemen Zeydiyyesi (Kâsım’îyye, Hadâv’îyye, Muhteria, Mutarrif’îyye) ve Alavîler (Nâsır’îyye, Kâsım’îyye)
Ghulat Zeydiyye: Cârûd’îyye, Nâim’îyye ve Ya’kûb’îyye
Haricîler: Ezarikâ, Sufr’îyye, Necedât, Acâride ve İbâz’îyye
Ghulat Haricîlik: Yezîd’îyye ve Meymûn’îyye
Ghulat Şîʿa: Sebe’îyye, Keysân’îyye (Muhtâr’îyye/Keysân’îyyet-ûl-Hullas, Hâşim’îyye (Harb’îyye, Muâv’îyye/Cennâh’îyye (Hâris’îyye), Beyân’îyye), Râvend’îyye (Rizâm’îyye (Ebu Müslim’îyye (Sinbâd’îyye, Berkûk’îyye, Havâl’îyye), Muhammira (Mukannaʿîyye, Hürremdîn’îyye (Bâbek’îyye, Mazyâr’îyye, Kızılbaşlar), Kûl’îyye), İshâk et-Türk’îyye), Riyâh’îyye), Kebr’îyye), Hattâb’îyye, Bezîg’îyye, ve Hattâb’îyyet-ûl Mutlâka
Şîʿa-i Bâtın’îyye (İbn-i Meymûn): Hallâc’îyye, Hulûl’îyye, Alevîler (Tasavvufî-Bâtınîler), Hulmân’îyye ve Karmatîler (Ebû Saʿid’îyye, Cennâb’îyye)
Ghulat Bâtıniyye: Hâkim’îyye (Dürzîler) ve Sabbah’îyye (Elemûtlar)
İmamiye Şiası: Bâtınî İsmâilîyye ve İsnaaşeriyye
İmamiye-i Seb’îyye (İsmâilîlik)/Yedicilik: El-İsmâʿîliyyet’ûl-Hâlisa (Yediciler), Mustâlîlik ve Nizarî İsmailîlik
İmamiye-i İsnâ‘aşer’îyye/Onikicilik: Alevîlik ve Câferîlik (Ahbâr’îyye, Usûl’îyye)
Ghulat İmamiyye: Mûgır’îyye, Mansûr’îyye, Azâkıra, Albâ’îyeyye (Ulyâ’îyye), Zemm’îyye, Ayn’îyye, Mim’îyye, Sîn’îyye, Muhammise, Şûray’îyye, Gurâb’îyye, Zübâb’îyye ve Nusayr’îyye
Mu’tezile: Vâsıl’îyye, Huzeyl’îyye, Nazzâm’îyye, Hâitı’îyye, Bişr’îyye, Mâ’mer’îyye, Muzdâr’îyye, Sumâm’îyye, Hişâm’îyye, Câhiz’ıyye, Hayât’ıyye, Cûbbâ’îyye ve Befşem’îyye
Ghulat Mu’tezile: Hâbit’îyye ve Hımâr’îyye
Şemân’îyye’den İslâmiyet’e bağlananlar: Babâîlik (Vefâ’îyye, İlyâs’îyye (Lokman Baba (Haydarîlik (Bektâş’îyye – Hacı Bektâş (Dedebabalık – Balım Sultan))), Aybek Baba (İshâk’îyye, Burak’îyyûn), Behlül Baba, Sarı Saltık Baba), Kızılbaşlık)
İslâmiyet’ten çıkan Dinler: Haşhaşilik, Nusayrîlik, Dürzîlik, Hurûfîlik, Nûktâvîlik (Noktacılık), Şeyhîlik (Ahisâ’îyye), Bâbîlik, Bahâîlik ve Ahmedîlik
İslâmiyet ile hiçbir zaman alâkalı olmayanlar: Yarsanilik, Yezîdîlik, Zerdüştlük, Zurvanizm, Mazdekçilik, Mani dini, Sâbiîlik, Budizm, Işıkçılık ve Nebatiler
Kaynaklar:

  1. Mustafa Öz, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar, İstanbul, 2011.
  2. Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları, Kanaat Kitabevi, Ahmed Said tab’ı, Hilmi Ziyâ neşriyâtı, 1940.
    ^ Jurdi Abisaab, Converting Persia: Religion and Power in the Safavid Empire, London, 2004.
    ^ Tahir Harimî, Naklî İlimler Tarihi – Kelâm Tarihi.
    ^ M. Şerafeddin, Mazîden Âtiye, 1933.
    ^ Professör Fuad Köprülü, Türk Tarihinde İlk Mutasavvıflar.
    ^ Hilmi Ziyâ, Mihrap mecmuaları – Anadolu’da dinî ruhiyât müşahedeleri, 1923.
    ^ Massignon, Louis, Essai sur la lexique du mystique musulmane.
    ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin menşe’ ve akideleri, Sayfa: 231, Ahmet Sait baskısı.
    ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Türkler arasında İslâmiyet’in intişarı ve Şiîlik cereyanları: İlm’û-Cifr’in icâdı, Sayfa: 42, Kanaat Yayınları, Ahmet Sait baskısı, 1940.
    ^ Öz, Mustafa, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü, Ensar Yayıncılık, İstanbul, 2011. [Muhammed bin İsmâ‘il bin Câ’fer’in eğitmeni olan kişinin adıdır. Daha sonra oluşan Bâtınîlik Mezhebi’nin i’tikadî ilkelerini tespit etmiştir.]
    ^ Öztürk, Yaşar Nuri, En-el Hak İsyanı – Hallâc-ı Mansûr (Darağacında Miraç), Cilt 1, Sayfa 61, Yeni Boyut, 2011. [Bâtınîliğin kurucusu olan Muhammed bin İsmâ‘il’in gizli kod adı olan bu isim aynı zamanda pek çok kişi için de kullanılmıştır.]
    ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Şîʿa-i Bâtın’îyye’nin menşe’ ve akideleri, Sayfa: 233, Ahmet Sait tab’ı.
    ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Zâlimlere isyânı imân ve ibâdetin esâsı olarak tanıttı: “Bedir” sembolünden rahatsız olanlar, Sahife 158-161, İnkılâp, İstanbul, 2010.
    ^ Belâzür, Ensâbû’l-Eşrâf, Sahife 344-369.
    ^ İbni Esir, Cilt: 5, Sayfa: 24.
    ^ Hıttat-ı Markizî, Cilt: 2, Sayfa: 492.
    ^ Jorji Zeydan, Medeniyet-i İslâm’îyye Tarihi, Zeki Magemez tercümesi.
    ^ Fetâvâ-yi Gıyasiye.
    ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Kur’an’ın tercümesiyle namaz kılınabileceğine fetvâ verdi: Ne dediğini anlamadan okumak Şeytan aldatmacasıdır, Sahife 104 ve 108, İnkılâp, İstanbul, 2010.
    ^ a b Balcıoğlu, Tahir Harimî, Mezhep Cereyanları – Alevîler’in mühim fa’aliyete geçmeleri ve Türkistan’a Alevî dâîlerinin yayılmaları, Sayfa 50, Hilmi Ziyâ Neşriyâtı, Ahmet Sait Tab’ı, 1940.
    ^ Sahayîf’ûl-İhbâr, Cilt 2, Sahife 410.
    ^ Ebû Zekeriya Muhammed Kazvinî, Mehas’ûl-Belden. [Orhan Kütüphanesi’ndeki yazma nüsha, Bursa].
    ^ Sahaif’ûl-Ahbar, Cilt 2, Sayfa 391.
    ^ Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi, Cilt 1, Sayfa 422.
    ^ Abdülkerim Şehristanî, Kitâb’ûl-Milel ve’n-Nihâl.
    ^ Brown, İran Edebiyat Tarihi.
    ^ Manichéisme: Eski Mazdeist, Babil ve Hristiyan i’tikatlarını birleştiren düalist bir mezhep.
    ^ Abdülkerim Şehristanî, Milel-û Nihal. (Ali İlâhîleri anlatırken, göğün gürlemesinin Ali bin Ebu Talib’in sesi, yıldırımlarınsa onun kamçısı olduğuna inanıldığını nakletmektedir. Ali’de ulûhiyet bulunduğunu iddia eden delillerden biri de onun Hayber Kalesi’nin kapılarını kimsenin yardımı olmadan koparıp atmasıdır.)
    ^ Reşehat-ı Ayn-ûl’Hayât, (ʿAbd Allâh ibn-î Seba’ tarafından kurulan bir başka ghulat fırkanın i’tikadı içinde ise Ali’nin tam ulûhiyetiyle beraber Şehristanî’nin nakillerinden başka, göğün gürlediği anda bunların “Ve Aleyk-üs Selâm Ya Eyyüh-el’Emîr” dedikleri de kaydedilmektedir. Ali’nin tam ulûhiyeti çeşitli biçimlerde bütün Şîʿa kollarında mevcuttur.)
    ^ Tefsir-î Keşşaf, Cilt: 1, Sayfa 1361.[Âl-î İmrân sûresinin yedinci âyetinde bu te’vilâta dair beyânat vardır. (Âl-î İmrân sûresinin yedinci âyeti: Sana bu muazzam kitâbı indiren O’dur. Onda Kitâb’ın temelini oluşturan kesin anlamlı (muhkem) âyetler vardır, diğer bir takımları da müteşâbihattır (çeşitli anlamları olanlardır). Ama kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve te’vilini aramak (kendi keyiflerine göre yorumlamak) için sadece onun müteşâbih (çeşitli anlamlı) olan âyetlerinin ardına düşerler. Hâlbuki onların gerçek yorumunu (te’vilâtını) ancak Allah bilir. İlîmde rusûhu (derinleşmiş) olanlar da: “Âmennâ, biz ona imân ettik, hepsi Rabbimizin indindendir (katındandır),” derler. Gelgelelim, bunları ancak akıl sâhiplerinden başkası düşünemez.)]
    ^ Sahaif’ûl-Âhbar, Cilt 2, Sayfa 675.
    ^ Mollâ Câmî, Nefehât’ûl-Üns. (Nefehât tercemesinde: İslâm rüpkasını boyunlarından çıkarıp atmış olan şol tâife ki, zamanımızda Kalenderîlik adiyle malûm olmuşlardır, bu add’olunan evsaftan hâlidirler ve bu isim onlara âriyettir. Anlara “Heşevîye” derlerse muvafıktır. “Melâmiye” için da’vayı ihlâs ederler ve izhârı fısk ve fücurda mübalâğa kılurlar”, diye yazmaktadır.)
    ^ Celâl’ed-Dîn Süyûti, Câmi’ûs-Sagir.
    ^ İbn-i Asâkir.
    ^ Nûr’ûl-Hüdâ.
    ^ Tezkire-î Eflâkî. [Selim Ağa Kütüphanesi, Üsküdâr-İstanbul, Farsça yazma nüsha].
    ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Yedinci ve Sekizinci Hicret asırlarında Anadolu’da Şiîlik, Sayfa 161, Ahmet Said Baskısı, 1940.
    ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk tarihinde mezhep cereyanları – Şia-i Bâtın’îyye’nin Moğol ve Türk aşîretleri arasındaki telkinleri, Sayfa 87, Ahmet Said Baskısı, 1940.
    ^ Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Veli’yyûl Horasanî
    ^ İbn-i Bibi.
    ^ Hüseyin Hüsamettin Efendi, Amas’ya Tarihi, Cilt 2, Sayfa 359.
    ^ Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi, Cilt 1, Sayfa 29.
    ^ Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Sayfa 75. (Kutb’ûd-Dîn Haydar’ın vefât tarihinin M. 1222, Hacı Bektâş’ın ise doğum tarininin M. 1209 olduğu göz önüne alınacak olunursa Kutb’ûd-Dîn Haydar’ın vefâtında Hacı Bektâş henüz on üç yaşındaydı. Daha evvel müridi olması halinde bu rivâyetin mümkün aksi takdirde ise zayıf olduğu aşikârdır.)
    ^ İbn-i Hallikân Kenarı, Şekayık.
    ^ Balcıoğlu, Tahir Harimî, Mezhep cereyanları – Hacı Bektâş 36 bin halife yetiştirdi, Sayfa 184, Ahmed Said tab’ı, Hilmi Ziyâ neşriyâtı, 1940.
    ^ Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Veli’yyûl Horasanî
    ^ Hâcim Sultan Vilâyetnâmesi
    ^ Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi, Cilt 4, Sayfa 22. (Seyyid Zâhir’ed-Dîn’in Taberistan tarihinden naklen.)
    ^ Tezkire-i Devlet-Şâh, Sayfa 64.
    ^ Tabâkât-ı Süpkî, [Kütüphane-i Umumî, yazma nüsha, No: 956].
    ^ a b Mevlânâ Câmî, Nefeat’ûl-Üns.
    ^ Hâfız Ebrû, Zübdet’ût-Tevârih.
    ^ Düvel’il-İslâmiyye, İngilizceden tercüme eden Hâlil Edhem, Sayfa 356.
    ^ Sahâif’ûl-İhbâr, Cilt 3, Sayfa 16.
    ^ Ravzat’ûl-Saffaç, Cilt 5, Sayfa 243.
    ^ Edremit kazasının Mülga Mehâkimî Şer’îyye Sicilleri.
    ^ Tahir Harimî, Tarihte Edremit Şehri.
    ^ Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Veli’yyûl Horasanî.
    ^ Siret Celâl’ed-Dîn-i Menkûbernî.
    ^ Necip Asım, Türk Tarihi.
    ^ Müneccim Başı, Cilt 3, Sayfa 314.
    Bibliografya
    Arnol’d, İntişarı İslâm Tarihi, Profesör Halil Hâlid tercümesi.
    Asım, Necip, Türk Tarihi.
    Aynî, Bedr’ed-Dîn Mahmud, İkd’ûl-Cûmman.
    Aynî, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi,
    Balcıoğlu, Tahir Harimî, Türk Târihinde Mezhep Cereyanları.
    Barthold, W., İslâm Medeniyeti Tarihi, Professör Dr. Fuad Köprülü’nün Geniş, izah, düzeltme ve ilâvelerle tercümesi.
    Brown, İran Edebiyât Tarihi.
    Câhiz, Kitâb’ûl-Beyân ve’t-Tebyin.
    –, Kitâb Fezâil’ül-Etrak.
    Câmî, Mevlânâ, Nefeat’ûl-Üns.
    Christensen, Arthur, La regne du roi Kawadh I et le communisme Mazdakite.
    Cüveynî, Alâ’ed-Dîn, Cihân-Kûşâ.
    Ebrû, Hâfız, Zübdet’ût-Tevârih.
    Ebû Zehra, Muhammed, İslâm’da Siyâsî ve İ’tikadî Mezhepler Tarihi, Ethem Ruhi Fığlalı ve Osman Eskicioğlu tercümesi.
    –, Mezhepler Tarihi, İsmâil Dağ tercümesi.
    El-Birûnî, Ebu Reyhan Muhammed bin Ahmed, El-Âsâr’ûl-Bakiye an-Kurun’il-Hâliye.
    Gök Alp, Ziya, Eski Türkler’de din, Dar’ül-Fünun Edebiyat Fakültesi mecmuaları.
    Gölpınarlı, Abd’ûl-Bâkî, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikâtlar.
    Hâsırî, İkd’ûl-Ferîd Hâşiyesi.
    Handmir, Gıyâs’ed-Dîn, Habib’üs-Sîyer.
    Harimî, Tahir, Naklî İlimler Tarihi.
    –, Tarihî Hikmette Sofîyûn.
    –, Târihte Edremit Şehri.
    Hayrullah Efendi, Hayrullah Efendi Tarihi.
    Hilmi Ziyâ, Mihrap mecmuaları – Anadolu’da dinî ruhiyât müşahedeleri.
    Hüseyin Hüsamettin Efendi, Amas’ya Tarihi.
    İbn-i Arab Şâh, Acâib’ûl-Makdur.
    İbn-i Hacer, Dürer’ûl-Kâmine.
    –, Enbe’ül-Gumur.
    İbn-i Hâldun, Mukaddime.
    İbn-i Şahne, Ravzât’ûl-Menazır.
    İbn-i Tikteka, Kitâb’ûl-Fahri.
    İshak Efendi, Kâşif’ül-Esrâr.
    Kaşânî, Ebû-l’Kâsım Abd’Allâh, Olcaytu Tarihi.
    Kenarı, İbn-i Hallikân, Şekayık.
    Khârezmî, Muhammed bin Ahmed, Mefatîh’ûl-Ulûm.
    Köprülü, Fuad, Türk Tarihinde İlk Mutasavvıflar.
    Massignon, Louis, Essai sur la lexique du mystique musulmane.
    Mes’ûdî, Ali, Mûruc’ûz-Zeheb.
    –, Kitâb’ût-Tenbih ve’l İşrâf.
    Muhsin Fanî, Mûbid, Tuhfe-i İsnâ Aşer’îye.
    Muvaffık el-Mekkî, Menâkıb.
    Öz, Mustafa, Mezhepler Tarihi ve Terimleri Sözlüğü.
    Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam – Savunması Şehid bir önder için Apolocya.
    –, En-el Hak İsyanı – Hallâc-ı Mansûr (Darağacında Miraç).
    Reşidî, Fazl’ûl-Lâh, Câmi’ût-Tevârih.
    Sıbt İbn’ûl Cezvî, Mir’at-ûz-Zaman.
    Suver’ûl-Ekalîm, İbn-i Nedim, Fihrist.
    Süyûtî, Celâl’ed-Dîn, Tarih’ûl-Hulefâ.
    Şehristanî, Muhammed, Kitâb’ûl-Milel ve’n-Nihâl.
    Şerafeddin, M., Pamir İsmâ‘ilîleri, İlâhiyat Fakültesi Mecmuası.
    Yakût’ûl-Hamavî, Ebû Abd’ûl-Lâh, Mû’cem’ûl-Büldan.
    Zeydan, Jorji, Medeniyet-i İslâm’îyye Tarihi, Zeki Magemez tercümesi.

Alevilik nedir? AABF İNANÇ KURULU


Alevilik; Allah, Muhammed, Ali kutsallığını kalbinde taşıyan, Hz.Ali’nin adaletinden ayrılmayan, temelinde insan sevgisi bulunan, her dine, mezhebe, inanca saygı duyan ve hoşgörüyle bakan, dil, din, ırk, renk farkı gözetmeyen, eline, beline, diline sahip olma ilkelerini şart koşan ve bunu muhasiplik kurumu ile gerçekleştiren, gelmek isteyen inançlı insanları çatısı altına alarak manevi ihtiyaçlarını gideren, insanları yaşadıkları toplumda kendi istekleriyle kendi kendilerini yargılamalarını sağlayan, eşitlikçi, katılımcı, paylaşımcı düşünceyi savunan, şeriatın bağnaz kurallarına bağlı olmayan ve onu reddeden, İslam dinini kendine göre – Sünni inancının dışında – yorumlayan; asıl doğruluk, kemali dostluk, cevheri merhamet, görüşü eşitlik, hazinesi bilgi, meyvesi sevgi hamuruyla yoğrulmuş, insan-ı kamil yani erdemli insan yaratmayı öngören, korkuyu aşıp sevgiyle Tanrıya yönelen, En-el Hak ile insanın özünde tartıyı gören, yaradan ile yaradılan ikiliğinden Vahdet-i Vücut’a (Varlık Birliği) varan, edep ve ahlaklılığı yaşamının temeline koyan,, insanı yücelten, hamurunda hem ilahiliğin hem de irfaniliğin mayası bulunan, kişinin ahlak ve karakterli yaşam ilkelerini belirleyen, dini biçim ve şekil olarak değil, inanç olarak algılayan, dini bağımsız bir irade gücü ve Batıni özelliğiyle evrimleştiren, akıl ve iman bütünlüğünde birleştiren ve tüm bunları Kırklar Cemi’nden alınan ilhamla yürüten canların inanç sistemidir.

ALEVİLERDE İNANÇ SEVGİYE DAYANIR
Müslüm Kaya
Alevi yolu Ehli-Beyt yoludur, Hak-Muhammed-Ali’nin yoludur, Hakka giden bu yol evveliyle beraber, islam ile yoğrulan, kavimler kapısı Anadolu’da yaşam ile harmanlanıp Dem’de kıvamını bulan, Ali’nin ismi ile isimlendirilen Anadolu insanına özgü islam’ın içsel çağdaş bir yorumudur.
Alevi inancında İbadet kişi ile tanrısı arasındadır, kişinin tanrısına, olan niyazıdır, sırlarını, isteklerini, dileklerini açmasıdır. Hatalarının affını, eksikliklerinin tamama yazılmasını dilemesidir. Bütün dinlerde ve inanç kurumlarında olduğu gibi Alevi’lerde de ibadetin kendine has özellikleri ve kuralları vardır. Bu özelliklerin temelinde ibadetin biçimsellikten öteye özünün esas alınmasıdır.Alevilerde inanç sevgiye dayanır, bu sevginin asal’ı Hak-Muhammed-Ali, Ehli-Beyt ve 12 imamların sevgisidir. Alevi inancında insan merkezdedir her şey insanın huzuru ve mutluluğu içindir, ibadet bir araçtır amaç İnsani kamil olmaktır, kamil insan olmanın yolu ise 4 kapı ve bu kapılardan geçebilmek için de 40 makamdan edep-erkan, ilim-irfan ile yoğrulup Hak’kın sırlarına agah olmaktan geçer. Bunlarla beraber sayılan üç sunnet, yedi farz, on iki şart, on iki işlek vb ilkelerin hemen hepsini yolda 40 makam ile beraber sayabiliriz. Bütün bunlarla varılmak istenen sırrı-hakikattır, bir başka deyiş ile şeriat, Tarikat, Marifet fani dünya için, sırrı-hakikat ise baki dünyası içindir.
Alevi ibatetinde ana ilke Eline-Diline-Beline sahip olmaktır. Bu kural Alevi toplumunun sahip olduğu ahlak sisteminin özüdür. Bunun yanında Alevi inancının kendine özgü Anma, tapınma ve kutsal saydıkları günler de vardır, Cem Alevilerin senede en az bir kere olmak üzere düzenli olarak ve topluca yaptıkları, toplumsal yapıyı koruyan temel ibadettir. Ayrıca Matem orucu, Hızır orucu, Nevruz, Hızır-ilyas ve Kurban’ı sayabiliriz. Yapılan erkanlarda Anadolu’nun değişik yörelerinde uygulamalarda bazı küçük farklılıklar olsada asıl niyet aynıdır.
Alevilerde çok aşırı bir ibadet, bir inziva yoktur. Okumak, çalışmak,irfan sahibi olmak, insanlığın yararına hizmet etmek, doğrudan yana olup haklının hakkını gözetmek,kul hakkı yememek, görünen, bilinen cümle varlığa şefkatli olmak ve her an gönlümüzde mekan tutanı unutmamak büyük ibadettir. İnanca göre Hak insandadır, gaye kendinde o’nu bulmaktır bundan ötürü Biçimsellikten, şekilcilikten ziyade özü esas alınır. kişisel ibadetlerde, yer, zaman ve mekan aranmaz, bütün yeryüzü ibadethanedir, bütün yönler kıbledir, yapılan toplu ibadetlerde de halka şeklinde cemal cemale oturulur.
CEM
Hakikat bir gizli sırdır
Açabilirsen gel beri
Küfr içinde iman vardır
Seçebilirsen gel beri. Ş. Hatayı
Cem, Alevilerin topluca yaptıkları, halk önünde, halk içinde birlik ve dirliğin korunup sergilendiği, büyüğün, küçüğün, güzelin, çirkinin, zenginin, yoksulun olmadığı,Eşikten içeriye giren herkesin nefsini dışarıda bırakıp can olduğu, Hak ile Hak olmak için kendini ibadete verdiği edep ve erkan ile yürütülen 12 hizmetli bir sorgulama, aklanma, meydanıdır. Cem evinin kapısı zahir ile batın’ın ayrıştığı yer, eşik tarikat makamının ilk basamağıdır. Bu meydan ‘’Ulu Divan’’ ‘’Kırklar meydanı’’olarak bilinir. Erenlerden rızalık alarak, Hak makamında oturan Pir, Muhammed-Ali postundadır, Hak için söyler ve Hakkı gözetir. Ulu Divanda zahiri alemden sıyrılıp manevi aleme yolculuk vardır bu yolculukta yoldaş Hakka olan aşktır. Bir can kötülüklerden arınmak için ceme katılır ,varsa yapmış olduğu bir hatası bir eksiği cem’de Pir divanında özünü dara çeker. Cem’de can tenden ayrılır, Hakkın kelamıyla gönüller aşkla dolup kesretten geçip vahdete ulaşılır. Kişi baktığı aynada bir’i görür, eğer can baktığı aynada kendini (bir’i-Vahdet’i ) göremiyorsa Hakkın sırlarına vakıf olmamıştır, yani kendi benliğinden sıyrılıp mevcuda erememiştir. Bu sırlara eremeyen bir tenin sidertül- münteha’ya varıp dost’la dost olması elbetteki düşünülemez. Benlik yurdunu terk eyleyip birlik potasında eriyen can ancak ki dostun ikram ettiği Bal, Süt ve elma’dan nasiplenip söylenen doksan bin Kelamın ilmini zahiri ve batini anlamda kavrayabilir. Hakikatın hak olan sırlarına sahip olan canların şefaate ihtiyaçları olmaz, çünkü ‘’O’’ kişiye şah damarından daha yakındır , mekanı yola gönül vermiş olanların gönlündedir, onların gönülleri Hakkın evveli nuruyla aydınlatılmıştır. söyledikleri Hakkın kelamı, gördükleri Hakkın kendisidir,Kendisine şah damarından daha yakın olanı görmeyen, bilmeyen, ham-ervahtır.
Cem’de canların kıblesi Divandaki Pir, Pir’in kıblesi ise canların nur cemalidir.
Zahiri alanda İbrahim’ in inşaa ettiği Kabe bir mabed’dir, dört yönden buraya bakanlar aslında cemal cemale bakarlar.
Hakkı-Muhammedi-Ali’yi ve ehli-Beytini tanımayanlar ve onların birliğini, aşkını gönüllerinde taşımayanlar kesret içinde kalırlar, Cem’de can Miraç yolundadır bu yolda Ali hem Rehberdir hemde Mürşittir, Ali’nin olduğu Cem’e katılmak ve Ali’nin sırrına erebilmek için Alemlere rahmet olan Muhammed Mustafa dahi, sırtındaki Nübüvet payesini dışarıda bırakmak zorunda kalmıştır.
Erlik dişilik sorulmaz muhabbetin dilinde
Hakk’ın yarattığı her şey bakın yerli yerinde
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yoktur
Noksanlık ve çirkinlik senin görüşlerinde…”
H.B.Veli
Vahdet deryasında makam, rütbe, mevki , cinsiyet yoktur ,birlik alemi bir noktadır bu noktada birleşmek için maddi alem ve benlikten sıyrılıp, marifet çeşmesinde yıkanıp, hakikat kapısından geçmek gerek.Nihayette Miraç yolundaki Aslan da, sırra ermek isteyen Muhhammed de! Dost’un Nur’nun ( yani Bir’in) kendisini iki ayrı bedende zahiri aleme yansıtmasıdır.
CEM’DE DEM
Kırkımızda bir katara dizildik
Hakk’a Muhammet’e ümmet yazıdık
Hakikate şerbet olduk ezildik
Biz içeriz saki peyman Ali’dir.
P.S. Abdal
Muhabetten Muhammet hasıl oldu
Muhammetsiz Muhabetten ne hasıl .?
Alevi felsefesinde muhabettin yeri büyüktür. Erenler muhabbete başladılarmı Muhammet’in dolusu içilir, Muhammet anılır, onunla birlikte miraca çıkılır, kırklar ceminde birlik olunur, semah dönülür, Alevi Cemlerinde olan da budur, ulu meydan birlik meydanıdır, canlar mansurlaşır, Muhammet ile can olup miraca çıkılır, dönüşleri yine birlik meydanıdır, ondandırki Cem’in bitiminde canlar biribirlerine Miracın kutlu olsun derler.
Dolumuz içeliden evveli
Münkir ne bilir evliya sırrından
Bizim Dolumuz Pir’in sohbetidir, muhabbetidir, İlahi aşkla mest olup birlik potasında erimektir. Pervane olup illahi nur’un etrafında dönmektir.

Şeytan benlik edip dergahtan azdı
Aşık maşukunu aradı gezdi
İki cihan fahrı bir engür ezdi
Fakrı fahrı olmayan meyi n(e)eylersin
Pir sultanım eydur okur yazarım
Turap olup ayaklardan tozarım
Ezelden içmişim sermest gezerim
Pirden içilmeyen doluyu neylersin
Bizim demimiz evvelden ahire olan zamandır, bu zaman diliminde Ali olarak gelip Ali olarak gitmektir, Bizim Demimiz kıvama gelmektir, İnsani Kamil olmaktır, dönmek, don değiştirmek, Hakkın tözü olarak Hak ile birleşmek, bütün olmaktır, Bizim demimiz Devriyedir, olgunlaşmak, eriyip bir olmak ve yeniden doğmaktır. Var olanla birleşip birlik denizini oluşturup ummanlara yelken açmaktır. Bizim dolumuz bu birliğe olan aşkımızdır yoksa kimilerin bahs ettiği Rakı, Şarap değildir. Rakı-Şarap gönlümüzü mest etmez yapsa yapsa bizi yoldan uzaklara götürür. Bizim dolumuz öyle bir dolu’durki bu doluyu içenler beden örtüsünden azad olup yer ve mekan tanımaz, bizim Demimiz öyle bir Dem’dirki, yeryüzündeki bütün içkileri toplasanda böyle bir kıvama gelmezler, bizim kadehlerimiz aşk ile doludur, o ne yüce bir aşk’tırki bütün Evren bu aşka semah döner.
Yazar: AABF Inanc kurulu genel sekreteri Müslüm Kaya Dede
Bu makale Alevilerin sesi 152. (2011) sayısında yayınlanmıştır

İSLAMİYET VE ALEVİLİK Alevi İslam İnanç Hizmetleri Başkanlığı 

İslamiyet’ten önce insanları kasıp kavuran hurafelerin bir daha hiç kimseyi rahatsız etmemek üzere tarih sahnesinde, karanlıklar içinde kalmasını sağlayıp; bir güneş ışığı gibi tüm kâinatı aydınlatan İslamiyet, son peygamber Hz. Muhammed’in üstün insani özellikleriyle kısa sürede insanları irşat edip büyük alanlara yayılmıştır.Adaletsizlikleri önleyen, tüm insanların kardeşliğini savunan, evrensel insan haklarını berrak bir şekilde tüm insanlığa ulaştıran İslamiyet’in temel rehber kitabı olan Kuran-ı Kerim de insanı âlemin merkezine yücelten kutsal bir metindir.
“Ben sadece güzel ahlakı tamamlamak üzere yüce yaradan tarafından sizlere tebliğci olarak gönderildim” diyen Hz. Muhammed; gelir eşsizliğinden, cinsiyet ayrımcılığı dolayısıyla kadın sömürüsünden, haksız yere kazanç sağlayanlara kadar insanın, insan üzerindeki haksız hâkimiyetini kaldırmış, tüm insanların eşit ve bir olduğunu söylemiş ve tüm yaşamı boyunca bunu ahlaklı yaşamın esası olarak kabul etmiştir.
(Hz. Peygamber; Ben ahlak binasının son tuğlasıyım. Ahlak binasını sevmemek mümkün mü?)
Hiçbir soy ve boyun, hiçbir ailenin, zümrenin ve sınıfın birbirinden üstün olmadığını her gittiği yerde anlatan, her atadığı yöneticiye, komutana bildiren Hz. Muhammed, yeryüzünde tüm zamanların en dahi insanları arasında yerini alarak, kurmuş olduğu dinin tebliğcisi olarak bugüne kadar ve bundan sonra da sonsuza kadar anılmayı hak etmiştir.
Çeşitli ibadet anlayışlarıyla Tanrı’ya ulaşılması konusunda insana büyük bir özgürlük alanı bırakan İslamiyet, bugün ilk günkünden fazla çok büyük bir coğrafyada bir milyardan fazla insan tarafından bağlanılan, bir dindir.
İslamiyet’te Tanrıya varma ve ibadet uygulamalarındaki farlılıklardan dolayı birçok mezhep, tarikat ve inanç sistemi kurulmuş; kimi zaman şiddete varan uygulamalarla tek tip bir islami yorum yayılmaya çalışılmışsa da insanın ve toplumun sosyo/psikolojik yapısına aykırı olduğu için bunda başarılı olunamamıştır.
İslami kuralları temel rehber alarak kurulduğunu söyleyen kimi devletler, bu dinin tüm değer sistemlerini tahrip etme pahasına dini siyasallaştırmış ve dince kutsal sayılan değerleri kullanarak, samimi dindarları, dini farklı bir şekilde yorumlayanları büyük baskılar altında tutup onlara işkence yaparak, yüzyıllar boyunca bitmez acılara sebebiyet vermişlerdir.
İslamiyet’in kuruluşundan bu yana bin dört yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hala günümüzde bile yaşanan sancılar vardır. Kadınlara recm (dince yasak sayılan şeyleri yapmasından dolayı taşlanarak öldürülmesi uygulanması), din adına büyük terörist saldırılarda bulunulup binlerce insanın ölümüne sebebiyet verme gibi kabul edilemeyecek ağır insan hakları suçları maalesef İslam adına işlemeye devam etmektedirler.
Demokrasinin ve laikliğin her ne kadar İslamiyet’le uyuşmadığı konusunda çok uzun yıllardan beri bir takım ön yargılı, maksatlı, yanlış açıklamalar ve bunu ispatlamak için çalışmalar yapılmışsa da; genel olarak şimdi çoğu bilim insanlarının, ilahiyatçıların, din âlimlerinin, inanç /kanaat önderlerinin de aktardıkları gibi; İslamiyet ile demokrasi ve laiklik uyuşmaktadır.
Net olarak görülmeyen tek nokta ise İslamiyet ve demokrasi, laiklik adına konuşanların bu gerçekleri bir türlü kabul edememeleri ve insanların huzurlarını kaçırmaktan çıkar ummalarıdır.
Bugün emsalsiz Ulusal Kurtuluş Savaşı Destanını büyük Türk milletiyle birlikte yazıp, sonsuza kadar yaşayacak bir Türk devleti kuran, Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu sistemde göstermiştir ki; demokrasi ve laiklik, İslamiyet ‘le çok güzel bir şekilde uyuşabilmekte, hatta bundan da insanımıza ve toplumumuza büyük yararlar doğmaktadır.
Bugün bizlere düşen İslamiyet’in yüce değerleriyle birlikte, demokratik laik devletimize Atatürk Devrim ve İlklerine sahip çıkmaktır.
İslamiyet’in tüm yüce değerlerini onun kurucusu olan Hz. Muhammed’den öğrenen Hz. Ali istisnasız tüm Müslümanların en çok sevdiği ikinci dini şahsiyettir.
İslamiyet’i ilk kabul edenlerden, Hz. Peygamber’ e en fazla yardımda bulunup, Kuran’ı Kerim’i en iyi şekilde yorumlayan kişi olan Hz. Ali; daha çocukluğunda haksızlıklara karşı çıkmış, putları parçalayarak inanç ve insan sömürüsüne karşı mücadeleye girişmiştir.
Kuran’da yerini alan, Veda Hutbesin’ de ve yüzlerce sahih (güvenilir) hadiste de belirtildiği gibi; Hz.Peygamber ve onun masum ve yüce ev halkı Ehlibeyt, yani Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz.Fatima, Hz.Hasan, Hz.Hüseyin (Pençe-i Ali Aba),tüm yaşamları boyunca, kendilerini izleyen 12 İmamlar, Kırklar gibi insanlığı yücelten tutum ve davranışlarıyla tüm Müslümanlara örnek olmuş kişilerdir.
Ehlibeyt’in ışığıyla yanan,nuruyla nurlanan ve kendilerine Alevi denilen Ali yanlıları, Hz.Ali’nin faziletlerini kendilerine örnek alarak yaşamlarını sürdürmektedirler.
Hz. Ali’nin; Mısır’a tayin ettiği Malik bin Ejder’e yazmış olduğu mektupta; “Oraya gittiğinde tüm insanlara hiçbir ayrım yapmaksızın hizmet götüreceksin, bu insanlar Müslüman olmuş, olmamış önemli değil”, diyerek yüzyılları aşan büyük erdemliliğiyle, yeryüzünün devlet adamlığının en üst mertebesine çıktığını göstermesi açısından çok önemlidir.
İşte Alevi İslam anlayışını benimseyen yeryüzündeki yüz milyonlarca insan bu yapısıyla Ali’yi, Ali görüp onun ev halkından yani, Alevi olmuşlardır.
O mazlumların şahı İmam Hüseyin’in babası, masumluklar timsali, anaların anası Hz. Fatıma‘nın eşi, Hz. Muhammed’in de canından bir can ve kandır.
Kendi soylarının iktidarını, çoğunluğun haklarını gasp etme politikası üzerinde kuran Emevilerin ve Abbasilerin yapmış oldukları zulümlerin de etkisiyle Ehlibeyt soyu Maveraünnehir’de Türk boylarının içine gizlenip, yaşama olanağı bulmuş ve varlığını sürdürebilmiştir.
Türk boyları Ehlibeyt’i sinesine sararak onların tüm erdemlerini de yaşamlarına geçirerek binlerce yıllık köklü inanç ve kültürel birikimleriyle İslamiyet’in Ehlibeyt yorumlarıyla derin bir şekilde bütünleşmişlerdir.
Orta Asya ‘dan Anadolu’ya, Balkanlara doğru ilerleyen tüm Türk kavimleri işte İslamiyet’in batini, tasavvufi yorumla algılayan, dini her türlü zorlamaların, korkuların, kıyımların ötesinde, üstünde gören bir anlayışı geliştirmişlerdir.
Gönül kırmayı en büyük günah sayan Alevi İslam anlayışı çok açık ve nettir; ele, bele, dile sahip olunmasını; şeriat,tarikat,marifet,hakikat kapılarından geçilmesini, aklın özgürleşmesini,aklın imanla örtüşmesini,ibadeti bir tabu olmaktan çıkarıp,su güzelliğinde,ışık aydınlığında,toprak bereketinde,rüzgar duruluğunda yapılıp, vakitlere, mekanlara hapsedilmemesini; kadınıyla aynı mekanda ,sazıyla Kuran’ın surelerini yorumlayıp, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mevlana gibi filozofların öğütleriyle sohbet edilerek; güzellikler anlatılarak, gör sen o zaman dini, İslamiyet’i, diyen anlayışla İslamiyet’e yer yüzünde en özgürlükçü yorumu getirmiştir.
Alevi İslam anlayışında en temel değer insandır. İnsan yüceldikçe, din de yücelir. İnsana değer verdikçe, din de değer kazanır. İnsansız bir dünya, bir yaşam olmayacağı gibi,insansız bir inanç da olamaz.Yeryüzündeki tek bir kul,insan olarak bir diğerinden üstün değildir.Yeryüzündeki yetmiş iki millete bir nazarla bakmak Alevililiğin olamazsa olmaz ilkelerindendir.
Alevi İslam inancının en temel düsturu temiz ahlaktır. Arsız, hırsız,cani insanlıktan çıktığı gibi Alevi de olamaz.Alevi,Bektaşi,Mevlevi Ali yanlısıdır.Ali gibi yaşayandır.Ali’nin yolundan gidendir.
Doğruluğu ilke edinmiş insandır. Bir başkasını inciten, ibadete yani ceme bile alınmaz.
Tüm esnaf sisteminin Alevi İslam inancının öngördüğü şekliyle iyi, temiz,güzel ürün üretip halka yaralı olma anlayışından hareketle kurumlaşan Ahilik; temel kurucularının felsefi yaklaşımlarıyla sadece bir üreticiler birliği olmanın çok ötesine geçmiş ,erdemli,ahlaklı,edepli bir toplum yaratılması konusunda en temel sosyal sistem oluşturulmuştur.
İyi ürün üretemeyenlerin “papucu dama atılırken”siftah yapıp işlerini yoluna koyan bir iş sahibi, komşusu eğer siftah yapmamışsa, maddi bakımdan kötü durumdaysa müşterisini ona yöneltir,ona yardımcı olur.
Türk törelerinden akıllılık, kardeşlik, fetalık,kahramanlık değer sistemlerine bağlı olarak tüm Anadolu’da çok büyük bir örgütlenme teşkilatı kuran Ahilik sistemi aynı zamanda yurdun işgale uğraması durumunda da en büyük karşı güç olmuştur.

İşte Alevilik bu değerlerin adıdır. Bu değerlerle bezenmenin adıdır. Ahlaklı, namuslu ve şerefli yaşamın adıdır.
Bu değerlerle yaşamı yüceler yücesi Allah cümlemize nasip eylemesi niyazı ile gerçeğe Hû….

ALEVİLİK NEDİR ( Alevi Islam Din Hizmetleri – CEM Vakfi )
ALEVİLİK TÜM YARATILMIŞI KUCAKLAR

Alevi İslam anlayışı; İslamiyet’in Kuran’a dayalı, Hz. Muhammed’in buyruklarına göre İslam’ı evrensel boyutuyla yorumlayıp, insanlığa yeni kapılar açan büyük düşünce felsefesine yol veren, ilahi Tasavvuf anlayışı ile hayat bulan bir inanç bütünlüğüdür. Hiçbir şekilde ırk, renk ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın, yeryüzünde yaşayan tüm insanların, hatta tüm canlıların yüce yaratanın tecellisi olarak görülmesi, ilkesinden hareketle, tüm yaratılmışların aynı kutsal değerde olduğunu savunan ince tasavvuf anlayışında yaşamın anlamı; kâinatla beraber tüm canlılar, Tanrı’nın özünden yaratılmıştır. Bu nedenle hiçbir şekilde, hiçbir insanın, hiçbir canlının bir diğerine üstünlüğü söz konusu olamaz. Her şey birbirini tamamlar.
Alevi İslam anlayışı; Hoca Ahmet Yesevi, Ebul Vefa, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Mevlana, Pir Sultan Abdal ve Anadolu erenleri, Kuran’ı en iyi yorumlayan hikmet sahibi velilerin görüşlerinden
ilham alarak, hayat alanı bulmuştur. Anadolu’yu İslamlaştıran bu yorumdur. Anadolu’dan da Balkanlara ve Budapeşte ye kadar giden İslam anlayışıdır. Kuran-ı Kerim’in Maveraünnehir’deki Türk kavimlerince uygulanan, yorumlanan oradan da göçler yoluyla, yol boyunca gördüğü güzellikleri de içerisine katarak, Anadolu’da serpilen gerçek kimliğini bulan ve Viyana’ya kadar giden İslam anlayışının adıdır. Alevilik; bu anlayışı ile, özünü insan sevgisinde bulan, Tanrının insanda tecelli ettiğine, Tanrının zerresinden oluştuğuna inanan, İnsanı incitenin, Tanrıyı incitmiş gibi sayılacağına, Tanrının tüm âlem Tanrısı, Kuran’ın tek muhatabının insan olduğuna, “Yasin!” yani “ey insan” diye hitap edip, insanın rengine, ırkına, kavmine göre ayrımın yapılmadığı ve herkesi kucakladığına inanmanın adıdır.

Kadın erkek ayrımı yapmadan, Kuran’ı sazıyla, semahıyla, yorumlayıp yaşamanın adıdır Alevilik; Ayrım yapmamanın ve her varlık da, Tanrının mevcudiyetini gören “Vahdeti Vücut esasına dayanan inanç sistemi”dir.

“Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm” deyip Kuran’ın özüne inanmanın adıdır.
Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin tüm insanlığa örnek yaşamlarını kendilerine rehber edinen Alevi İslam anlayışına sahip Alevi, Bektaşi, Mevlevi ve Hatay Alevileri gibi çeşitli isimler altında bir topluluk olarak nitelendirilseler de özde aynı kaynaktan beslenmektedirler. Bir nehrin en berrak olduğu yer kaynağıdır. Bu kaynaktan beslenen, dünyada sayıları on milyonlarca olan, çok büyük bir kitle, bugün de aynı büyük erdemlere sahip olarak, çok geniş coğrafyalarda yaşamlarına devam etmektedirler. Alevi İslam anlayışı, İslamiyet içinde öyle bir yorumdur ki, daha ilk gün tebliğ edildiği andaki sıcaklığını taşır ve Alevi İslam anlayışına sahip milyonlarca insan da bu sıcaklığın beslediği bir tasavvuf anlayışıyla kainata bakar.
Alevi İslam anlayışı; İslamiyet’in Hz. Peygamber tarafından uygulanan ve yorumlanan şekli, Kur’anı Kerim’i de aklın öncülüğünde yorumlayarak, akıl ve mantığın rehberliğinde yaşamı düzenleyen bir anlayıştır. Yani her şeyin akıl süzgecinden geçerek rafine (saflaşmış) edilmiş hayat gerçeği..Ancak şüphesiz bunu söylerken aklı putlaştırmak gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Akıl ve inancın birlikteliği söz konusu..
Bu arada şüphesiz Alevilik temelde kendisine yol gösterici gerçek rehber olarak bildiği, Kur’an’ı Kerim’i, Hz. Peygamber’in yaşamını en iyi bilen ve yorumlayan yegâne varisi hakiki olan, Ehl-i Beyt’i seçmiştir.
Hz. İmam Ali, adaletiyle, insanları aydınlatmasıyla varlık bulandır. Çünkü, insanlar doğuştan eğer b,ilgi sahibi olsalardı, Allah, Peygamberleri vasıtasıyla kitap göndermezdi. Bugün Dede ve Baba dediğimiz Tasavvuf ateşinin yandığı mekânlar, kaynaklar olan ocak ve dergâhlarda pişen Aleviler, Bektaşiler, Mevleviler, Hatay Alevileri, yani Alevi İslam anlayışında olan tüm insanlara İslamiyet’in özü olan Alevi İslam yorumunun ilkeleri anlatılmış ve ibadetlerimiz de tüm güzelliği ile cemlerde bu şekliyle, insanlara aktarılmıştır. Bilgi ile aydınlatılmış, inanç ile yoğrulmuş, kendini bilen, ahlaklı, faziletli insan da yaradılışın da kendisine sunulmuş olan soyluluğunun bilinciyle donanmış olacaktır.
Temelini, güzel ahlaklı olma anlayışından alan, Alevi İslam inancına sahip insanlar, barış, hoşgörü, kardeşlik duygularıyla birbirine yaklaşıp, gönül kırmadan, kul hakkı yemeden, hesabını bu dünyada verebilme olgunluğuyla yaşayıp, bir erdemli insan olarak bu fani dünyadan bu olgun tavırlarla göçmeyi bu hale ulaşmayı hedeflerler. Amaç; eline, diline, beline sahip kâmil insan olmaktır.
ALEVİLİK, MAVERAÜNNEHİRDE Kİ TÜRK KAVİMLERİNİN YORUMUDUR
İslam, üç büyük yorumla hayat bulmuştur; Arap kavimlerinin yorumuna, Sünnilik, Farsların yorumuna; Şiilik, Türk kavimlerinin yorumuna da; Alevilik, denilmiştir. İster tek tanrılı semavi dinler, isterse çok tanrılı dinler olsun, iki ana kaynaktan beslenmişlerdir. Örf (kamu vicdanı), Nas (kitabi kaynak). Örfüyle bağdaşmayan din, yaşam hakkı bulamaz. Salt din yoktur. Her inanç bu kaynaklardan beslenmiştir.
Alevilik; tarihi gelişimi ve zaman süreci itibariyle: Kur’an’ı Kerim ve onu hayatlarında uygulayan Ehl-i Beyt soyunun , Maveraünnehir’deki Türk kavimlerine ilk elden anlatımı-yorumu- uygulaması sonucu hayata aktarılan ve bu gayretlerle gerçekleşen ve göçler sonucu, Küçük Asya denilen Anadolu’da hayatiyet ve gerçek kimliğini bulan, Viyana’ya kadar giden İslam anlayışının adıdır.
Türk yurtların da bu ışığı Ehl-i Beyt’ten sonra, o duru ve arı yorumunu, velayet makamında olan yani Veli dediğimiz Allah dostları günümüze kadar taşımışlardır.
Arap çöllerin de kılıç kokan, kin ve kan kokan, zulmü temsil eden inanç, nasıl oldu da buram- buram insan sevgisine dönüştü? Ve nasıl oldu da merkeze insan konulup, Allah’a giden yol insandan geçer anlayışı hâkim kılındı? Bu anlayış Allah ve peygamberden onay almış saf ve temiz insan sevgisidir.
Bu yüzden Hz. İmam Ali, Hz. İmam Hasan, İmam Hüseyin ve sayısız Allah dostları şehit edilmişlerdir. Bu sebeple Mansur’un başı kesilmiş, bu gerekçeyle Nesimi’nin derisi yüzülmüştür.
Bundan ötürü; binlerce insan kanı akıtılmıştır. Ama, inanan insana ne önem arzeder ki! Ölüm sevgili ise, ona dönmek, ona gitmek, onunla bütünleşmek, Mevlana’nın da dediği gibi ona ulaşmak “Şeb-i Arus” yani, düğün ve bayram ise sevgiliden kim korkar ki? Korku cahil ve cühelanın işidir.
Ölüm korku değildir. İnancını ve fikirlerini savunup sonunda da insan ölecekse, o ölüm Tanrı ile bütünleşmektir. İnsan bütününden, tamlığından korkar mı? Korkmamışlar ve canları pahasına, yanan ışığı günümüze söndürmeden taşımışlardır.
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber,
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber.
Alevilik, İslam’ın doğru yorumudur dedik. Niçin, doğru yorumdur? Çünkü, İslam son dindir, artık başka din gelmeyeceğine göre, o din tüm alemi kucaklamalıdır. Tüm insanlığı kucaklamalıdır. Rengi, ırkı, şekli ne olursa olsun ayırmadan kucaklamalıdır.
Çünkü, Tanrı, “Rabbül Alemin”dir. Yani “Alemlerin Rabbi”dir. Onun son peygamber olarak gönderdiği Hz. Muhammed Mustafa da “Alemlerin rahmeti”dir.
Bu mesaj tüm insanlığadır.Yalnız, Arap’a, Türk’e, Laz’a, Çerkez’e değil, tüm insanlığadır.
“Allah’ın indinde din İslam’dır.” (Ali İmran,19)
İslam nedir? Allah’ın birliğine inanıp iman etmek ve teslim olmaktır. Hz. Muhammed’in getirdiği din yeni bir din değil, Allah’ın birliğini tanıyan semavi dinlerin tamamlayıcısıdır.
Kur’an buyurur ki: “Kim İslamiyet den başka bir dine yönelirse, asla kabul edilmeyecektir, onlar hüsrana uğrayacaklardır.”(Ali İmran,85)
Bu ne demektir? Allah’ın birliğini tanımayan, puta ve heykellere tapan ve Allah’a eş koşanlar hüsrana uğrayacaklardır, diyor. Allah’ın birliğini tanıyanlara verilen bir mesaj yoktur. Çünkü onlar Allah’ın dini ve emri içindedirler.
Öyleyse Tanrı herkesin tanrısıdır. Bizlere düşen de Kur’an’ı tüm alemi kucaklayacak şekilde yorumlayıp, yaşamalıyız.. Çünkü Kur’an, son Tanrı mesajıdır. Hz. Muhammed son peygamberdir. Başka peygamber gelmeyecek, başka Kur’an olmayacağına, ademe yollandığına göre, her kesin Kutsal kelamıdır. Herkesi kucaklamayacak şekilde yapılan yorumların tümü yanlıştır.
İşte Türk kavimlerinin özelliği, bunu keşfetmiş olmalarıdır.
Bilmek istersen sen seni
Can içinde ara anı
Geç candan bul onu
Sen seni bil, sen seni.
(Hacı Bayram)
Bu da neyi zorunlu kılıyor? Aklı. Yani tüm yaratılmışlardan farklılığımız olan insan aklını.
Kur’an da bunun altını çizmektedir.
Hz. Peygamberimiz de buyurur ki: “Kişinin dini aklıdır, aklı olmayanın dini yoktur.”
Akılla Tanrı bulunup, bilineceğine göre, bütün bu birleştiricilik ne ile sağlanacaktır? Sevgi ve insanın bir Tanrı zerresi oluşuyla sağlanacaktır.
Herkes de Tanrıdan bir parça ise, kimsenin kimseye bir üstünlüğü yoktur.
Şu beyaz ırktandır, şu sarı ırktandır, şu kara ırktandır, şu Kızıl deri ırkındandır. Hayır, insan ayrımı asla yoktur. Herkes Tanrı’nın kuludur. Onun zerresinden oluşmuştur. Onun yeryüzünde ki halifesidir.
Alevilere göre üç tür kitap vardır:
1-Kitab-ı tekvin: Kâinat- Âlem.
2-Kitab-ı tenzil: Kelâmullah (Allah kitabı)
3-Kitab-ı Natık: İnsan-ı Kamil.
Evet, Kitab-ı Natık; insan-ı kâmildir. İnsan-ı Kâmil de, on sekiz bin âlemdir.
Yani:“Ete kemiğe büründüm, Yunus gibi göründüm.” Demenin adıdır. Bu da Kur’an’ın özü ve asıl verilmek istenen mesajıdır. Bu mesajda her şey saklıdır.
Sevap istersen öldür yalanı
Cennet istersen incitme canı.
(Selman Cemali baba)
İşte farklılık ve doğruluk derken bunu kastetmekteyiz. Yunus’un gözüyle tüm âleme bakarsan yorum doğru olacaktır. Bu görüş, Hz. Muhammed’in Hz. İmam Ali’nin ve Şah Ahmet Yesevi’ den gelmiştir. Onun için Asya kavimlerinde o yırtıcı, vahşi, barbar sanılanlar aslında en uygar, en hümanist, en insancıl, insanlığı en fazla kucaklayanlardır.
Gönül yap hatırın hoş tut; sakın incitme bir canı
Ki her kim her kime her ne eder; kendi bulur onu
Dilin hıfz eyle, halkın ayıbını örtüp, iyiliğin söyle
Güzel söz söyle halka yüzde, gaybet de sena eyle.
(İbrahim Hakkı)
Alevilik işte buradan geliyor. Yani özünü insan sevgisinde bulan, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğine, Tanrı’nın zerresinden oluştuğuna inanan, onun için de insanın ölümsüzlüğüne inanan, inanç biçimine Alevilik denir.
ETE KEMİĞE BÜRÜNMEK VE İNSAN GÖRÜNMEK
“İslam’ın değişik hükümlerle, değişik kavimlerde Hz. Muhammed’in özellikle Hakk’a yürümesinden sonra, farklı bir biçimde yorumlanması kaçınılmazdı. Çünkü Kuran-ı Kerim Tanrı kelamıdır. Tanrı’nın kendi sesidir. Ama bu sesi, bu söylenen mesajı, cümleyi herkes kendi aklınca, kendi kapasitesince algılar. Bunu algılarken de o akla algılama biçimini ve kapasitesini veren, içinde yaşadığı toplumun koşullarıdır. O kişinin örfleri, o kişinin teamülleri, o kişinin yapısı ve bu yapının algılamada ki rolünü inkâr etmek, göz ardı etmek mümkün değildir.
Mümkün olamadığı için de Arap kavimlerinin kendi içlerinde dahi Kuran-ı farklı yorumlamaları ne kadar olağansa, o coğrafyadan uzaklaştıkça, yani Kuran’ın indiği bölgenin dışına çıkıldıkça Maveraünnehir’e geldikçe, İran’a doğru gidildikçe, Anadolu’ya gelindiğinde, farklı yorumlara tabi olması da kaçınılmazdı ve de böyle olmuştur. Özellikle yüzyılı aşan bir süre geçtikten sonra,
Maveraünnehir’deki kavimlerin Kuran-ı Kerim’i kabul etmeleri, İslam olmayı kabul etmeleri, yine bu Tanrı mesajını temel veriden hareketle; yani her insanın algılama kapasitesini oluşturan beyinsel yapısını oluşturan, onun yorum kapasitesini oluşturan, örfü adeti geleneği, teamülü çerçevesinde Kuran-ı Kerim’i algılaması kaçınılmazdı ve öylede oldu. O tarihte Maveraünnehir de saz vardı, bugünde var. Semah vardı, bugünde var.
O semahlarla, sazlarla Kuran-ı Kerim’i aynı kavimlere intikal ettirmeleri gayet doğaldır. Daha doğru algılamaları ve yorumları da doğaldı. Çünkü Hz. Muhammed’in peygamber olmasına rağmen, Arap Yarımadası’nda bulunduğu coğrafya ve halk içerisinde Kur’an mesajlarını verirken, o halkın kendi örflerinden sıyrılarak, Tanrı mesajını Tanrı’nın istediği şekilde algılaması şansları çok daha zayıftır.
Çünkü örf, ilk günlerde çok daha güçlüdür. Mesajın örfün üstüne çıkarak yeni alışkanlıklar getirmesi, son derece zordur. Örnek olarak kadını verebiliriz. Kadın, bir hiç olarak kabul edilirken, bir meta bile kabul edilmezken, orta malı sayılırken, hayır tek eşli evlilik olmalı ya da kadın erkekle aynı yerde, aynı değerde olur dediği zaman, İslamiyet’in orada yaşama şansı olamazdı. Ancak halkın içine sindirebileceği, kabul edebileceği bir noktaya kadar yaklaşımı benimsetebilir ki aynen böyle de olmuştur. Arap kavimlerinin evliliği dört kadına indirgemiş olması, o günün şartlarında olağanüstü büyük bir değişim olarak görülmelidir. Hz. Muhammed, ihtilalcidir, her peygamber gibi yeni şeyler getiriyor, temel esaslar getiriyor. İslam’a göre Kadın, bir meta bile değildir. Bir bez parçasının bile değeri vardır; ancak o günün arap cahiliyesin de kadının değeri yoktu. Çünkü istendiğinde kolayca boşanılıp sokağa bırakılabiliyordu.

Arap anlayışına göre kadının, hiçbir değeri yoktur. Eşyadan veya kendince önemli bir şeyden vazgeçmiyor; ama kadından vazgeçebiliyor. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber’in dört kadınla evliliği sınır olarak koyması ve kadına bir statü kazandırması, büyük bir ihtilaldir. İhtilaldir; ama Kuran’ın asıl mesajı omu dur ? Kadınla ilgili kadın hür bir insan konumundadır. Yoksa Maveraünnehir’deki insanların, yani yüzlerce kilometre Arap Yarımadası’ndan uzaklaştıktan sonra, yeni kavramlarla yaşayan başka bir toplum modeline sahip olan bir toplumda, Kur’an mesajı daha mı doğru algılanıyor? Elbette bu İkinci yorum doğrudur. Daha doğru algılanıyor. Çünkü ne demek istiyor, Tanrı bu mesajında dendiğinde, onun o mesajı daha doğru yorumlama şansı daha fazladır. Bu da kavimlerin kendi yapılarından kaynaklanıyor. Çünkü kadın orada bir hatundur. Hakan vardır; ama yanında hatunda vardır. Öyle, paçavra gibi değildir. Kadınla ilgili Kuran’da ki hükmün oradaki yorumuyla, Arabistan’daki kadın yorumu birbirinden farklıdır. İşte, Alevilik burada vardır.
Hz. Ali’nin yorumu, Hz. Muhammed soyunun Kur’an yorumu daha doğrudur. O kadar doğrudur ki, o sülaleden kimseyi yaşatmamaya gayret etmiş siyasi iktidar sahipleri; çünkü işlerine gelmemiş, Kuran-ın mesajını doğru anlamak. Onun içinde çok büyük çoğunluğunu şehit etmişler. Kaçabilenler, Maveraüünehir’e, yahut Kuzey Afrika’ya başka ülkelere sığınmışlardır. Maveraünnehir’de yaşama şansını bulmuşlar, Hz. Muhammed’in soyundan gelenler. Arabistan’da kalmadığını söylersek, mübalağa etmiş olmayız. Çünkü siyasi iktidarların işine gelmemiştir. Onlar, doğru bildiklerinden ve Kuran’dan ayrılmamaya karalı ve bu uğurda hayatlarını vermeye hazır oldukları için, hepsi de şehit edilmişlerdir.. Kaçabilenler Maveraünnehir’e gelebilenlerdir. İşte dedeler dediğimiz olayda buradan kaynaklanıyor.
Yani Maveraünnehir’e gelip, orada Türkler, Türk kavimleri arasında yaşama şansı bulan İmam Zeynel Abidin Kerbela’da tek sağ kurtulandır. Bebeği gelip götürenler Türkmenlerdir. Türkmenistan’dan gelenlerdir. Orada büyütüyorlar. Hz. Muhammed soyu orada yaşamaya devam ediyor. Göç hareketiyle birlikte de “Dede” ismiyle de kendi kavimleriyle beraber göç edip gelenlerde o insanlardır. Sayıları fazla değildir. Yani bu, Aleviliğin doğuşu; Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin Kuran-ı yorumlayışlarını Türk kavimlerince kabul ediliş, uygulama biçimidir. Arap Yarımadası’ndaki Kuran yorumundan farklılığı buradandır.
Neden doğru yorum yapılmıştır? Çünkü İslam, son din olduğu için, bütün insanlığa yollanan bir mesaj var: Tanrı’nın mesajı. Yani yalnız, Arap’a, Türk’e, Laz’a, Çerkez’e değil, tüm insanlara mesaj var. Onun için Rabbülalemin’dir, Kur’an-daki isimi Tanrı’nın. Yani Rabbülmüslimin değildir. Yani Müslümanların Tanrı’sı dememiştir. Tanrı, herkesin Tanrı’sıdır. Kur’anla yolladığı mesaj insanların tümünedir. Kur’an-ı yorumlarken de insanlığın tümünü kucaklayacak şekilde yorumlanmalıdır. Eğer mahalli ya da yöresel bir yoruma sizi itiyorsa, biliniz ki o yorum yanlıştır. O Kur’an’ın doğru yorumu değildir. Yanlış yorumudur. Niye? Çünkü Kur’an’ın ortaya çıkış nedeniyle gelişir. Kur’an son Tanrı mesajıdır. Hz. Muhammed son peygamberdir. Başka peygamber gelmeyeceğine, başka Kur’an olmayacağına, Âdem’e yollandığına göre herkesin Kur’an-ıdır bu. Herkesi kucaklayacak şekilde yapılmayan yorumların tümü, yanlıştır. Türklerin Türk kavimlerinin özelliği, bunu keşfetmiş olmalarıdır. Bu da neyi zorunlu kılıyor? Her şeyden önce akıl verdim diyor, Kur’an-da Tanrı akılla bu yola varacaksın, diyor. Bütün bu birleştiriciliği ne sağlayacaktır? Sevgi ve insanın Tanrının zerresinden oluşu. Herkeste Tanrı varsa, kimsenin kimseye karşı bir üstünlüğü yoktur. Fiziksel, fizyolojik üstünlüğü yok. Herkes O’nun kuludur, O’nun zerresinden oluşmuştur, O’nun halifesidir. İnsandır. O’nun halifesi. “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”, Kur’an-ın özü budur. Koca bir kitabın böylesi, nefis bir biçimde özetlendiği bir başka beyit her halde yeryüzünde olamaz. Yani Kur’an –ı, Yunus gözüyle bakılarsa, doğru yorumlanır. Alevilik, işte buradan geliyor. Yani özünü insan sevgisinde bulan, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğini, Tanrı’nın zerresinden oluştuğuna inan onu içinde insanın ölümsüzleştiğine inanan, inanç biçimle Alevilik denir.

ALEVİLİĞİN TEMEL KURALLARI

1- Tevhid: Allah’ı tanımaktır. Tektir. Evreni o yaratmıştır. Her şey ona muhtaçtır. Rahim ve Rahman olan odur. Esirgeyen bağışlayan da odur. Ondan öncesi ve sonrası yoktur.
Sevmek için evreni, sevilmek için insanları yaratmıştır. Tevhid hakkında Kur’an da pek çok ayet vardır.
2- Adalet : Allah’ın koyduğu yasanın adıdır. Tanrı’da koyduğu bu yasaya kendiside uymuştur. SIRATEL MÜSTAKİM denilen yolda TANRI ile İNSAN buluşmuştur. Aynı yolun yolcusu olmuşlardır. Eylemlerinde adaletli olmayan insan İslam olamaz. Teslim olmaktır. İlahi yasaları koruyan odur.
Ali İmran 108
“Allah alemlere zulüm istemez.”
Yunus 44
“Allah insanlara hiç zulüm etmez, fakat insanlar kendilerine zulmeder.”
3- Nübüvvet: Peygamberliktir. Peygamberliğe ve Hz. Muhammed’in sonunculuğuna inanmaktır. Ondan önceki peygamberlere ve kitapların ilahi olduğuna inanmaktır. Kur’an Hz. Muhammed (SAV) inmiş Tanrı buyruğudur. Son ilahi kitaptır. Bu inanç Nübüvettin temelidir.
Bakara 285
“Peygamber ve müminler, Tanrı’dan kendilerine indirilen Kur-an’a iman ettiler. Hepsi Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettiler. Peygamberlerin hiç birisini, birisinden ayırt etmeyiz. Duyduk ve itaat ettik.
4- İmamet: Nübüvetle (Peygamberlik) gelen Allah emirlerinin, peygamberin Hakka yürümesinden sonra devam ettiren makamdır. Tanrı ilahi emirlerini elçileri ile insanlığa bildirir. Bu emirlerin sürekliliğini sağlamak için imamlık meydana gelmiş. Bu ilahi yasalar peygambere uyan imamlar tarafından uygulanmıştır.
Enbiya 107;
“Ey Muhammed! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.”
Peygamberden sonra imamların ve olardan sonrada bu kutsal makamın devamını onların soyundan gelen seyitler yerine getirmiştir.
Enbiya 73
“Onları emrimizle doğru yol gösteren imamlar yaptık.”
Furkan 74
“Ve bizi takva sahiplerine imam yap derler.”
Bakara 124
“Zalimler benim imametime nail olamaz.”
5- Mead: Sonuç anlamındadır.
Ölümden sonraki sonuç yaşayan insan tabliki yaptıklarından sorumlu tutulacaktır. Kötülüğünün ve iyiliğinin karşılığını görecektir.
Ölümden sonra yargılama yapılacaktır. Kazandığı amelle sorgu sual edilecektir.
Kıyamet 1
“Yemin ederim kıyamet gününe.”
Bakara 28
“Allah’ı nasıl inkar ediyorsunuz ki siz, ölü idiniz. O sizi diriltti. Yine dönüş ona olacaktır.”
Ali İmran 25
“Onları geleceğinden şüphe olmayan kıyamet gününde topladığımızda, herkese dünyada yaptıklarının karşılığı verilecektir. Kimseye zulmedilmeyecektir. Dünyada kazandıkları kendisine tamamen ödendikten sonra, o vakit halleri hasıl olacak.
Kaynağı Kur-an olan bu beş koşula İslam’ın temeli (usuli din) oluşturur. Bu koşullara inanamsı ve kabul etmesi gerekir. Allah-Muhammed-Ali üçlemesinin makam ve varlık olduğu görülür. Birisinin (adalet) yasa, mead’in ise yasanın uygulanması sonucunda meydana gelen eylemler için verilen karar.
Makam ve varlık olarak görülen bu 3 koşul Tevhit, Nübüvvet, İmamet’tir.
Tevhid, Allah’tır. Nübüvvet, Hz. Muhammed’dir. İmamet ise imamların atası olan Hz. Ali’dir.
Bu üç koşula uymamızı gerektiren ayet
Maide 55
“Sizin (uymanız gereken) veliniz Allah2tır. Peygamberidir ve rükuda iken zekat verendir.”
Tevhidi, Nübüvveti, imameti temsil eden bu üç ismi birlikte anmak Tasavvufun temel felsefesidir. Bu üç kutsal varlığa inanmak ibadettir. Sevgidir. Sevmenin en yücesidir. İnsanı kurtaracakta bu sevgidir. Alevilikte inancın özü sevgidir. Sevgisiz inanç makbul değildir. Kurtuluş bu üç varlığa riyasız bağlanmaktır.

Kaynak: Haydar Kaya

Alevilik nedir ? Kanada Alevi Kültür Merkezi

Alevilik nedir ?

Alevilik nedir? Özellikle konunun serbestçe tartışılmaya başlandığı son yıllarda çok farklı görüşlerin ortaya atılması, işin aslını bilmeyenlerin ve araştırmayanların kafalarını oldukça karıştırdı. Kulaktan kulağa nakledilen deyişler ve sohbetlerden başka somut kaynağı olmayan bu öğretiyi istedikleri yöne çekmek isteyenler ve yönetenler için çok cazip bir ortam meydana geldi. Burada dilimizin döndüğü kadar şu anda ortaya atılan Alevilik yorumlarına değinecek, analiz etmeye ve örneklerle Aleviliği açıklamaya çalışacağız.

Alevilik – Bir Anadolu İslam sentezi

Önderliğini Cem Vakfı’nın yaptığı bu fikre göre Alevilik tamamen İslamla içiçe olan ama Anadolu inanışları ile kaynaşmış, insani değerleri öne çıkaran, temelde son büyük halife Hz.Ali’ye verilen aşırı önemle diğer İslami mezheplerden ayrılan bir dini öğretidir. Adını bile Ali’nin yolundan giden, Ali’nin evine bağlı olanlar anlamına gelir. Büyük İslam alimi Ahmed Yesevi’nin müridi olan Hacı Bektaşı Veli tarafından Anadolu’da yayılmıştır. Hz. Muhammed’e, Kuran-ı Kerim’e ve diğer büyük halifelere saygı ve sevgileri, öteki tarikatlardan farklı değildir. İslamın bir yorumu, onun bir kolu olduğu ve cumhuriyetin belkemiği oldukları Türkiye’de yaşayan Alevilerden de alınan vergilerle ayakta durduğu için mevcut bulunan T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Aleviliğe de yer verilmeli ve Alevilik de bütçeden payına düşen parayı alarak kendi ibadet yerlerinin inşası, Alevi din adamlarının yetiştirilmesi ve bilimsel araştırmalar için kullanabilmelidir. Bu yaklaşıma göre Alevilik malesef tarih boyunca yanlış anlaşılmıştır ancak devletin ve toplumun yapacağı olumlu gelişmelerle Alevilik hak ettiği yere getirilebilir. Zaten devlet Alevileri artık tehlike olarak görmekten vazgeçmiş, Aleviliğin gelişmesi için harekete geçmiş, toplum arasında Aleviler hakkındaki olumsuz kanaatler silinmeye başlamıştır.

Alevilik – Şiiliğin daha ılımlı Anadolu yorumu

Ehlibeyt Vakfı tarafından ortaya konan bu görüşe göre Hz.Ali’yi yüceltmeleri, 12 imama ve ehlibeyte derin saygıları ve daha pek çok ortak yönü ile Alevilik, Şiiliğin İran’dakine göre daha ılımlı hale gelmiş şeklinden başka birşey değildir. Zaten tarihe bakılacak olursa, Osmanlı baskısı altındaki Anadolu Aleviliğine kol kanat geren hep ve sadece İran Şiileri olmuştur. İran Şiileri ile kurulacak sıcak ilişkilerin Aleviler için manevi ve siyasi kazançlar getireceği öngörülmektedir.

Alevilik – Pek çok dinin, inanışın sentezi olan kendine özgü evrensel bir yaşam felsefesi

Orta Asyadan gelen Türkmen aşiretler oradaki inanç ve geleneklerini de Anadolu’ya getirmişler hatta bu uzun yolculuktan evvel ve yolculukları sırasında ilişki içine girdikleri diğer toplulukların kültürlerinin olumlu, olumsuz yönlerinden etkilenmişlerdir. Güneşe, ateşe ve kadına saygıları, ruhun ölümsüzlüğüne inanmaları, saz eşliğinde ibadet, kaman veya şaman dediğimiz sözüne saygı duyulan erdem ve keramet sahibi liderleri olması burada sayılabileceklerden sadece bazılarıdır. Yani Alevi inancının kabul görüp serpileceği alt yapı yüzyıllar öncesinden bir derece de olsa şekillenmişti. Araştırmacılar tarafından Hindistan’dan Mısır’a kadar büyük bir coğrafyayı dolaştığı tahmin edilen Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya yerleşerek inancını burada yayması, Ahmed Yesevi’nin attığı asasını getirmesi için Hacı Bektaş’ı güvercin kılığına sokarak buralara göndermesiyle açıklanacak kadar basit bir tesadüf değildir. Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaşı Veli’nin aynı yüzyılda bile yaşamamış olması olayın doğruluğunun ne derece olduğunu ispata yeter. Fikirleri karşılaştırıldığında ya Hacı Bektaşı Veli’nin öğrettiklerinden birşey almadığı yada öğrendiklerini tatbik etmediği görülür. Şekilci ibadet, cennet-cehennem olgusu, meleklerin şeytanın varlığı İslamda anlatıldığı şekilleri ile Alevilikte kesinlikle yer almaz. Sadece ‘Enel Hak’ anlayışını bile İslam’ın hiç bir yerine koymak imkansızdır. Burada amaç Alevilikle İslamı karşılaştırmak değildir. Alevilik kendine has bir inanç ve yaşam tarzıdır. Ancak İslam’ın bir kolu olarak görülmesi yanılgısını açıklamak için karşılaştırmaların genellikle İslam’la yapılması kaçınılmaz olmaktadır. Yoksa yukarıda saydığımızı pekçok unsurun diğer büyük dinlerde de (Hristiyanlık, Musevilik, vb.) bulunduğu ve bu yüzden Alevilikle aynı platformda değerlendirilemeyecekleri ortadadır. Belkide bu yüzden karşılaştırmaları bırakıp Aleviliğin nasıl bir inanç olduğunu tartışmak, her ne kadar böyle bir ihtiyaç olmasa da hangi dinin neresinde yer bulabileceği kararını okuyucuya bırakmak en doğru yaklaşım olacak.

Tasavvufi Alevi inancına göre daha kainat ortada yokken, Hakk kendi güzelliğine sevgisinden coşmuş ve bu güzelliği paylaşma gereği duymuş, Külli Akıl (Ali ile sembolize edilir) yardımı ile Külli Nefs’i(Muhammed ile sembolize edilir) kullanarak tüm görünen kainatı yaratmış, ona şekil vermiştir. Bu maddi alem ile kendisı arasına bir sır perdesi koymuş ve varlığının, büyüklüğünün, güzelliğinin anlaşılmasını Külli Akıl’dan da pay verilmiş olan yarattıklarına, özellikle en değerlisi olması dolayısı ile insana bırakmıştır. Zira hem varlık unsuru hemde ruhu insana Hakk tarafından verilmiştir. Yani tasavvufa göre yaradılışın yani görünmezin görünür olmasının nedeni aşktır. Aşk parladığı zaman Hakktan başka hiçbir şey bırakmadığı için onu vasıtasız bilme halidir. Ancak insanda bu yetenek uykudadır çünkü ruhun dış dünyaya açılan penceresi durmundaki insani akıl henüz maddi evreni kavrama telaşı içindedir. İnsani aklın saflığını bozan insanın yargılama özelliği sonucu hırs, öfke, kibir, bağlılık, kıskançlık gibi duygulara kapılır açar ve kalbindeki ilahi ışığı görmez. Böylece insan kendi ilahi varlığını veya ilahi olanın kendi içindeki varlığını unutur. Bu yüzden İnsan-ı Kamil olarak evrimini tamamlayıp tekrar ilahi varlığı tanıyabilmesi için insanın beşeri kişiliğinden vazgeçmesi gerekir. Kalbini her türlü kötülükten arındırmak, nefsini terbiye etmek, Hakkın parçası olduğu için kutsal gördüğü diğer insanların haklarına saygı göstermek, onları sevmek yaşamın asıl amaçlarıdır. Yaradılış Hakkın işiyken, Hakka ulaşmak insanın kendi çabasını gerektirir. İşte Alevilik öğretisi ve bunun görsel izahı sayılabilecek Cem töreni, bu ilahi varlığı insanlara hatırlatma görevini yerine getirir.

Alevi inancında amaç taşıdığımız bu ilahi güzelliğe layık olabilecek şekilde yaşayarak, o değerden birşey kaybetmediğini ispatlamak suretiyle Hakka geri dönmektir. İslam’da dahil diğer dinlerde bahsedilen cennet ümidi veya cehennem korkusu Alevi-Bektaşi inancında yoktur. Taşıdığı kutsallıktan dolayı insana saygı ve hizmet Alevi-Bektaşi inancında ibadetin ve inancın temelini oluşturur. Bu inanca göre içindeki ışıktan haberi olmayan insan ne kadar okumus olsada cahildir. Çünkü onun değer verdiği kalptir, gönüldür, candır. Can taşıyan her canlıya saygı ve sevgi esastır. Bir kişinin İnsan-ı Kamil olup olmadığı dışarıdan anlaşılamaz. Bu sebepten her Alevi-Bektaşi, kadın erkek ayırmadan gördüğü her insanın tanrısal olduğunu düşünmek zorundadır. Kendini gereksiz yere aç bırakmasının, yere yatıp kalkmasının, Kutsal olduğu varsayılan yerleri ziyaret etmesinin, kendisinin bile anlamadığı bir dilden Allah’a yalvarmasının ne Hakkın işine yaramayacağını ne de kendisini nihai hedefine ulaştırmayacağına inanır. Madem Hakk evreni güzelliği bilinsin, ona saygı duyulsun diye yaratmıştır, o halde asıl ibadet bu sebepten yarattığı insana hizmet etmek, sevgi ve saygı göstermektir. Allah maksadı korkulmak değil sevilmektir.

Daha da derinleştirilebilecek bu konuları biraz düşünür ve İslamla karşılaştırırsak aslında bazı noktalar haricinde Alevi-Bektaşi inancı ile İslam’ın pek alakasının olmadığını görürüz. Deyişlerde ve bu öğretide sık sık tekrarlanan Ali ve Muhammed unsurlarının bile tarihi kişiliklerle pek alakası yoktur. Onlar yaradılış ilkeleridir. Bazı Alevilerce Ali ayrıca örnek alınacak doğru insan (İnsan-ı Kamil) olarak değerlendirilir. Tüm bu noktalar düşünüldüğünde, biz kendimizi İslam’ın bir yerlerine koymaya çalışsak bile bu inançla İslam’ın bizi kabul etmeyeceği ortadadır.

Kanada Alevi Kültür Merkezi