Bir şehir dediler duydum adını,
Kapıdan baş eğip girilen şehir,
Rızalık Şehridir, sordum yönünü,
Canların gönlünde kurulan şehir
Yapısı tüydenmiş, harcı köpükten,
Dedim, nasıl durur bu kadar yükten,
Dendi, canlar ölür burda göçükten,
En küçük kusurda kırılan şehir
Nasıl varıp girem ben güzel şehre,
Ya kırıp döker de uğrarsam kahra,
Hak Muhammet Ali Fatıma Zehra,
Cümle can adına darılan şehir
Rahman Rahim Mevlam saklasın beni,
Affedip suçumdan aklasın beni,
Bir musahip ile yoklasın beni,
Anda yüzbin dara durulan şehir
Ne yapıp ettiysen, varın önünde,
Tir tir titreyi ben pirin önünde,
Huzuru mahşerde, yarin önünde,
El ele el Hakka varılan şehir
Cehenneme haram, zerresin almaz,
Hak Rahman kuşatmış, hiç zarar gelmez
Burda nasip alan bir daha ölmez,
Hayyül Kayyüm Dost’ta dirilen şehir
Peyikler seslendi, kapı açıldı,
Açıldı içinden inci saçıldı,
Rızalık soruldu, aşka geçildi,
Rahman’ın hatemi vurulan şehir
Rızalık alanlar şehre doluşur,
Dergah-ı Ali’de lokma bölüşür,
Canların içinde canan dolaşır,
Meyledip canana sarılan şehir
Bir zamanlar bir sûfi dünyayı seyahate çıkar. Bir gün yolu bir kente düşer. Bu kent, şimdiye değin gördüğü kentlere benzememektedir. Sabah zamanı herkes işine gücüne gitmekte, sessizlik içinde yaşam sürmektedir.Kentin alışmamış bir düzeni vardır. Sûfi kentin bu düzenini görünce şaşar kalır. Öyle ki yaklaşıp birine bir şey sormaya cesaret edemez. Karnı acıkmıştır. Kenti gezerken bir fırın görür. Ekmek almak için içeri girer. Fırıncıya para uzatarak ekmek ister. Ama fırıncı hayretle paraya bakar.“-Nedir bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza Şehri’nden değilsin, dünyalı olmalısın” der.Sûfi;“-Evet, ben bu kentten değilim” diye karşılık verir.Fırıncı;“-Belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim kentimizde para pul geçmez” der. Ve sûfiyi görevlilere teslim eder. Görevliler kendi aralarında tartışırlar, içlerinden biri;“- Meclise götürelim, ulular karar versin” der. Diğerleri de bu görüşe katılırlar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tutar. Yol boyu sûfi düşünür. İçinden;“- Paranın geçmediği bir kent, görevliler, ulular meclisi. Ne büyük, ne görkemli bir yerdir ulular meclisi” diye kurar.Bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sûfi bu kez de şaşırır. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Aksakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı.Görevliler uluları selamladıktan sonra:“Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular.Ulular;“Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. Onu konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın” diye buyurdular.Bunun üzerine görevliler sûfi ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler:“Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın” diye uyardılar.Sûfi konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediğini alıp her istediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse “Ne arıyorsun?” diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu.Görevliler: “Gidemezsin!” dediler.“Bu şehir Rıza Şehri’dir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Biz de sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?”Sûfi; “kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!” diye karşılık verdi.Görevliler: “Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.”Sûfi; “O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.Görevliler sûfiye yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan “sen dünyalı mısın?” oluyordu.Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sûfi şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı.Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı: “Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?” diye sordu.Arkadaşı: “Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler” dedi.Sûfi cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sûfi olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı.Bacının ilk sorusu: “Sen dünyalı mısın?” oldu. Sûfi aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.“Evet, dünyalıyım ne olacak?” diye karşılık verdi.Bacı:“Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda bende sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin” dedi.Bacı ile sûfi anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sûfi bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile acele davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sûfi narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sûfi bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu.Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sûfi dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.Bacı; “bunları nerden aldın?” diye sordu. Sûfi narları nerden kopardığını söyledi.Bunun üzerine bacı:“Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi, gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye zarar vermeye bilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki, Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre layık değilsin.”Bunları söyledikten sonra bacı sûfiyi bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sûfinin yaptıklarını divana bildirdiler.Divan sûfinin durumunu tartıştı. Sonunda sûfinin Rıza Şehri’ne uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sûfiyi rıza şehrinden attılar.Kaynak: İmam Cafer Buyruğu – Esat Korkmaz