Kutsal metinlerden, peygamberler eliyle insanlığa ulaştırılmış vahiy ürünlerini kastediyorum. Bu ürünler, hangi peygamber tarafından tebliğ edilmiş olurlarsa olsunlar, tahrif edilmedikleri sürece gerçeği katıksız ve pürüzsüz bildiren pasajlardır. Çünkü bunlar, mutlak gerçeğin insana ilettiği kozmik kullanım kılavuzlarıdır. Hayatın, insanın, varlık ve oluşun nasıl izlenmesi ve nasıl değerlendirilmesi gerektiğini bizzat Yaratıcı’nın ışığıyla önümüze koyarlar.
Kutsal metinler, hayatı elinde tutan Kudret’in insana en büyük lütfudur. Bu lütuftan yararlanmanın üç temel koşulu var:
- İman (iyi niyet, sabır ve ciddiyet),
- Metinleri tahriften (bozma, artırma veya eksiltme) uzak tutmak,
- Metinleri, onlara yaraşır biçimde okumak.
Kutsal metinler, bu üç nokta üzerinde ısrarla durmaktadır. Çünkü bu üç noktanın birinin veya hepsinin ihmali halinde kutsal metinlerden sonuç almak mümkün olmaktan çıkar.
Kutsal metinler, kendilerinin nasıl okunacağına ilişkin çok ince ve ısrarlı bilgiler de verirler. Kur’an bu bilgilerin omurgasına ‘tedebbür’ (anlamı gereğince kavramak için beyin ve ruh güçlerini iyice seferber etmek) kavramını oturtur.
Kustal metinler, insanlığa en eski zamanlardan başlayarak bilgi vermekte, ışık tutmaktadır. Bu ışık, insanın bulunduğu yerin daima ilerisinden yani insanın sahip bulunduğu bilgilerin daha üstünden bilgiler verir. İnsan, özellikle ilk dönemlerde, sahip bulunmadığı bu bilgileri kavrayamadığı için kutsal metinler sürekli olarak semboller-mecazlar kullanmıştır.
Kutsal metinler dilinin, daha doğrusu tanrısal kelam faaliyetinin temel niteliklerinden biri de sembolik oluşudur. Kur’an bu kullanımı, sadece kendisi adına değil, tüm kutsal metinler adına tanıtır ve onu ‘müteşábih’ olarak anar:
‘Allah, kelamın en güzelini birbirine benzer iç içe ikili anlamlar ifade eden/müteşábih bir kitap halinde indirmiştir.’ (Zümer, 23)
Kitap, genelde tüm vahyin, özel olarak da Kur’an’ın adıdır. Müteşábih ise bilim ve düşünce faaliyetine hareket imkánı veren çok boyutlu söz, benim kullandığım tábirle, ufuk-sözdür.
Kur’an’ın ahkám ayetleri (muhkemát) denen kural-ayetleri dışındaki tüm ayetleri müteşábihtir. (bk. Áli İmran, 7) Áhkam ayetleri, en ileri rakam iki yüz, Kur’an’ın toplam ayet sayısı ise yaklaşık altı bin üç yüzdür. Yani Kur’an’ın yaklaşık yüzde doksanı müteşábih ayetlerden oluşmaktadır.
Müteşábih ayetlerin ne demek istediği bir Allah bilir, bir de ‘ilimde derinleşmiş olanlar.’ (Áli İmran, 7)
Bu söylediklerimizi birlikte düşünür, değerlendirirsek şu sonuca varabiliriz: Kutsal metinlerden, özellikle Kur’an’dan gerekli reçeteleri çıkarmak için ilim faaliyeti kaçınılmazdır. Bu ‘ilim’, yine Kur’an’a göre, tüm varlığı incelemeye yönelik uğraşın sonuçlarının toplamıdır.
Kutsal metinlerden gereğince yararlanmanın temel koşullarından biri de, büyük ilahiyatçı düşünür Paul Tillich (ölm. 1965)in söylediği gibi, dinin sembolik diliyle bilim dilini barıştırmak, başka bir deyişle dinin dilini bilimin diline tercüme edebilmektir. Bu yapılmadan kutsal metinlerin taşıdıkları bilgi-ışık değerlerinin tümünü hayatımıza sokamayız.
Bunun yapılmasının önünde en büyük engel, dini kendi bakış açısının dar kalıpları içine sokan ve kutsal metinleri o kalıplar içinde hapsedip tabulaştıran din taassubu yani yobazlıktır.
Yobazlığın, siyasal çıkarlar uğruna destek görmesi ise kayıpları büyüterek felaket boyutuna ulaştırmaktadır. Böylece siyaset destekli yobazlığın musallat olduğu din, insanın hayrına işleyen bir rahmet kurumu olmaktan çıkıp insanın yıkım ve sapıklığına araç yapılan bir fesat kurumuna dönüşmektedir.
Bunun içindir ki biz, dinin en büyük sıkıntısının dinsizlik değil, din yobazlığı olduğu gerçeğini sürekli dile getiriyoruz. Gerçek dindarların uğraşacakları bir numaralı bela da işte bu yobazlıktır. Çünkü dindarın dini de kendisi de bu bela tarafından perişan ediliyor.
Şu gerçeği asla ve asla unutmayalım: Dine karşı olanların zararı dine değil, kendilerinedir. Dine zarar veren şer unsur, dini içinden çürüten ve insanlığı dinden tiksinir hale getiren din yobazlığıdır. Özellikle politik çıkarların beslediği yobazlık…
Kutsal metinleri, onlara yaraşır bir yaklaşımla okuyunca ne olacak?
Kutsal metinlerdeki ‘çok boyutlu anlam’ yakalanacak.
Kutsal metinlerin temel amacı insan ile Allah arası ilişkiyi kurmaktır. Ne var ki kutsal metinlerde söz mutlak kaynaktan o şekilde çıkarılmıştır ki temel amaca yürürken ikincil, üçüncül, döndüncül… amaçlara ilişkin ışık-değerleri de içinde taşır. Örneğin, ahlaksal bir düzenleme yaparken, varlıktaki ahenk yasasına da değinir. Kötülerin cezalandırılmasını anlatırken mikropların varlığını ve işlevini gösterir. Allah’ın evren ve oluştaki kudretini anlatırken astronominin, astrofiziğin kanunlarına değinir. Varlığın Allah’ın emirlerine boyun eğdiğini anlatırken rüzgarların dölleme yaptığını, yağmurun nasıl yağdığını, atom çekirdeğindeki hareketi, yerin bağrındaki çeşitli faaliyetleri ifadeye koyar.
Ve sonunda insana şunu söyler: Tüm bunlar Allah’ın ayetleridir, bunları inceden inceye tetkik et ve gerekli sonuçları çıkar…
Deyim yerindeyse, kutsal metinler, onlarca yan ürünü bulunan bir ham cevhere benzer. Bu cevher, bilim ve hermenötik (yorum sanatı) paleti üzerine konup iyi niyet, sabır ve bilgiyle izlendikçe değişik aşamalarda değişik ürünler ortaya çıkar.
Deprem felaketi münasebetiyle, İncil ve Kur’an’da geçen ortak bir örneği ele almak istiyorum. Matta İncili 7. babın 24-27. ayetleri Hz. İsa’nın şu tebliğinden oluşuyor:
‘Benim bu sözlerimi kim işitir ve onları yaparsa evini kaya üzerine kuran akıllı adama benzer. Yağmur yağdı, seller geldi, yeller esti ve eve çarptılar; ev yıkılmadı; çünkü kaya üzerine kurulmuştu. Ve benim bu sözlerimi işiten ve yapmayan herkes, evini kum üzerine kuran budala adama benzer. Yağmur yağdı, seller geldi, yeller esti ve o eve saldırdılar; ev yıkıldı; ve onun yıkılması büyük oldu.’
Hz. İsa’nın bu tebliği, Luka İncili’nin 6. babında 46-49. ayetler halinde yer almaktadır.
Bu kelamda temel amaç, peygamberi dinlemenin, onun sözlerindeki ve kişiliğindeki değerleri kılavuz edinmenin gereğini anlatmaktır. Ancak söz bunu yaparken, bugün sismolojinin, jeodezinin, jeolojinin, bayındırlık mühendisliğinin üzerinde ısrarla durduğu bir gerçeğin altını da çizmektedir:
Yerleşim bölgelerini seçerken, bina yaparken kayalık alanları seçin, kumsal, alüvyonlu alanlardan uzak durun. Yoksa, doğal áfetler binalarınızı yıkar, ahmaklığınızın faturası çok ağır olur.
Şimdi Kur’an’daki kelama bakalım. Tevbe Suresi 109-110. ayetler şöyle diyor:
‘Binasını, Allah’tan gelen bir sakınma duygusu ve hoşnutluk üzerine kuran mı hayırlıdır yoksa binasını sel artıklarının ucundaki yarın kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı? Allah, zalimler topluluğuna kılavuzluk etmez. Kurdukları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar yüreklerinde bir kuşku olmaya devam edecektir.’
Ayetin temel amacı, insanı Allah’ın rızasını unutmamaya, takvadan (tanrısal iradeye ters düşen şeylerden sakınmak) uzaklaşmamaya çağırmaktır. Ama söz, yerleşim bölgeleri oluştururken dikkat edilecek temel noktaları da değişik bilimlere ufuk açacak bir biçimde vermektedir.
İncil’deki ‘kaya’ yerine Kur’an’da ‘Allah’tan gelen bir sakınma duygusu’ konarak, değişik tedbirlerin işlerlik alanı açık tutulmuştur. Bu tedbirlere dikkat etmeyenlerin zalimler topluluğu olarak adlandırılması ise ürpertici bir ibret dersidir.
Bütün mesele, kutsal metni, üflemeyi bırakıp okumaktır. Ve ‘tedebbür’ üzere okumaktır, papağan gevelemesi üzere değil…
Onlarca örnek verebilirim ama işe yaramaz. Çünkü muhatabım olan kitle, kutsal metinleri henüz ‘okuma’ bilincine ulaşmış değil. Onları üflemekle meşguldür.
Hem de ölüler üzerine.
Ruhu ve beyni dirilerin, ruhu ve beyni dirilere okumaları için gönderilen kelamı, aklı ve gönlü ölmüşlerin mezarlara okumasını din haline getirmiş bir kitleye şu anlatılanlar acaba bir şey söylüyor mu?
Doğrusu çok merak ediyorum!
MÜMİNÛN SURESİ (74/23. sure)
Rahman ve Rahîm Allah’ın adıyla… - Toplumu içinden inkárcı kodaman grup şöyle dedi. ‘Bu adam, sizin gibi bir insandan başka bir şey değil; size üstünlük taslamak istiyor. Eğer Allah dileseydi, melekler indirirdi. Biz ilk atalarımız arasında böyle bir şey duymadık.’
- ‘Cinnet getirmiş bir adamdan başkası değildir o. Belli bir süreye kadar göz altında tutun onu.’
- Nûh şöyle yakardı: ‘Rabbim, beni yalanlamaları karşısında yardım et bana!’
- Bunun üzerine biz, nûh’a şöyle vahyetik: ‘Gözlerimizin önünde ve vahyimize uygun olarak gemiyi yap. Emrimiz gelip tandır kaynayınca, ailenle birlikte her türden iki çifti gemiye sok. İçlerinden, haklarında daha önce hüküm verilmiş olanları dışta bırak. Zulmetmiş olanlar hakkında bana yakarıp durma. Onlar kesinlikle boğulacaklardır.’
- Sen, yanındakilerle birlikte geminin üzerine çıktığında şöyle de: ‘Zalimler topluluğundan bizi kurtaran Allah’a hamd olsun!’
- Şunu da söyle: ‘Rabbim, beni bereketli bir yere indir. Sen, konuk ağırlayanların en hayırlısısın.’
- Biz onları imtihan ediyor idiysek de bunda elbette ibretler vardır.
- Sonra onların ardından başka bir nesil oluşturduk.
- Onlara da içlerinden şu yolda tebliğde bulunan bir resul gönderdik: Allah’a kulluk/ibadet edin. O’ndan başka tanrınız yok sizin. Hálá ürpermiyor musunuz?
- Toplumunun, dünya hayatında servet ve refaha ulaştırdığımız halde inkára sapıp áhiretteki buluşmayı yalanlayan kodaman takımı şöyle dedi: ‘Bu adam, sadece sizin gibi bir insan; yemekte olduğunuzdan yiyor, içmekte olduğunuzdan içiyor.’
- ‘Kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde mutlaka hüsrana uğrayanlar olursunuz.’
- ‘Size, ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra tekrar meydana çıkarılacağınızı mı vaat ediyor?’
- ‘Heyhat! Size vaat edilen o şey ne kadar uzak!’
- ‘Hayat, şu dünya hayatımızdan başkası değildir. Ölürüz, yaşarız ama biz tekrar diriltecek değiliz.’ SÜRECEK
SORUN SÖYLEYELİM
SORU: Tespih denen álet İslam álemine Budistlerden mi geçmiştir?
CEVAP: Peygamberimizin hayatında álet-edevat anlamında bir tespih yoktur. Bu álet, meditasyonlarında sayıyı tutturmak çok önemli olan Budistlerde kullanılır. Bize de oradan geçmiştir.
İslamın tespihi, Allah’ı sözlü veya gönülden anmak, yüceltmektir. Bunun sayısı ve áleti olmaz.
Camilerdeki yığın yığın tespih áletleri tartışmasız bid’attır; camiden atılmalıdır. ‘Bunlar camiden atılsın!’ dediğinizde buna karşı çıkılıyorsa o camide namaz kılmamak gerekir. Bid’ata karşı çıkmak için bir ibadeti terk etmek, bid’ati ihya için ibadet etmekten daha kıymetli ve erdiricidir. Çünkü birincide Allah’a teslimiyet, ikincide ise dine ekleme yapmak vardır.
SORU: Camilerde yakılan elektiriğin faturası diğer abonelere yükleniyor. Bu dinen doğru mudur?
CEVAP: Doğru değildir. Hiç kimsenin ibadetinin giderlerini başkalarına yükleme hakkı yoktur. İsteyen kendi isteğiyle elbette ki ödeyebilir ama haberi olmayan insanlara ödetmek açıkça haramdır. Bu tür haram tavırlar ibadetleri taat (Allah’a niyaz) olmaktan çıkarıp ma’sıyete (günaha) dönüştürür.
Ağzı soğan-sarımsak kokanların, insanları rahatsız ediyorlar diye camiye gelmemesini isteyen bir din, insanların alın terlerini onların haberi olmadan aşırıp bunu ibadet vesilesi yapanların yakasını elbette bırakmaz.
Star 1.09.2003