Merkezi Almanya’nın Essen kentinde bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi’nin (TAM) Berlin’de düzenlediği “Euro-İslam” konulu toplantıda konuşan Almanya Federal Meclis Başkanı Wolfgang Thierse (SPD), Türkiye’deki laiklik uygulamasının örnek alınacak bir tarafının olmadığını söylemiş. Anadolu Ajansı’nın geçtiği habere göre Thierse, dinleyici olarak katıldığı toplantı sonrasında Türk gazetecilerin sorularını cevaplandırırken, Avrupa’da yaşayan Müslüman ve Hıristiyanların hoşgörü içinde birlikte yaşamalarının önemli olduğunu vurgulayarak, “Türkiye’deki laiklik, henüz Avrupa’da yaşayan Müslümanlar için örnek gösterilebilecek durumda değil. Ama bu modeli destekliyoruz” diye konuşmuş.
Thierse’nin yaptığı tespit, Türkiye’deki laiklik modelinin 11 Eylül saldırılarının ardından önem kazandığını ve bu modelin tüm İslam dünyası için örnek gösterildiğini öne sürenleri yalanlıyor. Çünkü Türk tipi laiklik uygulaması henüz diğer Müslüman ülkelere örnek gösterilecek bir konumdan çok uzak.
Bunun nedeni ise gayet açık. Laiklik ilkesi anayasaya 5 Şubat 1937 yılında girdi. Devlet 66 yıldır bu anlayış çerçevesinde yönetiliyor. Ancak bugün geldiğimiz noktada laiklik, gerek onu savunanların gerekse karşı çıkanların çabalarıyla ve yer yer yanlış tanımlamalar nedeniyle yerli yerine oturtulabilmiş; net bir tarifi yapılabilmiş değil.
Nasıl bir tanım yapılabilsin ki? Türkiye’de hemen her kesim laikliği körlerin fili tarif ettiği gibi farklı farklı tanımlamış ve anlamış. Hatta aynı kaynaktan beslendikleri halde Kemalistler bile zaman içinde laikliği farklı farklı tanımlamış ve bu çerçevede uygulamalara girişmiş. Nitekim 27 Mayıs Darbesi’ni yapan Kemalistlerle 12 Eylül Darbesi’ne imza atan Atatürkçü generallerin laikliği anlamaları farklı olurken, 28 Şubat Süreci’nde ise önceki darbedekinin aksine bir tutum takınılmış. 12 Eylül darbecileri laiklik adına okullarda Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersini zorunlu hale getirip, Alevi köylerine zorla cami yaptırmakta bir sakınca görmemişlerdir. Aynı generaller, imam-hatip okullarının sayılarının çığ gibi artmasına da göz yummuşlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın (DİB) hızla büyümesine ve bazı din görevlilerinin Suudi Arabistan kaynaklı Rabıta gibi örgütlerden maaş almasına seslerini çıkarmamışlardı. Kemalist zincirin son halkasını oluşturan 28 Şubatçılar ise imam-hatiplerinin orta bölümlerinin kapatılması, zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılması ve siyasal İslamcıların devlet içindeki ağırlıklarını azaltmak için post modern bir darbeye imza attılar.
Oysa laikliğin evrensel tanımı yanlış anlamalara meydan vermeyecek kadar açık. Vatan Gazetesi’nde yazan Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Süheyl Batum’a göre laiklik, “Devletin, devlete egemen olan kuralların, din kuralları olmaması; dinin etki ve egemenliğinde olmaması, kısaca devletin dine dayalı olmaması anlamını taşır. Başka hiçbir anlama da gelmez” şeklindedir.
Ama 66 yılda geldiğimiz yer laik zihniyetin devlet ve topluma egemen olması noktasından çok uzaktır. Adeta devlet ve topluma din kurallarının hükmettiği bir manzara ile karşı karşıyayız. Zira din-devlet ilişkilerinde kilit bir konumda olan Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) resmen olmasa da fiili olarak Başbakanlığa bağlı bir kurum olmaktan çoktan çıktı. İnanan inanmayan her vatandaştan toplanan vergilerden beş bakanlığın bütçesini aşan bir oranda pay almaya başlayan ve Diyanet Vakfı aracılığıyla kurduğu şirketlerle neredeyse dev bir holding gücüne erişen Diyanet, devletin bir kurumu olduğunu ve laiklik ilkesini unutup, verdiği fetvalarla toplumu Sünni-Hanefi İslam anlayışı çerçevesinde yönlendirmeye ve tek tipleştirmeye başladı. Diyanet’in karışmadığı alan neredeyse kalmadı. Saç ektirmenin dini sakıncalarını anlatan ve Atatürk Havaalanı’ndaki reklam panolarına asılan mayolu kadın resimlerinin hacca giden vatandaşları rahatsız ettiğini ileri sürerek indirilmelerini bile tavsiye eden fetvalar çıkarmaya başladı. Diyanet’in temsil ettiği Sünni-Hanefi yorum, toplumu da adeta bir ahtapot gibi sarmalamış durumda. Çağdaş ve laik bir devleti oluşturan yasama, yürütme ve yargı kurumlarının üyeleri bile artık, “İcraatlarımıza Diyanet ne der, hayata geçirmeyi düşündüğümüz ve imza attığımız uygulamalar dine uygun mu?” diye düşünür hale gelmişlerdir. Halbuki laiklik bunun aksini düşünmeyi gerektirir.
Gelinen noktada din-devlet ilişkileri ve laiklik bağlamında Sünni vatandaşları bile tam anlamıyla temsil ve memnun etmekten yoksun olan Diyanet’in bir devlet aygıtı olarak kalmasının savunulacak bir tarafı kalmamıştır. Kamunun sırtında bir KİT, çok ağır ekonomik bir yük haline gelen Diyanet’te Alevilerin de temsilini savunmak ve bütçesinden pay koparmaya çalışmak eski deyimle abesle iştigalden başka bir şey değildir. Bu anlayış Türkiye’de çarpık uygulandığı halde laiklik ilkesinin yaşama geçirilmesi ile birlikte görece bir rahatlığa kavuşan Alevileri çelişkili bir konuma getirir. Aleviler götürebildiği kadar kendi imkanlarıyla inançlarını yürütmeli, cemevlerini kendi parasıyla yaptırmalı ve dedelerini kendi yetiştirmeye devam etmelidir.
Alevilerin tek kalıptan çıkmış memur ve bürokrat dede, rehber ve âşıklarla, her hafta Diyanet’in camilere gönderdiği aynı kalemden çıkmış hutbe benzeri söylevleri dinlemeye ihtiyacı yoktur.
Din İşlerinden Sorumlu Devlet Bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ı bile rahatsız eden anlayış ve yapısıyla Diyanet’in kaldırılması veya özerkleştirilmesinin zamanı geçmektedir. Diyanet, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kaldırılmalı, camilerin, Kuran kurslarının yönetimi ve ihtiyaçlarının karşılanması her caminin bulunduğu bölgenin cemaatine bırakılmalıdır. Devlet içinde neredeyse Osmanlı’daki Şeyhülislamlık’tan daha ağırlıklı bir konuma gelen Diyanet kesinlikle devletten bağımsız hale getirilmeli, resmi ve tek tip bir İslam anlayışı oluşturma tekeli elinden alınmalıdır. Böylelikle İslam’ın değişik yorumlarının önü açılırken, cemaatlere devredilen din işleri sayesinde İslam’a kimin samimi şekilde inandığı; kimin onu siyaset ve ticarete alet ettiği de ortaya çıkar.
Bunun kaosa yol açacağını ve radikal İslamcı grupların kontrolden çıkacağını düşünerek engellemeye çalışanlar elbette olacaktır. Ama tüm dini mekan ve kurumları kontrol etmekle görevli Diyanet’in, Güneydoğu’da kendine bağlı yüzlerce camide Hizbullah militanlarının rahatlıkla eğitildiği ve örgütlendiğinden haberi bile olmadığını unutmayalım.
Kaldı ki din işlerinin cemaatlere devredilmesiyle yasadışı İslamcı oluşumların güçlenmesinden korkarak adım atmaktan geri kalmamak gerekiyor. Zira bu tür militanları camilerden uzak tutmak ve takip etmek zaten Diyanet’in işi değil. Onları kontrol edecek ve faaliyetlerini engelleyecek olan devletin başka kurum ve güçleri mevcut.
Çoğu Avrupa ülkesinde Müslümanlar, dini ihtiyaçlarını kendi imkanlarıyla oluşturdukları kurumlar aracılığıyla karşılıyor. Örneğin Almanya’da Diyanet’e bağlı camiler dışında örgütlenen tarikat ve cemaatler camilerini kendi yaparken, buraların tüm giderlerini ve camide görev alan imamın maaşını topladığı üyelik aidatlarıyla ödüyor. Böyle bir uygulamanın Türkiye’de ne sakıncası olabilir? Bence ortada hiçbir engel ve bahane yok. Bu çarpık durumun devamı, sadece devlet içindeki laiklik konusunda aşırı hassas çevrelerin, dini ticari ve siyasi çıkar kapısı haline getirenlerin ve toplum içindeki dinsel çeşitliliğin ortaya çıkmasından korkanların işine yarıyor.
Kim ne derse desin, Almanya Federal Meclis Başkanı Wolfgang Thierse haklı. Bugünkü haliyle Türk tipi laiklik anlayışı örnek gösterilme ve başkalarınca model olarak kabul edilme konumunun çok gerisinde. Türkiye’nin laik uygulamalarıyla model ülke olarak genel kabul görmesi Diyanet’in kaldırılması, okullardaki zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Dersi’nin seçmeli hale getirilmesi, ders kitaplarındaki dinsel bakış açısının terkedilmesi, imam-hatiplerin ve ilahiyat fakültelerinin eğim içindeki ağırlıklarının azaltılmasından geçiyor. Aksi takdirde siz kendinizi İslam dünyasının örnek ülkesiyiz diye ne kadar kandırsanız da buna inanmayacak Alman Meclis Başkanı Thierse gibiler her zaman çıkacak; Türkiye de çarpık ve tanım dışı laiklik uygulamalarıyla ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamayan görünümünden kurtulamayacaktır
Aleviyol, 7.2.2003