Pazartesi, Mayıs 5, 2025
No menu items!
ArşivSn. A. NECDET SEZER T.C. CUMHURBAŞKANI

Sn. A. NECDET SEZER T.C. CUMHURBAŞKANI

15 Mart, 2001/ANKARA
Pir Sultan Abdal Kültür ve Eğitim Vakfı Başkanı olarak Alevi inançlı toplumumuzun bu kimliğinden kaynaklanan bazı sorunlarını yüce makamınıza arz edeceğim.
Sayın Cumhurbaşkanım;
T.C. sınırları içinde çok zengin inanç ve kültür renkleri bulunmaktadır. Bu kültür zenginliğini oluşturan insanlarımız binlerce yıldan beri yan yana, iç içe ve barış içinde yaşamaktadırlar. Çalışkan, üretken, çağdaş gelişmelere açık, barışsever ve hoşgörülüdürler. Osmanlı Hanedanlığı, toplumun kültürel özelliklerini geliştirip çağdaşlaştırmak yerine; ortaçağın dinsel öğretisini egemen kılmak adına, birlikteliği ayrıştırmaya ve insanları kullaştırmaya yönelmiştir. Bu gerici uygulamaların sonucudur ki, ülkemiz ekonomik, kültürel ve siyasal olarak, emperyalist ülkelerin pazar yeri durumuna getirilmiş, daha sonra da topraklarımızı paylaşmaya yönelmişlerdir.
Ulu Önder Atatürk’ün öncülüğünde emperyalist ve işgalciler kovulmuş, 600 yıllık Osmanlı Hanedanlığına son verilmiştir. Cumhuriyet kadrosu, henüz yurttaşlık bilincinden yoksun, dinsel koşullandırmayla ümmet toplumu haline getirilmiş; tarımı ilkel, sanayisi yok, devlet hazinesi tamtakır, altından kalkılması zor olan dış borç yüküyle karşı karşıya kalmıştır. Ulu Önder ve Cumhuriyet kadrosu, bu zor koşullar içerisinde ülkemizin demokratlaşması amacıyla yönelen bir savaşım başlatmış; bu savaşım 1946’ya kadar kararlılıkla sürdürülmüştür. Bu süreçte ülkenin bağımsızlığı korunmuş, orta çağ kurumları tasfiye edilmiş ve büyük başarılar sağlanmıştır.
1946’da çok partili sisteme geçilinceye değin suskunluğunu koruyan Osmanlı özlemcileri (Şeriat yanlıları), kurulan partilerde etkin olmaya ve toplumu istemleri doğrultusunda yönlendirme çabasına girdiler. Siyasi güçlerin politik ve ekonomik desteğiyle dinsel eğitim kurumlarının sayısı olağanüstü artarak, demokratik ve laik eğitimin önüne geçti. Resmi kaynaklara göre 90 bin cami, 610 İmam Hatip Okulu, 25 yüksek İslam Enstitüsü ve İlahiyat Fakültesi; Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) denetiminde 5 bin Kuran Kursu, bir o kadar izinsiz açılan Kuran Kursu; siyasal İslamcıların (tarikat ve şirketlerin, özel şahısların), dinsel eğitim amacıyla kurulan; 756 dernek, 474 vakıf, 2285 öğrenci yurdu, 276 şirket, 416 dershane, 763 okul… Hükümet edenler, bunca dinsel oluşumla yetinmeyerek 1982 Anayasanın 24. Maddesiyle, devletin resmi okullarında din derslerini “zorunlu” hale getirmiştir.‘Demokrat, laik, sosyal hukuk devlet’ sisteminde, devletin dini olmaz: Devlet, bütün inançlar (din, mezhep) karşısında eşit mesafededir: Hiçbir dine ve mezhebe ekonomik, politik destek vermez. 1924,1961 ve 1982 Anayasalarımızda devletimiz, “Cumhuriyetin temel ilkelerine dayalı, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanmaktadır. Anayasanın bu hükümlerine karşın, DİB devlet birimleri içinde yer almakta, çalışmalarını, yalnızca Sünni mezhebinin öğretisi doğrultusunda sürdürmektedir.
DİB’nın kuruluş nedenleri arasında, “laik yurttaşlar yetiştirilmesine yardımcı olacağı” savı yer almaktadır. Oysa DİB, dini bir kuruluştur. Dini kişi ve kurumlardan “laik toplum oluşumuna ve laik ilkelere yardımcı olmasını” istemek, beklemek ve iddia etmek, eşyanın tabiatına aykırıdır. Fukara bütçemize büyük bir yük getiren DİB, bırakın laikliğe bağlılığı, Hizbullah örgütünün camileri karargah haline getirmesini dahi önleyememiş; belki de önlemek istememiştir. Gerçek budur. Gerisi hem hayal hem de kendimizi kandırmaktır. DİB bugün, iştirakleri, vakıf ve şirketleriyle, Cumhuriyetle birlikte tasfiye edilen Hilafet Kurumundan daha güçlü ve yönetimde daha etkindir. DİB Yönetimi, elde ettiği büyük güç ve etkinliği nedeniyle, kendisini Hilafet Kurumunun Şeyhülislamlık özentisine kaptırmış olmalı ki, kimi konularda fetva” vererek, bilinçaltları açığa çıkmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanım, ülkemizde halen Cumhuriyetle birlikte elde ettiğimiz çağdaş kazanımlarımızı yok etmeyi amaç edinen siyasal İslamcılar desteklenirken, demokrasinin, laikliğin ve çağdaş hukuk düzeninin savunucuları olan Alevilerin inançsal kimliği reddedilmektedir. Bu tutum çağdışıdır; haksızlıktır. Yönetenlerin bu tutumu, ülkemizin dirliği ve birliğine sarsılmaz bağlılığı olan Alevileri üzmekte, itilmişlik duygusu Aleviler içinde giderek boyut kazanmaktadır. Bu bir sorundur ve bu sorun, bizi yönetenlerin niteliksiz ve çağdışı anlayışlarının bir sonucudur. Alevilerin Osmanlı Hilafet düzenine karşı oldukları ve o düzene isyan ettikleri tarihi bir gerçekliktir. Bu nedenle Osmanlı ve Hilafeti tasfiye çabasında olan Mustafa Kemal’in demokratik, laik devlet özlemine ve bağımsızlık hareketine tam bir bütünlük içinde destek vermişlerdir. Ulusal Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal, Erzurum ve Sivas Kongresinden sonra 23 Aralık 1919’da Hacı Bektaş Dergahı’na uğrar. O dönemde Mustafa Kemal, henüz Kurtuluş Savaşını başlatacak gücü oluşturamadığı gibi, boynunda da padişahın ve Şeyhülislâmın ölüm fermanı bulunmaktadır. Hacı Bektaş Postnişini Cemalettin Efendi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Hacıbektaş sınırlarında karşılar, iki gün konuk eder ve maddi destek verir. Ayrıca Alevi-Bektaşilerin, bağımsızlık hareketinin yanında yer alması ve destek vermelerini sağlamak amacıyla Anadolu ve Rumeli’ye haber gönderir. Dergahın bu desteğinin nedeni, demokrasiye, laikliğe ve hukuksal düzene olan özlemdir. Cumhuriyetin temelinde harcı; maddi-manevi desteği olan Alevilerin, Cumhuriyete ve onun ilkelerine karşı en ufak olumsuz bir davranışı olmamıştır, olmaz da.
Bu gerçeklere karşın, Cumhuriyetin temel ilkelerine, içtenlikle bağlı olan Aleviliğin reddi, aşağılanması, horlanması, Türk-İslâm Sentezi içinde eritilerek asimle edilme çabası vb. olumsuzluklar çok sık yaşanmaktadır. Örneğin Pars Tuğlacı’nın hazırladığı, Talim Terbiye Kurulu’nun orta okul ve liselere yardımcı ders kitabı olarak önerdiği “Büyük Türkçe Sözlük’ün” 501. sayfasında Kızılbaşlık (Alevilik); “günahkâr bir Müslüman mezhebinin üyesi, ahlaki değeri düşük olan” denilmiştir. Yine aynı nitelikte olan “Türkçe Büyük Lugat”ın” 575. sayfasında düşük ahlaklı kimse, hafif meşrep, cinsel yönden zayıf davranan” denilmektedir. Aynı görüşü paylaşan Ahmet Günay (Ankara Ayrancı Lisesi Din Kül. ve Ahlak Bil. öğretmenidir.): “Batıda Müslüman olmayan ailelerin kızları, aynı Aleviler de olduğu gibi babalarıyla erkek kardeşleriyle yatıyorlar” iddiasını ders notu olarak vermiştir. (Ankara, DGM 1989/87) İstanbul-GOP İlçesi’nin bir okulunda müd.yard. İbrahim Demirkan; “İstanbul’da yaşayan kadınların yarısı fahişedir. Alevi kızlarının %70’inin kızlık zarı yoktur.” Demiştir. (GOP 1. As. C. Mah. 1991/35)
Benzeri söylem, iddia ve uygulamalar, ülkemizin barış ortamını zedelediği gibi, milyonlarca Alevi yurttaşı da rencide etmektedir. Yetkililer, bu örneklere “münferit olaylar” diyerek geçiştirmekte, önlem almaya yanaşmamaktadır. Oysa aşağılama ve dışlamaya dönük olan bu olayların binlercesini belgelemek olasıdır.
Sayın Cumhurbaşkanım, bu tartışma ve ayrışmalardan bir çoğu zorunlu din derslerinin uygulaması sırasında ortaya çıkmaktadır. Bu dersin uygulayıcısı olan bir çok öğretmen, kimi zaman konuyu bölücülük noktasına kadar götürmektedir. Anayasanın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir …” hükmü yer alırken; aynı Anayasanın 24. maddesinin 4. fıkrasına ise: “Din Kültür ve Ahlak öğretimi ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır.” Hükmü eklenmiştir. 24. maddenin bu hükmü, Anayasanın başlangıç ilkeleri, 2.10.14. maddeleriyle tamamen çelişmektedir. Zorunlu Din Derslerinin uygulamaya konulmasıyla, bunca gencin inanç seçme özgürlüğünü engellendiği gibi, dogma ve nakilcilikle bilimsel eğitim arasına sıkışıp kalan bu gençlerin araştırma, inceleme, değerlendirme, yaratma ve üretme gibi yetenekleri de körletilmektedir. Ayrıca, başta Alevi gençleri olmak üzere, milyonlarca genç, istemedikleri halde öğrenmeye zorlandıkları bir mezhebin kurallarından sınıf geçme notu almak için takiyeciliğe yönelmektedirler. Yaşamımızda takiyecilğin ve iki yüzlü kişiliklerin, demokrasiyi, laikliği ve hukuksal düzeni ne hale getirdiğini yaşayarak ve acısını çekerek tanık olmaktayız.
Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini ilke edinen ülkemizin, “zorunlu” din dersleri uygulanmasına ivedilikle son vermesi, demokrasinin, hukukun, imzaladığımız ulusal ve uluslar arası sözleşmelerin kaçınılmaz gereklerindendir.
Alevilere yönelik ret ve asimilasyon uygulamaları bununla da sınırlı kalmamıştır. DİB’nda, 1,2 Şubat 2001’de müftülerle gizli bir toplantı düzenlenir. Önceden hazırlanarak müftülere dağıtılan, sonradan basına da yansıyan raporda; “İktisadî veya amelî bakımdan Hacı Bektaş Veli düşüncesi, Türkiye’deki Sünni olarak bilinen Müslümanlarla aynıdır ve aralarında bir mezhep ayrılığı yoktur. Horasan Ereni, Alevi-Bektaşi büyüğü olarak bilinen türbe ve tekkelerin yanı başında bulunan camilerle, Anadolu’daki binlerce Alevi köyündeki tarihi camiler Alevilerin dini durumları hakkındaki ret ve inkâr edilemez en önemli belgelerdir. Bunlar da gösteriyor ki, ülkemizdeki Alevi-Sünni herkesin ortak mabedi camidir.” Denilmektedir.
Devlet, DİB’nı aracı yaparak, nasıl ve neye inanmamız gerektiğini dikte etmekte ve hatta egemen (ortodoks) mezhebi bütün yurttaşlara dayatmaktadır. İnanç özgürlüğümüze saldırılmakta, inanma hakkımız kuşatılarak, farklı inanç biçimimiz “laik” devletin yetkililerince “sorun” yapılmakta, köylerimize daha birkaç yıl önce “zorla” yapılan camiler, yüzyıllar öncesinden kalan tarihi türbe ve dergahlar, farklılığımızın yok edilmesi amacıyla, örnek gösterilmektedir. Oysa DİB’nı yönetenler de çok iyi bilirler ki Aleviler, Osmanlı Devleti’nin baskı, yasak ve katliamlarına karşın, kültürlerini, inanç ve geleneklerini bin yıldan beri yaşatarak bugünlere taşımışlardır. Hiçbir Alevi köylüsü kendi isteğiyle (baskı görmeden) cami yapmadığı gibi, camiye de gitmemiştir. Bunun yüzlerce belgesel kanıtı, Osmanlı arşivlerinde bulunmaktadır.
II. Mahmut, 1826’da Alevi-Bektaşilere ait dergah ve tekkelerini kapatır. Alevi-Bektaşi öncülerinden yüzlercesi idam edilirken; on binlercesi de şeriat güçlerin çoğunlukta olduğu bölgelere sürülmüşlerdir. Dergah, tekke ve kiliselerin yanı başına minareler dikerek, Alevi-Bektaşiler ve gayrimüslimler namaz kılmaya zorlanmışlardır. DİB, bunca gerçeği, belgeyi göz ardı ederek, ‘Alevilerin, Sünni mezhebinin içinde olduğu’ iddiasında ısrar etmektedir.
Raporun başka bir yerinde de: ‘Devlet yardımları ile yapılan Cem evi binalarının, bir dinin mabedi imiş gibi, törenlerin yapıldığı bir mabet işlevi kazandığı ve devletin asker veya polisi ile çatışarak ölen bir takım kimselerin cenazelerinin de bu merkezlerde yapılan merasimlerle kaldırıldığı gözlenmektedir.’ Denilmektedir. (Yeni Düşünce Dergisi, Sayı : 2001/08) Raporun bu bölümünde, Aleviliğin reddi ile birlikte imalı bir tehdit görülmektedir. Ayrıca raporda, 90 bine yakın camiden büyük çoğunluğunun nasıl yapıldığı, ısı, ışıklandırma ve su gibi giderlerinin, müftü, imam ve diğer personel ücretlerinin hepimizin ödediği vergilerden karşılandığı “unutulmuştur!..”
Camilerde Sünni inançlı kardeşlerimiz, Cem evlerinde de, Aleviler kendi inançlarının gereğini yerine getirmektedir. Bu gelenek ve uygulamalar bin yıldan beri böyle devam etmektedir.
“Cem evlerinde devletin asker veya polisi ile çatışarak ölen bir takım kimselerin cenazelerinin de bu merkezlerde yapılan merasimlerle kaldırıldığı gözlenmektedir.” Tanımına gelince; cami, kilise ve cem evleri birer mabet yeridir. Dinsel kuralları yerine getirmek isteyenler cenazelerini elbette ki, bu tür yerlere getireceklerdir. Bundan daha doğalı ne olabilir? Nitekim asker ve polisle çatışarak ölen Hizbullahçıların, çete ve mafya elemanlarının, devlet bankalarını soyarak, tüyü bitmedik yetimlerin hakkını çalanların cenazeleri de camilerden kaldırılmaktadır. Bunları gerekçe göstererek camilere ibadet için gidenleri potansiyel suçlu göstermek ne kadar yanlışsa, Cem evlerini ve Alevileri potansiyel suçlu göstermek de o kadar yanlıştır, haksızlıktır.
Sayın Cumhurbaşkanım, İçişleri Bakanlığı’nın Valiliklere gönderdiği genelgelerde: ”tüzüğünde Alevilik ve Cem evi ibaresi bulunan Alevi kurumları hakkında yasal işlem yapılması” istenmektedir. Valilikler de bu doğrultuda uygulamalara yönelmişlerdir.
“Kayseri’de Kurulu bulunan Yunus Emre Kültür ve Dayanışma Derneği ile Hacı Bektaş Veli kültürünü Araştırma, Yaşatma ve Dayanışma Derneği’nin tüzüğünde ‘Cem evi, kültür evi açar’ tanımlarının yer alması nedeniyle, Kayseri Valiliği, İçişleri Bakanlığı’nın 05.07.1999 gün ve D.05.1.EMG.0.12.02.06/38.16.03.7/99-1562293 sayılı yazısı üzerine suç duyurusunda bulunmuştur. (Kayseri 2. As. Ceza Mah. E. No: 1999/788, K. No: 2000/92)
Ankara’da bulunan ve Tüzüğü İçişleri Bakanlığı’nca onaylanan, Ankara Cem ve Kültür evi Yaptırma Derneği 1992’de kurulmuştur. Yıllar sonra, Ankara Valiliği 22.01.2001 tarih ve B.05.1.EMG.a.0600.12.02 D(3).06.41.102/1304 sayılı yazıyla: ‘Dernek Tüzüğünün 2/c maddesinde yer alan Cem-Kültür evi yaptırır, Cem törenleri düzenler ibarelerinin tüzük metninden çıkarılmasını’ istemektedir. Basına yansıyan bilgilere göre siyasi iktidar, Alevilikle ilgili gizli bir toplantı düzenlemiştir. Toplantıya, devletin hassas birimlerinin temsilcileri ile DİB’nın temsilcisi çağrılarak, Alevi kimliği, inançsal sorunları, Cem evleri ve Alevi Kurumları konuları görüşülmüştür.
Alevilerin kimliklerinden kaynaklanan sorunlarının neler olduğu, doğrudan Alevilere sorulmalı ve çözüm önerileri yine Alevi toplumunun iradesiyle inanç önderlerinden alınmalıdır. Böylesine önemli görüşmeler ve ilişkiler, Alevi kurum temsilcilerinin, Alevi yazarlarının ve ozanlarının katılımıyla yapılmalıdır. Alevilere rağmen Aleviler dışında alınacak kararların inandırıcılığı ve kabul edilebilirliği yoktur.
DİB’na, yoksullaştırılan bütçemizden her yıl büyük pay ayrılmaktadır. (2001 bütçesinden 307 trilyon) Bu arada 15 milyonun temsilcisi olan Alevi kurumlarına da “sus payı” olarak 115 milyar TL. verilmektedir. Olağanüstü ölçülerde haksız, eşitliksiz ve hukuksuz olan bu uygulama gelenekselleşmiş ve bir içtihat haline gelmiştir. DİB, laikliği tehdit eden önemli unsurlardan biri, laik ve demokratik devlet özleminin en temel çelişkisidir. Devletimiz bir yandan ”fikri hür, vicdanı hür” çağdaş bireyler yetiştirmek gibi görüntü verirken, diğer yandan bir mezhep devleti gibi davranmakta, DİB’nı finanse etmekte, devlet memurluğu sınavlarında dini sorular sormakta, cami yapımını, kuran kurslarını ve Siyasal İslam yanlısı dincileri özendirmektedir.
Sayın Cumhurbaşkanım, taktir edersiniz ki, devlet denilen oluşumların temel ve değişmez bazı kavramları olmalıdır. Sormak gerekiyor: Bizim temel kavramlarımız nelerdir? Demokrasi mi, teokrasi mi, aşiret devlet modeli mi? Bunu bilmek ve öyle davranmak biz yurttaşların en temel hakkı olsa gerektir. Eğer, çağdaş demokratik devlet hedefi bizim temel kavramlarımızdan biriyse, DİB’nın devlet birimleri arasında ne işi var? Devlet, dinciliği (Alevi-Sünni) neden finanse ediyor? Din (mezhep) öğretimi neden zorunlu?…
Devletimiz, bir yandan “Kur-ani yaşayın” diyerek yüz binlerce imam okulu mezunu yetiştirmekte, bu okullarda kızlarımızın da öğrenim görmesini desteklemekte, sonra bu okullarda koşullanan ve kur-ani yaşamak isteyen çocuklarımız üniversite kapılarına dayanınca “başınızı açın” diyerek kendisiyle çelişmektedir. İnsan sormadan edemiyor: Devletimiz yurttaşlarına ve çocuklarına tuzak mı kuruyor? Bu nasıl bir sistemdir ki, sistemi, geleceğe ilişkin tasarısı ve öngörüsü yoktur?.. Şeriat (İslam) devleti mi, çağdaş demokratik devlet mi ikilemi, devletimizin en önemli çıkmazıdır. Dünyamızda biri birinin zıddı olan iki sistemi birlikte yaşatmak gibi bir “ucube” örnek daha yoktur. Şeriat yasalarının egemen olduğu devlet sisteminde; DİB da, kuran kursu da, imam okulu da, devletin bir inançtan (mezhep) yana tavırlı olması da, farklı inançlar üzerinde baskı kurarak onları asimle etme çabası da olağandır. Ancak demokratik, laik devletin böyle bir görevi asla yoktur:
Sayın Cumhurbaşkanım, Aleviler ve Alevi kurumları, demokrasi, laiklik ve hukuk kurallarına işlerlik kazandırıldığında, bugün tartışılan tüm sorunların çözüleceğine inanmaktadırlar. Tekrar etmekte yarar var: Devletin din yönetiminden/öğretiminden elini çekmesi, laik devlet projesinin olmazsa olmaz koşuludur. Din’i siyasallaştıran, eğitimi dinselleştiren ve Sünni-İslam öngörüsüyle, farklılık, çoğulculuk, ve hoşgörüye kapanan; kendini gericiliğe mahkum eden devletin geleceği, kargaşa ve sefilliktir!
Bu nedenle, Atatürk’ün gösterdiği muasır medeniyet seviyesine ulaşmamız için; devletin dinden bağımsızlaşması; Sünni taraftarlığını, ayırımcılığını, finansörlüğünü bırakması; resmi okulların ve günlük yaşamın din-mezhep baskısından kurtarılması mutlak zorunluluktur.
Sn. Cumhurbaşkanım, bizler demokrasi, laiklik ve çağdaş hukuk kurallarının eksiksiz işletilmesini, devlet bürokrasisinde görev alacak yurttaşlarda, din ve mezhep değil, demokrat nitelik aranmasını, İmam Hatip Okullarının, Devlet tarafından açılan Kuran Kurslarının ve devlet dairelerinde açılan mescitlerin kapatılmasını, DİB ve Zorunlu Din Derslerinin kaldırılmasını, bilime dayalı demokratik eğitime işlerlik kazandırılmasını, devletin inançlara eşit davranmasını, hiçbir inanca ekonomik ve politik destek vermemesini, Alevi kimliğinin kabul edilmesini, Alevi örgütlerinin önündeki yasak ve baskıların kaldırılmasını, Alevileri asimle etmeye yönelik uygulamaların, küçük düşürücü, horlayıcı ve dışlayıcı yayınların son bulmasını diliyoruz.
Bu sorunlarımızın çözümü yönünde öncülüğünüzü, desteğinizi ve katkılarınızı esirgememenizi arz ediyoruz. Saygılarımızla,
Yönetim Kurulu Adına Başkan,
Murtaza DEMİR

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
spot_img