Bu yıl (2003 yılı) yaz aylarını köyde geçirdim. Buradaki günlerimi değerlendirmek içinde başta annem- Navruz olmak üze köylülerimizin bildiği deyişleri Düvâz İmamları (Düvâzdeh[1] imâmları) yazmaya çalıştım. Navruz [2] yazdırmaya çalıştığı bir deyişi çıkaramayınca “bunu şu da bilirdi, ona da bir sor” diye beni yönlendirerek çalışmamı genişletti; bu şiirlerle ilgili bazı notlar yazmak istiyorum:
Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü şiirinin annem için özel bir önemi var. Dedesi Acırlıoğlu – okur-yazar olmadığından – bu şiiri unuturum diye korkarmış. Bundan dolayı da “Navruz’um bunu unuturum diye korkuyorum gel de şunu bir daha işletek (söyleyek)[3]” diye gelir çeşitli zamanlarda birlikte söylerlermiş. Bence ise bir başka önemi daha var, şiir özel bir olayı, Hacı Bektaş Çelebilerinden Ali Celâlettin Çelebi’nin dünyadan göçüşünü; o zamanların hüzünlü, bulanık atmosferini, bu şahsiyetinin gönüllerdeki algılanış halini, ona yapılan cenaze törenini aktarması açısından da tarihi bir önemi var gibi.
Tarihte “Vakayı Hayriye” yada Bektaşilerin tabirle Vakayı Şerriye diye anılan Yeniçeri ordusunu büyük bir katliamla dağıtılmasıyla başlayan dönemde Hacıbektaş Pôstnişini Hamdullah Celebi (1767-1846) ile kardeşi Veleyettin Çelebi (1772-1828) Hacıbektaş’ta yaşarlarmış. Bu olaydan sonra Hamdullah Çelebi Amasya’ya sürgüne gönderilmiş, hayatının geri kalanını Amasya’da sürgünde geçirmiş; ne demekse annemle ebem “Amasya’ya Mafiliğe (Mahfil) gönderildi” derlerdi. İyide bir şair olan Hamdullah Çelebi sürgüne gönderilmeden önceki şiirlerinde “Hamdullah” yada “Hamdi” Mahlasını kullanırken sürgüne gittikten sonraki şiirlerinde “HASRETİ” mahlasını kullanmış. Hamdullah Çelebinin biri oğlan biri kız, iki evladı olmuş, ikisi de Amasya’da öldüğünden Hacı Bektaş Postnişinliği kardeşinin çocuklarına geçmiş.
Hamdullah Çelebinin Hacıbektaş’ta kalan kardeşi Velayettin Çelebi’nin Ali Celalettin Çelebi ile Feyzullah Çelebi adlarında iki oğlu varmış; “Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü” diye başlayan bu şiirde dönemin atmosferi içinde anlatılan işte bu Celalettin Celebi olsa gerek .
Hammdullah Çelebinin Amasya’ya sürgün edilmesi genel olarak bu yöre Alevîlerini özel olarak ta bizim aileyi çok etkilemiş olmalı ki küçüklüğümüzde bu konularla ilgili öyküleri dinleyerek büyüdük.
İğdecik’li Aşik Veliyle Kale’li aşık Kemter hem bir birleriyle usta çırak ilişkisi içerisinde iyi dostlarmış, hem de Pir kabul ettikleri Hamdullah Çelebiye –annem gilin tabiriyle söylersem Hamdullah efendime – çok bağlılarmış. İki aşık zaman zaman pirlerini ziyarete giderlermiş; günümüzde hala söylemekte olan, aşık Veli’nin Amasya’ya gitme özlemini anlatan deyişleri meşhurdur; Aşık Velinin bu yolculuklarıyla ilgili bir doluda öykü anlatılır[4].
Hamdullah Çelebinin biri oğlan biri kız, iki çocuğu varmış; oğlu ölmüş yada öldürmüşler kızını da kaçırıp kaybetmişler. Aşık Veli’nin de bir oğlu varmış, her nedense Aşık Velinin oğlu ölmüş. Aşık Velinin oğlu ölünce, iç sıkıntısına bir çare bulmak için doğruca Amasya’ya pirinin yanına gitmiş. Varmış ki ne varsın, Hamdullah Çelebi’nin de oğlu ölmüş, Hamdullah Çelebi “Dağlar, taşlar bile kara giyip kara kuşansın” demiş. Herkes yasta, kimsenin ağzını bıçak bile açmıyor; öyle bir kasavetli hava var ki dal kıpırdamıyor. Aşık Veli derdini bile söyleyemeden bir iki gün orada kaldıktan sonra aş evine çekilmiş kendi kendine söylenerek “ Derde tabi oldum tabibe vardım./ Vardım ki tabibin derdi benden çok. Tabipler tabibi dertli olursa / besbelli ki bu dünyada dertsiz yok .” diye başlaya şiirini söyleyip, şiirin sonunda “Eğer bu sözümde hilaf var ise, Kerbela da İmam Hüseyin’e baksana” demiş. Her nasıl olmuşsa, bu sözler Hamdullah Çelebi’ye malum olmuş; gelmiş “Aşık beni bağladın, gayrı sazlar çalınsın, kudümler vurulsun” deyi aşığın önünü açmış.
Aşık Velinin bir ziyaretinde, Hamdullah Çelebi “Aşık kızımı bir medetsen, nasıl anlatırdın bakalım”deyince Aşık Veli “Zeynolmuş kakülün enver misali / boyun erguvandan güzelsin güzel” diye başlayan türküsünü söylemiş.
Hamdullah Çelebi sürgün edilince, Hacıbektaş’ta kalanlarla gurbete gidenler birbirleriyle şiirler yazarak haberleşirlermiş. Ebemin tabiriyle “şiirlere döktükleri duygularını rüzgara verip bir birlerine gönderirlermiş”; bu şiirler çok dokunaklıdır:
“Badı sabah benden yare selam et
sorarsa hallerim perişan de var
alıp bu nameyi köyü yare git
Hasretinden Çaki giryan dede var
Dokun zülfün yare aheste sen es
Hoş bir reyha gelsin bir dahi nefes
Fevzi’nin gürbetten şikayeti pes
Gahi şadan gahi perişan de var”
“Senden ayrılalı Şahı revânım
Arttı ahû-zârım ne alemdesin
Adaletli Şahım selvi civanın ( selvi revanım)
Kaşları kemanım ne alemdesin
Hasretlik çekmeye kalmadı tâkat
Ne dilde tahammül ne can irehat
Sen bilin halimden sormak ne hacet
Gülüm, gül fidanım ne alemdesin”
Yazdığım şiirlerden Derviş Alinin Duaz İmamı bir başka açıdan dikkatimi çekti. Bizim Bektaşi edebiyatı hece ölçülü, dörtlük düzeniyle yazılıp söylenilen şiirlerdir. Serbest vezin çok çok sonraları başladı diye bilinir. Derviş Alinin “Selavattan indi nişan/ Muhammet ehli dindir/ Deyverin ey sofular evvelki imamınız kimdir” diye başlayan şiiri serbest vezinle yazılmış bir şiir. Bu alanda uzman değilim, bundan dolayı da fazla söz söylemekten korkarım ama bu şiir serbest vezinle yazılmış bir şiir. Edebiyat tarihçileri bunu dikkate almalı diye düşünüyorum. Gerçi “Bir çiçekle bahar gelmez” derler ama, açan bir gül de bir güldür, daha bahar gelmedi diye erken açan bir gül görülmezlikten gelinemez. Bu şekilde imamların anıldığı başka şiirlerde var. Geçen gün Navruz duvazı imamlar ( İmamları anan dualar) söylerken dikkatimi çekti yazmaya çalışacağım.
Burada üzerinde durup incelemek istediğim bir başka deyiş “Kudret kandilinde balkıyıp duran Muhammet-Alinin nurudur vallah” duvazının söylenişindeki hatalı söyleyiş hakkında. Bu deyişi Sabahat Akkiraz “Yiğit İnsanların Türküleri” kasetinde söylüyor; ağzına, diline sağlık pekte güzel söylüyor. Ancak her kıtada bizim bildiğimizden, yani Navruz’dan yazdığımdan çok farklı söylüyor; biz bu farkların önemli olduğunu düşünüyoruz. Ben incelemelerimde Navruz’un yazdırdığı halin doğru olduğuna karar verdim, bunları yazıp konuya ilgi duyacaklarla paylaşmak istiyorum.
Bu şiirleri, hatta bu yazıyı köyde yazdığımdan buyana bu konu hiç aklımdan çıkmadı. Adana’ya gelince de ilk işim kitaplığıma dalıp bu deyişi aramak oldu. Önce İsmail ÖZMEN’in değerli eseri “Alevi – Bektaşi Şiirleri Antolojisi”nin Noksanı bölümüne baktım, bu şiir orada yoktu; sonra Noksani’nin kitabına baktım bu şiir orada da yoktu. Sonra M. Hâlid BAYRİ’nin 1969 yılında yayınlanan “Aşık Virani Divanı” ile Adil Ali Atalay VAKTİDOLU’nun “Virâni ve Risalesi (Buyruğu)” kitaplarına baktım; bu şiir her iki kitapta da var. İsmail Özmen de “Alevi – Bektaşi Şiirleri Antolojisi’nin Virani bölümüne bu şiiri almış. Bu deyiş, M. Tevfik OKTAN’ın 1945’de yazdığından buyana Alevilerin –Bektaşilerin bir nevi baş vuru kitabı niteliğinde olan “Bektaşiliğin İç Yüzü” adlı kitabında (bakınız 84-85. sayfalarda) da var. Araştırılsa pek çok kaynakta daha olacağını sanıyorum, çünkü şiir cemlerde söylenen, Alevilerin düşüncelerini özlü bir ifadeyle, çok iyi anlatan bir şiir.
Kitaplarda Kudret Kandili şiirinde bazı farklılıklar var ama öz olak, Navruz’dan yazdığım gibi. Örneğin Bektaşiliğin İç Yüzünde şiir 6 kıta diğer kitaplarda 7 kıta vs.
M. Tevfik OKTAN Bektaşiliğin İç Yüzünde bu şiiri Genç Abdal’ın “Kudret Kandili” ile ilgili şiirini açıklayıp bu konuyu şiirlerinde işlemiş ozanlardan söz ederken anıyor. Bu şiirin anılmasına neden olan Genç Abdalın ilk dörtlüğü şöyle:
Kandilde nûr iken sevmişem seni
Güzel Pirim, Sultan Pirim, Şah pirim
Her güzelden güzel görmüşem seni
Güzel Pirim, Sultan Pirim Şah Pirim.
M. Halil BAYRİ’nin “Aşık Virani Divanı” adlı kitabında ise şiirle ilgili şöyle bir açıklama var: “Virani’nin elimizde bulunan büyük Divanındaki üç yüz manzûmenin hemen hepsi arûz vezni ile yazılmıştır. Arûz veznini kullanırken şair hiç güçlük çekmediği halde, ara sıra da hece vezni ile şiirler yazmıştır ki, aşağıda görünen üç manzume bunlardır:” dedikten sonra sıraladığı bu üç manzumeden biride bu “Kudret Kandilinde Parlayıp Duran” şiiri. Bu yüzden şiir kitapta iki defa yer almış. İsmail Özmen “Alevi-Bektaşi Şiirler Antolojisine” M. Halil Bayri’nin kitabındakinin aynısını almış.
Ancak “Kudret Kandilinde Parlayıp Duran” şiiri andığım bu dört kitapta da, Navruz’dan yazıldığı şekilde görünüyor diye doğru olan bu şekildir demek kolaylığına gidemeyiz. Kudret Kandili şiiri Virani adıyla bir çok kitapta yer almasına rağmen aynı şiiri A. Celalettin ULUSOY “ Alevi Bektaşi YOLU” adlı kitabında Hatayi mahlasıyla yazmış (Bakınız sayfa 243). A. Celalettin ULUSOY’un özellikle “Bektaşiliğin İç Yüzü’nü okuduğu, hem de çok iyi incelediği kitabından anlaşıldığına göre bunu niye böyle yapmış bilemiyorum. Ama mahlas dışında öz olarak bir değişiklik yok. Bunda şaşılacak bir durum yok, aynı şiir bir başka yerde bir başka ozanın adıyla da karşımıza çıkabilir; halkın sevdiği bir şiiri (sevdiği bir deyişi) sevdiği bir ozana mal edip öyle söylediği bilinen bir gerçektir. Ancak genel olarak halk, özel olarak da Aleviler – Bektaşiler, sevdikleri bir ozanın söylemeyeceği bir sözü, asla o ozana söyletmezler, buda bir başka gerçek.[5]
Peki öyleyse, böylesi durumlarda ne yapacağız? Tutulacak yol gayet açıktır; Anadolu Aleviliğine – Bektaşiliğe bağlı ozanlar yüzyıllardır süren yürüyüşleri içerisinde tıpkı bir akademinin önündeki konuları çeşitli açılardan incelediği gibi, onlarda bütün bu konuları inceleyip şiirlerinde -oya işler gibi- işlemişlerdir. Bizde bir şiiri incelerken, o söyleyişin doğru olup olamadığını anlamak için, o konuyu başka ozanların şiirlerinde nasıl işlendiğine, Bektaşilerin genel anlayışlarında konun nasıl değerlendirildiğine bakıp ona göre bir karara varmalıyız. Bizde şimdi bu yolu izleyerek Kudret Kandili şiirini kıta kıta (dörtlük dörtlük) inceleyelim.
Yunus Emre’nin “Ölürse tenler ölür, canlara ölesi değil” diye belirttiği gibi Bektaşiler canın( İnsan ruhunun ) öleceğine inanmazlar; canı Allah verir ten ölünce can geldiği yere geri gider; bundan dolayı ölen bir kişi için “Hakka Yürüdü” “Kalıp Değiştirdi” derler. “Hakka Yürüdü” demenin felsefi derinliği şudur: Allah evreni yoktan, yokluktan değil kendi varlığından yaratmıştır. “Bu yaratılış, başka bir şey yaratma değil, meydana çıkma, bir şeyin başka bir şeye değişmesi, zuhur halidir. Kişinin maddi varlığının ölmesi, Allah’ın varlığı içinde bir baka biçimde dirilmesidir. İnsan yaşamında bir amacın bitmesi diğer bir amacın başlamasıdır.” Evren yokken, “zaman var edilmeden önce – Allah- ‘Hüsnü – Mutlak’ (sonsuz Güzellik) halinde bir ‘Kunt-ü Kenz’ (Gizli Güzellik) – olarak var- idi. Sonu olmayan bu yokluğun içinde kendine bakacak göz, ve vecde gelecek bir gönül istedi.” Bunun soncuda kainatı kendinden yarattı. Bundan sonra “ Durgun bir göle akseden güneş gibi, Kainatta var olan her cisim Allah’ın sıfatlarından birini yansıtır oldu”[6] Allah evreni, evrendeki her şeyi kendi varlığından yarattığı için evrendeki canlı cansız her şey Tanrının bir görünümüdür, bu yüzden evrendeki canlı cansız her şeye yaklaşırken Tanrıya yaklaşır gibi, sevgiyle muhabbetle yaklaşmalıyız[7]; Tanrının evreni, evrendeki yaratıkları bu çeşitlilik içerisinde yaratmasında bir hikmeti olduğunu bilip, bundan dolayı da bunu olduğu gibi kabul edip sevmeliyiz; bu çeşitliği kabul etmeyip bir türü yok etmeye çalışmak Allah’ın iradesine karşı gelmektir; bunun için biz 72 milleti, börkü böceği olduğu gibi kabul edip sevmeliyiz, demişlerdir. Yunus Emre’nin “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” sözü bu bütünlüğü ifade eder.
Bu anlayışa uygun olarak, insan yaratılmadan önce Tanrının bir parçası olduğu için Ölünce de “Kalıp Değiştirir” geldiği yere geri döner “Hakka Yürür” derler. Bektaşi ozanlarının bu devriyeyi anlatan şiirleri çoktur; Bu şiirle içinde Şirinin, Hatayi’nin, Edip Harabi’nin devriyeleri çok ünlüdürler, çok bilinirler.
Kudret Kandili gerek Alevi söylencelerinde gerekse de Alevi Bektaşi ozanlarının dizelerinde çokça gecen bir kavramdır. Bu kavram evren yaratılmadan evvel Ali İle Muhammet’in Kandilde yanan bir nur gibi bulunduklarını, “Kandili-Kudrette birlikte” olan bu nurun dünyada sürekli olacağını, bunların birbirlerinden ayrılamayacağını anlatır. Kudret kandilindeki bu nur, bin bir dondan baş gösterir, imamların görünümünde dünyaya gelip gider en sonunda da Hacı Bektaşi Veli olarak gelir. “Onlar için Hacı Bektaş Veli çağ ve ad değiştirmiş Ali’dir. Serçeşme’dir.”[8] Kudret kandilini anlatan şiirler imamları andıktan sonra bunu getirip Pirlerine Hacı Bektaş Veliye getirip bağlarlar. Virâni’de bu şiirinde bunu yapıyor. Virâni’nin şiirine geçmeden Kul Himmet’in iki şiirinden konuyu anlatan birer dörtlüğü buraya almanın uygun olacağını düşünüyorum.
“Yerde insan gökte melek yok iken / Kudretten bir nur idi süzüldü
Cümle mahluk kandildeki nur iken / Ayn Ali mim Muhammet yazıldı”
Nice yüz bin kandilde durdun / Ata’nın belinden mâder’e geldin
Anın için halkı gûman’a saldın / Bin bir dondan baş gösterdin ya Ali”
Şimdi kudret kandili şiirini kıta kıta yazarak kasette bize yanlış gelen yerleri belirtip nedenleri üzerinde duralım.
Kudret kandilinde balkıyıp (parlayıp) duran
Muhammet Ali’nin nurudur vallah
Zuhur edip kafir (kuffar) leşkerin kıran
Elinde Zülfikar Ali’dir billah
Kasette leşkerin kıran yerine “meskenin yıkan” deniyor. Kudret Kandilinde parlayan nur iken, bu defa yeryüzüne Ali olarak gelen zat, kendileriyle savaşan düşmanın askerini –din aşkına- kırar ama, düşmanın evini yıkar mı? Anadolu halkı Ali’yi bir hayli Anadolulaştırmış onu, olgunluğun, adilliğin, insaflılığın, merhametliliğin vb. olumlu bütün değerlerin kendi üzerinde birleşip, cisimleştiği, insanı kamilliğe örnek kişi haline getirmiştir. Bu kişiye din uğruna, düşünceleri için, kendiyle savaşan askeri kırdıra bilirsiniz ama ona kuffarın evini (meskenini) yıktıramazsınız. Leşker savaş alanına çıkıp seninle savaşan askerdir bundan dolayı da doğal olarak askeri bir hedeftir; ama mesken askeri bir hedef değildir. Meskende suçlu, suçsuz, savaşamayacak kadar yaşlı, çocuk, kadın hatta hatta gönlünden gizliden gizliye seni seven bir taraftarda olabilir; askeri bir hedef olmayan böyle bir yeri -meskeni yıkmak insafla, merhametle, adaletle bağdaşmaz, bunu yapmak bir zulümdür, böyle bir şeyi Anadolu halkının gönlünde yücelerden yüce bir mevkide taht kurmuş olan birine yaptıramazsınız; böyle bir şeyi ne Noksani nede Virani aklına bile getirmez. Anadolu halkının gönlündeki Ali savaştığı asker yüzüne tükürünce onu öldürmekten vazgeçer; düşman askeri “ beni niye bağışladın” diye sorunca da “sen bize karşı savaştığın için seni din aşkına öldürecektim ama yüzüme tükürünce buna kendi hislerimde karıştı, günaha girerim diye korktum onun içinde seni öldürmekten vazgeçtim” der. Kendini yaralayıp, ölümüne neden olan kafire karşı son derece merhametli, son derece iyi davranır, ona eziyet edilmesini önler, ölümü halinde bunun ailesine, işbirlikçisi olan arkadaşlarına karı bir kin güdülmesini düşmanlık yapılmasını, kan davasını yasaklar. Ya Ali “Canına kast eden kafire niye böyle davranıyorsun o düşman bunu hak ediyor mu diye soranlara da “ben, ona yakışanı değil, kendime yakışanı yapıyorum” der. Askeri bir hedef olmayan, masum insanlarında içinde yaşadığı bir meskeni yıkmak, böylesi bir kişiye hiç yakışır mı? yada yakıştırılır mı?
Zuhûr etti imam Hasan Hüseyin
Onların nurundan ziyalandı din
Kırk pare bölündü Zeynel Abidin
Çekelim yasını hasbet-en-lillah
Bu dörtlüğün birinci mısrasına kaset de, “Fatma anadan geldi Hasan, Hüseyin” deniyor; Annemse “ Fatime anamdan zuhroldu Hasan hüseyin” diye yazdırmıştı; yukarda andığım kitaplardaysa “Zuhur etti imam Hasan Hüseyin” deniyor. Şiirin ölçüsüne uyduğu için kitaplardakinin daha uygun olduğunu düşünüyorum ama diğer söyleniş biçimlerinin de öz olarak yanlış olmadığını, şiirin anlamını bozmadığından, söylenirken bu tür esnekliklerin yapılabileceğini biliyorum.
Bu kıtada asıl üzerinde duracağım yer üçüncü mısradaki farklı söyleniş. Sabahat Akkiraz kasetinde “Kırklara karıştı Zeynel Abidin” diyor. Hiç kuşkusuz Zeynel Abidin kırklara karışmıştır ama, kırklara karışana, kırklara karıştı diye yas tutulmaz, yas tutulması için başka bir durumun yaşanması gerekir. Bu çelişkiyi aydınlatmak için Zeynel Abidin’in diğer düvâz- imamlarda nasıl tasvir edildiğine bakalım:
Muhabbet serisinin beşinci kasetinde ( yani “Muhabbet-5”te) Arif SAĞ’ın söylediği “Her sabah her seher ötüşür kuşlar / Allah bir Muhammet Ali diyerek” diye başlayan Kul Himmet’in şiirinde İmam Zeynel anılırken şöyle tasvir ediliyor: “ İmam Zeynel parelendi bölündü / ol imam Bakıra yüzler sürüdü / Cafer-i Sadık’a erkân verildi /Allah bir Muhammet Ali diyerek”. Aşık Veli (Kul Veli mahlasını kullandığı) bir şiirinde: “Aşık oldum imam Hasanı sevdim / Mazlum Hüseyin’in darına durdum / İmam Zeynel ile zindana girdim / kendimi kırk pare böleyim diye” anıyor; Şah Hatayi’de bazı şiirlerinde “Zeynelin canına kıldılar ceza / Muhammet Bakırdır sırrı Murtaza” yada” Zeynel Abidin’in akıyor kanı/ bakır kazanında kaynıyor donu” diye anıyor[9]. İmam Zeynel’in şiirlerde böyle anılmasının nedeni Aleviler arasında yaygın olarak anlatılan bir destana, bir efsaneye dayanır; bu destanda İmam Zeynel’in katledildikten sonra pare pare bölündüğü anlatılır. Bundan dolayı Kudret Kandili şiirinin yazarı da bu geleneğe uyarak “Zeynel Abidin Kırk pareye bölündü, Allah rızası için –hiç bir şey beklemeden – onun yasını çekelim”demiştir. Sözünü ettiğim “Alevilik Destanı’nın” bir kısmını, şiirlerde de anlatılan birçok konuyu, tabiri, tasviri anlamamızı sağlayacağını düşündüğüm için, konunun bütünlüğünü bozulmasın diye, bu yazının sonuna ekleyeceğim. Örneğim Kul HİMMET’in “Bugün bize Pir geldi” deyişinde geçen “Keşiş kurbân eyledi yedi oğlunun başını” sözleriyle anlatılan efsane bu destana dayanır.
Muhammet Bakırdan Cafer-i Sadık
Musayı Kazıma İriza dedik
Tarîkat âbıyla cismimiz yuduk
Hak dedi mü’min’in kalbi beytullah
Bu dörtlüğün ikinci ile üçüncü mısralarında farklı söyleyişler var. İkinci mısrada andığım kitaplar “Şah Mûsâ Kâzım’la hem Rıza dedik” diyor; Sabahat Akkiraz’sa “Musa Kazım İriza’dan bin yatıp durduk” diyor. Hem kitaptaki söyleniş biçimi hem de Navruz’dan yazdığım biçimin ikisi de, şiirdeki ölçüye uyuyor; bu yüzden her ikisi de olabilir ancak, eskiden halk dilinde Rıza’ya İriza[10] denildiğini düşünürsek, Navruz’un yazdırdığı biçim daha akla yatkın. Ama sonuç olarak ikinci kıtadaki bu üç söyleyiş biçimi de anlamı bozmuyor, sözlü kültürde bu üç biçimde olabilir. Ancak üçüncü kıtada durum değişiyor Sabahat Akkiraz kasetinde “Tarîkat âbıyle cesedi yuduk” diyor. Bunu babama dinlettiğimde ilk tepkisi “Alevilikte ölüye bir şey yok ne varsa diriye” demişti. Ceset bütün sözlüklerde “ölü vücudu” olarak geçiyor. Ölü vücudunun tarikat suyuyla yunacağı (Târikat ehlince ölünün yüceltileceği) gibi bir kavram ne duyulmuş nede Alevilikte akıl edilmiş bir şeydir[11]. Aslında burada üçüncü mısra ile dördüncü mısra bir birlerini tamamlayarak Alevilikteki bir olguyu anlatırlar. Oda şudur: Tanrı evreni yarattıktan sonra insanın kalbinin içine, gönül Kabesine girmiştir ama, orada saf olarak tek başına bulunmaz, tanrı insanın gönlünde bir insanlık cevheri olarak vardır ama orada şeytanda vardır; kişi çalışıp kendi yücelterek, târikatın ilkeleri doğrultusunda yürüyerek kendini kötülüklerden arındırır, böylece gönlündeki tanrıyı (insanlık cevherini) çoğaltarak onun içinde kaybolursa (onunla hemhal olursa) onunla aradaki ikiliği kaldırıp tekleşir, işte o zaman gönlünü tanrının evi yapar; tarîkat âbıyla cismini yıkayıp kalbini beytullah eden mü’minlerden olmak deyişiyle anlatılmak istenen budur. Bu anlayış kişiye sağlığında bir sorumluluk verir, Şeyh Bedrettin “Sen, melekle şeytanla dolusun. Vücudunda hangisi güçlüyse onun kulusun[12]” diyor, kişi içindeki hangi öğeyi besler güçlendirirse onunla olur; buda kişinin kendi sağlığında kazandığı amelidir. Eğer kişi tarikatın kurallarına uyarak kendini temizlerse işte o zaman gönlü Tanrının evi olacaktır.
Virani’yem niyazım var üstâza
Elinde Zülfikâr ol ehli gazâ
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Bir bilmişim mürşidimdir eyvallah
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Biz bir bildik, dedik, Allah, eyvallah
Şair son kıtada sözü bir noktaya getirip bağlıyor. Kudret Kandilinde parlayan nurun evrendeki serüvenini anlattıktan sonra yaşanılan döneme geliyor; üstâzına niyaz ettikten sonra elinde Zülfikârı olan gazâ ehli, bin bir dondan baş gösteren Murtaza’yı ben bir bildim oda mürşidimdir, eyvallah deyip sözü bağlıyor. Zakirler, aşıklar bu şiiri cemde, demde söylerken son beyiti, (sondaki iki mısra) nakarat olarak tekrarlarken “bin bir dondan baş gösterdi Murtaza / Biz bir bildik, dedik Allah, eyvallah” diye pekiştirirler. M. Tevfik OYTAN “Bektaşiliğin İçyüzü”ne böyle almış.
Şiirde “biz bir bildik mürşidimdir” diye kastedilen zat Hacı Bektaş Veli’dir. Aleviler – Bektaşiler Hacı Bektaş’ı o çağda yaşayan Ali olarak görürler; “Ali’yken Veli oldu” derler. Bunu anlatan şiir çoktur; Abdal Musa : “Güvercin donuyla Urûma uçan / Erenler evinin kapısın açan / Cümle evliyanın üstünden geçen / Var mıdır hiçbir er Ali’den gayri” derken Kul HASAN bunu daha açık söylüyor : “Hayali gönlümde yadigar kalan / Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir / Darı çeç üstünde namazın kılan / Hünkar Hacı Bektaş Ali kendidir. Aslan olup yer üstüne oturan / Selman idi ona nergis getiren / Kendi cenazesin kendin götüren / Hünkar Hacı Bektaş Velî kendidir” diyor.[13] Aşık Veysel: “Kul olanın elbet olur kusuru / Nesli peygambersin cihanın nuru / Ali’sin, Veli’sin Pirlerin Piri / Kalma kusurlara Pir Hacı Bektaş”
“Bir bilmişim” yada “Biz bir bildik, dedik Allah eyvallah” betimlemesinin bu şiirde ikili, hatta üçlü, bir anlamı var: Şair hem, bin bir dondan baş gösteren zatın, önce Ali iken sonra Veli olduğunu söylüyor; hem de mürşit-i kamil olarak görüp ser Çeşme kabul ettikleri bu cism-i canın Allah ile aynı nesne, onun Allah’ın cisimleşmiş hali olduğunu söylüyor; yani başka bir anlatımla elinde zülfikâr’ı olan gazâ ehlinin, bin bir dondan baş gösteren Ali ile Hacı Bektaş Veli’yi kendilerinin bir nesne olarak gördüklerini; bunu Allah bildikleri söyleyip, buna eyvallah diyor. Virani’nin şiirleri incelendiğinde, buna benzer betimlemelerin çokça olduğu görülecektir.
Şiirin son dörtlüğünde Sabahat akkiraz’ın, bizce yanlış olan söyleyişlerine gelince; şiirin kime ait olduğu ile ilgili farklılığımızı yukarda yazmıştım. İkinci mısrada Sabahat Akkiraz “Elinde Zülfikâr hem ehli kande” diyor. Kande sözünün Türkçe anlamı –tamı tamına – nerede demek. Sabahat Akkirazın söyleyişindeki kande sözcüğünün yerine Türkçe karşılığını koyarak düşünürsek buradaki anlamsızlık apaçık görülür; bu mısra ya “Gaza: Din aşkına savaşan” sözcüğü ile “ Kande: Nerede” sözcüğünü koyarak verdikleri anlamı düşününce, durum apaçık anlaşılıyor[14]. Ancak kasetteki asıl yanlışlık son mısrada, burada Sabak Akkiraz “Mürşüdümüz bülbülümüz eyvallah” diyor. Elbette mürşidimiz bülbülümüz ama buraya bu mısra ne alam veriyor, yukarı da ki mısra ile beraber düşünülünce anlamsızlığı görülüyor; şiirin başından buyana anlatılan, Kudret Kandilindeki bir ışıkken görülüp “bin bir dondan baş gösteren” diye çeşitli serüvenlerini anılan, bu nurun çağımızdaki görüntüsünü söylenip, sözün bağlaması lazım, bu gerçekleşmiyor. Halbuki gerek Navruz’un gerekse diğer kitapların söylediği şekilde bu gayet acık, gayet net; bin bir dondan baş gösteren Ali’yel Murtazayı biz bir olarak, Mürşidimiz olarak görüyoruz, Alah eyvallah diyor.
İlerde tümünü, bağımsız bir yazı olarak kağıda dökmeyi düşündüğüm, Navruz’dan teybe kaydettiğimiz bir destan var; bu destana ne ad verilmeli, bu destanı kim yazmış, yazılı bir yerde var mı bilmiyorum; bildiğim bir şey var oda şu, bu destanda anlatılanlar Alevi ozanlarınca biliniyormuş, deyişlerinde burada anlatılanları işlemişler, deyişlerde anlatılanlar bu destandakine uygun; özcesi, bu destan hem deyişleri daha iyi anlayıp yorumlamamıza, hem de Alevilerin insanlık tarihini nasıl algıladıklarını anlamamıza ışık tutuyor. Eğer bu destan, hiçbir yazılı kaynakta yoksa, henüz yazıya geçirilmemişse, kültürümüz adına birilerinin elini çabuk tutup bu kaynakla ilgilenmesi, gerekiyor,diye düşünüyorum.
Destan Musa Peygamberin bir ağaya çoban durmasıyla başlıyor. “ Davarlarını yaydıracak çoban arayan bir ağa varmış . Genç biri gelip bu işe talip olmuş. Ağa kızına “kızım değneklikten bir değnek getir, çobana ver de bu çobanı bir deneyelim”demiş. Kız gidip değneklikten bir değnek getirmiş, ağa “ kızım o değneğin sahibi var, onu götür başka bir değnek getir “demiş. Kız gitmiş yine aynı değnekle gelmiş. Ağa değneği değiştirmesi için kızını tekrar salmış kız elinde aynı değnekle tekrar gelmiş. Kız böyle üç defa gidip aynı değnekle gelince ağa “kızım benim kırk tane değneğim (deyneğim) var bunu götür başkasını getir diyorum sen her defasında aynı değneği getiriyorsun” diye kızmış; bunun üzerine kız “baba ben ne yapayım bunu götürüp değnekliğin en dibine atıyorum yeniden değnek alırken yine hoplayıp aynı değnek elime geliyor” demiş. Bunun üzerine “Peki öyleyse” demiş babası “değneği ver de bir deneyelim bakalım, bakalım ne olacak”.
Musa davarları yaymaya başladıktan bir müddet sora, ağa bir gün çobanı yanına çağırıp “oğlum bu değneğin bir kerametini (bir yararını) görüyor musun” diye sormuş; -Musa biraz saf, birazda tembelmiş- “Yok ağam demiş –çoban-, yalnız karanlık olunca değneğimi yukarı kaldırırsam değneğin başından bir ışık çıkıyor önümü aydınlatıyor. Susayınca değneği ardıma dayıyorum değneği toprağa dayadığım yerden bir su çıkıyor, oradan suyumuzu içiyoruz. Bir de geçenlerde uyumuşum, uyandım ki davar sizin ejderha var diye yasakladığınız bölgeye gitmiş, oraya korka korka vardığım ki ne varıyım ejderha ikiye bölünmüştü, deynekte oracıkta oturuyordu, değneğin ucunda da aciycik (azıcık) kan vardı”. “İyi” demiş ağa “sen davarları yaymaya devam et”
Bir gün sürünün yanına dört kurt gelip “ ya Musa biz payımızı, kısmetimizi almaya geldik, bırak bizi hakkımızı alalım” demişler. “Yok” demiş Musa, davarlar benim değil ağanın davarları, ona danışmadan size bir şey veremem” . Kurtlar “İyi ya öyleyse” demişler, “sende git ağana danış gel, sen gelene kadarda davarlarını biz yayalım”. “Yok” demiş Musa “ya ben gidince siz bütün sürüyü parçalarsanız, o zaman ben ağama ne diyeceğim, o zaman ne olacak, size nasıl güveneyim”. Kurtlar “Yemin edelim” demişler, “Peki” demiş Musa, O zaman kurtlar şu yemini etmişler: “goğ gaybet söyleyip, cahil azdıran, eyalini yalın ayak gezdiren, büyük kız saklayıp sınır bozduranların günahları boynumuza olsun ki, sen gelene kadar sürünü yayarız ,sürüyün kılına bile zarar getirmeyiz”.
Bunun üzerine Musa ağasının yanına gelmiş. Ağa Musa’yı görünce “oğlum hayrola davaları ne ettin de geldin” demiş. Musa da “ ağam dört kurt geldi, nasiplerini istiyorlar onlara nasiplerini vereyim mi vermeyeyim mi diye size danışmaya geldim” demiş. Peki demiş ağası “Davarları ne yaptın”, Musa “ Davarları kurtlara emanet ettim”demiş. “Oğlum hiç koyun kurda emanet edilir mi” deye sorunca da Musa, “büyük yemin ettiler ağam” demiş, “ peki ne dediler” “dediler ki ‘ büyük kız saklayıp sınır bozduran, eyelini yalın ayak gezdiren, goğ gaybet söyleyip cahil azdıran insanların günahları boynumuza olsun ki, sen gelene kadar biz davarlarına hiç dokunmadan onları yayarız” dediler demiş. Ağa bunun üzerine “peki” demiş, “öyleyse sende git onlar deki, ‘ağam dedi ki de, dördü de dört yerden dıhılsın dedi, alsın lokmasın çekilsin dedi aldığı lokmada pâk olsun dedi de, yarın gündüz de sürüyü yatağa getir, sürüyü bir çiftleyip tekleyelim bakalı ne almışlar”.
Musa sürünün yanına gelmiş, gelmiş ki ne gelsin Kurtlar sürünün dört başına oturmuşlar sürü gereğine ( keyfince) yayılıyor.
–Anemin söyleyişiyle- Kurtlar Musa peygamber efendimi görünce, “ağan ne dedi ya Musa” diye sormuşlar; oda “ Ağam dedi ki, ‘dördü de dört yerden dıhılsın’ dedi, ‘alsın lokmasını, çekilsin’ dedi, ‘aldığı lokmada pâk olsun’ dedi” demiş. Bunun üzerine dört kurdun dördü birden sürüye dalmışlar.
Sabah olunca Musa sürüyü yatağa getirmiş. Ağanın kızları sürüye girip bakmışlar, sürüyü tekleyip çiftlemişler ki, Koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzusu yok. Kızlar babasına gelip demişler ki “ baba bütün sürü tamam, yalnız koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzu yok, kurtlar sadece koçluk kuzulayan koyunun karnındaki kuzuyu almışlar”
Bu koç, sonradan Halil İbrahim peygambere, İsmail Peygamberin yerine kurban olarak, gökyüzünden sağılıp inen koç muş.
Bundan sonra İbrahim Peygamberle İsmail peygamberin öyküsü kurtların Musa’nın sürüsünden aldığı koçun gökyüzünden sağılıp inerek İsmail’i kurtarışı anlatılıyor.
Bu destanın bölümleri içerisinde benim gibi, dinleyen her insanı etkileyeceğini sandığım Kerbela bölümü var; bu bölümün bir kısmını buraya alıyorum:
Kerbela da, Hüseyin’in ailesinden, şehit düşenler, oradaki aile hayatı tek tek anlatıldıktan sonra sıra On Muharreme ( Âşûrâ gününe) geliyor.
O gün, On Muharrem günü Periler düğün yapacaklarmış. Periler anaların hayır duasını alıp düğünlerine davet etmek için analarının yanına gelmişler, analarını düğünlerine davet edip izin istemişler. Bunu duyunca Anaları perilere: “Âh yavrularım ah, bu gün ne gün biliyor musunuz,” demiş “bu gün Hazreti Muhammet’in sevgili torunu İmam Hüseyin şehit edilecek, bu gün kuşlar bile ötmüyor, böylesi bir günde düğün yapılı mı” demiş. Çocukları “ ana bunu sen bize niye önceden söylemedin, biz bunları bilmiyorduk ki, biz onu şehit ettirir miyiz, biz gider onu şehit edecekleri vururuz, kırarız tarumar ederiz” demişler.
Sabah olunca perilerin şahı, ordusunu çekip Hüseyin’in yanına gelmiş, “ya Hüseyin bize izin ver düşmanlarını yıkıp yemirelim” demiş. Hüseyin “yok”demiş, “izin veremem” ; “niye” demişler, demiş ki “ sizin gözünüz açık, siz her şeyi görüyorsunuz, onların gözleri perdeli, siz onları vuracaksınız, kıracaksınız, öldüreceksiniz, onlar size bir şey yapamayacaklar. Bu adil, mertçe bir davranış olmaz, bunu kabul edemem. Sonra Allah böyle buyurmuş, bu Allah’ın karşısında beni cüda düşürür, siz varın işinize gidin, düğününüzü dergahınızı yapın, ben kaderime razıyım” deyip perileri salmış[15].
Hüseyin cenk alanına çıkmış, yorulmuş, kendi kendine artık yeter buraya kadarmış deyip attan inmek istemiş. Bu defa “ Yok demiş” Zülcanah “ ben seni asla bu yezitlere bırakmam alır seni kaçarım”demiş. Hüseyin, Zülcanağa “ben çok yara aldım, beni bırak beni haktan cüda düşürme”demiş. Biraz direndikten sonra Zülcanah, Hüseyin’e “ eğer bana bir daha binmeyi vaat edersen seni o zaman bırakırım” demiş. Hüseyin de “vadim olsun ki sana bir daha bineceğim” demiş. O zaman, Hüseyin’den bu sözü alınca, Zülcanah dizlerini eğip usulca Hüseyini sağ tarafından bırakmış.
Zülcanah, Hüseyin’i bırakınca oradan kaçmış, atı tutamamışlar. Zülcanah gündüzleri dağda, taşta gezer akşam olunca da gelip ağzını Hüseyin’in margabına verip öyle yatarmış. Hüseyin, Müsayip Gazi donunda geldiğinde Zülcanah onu karşılayıp, Müsayip Gaziyi sırtına alıp, öyle gelmişler; Böylece Hüseyin sözünü tutup vaat ettiği gibi Zülcanağa bir daha binmiş.
Hüseyin attan inince ( düşünce), Hüseyin’i şehit etmek için kopup gelmişler. Hüseyin gelenlere demiş ki “ beni şehit edecek olan kişi, kazma dişli, kuzgun dişli, goğ gözlü biri olacak”. Hüseyin’i şehit eden kafir böyle biriymiş.
Hüseyin’in başını gövdesinden ayırıp, kellesini alıp götürmüşler, vücudu orada kalmış. O yörede bir çoban varmış, gelir şehitlerin üstünü başını soyarmış. Hüseyin şehit düşünce, onunda üstünü başını soymaya gelmiş. Hüseyin, üzerini soymaya gelen çoban elini uzatınca elini tutmuş. Çoban o elini kesmiş, bu defa öteki eliyle tutmuş o elini de kesmiş, sonunda Hüseyin’i soyup, çırıl çıplak orada bırakmış.
Bu duruma Allah’ın gönlü razı olmamış, Cebrail’i yanına çağırıp demiş ki. “Bu çoban kafiri Hüseynin de üstünü başını soydu, güneşin arnacında öyle, çırılçıplak, bıraktı gitti, git kanatlarını Hüseynin üzerine ger de öyle açıkta kalmasın” demiş.
Cebrail Hüseynin yanına gelip kanatlarını üzerine germek isteyince, Hüseyin Cebrail’e ne yaptığını sormuş oda böyle böyle diye durumu anlatmış, bunu üzerine Hüseyin “ giiitt” demiş “Allah beni şimdimi düşündü, ehli ayalim, bütün ailem böyle Per perişan olup, şehit edildikten sonramı beni kayırmış, var ona Hüseyin bunu kabul etmedi de” diyerek Cebrail’i geri göndermiş. Allah Cebrail’i tekrar göndermiş, Hüseyin yine kabul etmemiş. Allah bu defa, üçüncü kez, Cebraili gönderirken demiş ki “Git Hüseyin’e söyle, Hüseyinliğin mertebesi benim nazarımda o kadar büyük ki, eğer O bunu kabul etmiyorsa, eğer O bu yükü taşıyamıyorsa, O, Hüseyinliğini bana versin bende Allahlığımı ona veriyim de” demiş[16]. Hüseyin bunun üzerine “peki öyleyse” deyip Cebrail’in üzerine kanatlarını germesine izin vermiş.
Hüseyin’in gövdesini orada koyup başını alıp gitmişler, başıyla top oynarlarmış. Hüseyn’in başıyla top oynayanlar ( top gibi oynayanlar) akşam olunca Hüseyin’in başını bir Keşişin evine koymuşlar; sabah olunca geri alıp top oynayacaklar. Keşiş yattığı yerden Hüseyin’in başını gözlemeye başlamış. Ortalık iyice kararınca, kapı gııç diye açılmış, içeri Muhammet Mustafa gelmiş, Muhammet içeri girince Hüseyin’in başı şöyle biraz yukarı kalkıp Muhammedi selamlamış. Az sonra kapı açılmış, Aliyel Murtaza gelmiş, onun peşinden Fatime gelmiş, ardından da Veysel Karani gelmiş. Muhammet Hüseynin başını dizinin üstüne alıp sevmiş; beşi birlikte sabahaca birbirleriyle konuşmuşlar(Hasbi hal etmişler); Keşiş gönül gözü açık olgun bir kişiymiş, bu olup bitenleri görmüş, seyretmiş.
Sabah olunca kafirler yine Hüseynin başını almaya gelmişler; keşişin yedi oğlu varmış, Keşiş, Hüseynin başını onlara vermemek için oğullarından birin başını kafirlere vermiş. Kafirler biraz sonra gelip demişler ki “ bu baş o baş değil, biz Hüseynin başına ayağımızla vurunca ortalığa sanki bir ışık saçılırdı, bu başa vurunca dağılıp kararıyor, bize o başı ver” demişler. Keşiş bu defa diğer oğlunun kellesini vermiş, gitmiş tekrar gelmişler, tekrar derken Keşiş yedi oğlunun yedisinin de, başını kesip kafirlere vermiş Hüseynin başını vermemiş.
Kul Himmet Üstadın dillere destan olan “Bu gün bize pir geldi” deyişinde geçen “Keşiş kurban eyledi / Yedi oğlunun başını / Keşişler kurban eyledi / kafirler kan eyledi / gökten indi melekler yerde figan eyledi” dizelerinde anlatılan öykü budur.[17]
Zeynel Abidin’i Kerbela katliamından kurtulmuş ama onu hemen zindana atmışlar; Zindanı kapısında bekleyen kırk tane bekçisi varmış. Bu bekçilerden birinin kızı bir gün babasına demiş ki: “baba yarın bütün bekçileri evine Sal, bu gün zindanı tek başıma ben bekleyeceğim de, ben Zeynel Abidini görmek istiyorum, bir yemek kayıtlayayım gidip Zeynel Abidini görelim”. Zindancı kızının ısrarına dayanamayıp “ yavrum bir deneyim ama bu iş zor iş, zindancılar gitseler bile, zindanın kapısının ardında bir taş var ki kırk kişi ancak yerinden oynatıyor, sen o taşı kaldırıp kapıyı açıp ta içeri giremezsin” demiş. Kız “Baba sen diğer arkadaşlarını yolla gerisini ben hallederim”deyip babasını ikna etmiş. Sonunda kızın dediği olmuş, babası diğer zindancıları göndermiş, kız yemekleri yapmış, kırk kişinin bile yerinden oynatmakta güçlük çektiği taşı tek başına bir kenara çekip, babası ile birlikte İmam Zeynelin yanına girmişler. Muhabbetler edilip, yemekler yenilip içildikten sonra İmam Zeynel kıza bir lokma verip, “Kızım şu lokmamı al, bu emanete iyice sahip ol” demiş, zindandan çıkıp evlerine dönmüşler. Kız o lokmayı yiyince hamile kalmış.
O gün iktidarda olan kafir kimse, kötü bir rüya görerek uykusundan uyanmış. Kafirin rüyasında, bir şey göğe ağmış, başka bir şey yere çakılmış, bir devenin boynu incelmiş, uzamış, incelmiş, incelmiş ip gibi olmuş ama bir türlü kopmamış, sonunda bu devenin karnından bir varlık çıkıp kafirin tacını tahtını başına yıkmış, başına da on ikiler aşkına on iki tane mıh çakmış. Kafir kan ter içerisinde uyanıp bütün rüya tabircilerini, halayıklarını, hizmetçilerini toplamış, “bu rüyamı yoyun, bu rüyam ne anlama geliyor” demiş, hiç biri bu rüyayı yoyamamış (Anlatamamış). Bütün bunlar demişler ki “bunu biz bunu yo yamak bunu yoyarsa yoyarsa –anlatırsa- ancak imam Zeynel yoyar (anlatır)”. Bunun üzerin, Kafir “getirin İmam Zeynelli” demiş. İmam Zeynel huzura gelip kafirin rüyasını dinledikten sonra demiş ki: “ bak kafir” demiş, “bu rüyanı anlatınca sen beni öldürtürsün ama bizde yalan olmaz[18] (biz yalan söyleyemeyiz). O göğe çekilen ud, yere gömülen hicap, senin baskından, şerrinden, kötülüklerinden dolayı utanma, arlanma , sıkılma diye bir şey kalmayacak. O deve biziz, biz imamlar sülalesiyiz, o devenin boynu gibi bizler de inceliriz, ufalırız, azalırız ama asla bitip tükenmeyiz, sonunda içimizden biri çıkıp tacını tahtını başına yıkacak, başına da on ikiler aşkına on iki tane mıh çakacak, rüyanda gördüklerinin anlamı bunlar”.
Kafir bunları duyunca deliye dönüp, hemen “Zeynel’i paralayın” demiş. İmam Zeynel’i öldürmüşler; İmam Zeynel öldürülünce gün tutulmuş, üç gün boyunca, göz gözü görmez olmuş; gündüzleri de tıpkı gece gibi zifiri karanlık olmuş .O üç gün boyunca, gelir İmam Zeynel’in teninden bir parça kesip onu bir ağacın ucuna takıp yakarlar, onun verdiği ışıkla dolaşırlarmış.
Bu öyküden dolayı, İmam Zeynel deyişlerde kırk pare bölündü diye anılıyor. Kudret Kandili şiirde de böyle kullanılmış olması gerekir.
Bundan sonra İmamların avına çıkılmış; Falcılarca falına bakılan kadınlardan hangi kadın imamlara hamile denirse yada imamlar soyundan birini doğurabilir diye şüphelenilirse, o şüphelendikleri kadınları bile öldürmeye başlamışlar. Destanın bundan sonraki kısmı uzayıp bir türeyiş efsanesine dönüşüyor.
Destan anlatmayı burada bırakıp araya girmek istiyorum. Bunları anlattığım, bu destanı dinleyen bir çok dostum, bunlar gerçek mi diyorlar, bende evet gerçekler ama nasıl gerçekler derim; Hz. Muhammet’in Burak adında bir ata binip yedi kat semaya ( Arşı alaya) çıkıp, orada Allah la konuşması nasıl gerçekse buda öyle gerçek, Ayın ikiye bölünmesi yada Hz. Musa’nın önünde Kızıl Denizin yarılması nasıl gerçeklerse bunlarda öyle gerçek; Hz. Muhammet’in Allah la konuşup gelirken cem yapılan eve misafir olmasında ki öykü nasıl gerçekse buda öyle gerçek. Bunlar ezilen halkın içinde yarattığı, ezilmeye karşı direnişi, savunma araçları, ezene karşı direnişini yaptığı kaleleri, zaman içinde dönüşe dönüşe dinin mistik söylemleri haline gelmişler. Sonuç olarak, bu dini bir anlatım, dinin anlatımı böyle olur, önemli olan bunla verilmek istenen mesajı alabilmektir. Katibi “ Bu kafadan bakan göz ile değil” derya işte öyle; bu Anadolu Alevi’sinin üç bin yıllık, beş bin yıllık insanlık tarihini “gönül gözüyle” görüp, inceledikten sonra, bunun bir değerlendirmesini yaparak, insanlığın başından geçenleri gönlündeki özlemleriyle bezeyerek, yeniden yoğurup şekillendirerek geri bizlere anlattığı gerçeklerdir. Anadolu Aleviliğinin özgünlüğü diğer coğrafyalarda ki Şiilikten, Sünnilikten farkı da buralardadır. Bu farkları görmeden Anadolu Aleviliğinin özgünlüğünü anlayamayız. Önemli olan insanlığın başına gelenlerden Anadolu insanının, (Anadolu Alevi’sinin) neler yarattığıdır. Yada başka türlü söylersek burada önemli olan Alevilerin başına gelenler değil, Anadolu insanının bunlardan neler yarattığıdır.
Şimdi gelelim, bu şiirlerin anlaşılması bahsinde bu destandan bu kadar uzunca niye söz ettiğimize. Bu güzel deyişlerin, duaların, türkülerin, şiirlerin hiç birisi tesadüf üzere yazılmamıştır; bunların hepsi bir çabanın, bir güzel emeğin, bir üstâddan el alıp, yani bu işi bir ustadan öğrenip, rehberinin yardımıyla bir mürşide bağlanarak bu uğurda, bu yolda olgunlaşarak ulaşılan bir birikimin sonucudur. Bu deyişlerin altında, bu gemiyi yüzdüren kocaman bir kültürel birikim yatmaktadır. Deyişlerin (Şiirlerin) tümünde, sanırsınız bir kalemden çıkmış gibi ideolojik bir birlik vardır. Bir olguyu, bir motifi değişik şekillerde işlemişlerdir ama özünde anlatılan “birdir”. Nasıl Taptuğun kapısında “Yunus miskin çiğ idik biştik elham dülüllah” denmişse bu ozanların tümüde böyle bir emeğin sonucu bu olgunluğa erişerek bu güzel şeyleri üretebilmişlerdir. Yoksa bu kadar büyük başarılar, yüzlerce yılı geride bırakarak günümüze gelen, her çağda güncelliğini kaybetmeyen yapılar tesadüfler sonucu olamazdı. Ozanlarımız bu uğurdaki çabalarında Alevi tarihinin yarattığı bu değerleri biliyorlarmış ki bunları yeniden yeniden üretmişler, oya gibi boncuk boncuk işleyip bu günlere ulaştırmışlar. Bu gün bunların anlaşılıp özüne layık bir biçimde yorumlanması içinde, bu kültürün bilinmesi gerekiyor. Örneğin aşık Hüseyin bir deyişinde “Fargeyledik be altında noktayı” der; aşık böylece, Hz. Alinin Muaviyeye karşı yürüttüğü kampanya sırasında yaptığı bir konuşmasına atıfta bulunur. Bugün bununu eserine alacak sanatçıda bunun ne anlama geldiğini, burada ne kast edildiğini [19]öğrenmişse, bunu hem düzgün okur, hem de düzgün yorumlar; yoksa bozuk bir saatin bazı anlar doğruyu gösterdiği gibi iş tesadüfe kalır.
Bunları bu gün anlamak isteyende, anlayarak söylemek isteyende bu deyişlerin ruhunu hissetmek için bunları bilmelidir. Bu deyişler, bu şiirler aslında bir birlerini tamamlarlar. Bunları söylerken, okurken tümünü söyleye bilsek, birinden öğrendiğimiz bir bilgi diğer bir deyişi anlamamıza yol açar. Bu yüzden bu günlerde bu deyişlerimizi kasetine okuyan sanatçılarımıza eserin tümünü okuyamasa da, deyişin tümünü eserinizin kapağında yazınız diye önermeli, bunları yapmaya teşvik edip, bunu yapanları taktir edip, övmeliyiz. “Marifet taltife tabidir” derler, bizde iyi olanları övüp herkese göstererek, örneğin gücüyle herkesi bu yola zorlamalıyız. Bu konuda Ruhi Su’nun kasetlerindeki, özen, titizlik iyi bir örnektir, bu günlerde ise Kalan Müziğin çıkardığı “Arşiv Serisi” her türlü taktiri hak eden çığır açıcı güzel bir örnek. Aslında, bu kültürü işleyen ortalama bir kaset böyle bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkmalıdır, ortalamamız böyle olmalı ki, bununda üzerinde de yükselecek dağlarımız tepelerimiz olabilsin.
Deyişleri yazarken şunu fark ettim; bu deyişleri yazdıran insanlar deyişleri; aşık malı, Mürşit malı diye ikiye ayırıyor. Aşık malı deyişle içindede yedi ulularınkine ayrı bir yer veriyorlar[20]. Mürşit malı diye; Katibi, Fevzi Şiri, Hasreti, Cemali gibi Hacıbektaş soyundan gelen Çelebileri kastediyorlar. Cemlerde aşıklar atışırken bir aşık mürşit malı deyişler söylemeye başlarsa, diğer aşıkta mürşit malı söylermiş; sonra mürşit mali deyişleri az bilen söyleyecek deyiş bulamadığından susar, kimin bildiği çoksa o bildiklerini peş peşe söyleyerek sözü bağlarmış.
Bende “gerçeğe hü” diyerek sözü bağlıyorum; gerçeğe hü
A. Rıza Aydın
Kaymak Köyü – 2 Ağustos 2003 ; 16.Mayıs 2004
ŞİİR EKLERİ:
Ek- 1
Seyit Sultan Celal dünyadan göçtü
Seyit sultan Celal dünyadan göçtü
İbtiyi tanımı lokman ağladı
Erenler sağına soluna geçti
Hazreti Pir Balım Sultan ağladı
Sabah namazında koptu bir figan
Hatice Fatime eyledi evkar
İşitti bu hali Feyzullah sultan
Ah etti ciğerim büryan ağladı
Saatler tutuldu çanlar çalınmaz
Ademden Hateme dengi bulunmaz
Dahi selevatsız ismi anılmaz
Onun için ehli iman ağladı
Kıble tarafına döndü yönünü
Dört meleyke geldi okşar tenini
Giyittiler şahı Merdan donunu
Şetti baki şahı Merdan ağladı
Teneşir üstüne koydu yudular
Orda muradına aldı adiler
Sultan Feyzullahı yalınız koydular
Gökte melek yerde insan ağladı
Muhammet sağında Ali solunda
İmam Hasan İmam Hüseyin kendi halinde
Dedeler Dervişler tabut kolunda
Gökte melek yerde insan ağladı
Hafızlar yanında illa fetane
Okurlar kuranı azimi mevla
Zeynel Abidin’de ta şuptan şupa
İmam Bakır ile zindan ağladı.
Üçler kapısından içeri girdi
Musalla taşında namazın kıldı
Hazreti Hünkara yüzünü sürdü
İmam Cafer Ali imran ağladı
Musayı kazımın indi belinden
İmam İrizanın koktu gülünden
Has bahçenin seher bülbüllerinden
Kan akardı çeşmi giryan ağladı
İmam bilmeyenin kalbi kör oldu
Muhammet Tağı ile Nağı nur oldu
Kırklar meydanına girdi sır oldu
Bir nur doğdu şemsi çihan ağladı
Onur doğdu Feyzullahın başına
Gadem bastı Muhammedin yaşına
Ol Hasan askeri Mekdi coşuna
Haykırı ben sahip zaman ağladı
Kelemi cevadende oldu hesabı
Ebdebi kabirde buldu hesabı
Bin ikiyüz yetmiş dörtte Şahabı
Kerbelada ulu divan ağladı
Kaynak : Kaymaklı Navruz Aydın
Ek- 2
Zeynolmuş kâkülün enver misali
Boyun erguvandan güzelsin güzel
Çatılmış kaşların gonca-yı âla
Ay mâh-i tabandan güzelsin güzel
Hüsnünde yeşil hat aşikar olmuş
Çatılmış kaşların zülfikâr olmuş
Gözlerin aleme hükümdar olmuş
Mührü Süleyman’dan güzelsin güzel
Velim aydur suretin hatmi secdegâh
Sensin bütün güzellere pişigâh
Bir nebi neslisin adil padişah
Hasılı cihandan güzelsin güzel
19 temmuz 2003 – Kaymak Köyü
Ek 3.
Selevattan indi nişan
Muhammet ehli dindir
Deyverin ey sofular
Evvelki imamınız kimdir:
Birincisi İmam Ali
İkincisi İmam Hasan
Üçüncüsü İmam Hüseyin
Dördüncüsü İmam Zeynel
Beşincisi İmam Bakır
Altıncısı İmam Cafer
Yedincisi Musa’yı Kazım
Sekizincisi İrizayı Haldır
Dokuzuncusu Muhammet Tağı
Onuncusu Ali’yel (Ali gel) Nağı
On birincisi Hasan Ali Askeri
On ikincisi Mehtiyi sahip zaman
Derviş Alim bakışına
Böylece girdim düşüne
İki cihan güneşine
Oda din ile imandır
Kaynak kişi : Navruz Aydın Kaymak Köyü
Ek4
KUDRET KANDİLİ -1
Gudret gandilinde balkıyıp duran
Muhammet Alinin nurudur vallah
Zuhûr edip kafirin leşkerin kıran
Elinde Zülfikar Ali’dir billah
Elinde Zülfikar altında düldül
Önünde Kanber’in dilleri bülbül
Hatice’yi Fatime anam cennette bir gül
Ona sırrım dedi Hak Habibullah
Fatime anamdan doğdu Hasan Hüseyin
Onların nuruyla ziyalandı din
Kırk pare bölündü Zeynel Abidin
Çekelim yasını hasbetenlillah
Muhammer Bakırdan Caferi Sadık
Musayı Kazıma İriza dedik
Târikat abıyla cismimiz yuduk
Hak buyurdu müminin kalbi beytullah
Tağı Nagı müminlerin civanı
Ol Hasan Askeri cismim sultanı
Elinde höçceti Mehdi zamanı
Vakit tamam oldu gönder ya Allah
Ta ezel ezelden böyle buyruldu
Hariciler bu dergahtan sürüldü
Kün deyince yedi kat yer dürüldü
Bir harfinen bina kurdu arşullah
Virani’yem niyazım var üstaza
Elinde Zilfikar ol ehli gaza
Bin bir dondan baş gösterdi Murtaza
Bir bilmişim mürşüdümdür eyvallah.
19 temmuz 2003
Kaynak: Navruz Aydın -Kaymak Köyü
KUDRET KANDİLİ -2
Aynı deyiş Sabahat Akkiraz’ın
“Yiğit insanların türküleri” kasetinde şöyle:
Kudret kandilinde balkıyıp duran
Muhammet Ali’ninnurudur billah
Zuhur edip küffarın meskenin yıkan
Elinde Zülfikar Ali’dir billah
Elinde Zülfikar altında Düldül
Önünde Kanber’in dilleri bülbül
Hz Fatime anam cennette bir gül
Ona sırrım dedi hak Resuullah
Fatma anadan geldi Hasan Hüseyin
Onların nuruyla ziyalandı din
Kırklara erişti Zeynel Abidin
Çekeriz yasını hasbetenlillah
Muhammet Bakırdan Caferi Sadık
Musa-i Kazıma İriza’dan bin yatıp durduk
Tarikat abıyla cesedin yuduk
Hak buyurdu müminin kalbi beytullah
Taki Naki imamların şivanı
Hasan-ül Askeri cismim sultanı
Elinde Zülfikar Sahip zamanı
Vakit tamam oldu göndere Allah
Naksaniyem niyazım var üstada
Elinde zülfikar hem ehli kande
Binbir dondan baş gösterdi Aliyel Murtaza
Mürşüdümüz bülbülümüz eyvallah
[1] Düvâzdeh: Farsça, on iki sözcüğü imâm sözcüğüyle birleşip “Düvâzdeh imam” diye söylenirmiş ama bizim yörede bu bir kısaltmaya uğramış “Düvâz İmam” biçiminde söylenir.
[2] Anemi köyde herkes adıyla-Navruz diye çağırır, biz çocukları, torunları, gelinleri de onu Navruz diye çağırırlar; bundan dolayı yazı boyunca da çoğunlukla annem yerine Navruz diyeceğim.
[3] Alevilerin – Bektaşilerin kovuşturmalara uğrayıp kitaplarının yasaklandığı o dönemlerden bu günlere, bu şiirler gele bilmişse, bunlara meraklı, bu deyişlerin değerini hisseden, böylesi bir avuç Bektaşi aydınının gayretleri, büyük çabaları sonucu gelebilmiştir.
[4] Bu öykülerden birini burada analım:
Aşık Veli sazı omuzun da Amasya’ya giderken bir köyde çocuklar Aşık veliyi taşa tutmuşlar, aşık Veli buna seyirci olup çocuklara hiçbir şey demiyen köy ahalisine “ayıp değil mi şu çocuklarınıza bir şey deyinsene” diye çıkışınca orada bulunanlardan da aşığa taş atmaya başlayanlar olmuş, aşıkta bunun üzerine “Allah bunu görüyor inşallah oda sizi taşlar” demiş. Aşık Veli bunu demiş dememiş dağdan köyün üzerine taşlar yuvarlanmaya başlamış, adeta köyün üzerine yağmur yağar gibi taş yağıyormuş. Bu defa köylüler Aşık Velinin ayaklarına kapanıp “ aman baba biz ettik sen eyleme, şu taşları durdur” diye yalvarmaya başlamışlar. Aşık Veli köylülere “ eğer bana on iki tana koyun vermeyi vaat ederseniz taşların durması için Pirime yalvarırım” demiş. Köylüler kabul etmişler. … Aşık Veli on iki koyunu alıp Amasya’ya gelmiş; Amasya’da pirin kapısına doğru gelirken bakmış ki evdekiler kendini seyrediyor, o neşeyle “ yav ne seyrediyorsunuz, gelinde bari şu koyunları içeri tıkalım, yoruldum iflahım kesildi” diye sertçe kızmaya başlamış bunun üzerine içeridekilerden biri “ne kızıyorsun bire aşık, sen yoruldun da biz boş mu durduk, taş ata ata bizimde kollarımızda derman kalmadı, bizimde iflahımız gevredi ” demiş.
[5] Bu olguyu Sabahattin EYÜBOĞLU, Ruhi Su’nun “Pir Sultan Abdal” kasetine yazdığı sunuş yazısında şöyle dile getiriyor: “Halk beğendiği bir şaire onun söylemeyeceği, söyleyemeyeceği sözleri kolay kolay söyletmez, söyletemez, orası doğru: ama benimsediği şair susturulmuş, sesini duyuramaz olmuşsa onun ağzından, onun gönlünce ve söyleyiş biçimiyle sözler yarattığı da su götürmez bir gerçektir.” Yaşar KEMAL “Kitab-ı Dede Korkut Üstüne Birkaç Söz” başlıklı yazısında konuyla ilgili şöyle diyor: “Gene folklor çalışmalarımdan biliyorum ki, Çukurovaya inen her türkü kimin olursa olmuş hemen Karacaoğlanın olmuş. Ben Çukurovada, Toroslarda, Karacaoğlanındır diye çok Pir Sultan Abdal şiiri topladım”. (Kitap-lık. 72. sayı)
[6] Tırnak içindeki sözler A. Celalettin ULUSOY’un “Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi – Bekteşı Yolu” adlı kitabından alınmıştır, bakınız sayfa 240 – 242 – Tasavvuf bölümü.
[7] Bu evren anlayışının modern “Büyük –Patlama ( Big Bang) teorisinin benzerlikleri üzerine muhabbet etmeyi değer. Şirazlı Baba Kûhi : “ Gözümü açtım, beni kuşatan yüzünün nuru ile / Gözün gördüğü her şeyde yalnız Allah’ı gördüm” (Kaygusuz Abdal – İ. Z. Eyuboğlu); Harabi “Sözlerimiz bizim pek muhakkaktır / Doğan, ölen, yapan, bozan hep Hak’tır / Her nereye baksan Hakk’ı mutlaktır / Ahvâl-i Vahdeti beyan eyledik”, Şeyh Bedrettin : “Yeri, göğü, havayı, suyu, ateşi (öğeleri) yönetmekle görevlendirilmiş melekler, bu varlıkların kendilerinde bulunan kuvvetlerden başka bir şey değildir, Hakk’ın iradesini onlar yürütürler.
[8] A. Celalettin Ulusoy “Alevi- Bektaşi Yolu” Sayfa 256
[9] Burada içimden geçen bir sıkıntımı belirtmek istiyorum; gönlüm istiyor ki andığım her şiirin tümünü burada yazayım. Çünkü bir şiirin bir dizesi başka bir şiiri anlamamızı sağlıyor. Ama konu dağılıp, okuyan sıkılacak diye yazamıyorum. Sanatçılarımız da benzer kaygılardan okudukları şiirlerin tümünü söyleyemiyorlar. Buda bilincimizi köreltiyor. Çok beğendiğim, olumlu bir öneriyi burada anmak istiyorum: Ruhi SU Pir Sultan Abdal Dc sinde- kasetinde güzel bir geleneğimizden söz edip bir yol gösteriyor: “Bir açıklama : Halk arsında; bir ilahi, bir nefes yada bir ozanın bir türküsü söylenirken, eksik söylenmemesine dikkat edilir. Eksik söylemek, bir ayeti eksik okumak kadar saygısızlık, bilgisizlik sayılır. Söyleyenin hüneri ve bilgisi bunlarla ölçülür. Bu, okumanın, yazmanın bilinmediği zamanlardan gelen bir kuraldır sanırım. Zamanla ve halkın katkısıyla sözler, ezgiler değişse bile kişiliklerin sürüp gelebilmesi; geleneğin bu yasaları sayesinde olmuştur. Bu böyle olmakla beraber bugün; bir konserde ya da bir büyük plakta şehirli dinleyicinin ilgisini uzun süre diri tutmak, sanatçının bir sorunudur. Bu nedenle, çeşitli türküler söylemek ve bunu belli bir süreye sığdırmak için, türkünün sözlerinde ister istemez bazan kısaltmalar yapmak gereğini duyarım. Bir nefesin ya da bir türkünün bütün dörtlüklerini söylesem, bir büyük plağa ancak dört, beş tanesini sığdırabilirim. Plakta bir metnin bütününü kapağa almakla, bu eksikliği tamamlama olanağını bulabiliyorum.Ruhi Su”
Alevi deyişlerini söyleyen sanatçıların tümü, kendilerini böyle bir sorumluluk içinde hissedip, böyle yapsalar hem işlerini çok da ha iyi yapmış olurlar, hem de bu kültürün gelecek kuşaklara taşınıp, deyişlerin birbirlerini tamamlayarak, birbirlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmasının yolunu açarlar.
[10] Aşık Veysel’in bir şiirinde “İriza mı senin adın / Nettin baltayı baltayı” dediğini göz önüne alırsak bu şiirde de “Rıza” yerine “İRİZA” dendiğini düşüne biliriz.
[11] Ama Cismimizi yudurup temizlettik anlamında deyişler çoktur Yavuz Top’un Deyişler-1 kasetinde söylediği şu deyiş bir örnek: “Ya ilahi aşk oduna yandığım mıdır suçum / İsm-i şerifini her dem andığım mıdır suçum
Yana yana döne döne döndüğüm / Pirim haktır mürşidime yunduğum mudur suçum”
[12] Şeyh Bedrettin Varidat, sayfa 74. Vecihi Timuroğlu çevirisi
[13] Bakınız A. Celâlettin ULUSOY “Alevi-Bektaşi Yolu” sayfa: 196-197
[14] Günümüzde, Alevi ozanların deyişleri çok söyleniyor ama bunu söyleyenlerin bu deyilerin ağırlığını düşünmeden, sorumsuzca davranıyorlar: Efkan Şeşen, Pir Sultan’ın “Çok nimetin yedik helâllaşalım / Geçti dost kervanı eyleme beni” dizelerini söylerken “Çok mihnetin yedik helâllaalım” diyor. Pir Sultan’ın deyişini söylerken Pir Sultan’ın bir kitabına yada herhangi bir sözlüğe baksa, yada bir Pir Sultan Derneğinin Şubesine uğrayıp dinletse, bu basit hatayı yamayacak; ama buncağız zahmete bile katlanılmıyor.
[15] Dikkat edilirse düşmana pusular, tuzaklar kurulan kalleşliğin kol gezdiği bu orta doğu kültüründen farklı bir yaklaşım var burada. Düello mantığı gibi, mertçe bir tutum var; böyle oluşturulan bu kültürün sonucu türkülerimiz deyişlerimizde mertliği öğütlüyor; Bu kültürün içinede yetişen ünlü sanatçımız Neşet ERTAŞ söylediği bir türküde “Gafil varmak biz düşmanın üstüne / Hazır ol vaktine diyenlerdeniz” diyor ,burada her şeyiyle farklı iki kültür yok mu. Kör oğlunun tutumunu da bu bağlamda düşünmek gerekir.
[16] Annem bu öyküyü çok anlatır. Benim Sünni kökenli arkadaşlarım eve geldiğinde onlara da anlatır(mış). Bu sene eve gelen bir arkadaşımın yanında koyu Sünni biri de varmış, annem bu öyküyü anlatınca adam birden kızıp “ yahu bu ne kepazelik, hiç Allah Hüseyin’e böyle der mi, hiç Hüseyin Allah’tan büyük olurmu”deyip evi terk etmiş.
[17] Bu şeriatın iktidarda olup ezdiği, küçük görüldüğü ezilenlerin Alevilerce nasıl yüceltildiğine,güzel bir örnek; yetmiş iki milleti bir görmenin sonucu olan bu anlayış Hacıbektaş’ın Vilayet namesinde de var.
[18] Bu öykü Pir Sultan’a “Şah demeden türkü söyle seni asmayacağız” diye şart koşulup onunda “sizde şah diyeni öldürürlerse acılın kapılar Şaha gidelim” dizesiyle başlayan deyişler yazması, öyküsüyle aynı tema. Bu gelenekte takiyenin zerresi yok, takiyenin tam tersi bir tutum. Sorbon Üniversitesinde Öğretim elemanı olduğu söylenen El Tiycani “Ehlibeyit yolu” diye bir kitap yazmış. Şii yolunu anlatan bu kitapta Takkiye ile Muta nikahına “Dinimizin temelidir” diyor. Buna göre “eline diline beline sadık olan Alevinin” bunlardan hiç birine sadakati kalmıyor; ne ikrara bağlılığı kalıyor, ne dilline bağlılığ nede beline bağlılığı kalıyor. Bu öyküyü anlattığım Yahudi arkadaşım O. D:”bizim cemaatın önderi Sabatay Sevi tam bunun zıttını yapar, İslamiyet’i kabul ederek önce canını kurtarır” demişti.
[19] Hz. Alinin konuşmalarından yada –J. Birgenin- Bektaşilik Tarihinden konuya bakıla bilinir
[20] Burada Celalettin ULUSOY’un hazırladığı bir gül deste olan “Yedi ulular” kitabini saygıya la analım
Şarkışla ve özellikle Emlek Yöresi ahalisince yakınen bilinir…
Çook ortalama, klasik bir Emlek Köyüdür. Kızılırmağın bir karış üstünde 40-50 haneli, gençlerin hızla terkettiği, ‘yaşlı’ların gençlere inat yaşamaya direndiği, aile tarımcılığının ortalama teknoloji ve emek ağırlıklı olarak yürütüldüğü, iyi bir alevi köyüdür.
Kaymak’da aşağı yukarı her şey bu şiirde yazıldığı gibi; yani yirmi sene öncesindeki gibidir.
Şiiri, Sevgili Rıza Abi (Aydın) pc ortamına, oradanda nete aktardığından beri saklar, sık sık okur, gülerim… Hoş, bu şiir aşağı yukarı tüm Kaymaklıların belleğinde her daim çok canlıdır, Tıpkı Kamber Amca gibi…
Sevgili Kamber Amcayı yakın zamanda kaybettik; bütün köyün neşe ve moral kaynağıydı, saz çalar, türkü söyler, hikaye anlatır, elinden her iş gelir, bunu da kimseden esirgemezdi, veee çok güzelde şiir okurdu…
O’nun anısına şiiri, kendi deyişiyle destanı, sizlerle bir kez daha paylaşmak istedim.
KAYMAK KÖYÜNÜN DESTANI
Köyün destanını size söylesem
Kimi bana güler kimi yuh çalar
Yaman kağıt oynar köyün muhtarı
Beşli atar üçlü çeker koz çalar
Gelir isen Kılıççı’nın yolundan
Kurtulaman Topçu oğlunun dilinden
Her iş gelir kör Hasanın elinden
Bina yapar zurna çalar saz çalar
Veli emmimin uşağı kendi halinde
Durmuş kanın yine camız dilinde
Hamza emmimin sargı bezi elinde
Kırıklara sargı sarar el çalar
Fido emmim gayet yukardan atar
Gülü halamın uşağı sözünü tutar
Kamber gil ne olsa gaz gibi yutar
Bekteş emmim vara yoğa hah çalar
Hemi kuzusu vardı hemi koyunu
İki metre ölçtüm Abdurahman boyunu
Hiç sevmedim Nebi emminin huyunu
Eşeklerden sicim çalar ip çalar
Salim ıslık çalar Döne darılır
Navruz hanım cıngan gibi bağırır
Kanber haca halka nasihat verir (eder)
Memmet emmim Medetsizden yer çalar
Ahmet oğlu Ahmet Ankara’ya gitti
Evini Cemale emanet etti
Biyam mesleğini çocuklarına tek etti
Eski muhtar Adana’da mıh çalar
Geçitten geçerken acele savuş
Karanlık basmadan evine savuş
Çok iyi çalışır İbrahim çavuş
İnşaattan mikap çalar kum çalar
Deliehmette haksızlığınan uğraşır
Ellez emmim Kayseri’de dolaşır
Bayram emmim çiftçilerle uğraşır
Tarlalardan demir çalar çift çalar
Tek oğlunun Hasan, Celal Aliyle Aşır
Bunlar işlerine tutkun çalışır
Cümüye de ilaveli konuşur
Makinasına gres sürüp yağ çalar
Halil Acırlı çok severdi silahı
Onun için kırk yedi gün direndi
Telli anada koyun gibi meledi
Acırlı oğlu taliplere hu çalar
Kazım gilin Ali hiç akıllı durmazdı
Ahıllı dursa pezik onu vurmazdı
Zeynele Satoye hiç dat vermezdi
Döne halam durup durup ah çalar
Büllücün yine aklı başından çıktı
Kardeşi Cemalın televizyon direğini yıktı
Kamber Hocayada av tüfeği sıktı
Seferin çitine durmadan taş çalar
Altınla Fidalı birbirine uymuşlar
Bankanın faizi çok verdiğini duymuşlar
Hemen kendileri yola koymuşlar
Eşşeklere sıkı sıkı çü çalar
Kızılırmak yazın fırgatlı akar
İnsanlar yüzüne bakmaya korkar
Sanki Abdurrahman bulaşık yıkar
Sabun çalar tursil çalar fay çalar
Doğru iş yapmazlar her işte hile
Çok nasihat etsende gelmezler yola
Bir kavga çıkınca bacılar bile
Bir birine deynek vurup taş çalar
Eskiden – bu köyde- komşular iyi yaşardı
Birbirinin yardımına koşardı
Muhabbetler olur sazlar coşardı
Şimdi gençler boş boşuna saz çalar
(Şimdi gençler muhabbetsiz saz çalar)
Bu köyden gidenler kendin kurtardı
Kimi apartman kimi ev aldı
Kimi doktor kimi mühendis oldu
Köyde kalan hala eşeklere çü çalar
Kamber Hacadan ( Kanber Aydın) aldım