Alevi katliamı olarak bilinen Ortaca olaylarının tanıklarıyla konuştuk. Muğla’nın Ortaca ilçesinde bir tarla meselesi yüzünden çıkan olayların Alevi ve Sünni tanıkları, “Olay bir tarla yüzünden çıktı. Devlet müdahale etseydi olaylar çok büyümeyecekti” dedi. Tanıklar, Sünni bir gencin bir başçavuş tarafından öldürülmesinin ardından olayları alevlendiren durumun ise Alevi bir kadına yapılan cinsel saldırı olduğunu kaydettiler.
Muğla’nın Ortaca ilçesine bağlı Fevziye Köyü’nde 1966 yılının Haziran ayında çıkan arazi kavgası Alevi Sünni çatışmasına dönüştürülmek istenmişti. 5 Haziran 1966 yılında çıkan çatışmalarda uzatmalı başçavuşun kabzasından çıkan kurşunla 15 yaşındaki Halil Sarı adındaki Sünni bir çocuğun yaşamını yitirdiği Ortaca olaylarında bunun dışında can kaybı yaşanmadığı, PİRHA’ya konuşan tanık anlatımlarıyla ortaya çıktı.
HALK ÇIKMAK ZORUNDA KALMIŞ
Ortaca olayı yaşanmadan önceki dönemde, Hidivi Abbas Paşa’nın arazilerine ödeyemediği borçlarından dolayı el konulduktan sonra 1928 yılında devlet tarafından işletilmesi için Fransız bir şirkete kiralanmış. 1938 yılına kadar çiftliğin işletmesi Fransız şirkette kalırken daha sonra Dalaman Devlet Üretme Çiftliği’ne (TİGEM) dönüştürülmüş. Halk dilinde Kargılık olarak bilinen bu bölgede yaşayan yurttaşlar bu verimli araziden başka bir yere göç etmek zorunda kalmış. Böylece Dalaman Çayı’nın batısından doğusuna yerleşen halkın bir kısmı Güzelyurt ve Fevziye Köyü’ne bir kısmı da Ortaca Cumhuriyet Mahallesi’ne yerleşmiş.
TİCARET ALEVİLERİN ELİNDEYDİ
1966 yılında Ortaca olaylarından önce ağırlıklı olarak Alevilerin yaşadığı Fevziye Köyü’nde Arap, Yörük, Çerkez gibi farklı etnik kimlikler de bulunuyordu. O dönemde Fevziye Köyü’nde 2 ayrı yazlık sinema salonu bulunuyordu. Fevziye köyünün genel kültür düzeyi diğer köylere oranla daha yüksekti. Günümüzde Ortaca merkezde bulunan Fevziye Mahallesi’nde yaşayanların bir kısmı bu köyden oraya göç etmiş. Şimdi Cumhuriyet Mahallesi olarak bilinen mahallenin tamamında Alevi yurttaşlar yaşıyor. Fevziye Köyü 1966’da bölgede etkiliyken, Ortaca merkezde ise ticaretin büyük bir kısmı Alevilerin elindeydi.
NAZMİ YAVUZ ARAZİYİ 10 YILLIĞINA KİRALAR
Çatışmayı ortaya çıkaran sürecin başlangıcı ise o dönem Kızılyurt Köyü olarak bilinen ve şu an Güzelyurt olarak anılan yerde, toprak sahibi olan Sünni bir kişi, Alevilerin yaşadığı Fevziye Köyü sınırları içerisindeki bir kısmı bataklık olan araziyi devletten kiralamasıyla başlar. Devlet Alevilere (Feyziye köylülerine) bu alanı kiralamak istese de Alevilerin ekonomik anlamda gücü olmadığından dolayı (traktör-makine) arazileri işletemez. Bunun üzerine bir kısmı su ile kaplı bataklık alanın Akçagöl mevkiinin Kızılyurt köylüsü olan Nazmi Yavuz 1957’de 10 yıllığına kiralar. Bu alanı Nazmi Yavuz’un kurutup, tarım alanına çevirmesi gerekir. 10 yılın sonunda yüzde 61’i Sünni yurttaş Yavuz’un, yüzde 39’u ise devletin/hazinenin olacaktır. 1963 yılına kadar Yavuz, bu araziyi tarım alanı olarak ıslah ederken, 1963 yılında devlet tek taraflı olarak sözleşmeyi fesh eder. Yavuz araziyi işletmeye devam ederek, daha geniş bir alanı tarıma elverişli hale getirir.
Yavuz’un bataklığı kurutarak ektiği alanı artırması kimi Sünni kişilerle aralarında yer yer tartışmalara neden olurken; olay, Alevilerin dahil olmasıyla birlikte daha da büyür. Yaşanan olayda bir kişi yaşamını yitirir. 1966 yılından bu yana yaşanan bu olay katliam olarak anılıp kınanırken, o dönemin tanıkları ise bunun “katliam” olmadığını söylüyor.
Biz de dönemin tanıklarına ulaşarak yaşanan olayları onlardan dinledik.
YÜZDE 61’İ DEVLETİN, YÜZDE 39’U TOPRAK İŞLETENİN
Şu an olaylara neden olan Akçagöl mevkiindeki bataklık arazide yaşayan Nazmi Yavuz’un oğlu Selahi Yavuz, o yıllarda yaşananlara dikkat çekerek, şunları söyledi:
“Maliyenin arazileri üzerindeki toprakları hak edinmedeki anlaşma şekli belliydi. Bataklık olarak bulunan toprakların ıslah edilip, tarım haline dönüştürüldüğü yerin yüzde 39’u devletin, yüzde 61’i de toprakları işleyen kişinin olurdu. Babam bu şekilde 1956 yılında devletle anlaşma yapmıştı. Biz Güzelyurt Köyü’nde otururken buradaki 80 dönüm arazimizi satıp tüm gücümüzü Akçagöl’e aktarıyorduk. O yıllarda özellikle kışın Akdoğan Ovası çok su tuttuğundan Güzelyurt’tan Sarıgerme’ye ulaşmak oldukça güçtü. Bu nedenle Akçagöl’e gitmek için Fevziye Köyü’nün içinden geçip Çürükardı mevkii Kükürt yolunu kullanıyorduk. Osmaniye Köyü’nde oturanlar da Ortaca’ya ulaşmak için Mergenli Köyü Güvez Mahallesi’ne dolanan dağın eteğini kullanırdı. 365 dönümlük arazinin büyük bölümü bataklık ve su altındaydı. Kışın yağan yağmurla birlikte Dalaman Çayı taştığı zaman bu bölge zaten göl oluyordu. Araziye sahip olabilmemiz için bir an önce bataklık alanın kurutulması gerekiyordu. Babam bunun için traktör satın aldı. Kendi gücümüzle bu işin üstesinden gelmemiz oldukça zordu. Zaten benim de askerlik çağım gelmiş, Ortaca yerlilerinden birkaç kişiyi çalıştırmak için yevmiyeci adam tutmuştuk.”
“OLAYI ALEVLENDİREN TECAVÜZ OLDU”
Şu an Fevziye Köyü’nde yaşayan emekli öğretmen Enver Duran, asıl mevzunun arazi davası olduğunu kaydetti. Duran, o dönem yaşananları şöyle anlattı:
“550 dönümlük arazi bir göldü. ‘Devlet burayı temizle senin olsun demiş’ Nazmi Yavuz’a. O adam da bizim köy hudutları içeresinde burayı yıllarca sürdü. ‘Bizim köyde bu kadar aç varken, bize de pay verilsin’ denildi. Adam çiftçiler tutmuş, bizimkiler de onlara müdahale ediyorlar. Daha sonra ‘Aleviler şunu dövüyor, bunu dövüyor’ diye ortalığa yaydılar. Köyü ablukaya aldılar. Ortaca’da sinema bastılar. Sinemacılar Aleviydi. Sinemayı parçaladılar. Bizim köyü ablukaya aldılar. Tek bir köprümüz vardı dışa açılan, o köprüyü yıktılar. Geceleri sabaha kadar silah sesleri geliyordu. Biz burada bir ay boyunca aç kaldık.”
“BİZLERİ ASMAK, KESMEK İSTİYORLARDI; DEVLET PASİFTİ”
Köylerinde yaşayan herkesin paylaşımcı olduklarını ifade eden Duran, “Köy bir mozaikti. Alevi, Roman, Çerkez, Yörükler vardı. Köyde un kalmamıştı. Un öğütmek için Ortaca’ya gittiler. Orada bunları ‘siz bunları Alevilere yapıyorsunuz’ diyerek dövmüşler. Amaçları bizi aç bırakmaktı. Bir ay boyunca geceleri nöbet tuttuk. Bizleri asmak ve kesmek istiyorlardı. Devlet bu işte pasif kaldı, olayların büyümesini istedi. O zamanlar Haydar Sükan diye biri jandarma genel komutanıydı. Ortaca’ya bir yarbay bir karargah kurdu. Kendisi de orada yatıyordu, kalkıyordu. Köprünün oraya bir seyyar karakol yaptı. Adam geceleri gidiyordu. Köye, Aydın il komutanı geldi. ‘Baskın yapacaklar’ dedim. Bana ‘Ulan benim bir anda 7 kişiyi vurma yetkim var. Sen ortalığı mı tahrik ediyorsun’ dedi. Ben de ‘Öyle bir düşüncem yok’ dedim. Bizim köyden isim verilmiş 10 kadar kişiyi aldılar, hapishaneye götürdüler. Bir de burada yaşayan gözü görmez kulakları sağır bir kadına tecavüz olayı oldu arazinin olduğu yerde. Bu durum yaşananları alevlendirdi.” ifadelerini kullandı.
“OLAY TARLA YÜZÜNDEN ÇIKTI”
Olaylar sırasında Tuğlu’nun (Nazmi Yavuz’un) kızı Ayşe Çelik’in tahra ile başına darbe almasının ardından ‘Aleviler bizim kızlarımıza tecavüz ettiler’ diye dedikodular dolaşmaya başlamış. Bu dedikodulardan rahatsız olduğunu söyleyen Çelik, durumu şöyle anlattı:
“Sabah Akça Köyü’ndeki arazimizde işçilerimizle çalışmaya başladık. Dağdan silah sesleri geliyordu. Elleri silahlı adamlar ve yanlarında kadınlar yanımıza geldi, buradaki çalışmayı bırakmamızı söylediler. Babam onlara her şeylerini satıp buraya geldiğini anlatmaya çalışırken, kavga başladı. Kardeşlerimi dövdüler. Babama vurduklarında ben de kavgaya karıştım. Bir kadın elindeki tahrayı başıma vurdu, bayılmışım. Akçagöl’de traktörümüzün mazot deposuna kum doldurmuşlar. Ön tekerleklerini de söküp atmışlar. Babam benim başımda kan görünce ağaçları göle atıp yol yapmaya çalıştı. Bu şekilde canımızı kurtardık. Bizler de bir ay evlerimizde yatamadık, korktuk. Babam bizi akrabaların yanına götürdü. Eve gelmedi, biz de korkuyorduk. O dönemde “Aleviler camiyi basacaklar, evlerimizi basacaklar, öldürecekler, camiye saman koyup yakacaklar” korkusu yaşadık. Ben o dönemleri unutamıyorum. Bir de bazı gazeteciler babam için ağa diye yazmışlar, hakaretler etmişler. Bu bizi öfkelendiriyor. Olay arazi üzerine başladı. Biz tarlayı yapınca Fevziye’dekiler de bizim arazimizdir dediler; bir sürü olay yaşadık.”
KÖYDE ‘KAVGA ÇIKACAK’ SÖYLENTİLERİ
Olayların diğer bir tanığı da o yıllarda Güzelyurt (Kızılyurt) Köyü’nde bakkallık yapan Mustafa Cennet. Dalaman Çayı üzerinde bir de teknesi bulunan Cennet, bu tekne ile Fevziye Köyü’nde yaşayan arkadaşı Durali Kirtik ile denize açılıp tuttukları balıkları köyde sattıklarını söyledi. O günlerde ortalıkta Güzelyurt Köyü’nden bazı kişilerin (Nazmi Yavuz’a) Tuğlu’ya eziyet edenlerle kavga edecekleri haberlerinin dolaştığını aktaran Cennet, yaşanan olaylarla ilgili şunları belirtti:
“O gün yine balıktan geldik, kayığı çayın içine soktuk. Hacı Rıza ve hanımı tarlasında çalışıyorlardı. Biz Durali ile beraber Hacı’ya dedik ki ‘Arkadaş köyden bazı insanlar burayı karıştırmaya gelecekler, gelin sizi kayıkla karşıya geçirelim. Ortalık pek iyi değil, millet sakinleşince tarlanıza yine gelirsiniz.’ Fakat Hacı bizi dinlemedi, inat etti ve ‘Benim Tuğlu ile aramda bir hesap yok’ dedi. Ben, tekrar ısrar ettim; ‘Bak bu iş Tuğlu’dan çıktı, millet Tuğlu muğlu dinlemiyor artık, hiç olmazsa yengeyle çocuğu köyüne götürelim’ dedim. Hacı, kararından vazgeçmeyince ben kayığı bağladım. Durali, kendi köyü Fevziye’ye, ben kendi köyüm Güzelyurt’a döndük. Bizden sonra da adamlar gelip Hacı ile karısına eziyet edip dövmüşler. Benim kayığı kurşunlamışlar, kayık delinince de batmış.”
“RIZA ÖZDEMİR’İN EVİNE SALDIRMIŞLAR”
Dönemin diğer bir tanığı olan Remzi Yılmaz da “Tuğlu’nun başına bu işler gelip zorda kalınca Güzelyurt Köyü’nden 6 traktör Akçagöl’deki Nazmi’nin arazisine pamuk ekmek için yola çıkıldı. Ben, bir vatandaşın traktörü arkasında pamuk ekim makinesi mibzeri kullandım. Bizimle beraber 15 kişi de geldi. Çifte başladığımızda gelenlerden bazıları dağıldı. Akşama kadar ekimi bitirip döndük. Fakat öğleyin birkaç kişi Akçagöl’de kendi arazisinde ailece kendi yaşamını sürdüren ve kimseye en ufak bir zararı olmayan Rıza Özdemir’in evine saldırıp hiç hoş olmayacak davranışlarda bulunup eziyet etmişler” dedi.
“BANA KÖTÜLÜK YAPTILAR ANLATAMAM”
Olaylarda tecavüz edilen G. Ö. de, “Bizim Akdeniz Evleri dediğimiz bölgede 3 dönüm yerimiz vardı. Buraya çitten bir ev yaptık. Pamuk, kavun-karpuz ekiyorduk. Daha önceleri burada Tuğlu’nun çocuklarını dövüp kızını yaralayıp eziyet etmişler. Bir sabah Güzelyurt Köyü’nden Mustafa Cennet ile Fevziye Köyü’nden Durali Kirtik, denizden balık tutmuşlar. Çaydan sandalla içeri girip teknelerini bizim evin yakınına bağlıyorlardı. Mustafa ile Durali eşime, ‘Rıza, köylüler bu olaylardan ötürü çok kızgın ve sinirli. Bugün buraya gelecekler. Sana ya da karına bir zarar gelmesin, buradan birkaç gün uzak durun. Gelin biz sizi sandalla karşıya geçirelim, bir süre ortalıkta görünmeyin’ dediler. Eşim Rıza da onlara ‘Benim Tuğlu ile bir alıp veremediğim yok, bana zarar vermezler’ dedi.
“Adamlar ısrar etti ama eşim onları dinlemedi biz de kaldık” diye belirtti. Sabah 10 kişilik bir grubun geldiğini sözlerine ekleyen G.Ö. “Kalabalık bir grup traktörlerle Tuğlu’nun arazisine geldiler. Ellerinde silahlarla birilerini aradıkları belliydi. Tarlaların ve çayın her yerine baktılar. İçlerinden 4 silahlı adam bizim eve gelip eşimi dövmeye başladılar. Benim kucağımda 1 yaşında çocuğum vardı. Evimizin önündeki köpek havlamaya başlayınca köpeği öldürdüler. Eşyalarımızın bir kısmını ve pamuk çekirdeklerimizi çaya atmaya başladılar. Daha sonra da bana eziyet ettiler, kötülük yaptılar ama bu yapılanları söyleyemem” dedi.
“ZAMANINDA MÜDAHALE EDİLSEYDİ OLAYLAR BÜYÜMEZDİ”
Diğer bir tanık Safi Kozak da olayların büyümesiyle ilgili şunları söyledi:
“Fevziye-Akçagöl’de başlayan olayların Ortaca’ya sıçramasının nedenlerinden birisi; Tuğlu’nun Ortaca’dan getirip çalıştırdığı işçilerin birkaç kez dövülmüş olmasıdır. Haliyle bu adamların yakınları gerilmeye ve olayları hazmedememeye başladı. Gerek Köyceğiz İlçe, gerek Ortaca Jandarma Karakol Komutanlıkları olaylara zamanında müdahale etseydi büyümeden çözümlenebilirdi. Çünkü tek hadise olmuyor, aynı konu üzerinde (arazi tartışması) 3-5 yıl sürüp gidiyordu.”
“BU İŞİ TEZGAHLAYANLAR KÖPRÜYÜ DE YIKMIŞTI”
Cemil Gökçen de olaylara ilişkin şöyle konuştu:
“Akşama doğru bir adam, motosiklete binmiş Yeşilyurt, Karadonlar, Mergenli, Sarıgerme ve Güzelyurt Köylerini dolaşıp bizim Akıncı Köyü’ne geldiğinde ‘Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Ortaca’da yürüyüş yapılacaktır. Herkes gelsin!’ diye bağırarak geçti gitti. Ben, ‘Acaba bu adamı kimler ayarttı da, insanları kışkırtıp galeyana getirmek için bağırıp çağırıyor’ diye kendi kendime söylendim. Daha sonra aynı güzergahtan bir kamyon geldi. İnsanlar kamyonun kasasına doluşmuşlardı. Bizim Akıncı Köyü’nde, rahmetli Cemil Ötken’in işlettiği sinemayı dağıtmışlar. Kamyon Ortaca istikametine doğru gitti. Bu işi tezgahlayanlar Fevziye Köyü ile Güzelyurt Köyü arasındaki köprüyü de yıkmışlar. Aleviler ve Sünniler yıllar boyu bu topraklarda kardeş gibi yaşadılar. Kimi kime kırdırtıyorlar. Birkaç cahil ve düşüncesiz insanın ortalığı karıştırdığı bir işti bu.”
“İNSANLARIN ASIL ARADIĞI KARAKOL KOMUTANIYDI AMA O DA YERİNDE YOKTU”
Tanıklardan Ali Aydın da şunları kaydetti:
“Karanlık çökmüş, el ayak ortadan çekilmişti. Daha çok köylülerden oluşan ve Arıkbaşı, Dalaklı Mahallesi insanlarından bir araya gelmiş eli silahlı ve sopalı 300 kişilik bir grup, ışıkları söndürülmüş traktörlerle Cengiz Topel Caddesi’nin Güney kısmından Ortaca’ya geldi. İleri gelenlerden bazıları Cumhuriyet Caddesi ve Cengiz Topel Caddesi’nin kesiştiği makasta durup aralarında bir şeyler konuştular. Burada traktörler bırakıldı ve sessiz bir şekilde çarşı merkezine doğru yüründü. İnsanların asıl aradığı karakol komutanıydı ama yerinde bulamadılar. Jandarmalarla tartışma çıktı ve karşılıklı havaya silahlar sıkıldı.”
“BAZILARI 21 GÜN CEZAEVİNDE KALDI”
Tanıklardan Yakup Ekiz ise şunları söyledi:
“Köylerden gelen kalabalık grup ellerine aldığı odun-sopalarla çarşı içine doğru yürümeye başladı. İlk önce karakola gidildi. Karakol komutanına karşı bir kızgınlık vardı. Jandarma kalabalığın dağılması yönünde bağırıp çağırıyordu ama kimse dinlemiyordu. Jandarma havaya ateş açınca kalabalık grup da havaya ateş etmeye başladı. Komutanın karakolda olmadığı anlaşılınca kalabalık bu kez sinemanın olduğu yöne doğru yürüdü. Ortalık iyice karıştı, sinemada bulunan birkaç kişi bu kalabalık tarafından dövüldü. Daha sonra bugünkü Ünal Daka Çocuk Parkı’nın olduğu yerde toplanıldı ve grupların öncüleri herkesin dağılmasını söyleyince saat 22.30 gibi herkes evine gitti. Bunlardan bazıları 21 gün Köyceğiz Cezaevi’nde tutuklu kaldı. Hiç olmaması gereken olaylardı yaşananlar. Allah bir daha o günleri yaşatmasın.” dedi.
“KARAKOL KOMUTANI ZAMANINDA MÜDAHALE ETSEYDİ BÖYLE OLMAZDI”
O yıllarda bugünkü Hükümet Konağı karşısında eski değirmenlerin olduğu yere bir kahvehane açan Mehmet Ekiz de “Nahiye Müdürü Kamil Kormaz, bu mekanı çalıştırmam için ruhsat vermedi. Aramız bu yüzden kendisiyle açıldı. Ben de daha sonra çarşı içine bir kahve açtım. Köylüler Ortaca’ya yürüdüğü gün mekanımdaydım. Kalabalıktan birileri sinemanın önünde Nahiye Müdürünü, Zabıta Memuru Halil Erkan’ı ve bazı kişileri tartaklamışlar. Müdürle önceden aramızda tartışma olduğundan olaydan sonra, kendisini dövdüm diye hakkımda şikayette bulunmuş. Bu sebepten dolayı bazı arkadaşlarla birlikte bir süre Köyceğiz Cezaevi’nde kaldık. O günler olmaması gereken olaylardı bunlar. Karakol komutanı zamanında suçlular hakkında işlem yapsaydı olaylar bu boyuta gelmezdi. Birçok insan bu hadiselerden dolayı zarar gördü” dedi.
“FİLM MAKİNESİNİ KIRMIŞLAR”
O yıllarda Ortaca’da elektriğin olmadığını dile getiren Selahattin Kozak, “Jeneratörle çalışan sinemanın işletmeciliğini rahmetli dayım Cemil Ötken yapıyordu. Fakat o gün dayım, Akıncı Köyü’nde bulunan sinemasına gitmiş, Ortaca’daki sinemanın makinistliğini de Hasan Kıdır’a bırakmıştı. Ortalama 40 kişilik yazlık sinemanın çevresi kargılarla çevrilmişti. O yıllarda sinemalarda sandalye olmadığından seyirci filmi izlerken yere oturur ya da evinden kendi sandalyesini getirip, götürürdü. Biz, sinemanın yanındaki kahvede iki arkadaş oturuyorduk. Bağrışmalarla birlikte kalabalık bir grubun karakol tarafından sinemaya doğru geldiğini görünce pencereden atlayıp kaçtık. Bizden sonra film makinesini kırmışlar; sinemayı çevreleyen kargıları parçaladıktan sonra da birkaç kişiyi dövmüşler” ifadelerini kullandı.
“BABAMI ALEVİ OLDUĞU İÇİN ÖNÜNE GELEN BIÇAKLAMIŞ”
Sinema salonuna yapılan baskına tanıklık eden ve burada babası dövülen Seyhan Bayat ise o gün yaşananları şu ifadelerle anlattı:
“Ortaca’da halam Şüheda ebeydi. O da çarşıda sinemanın karşısında oturuyordu. Olayların olduğu gece babamın bir arkadaşı Fethiye’den gelmişti. Babam anneme ‘Misafirim gelmiş biz oturacağız, sen de çocukları al Şüheda’ya git’ dedi. Ablam, ben, kardeşim ve annem gittik. Film başlayacak diye pencereden bakıyorduk. Duvarın kenarına bir sürü eli sopalı insanlar yanaştı. Halama gittim ‘Hala duvarın dibinde bir sürü insan var’ dedim. Halam geldi camın önüne baktı kaç kişi tahmin edemem ama baya kalabalıktı ‘eyvah’ dedi. Sinemanın başlamasına yarım saatten fazla zaman vardı. Fazla kişi yoktu içeride, birkaç aile vardı. Halam hemen gaz lambasını söndürdü. Bizi hemen divanın altına soktu ve ‘ne olursa olsun divanın altından çıkmayacaksınız’ dedi. Ses etmedik ama titriyoruz. Sonra ses kesildi. O esnada bunlar çarşıya gitmişler. Çarşıda babamla arkadaşı oturuyormuş kahvede. Babamda normalde hep silah olurdu. O gün silahını almamış, yanında bıçak vardı. Kahvede babamlar otururken akrabamız babamın yanına gelerek ‘kalkın evinize gidin burayı basacaklar’ demiş. Babam da ‘gelecekleri varsa görecekleri de var’ diyerek kalkmamış. 10 dakika sonra kahveye saldırıyorlar içeri girenler ‘burada Alevi var mı?’ diye sesleniyorlar. Babam ve arkadaşı dışında kimse yok. Herkes boşaltmış kahveyi. Babam da ‘Ben varım Alevi olarak’ diyor. Babama saldırıyorlar yanındaki Sünni olan arkadaşına ‘sen çekil kenara’ diyorlar. Ona dokunmuyorlar. Babamı her önüne gelen bıçaklıyor. Hastaneye kaldırıyorlar. Bu olaydan sonra evi taşıyıp İzmir’e gittik.”
Ortaca olaylarını gazetelerin Alevi-Sünni çatışması gibi verdiğini söyleyen dönemin tanığı Sultan Aydın, “Gazeteciler, fotoğrafımı çektiler. Sonra da tüfeği çocuğa vermemi istediler. Önce kabul etmedim ama gazeteciler ısrar edince silahı Birsen’e verdim. Onun da fotoğrafını çektiler. Daha sonra gördük ki gazeteciler fotoğrafımızla birlikte ‘Ortaca’daki Kadınlar Silahlandı-Kadınların Namus Nöbeti’ diye başlık atmışlar. Halbuki biz ne nöbet tuttuk ne de savaşa gider gibi silahlandık” dedi.
Muğla’nın Ortaca ilçesinde 5 Haziran 1966 yılında Sünniler ve Aleviler arasında çıkan toprak kavgası nedeniyle çıkan olaylar, 53 yıldır “Alevi Katliamı” olarak biliniyor. Olayın katliam olmadığını savunan dönemin tanıkları, o dönem gazetelerin attıkları manşetlere ve olay yerine giden gazetecilerin olayı nasıl çarpıttığına işaret ettiler. Tanıklar, Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin Ortaca’ya gelip haber yaptıklarını söyleyerek, “Alevi olan birkaç kadının eline silah verilerek, fotoğraf çektirdiler. Ertesi gün ise manşetlerde ‘Ortacalı kadınlar ayaklandı’, ‘Ortaca’da katliam’ ve ‘Aleviler camiye saldırıyor’ şeklinde başlıklar attılar” hatırlatmasında bulundular.
3 KURŞUNLA VURULMUŞ
Olayda yaşamını yitiren Halil Sarı’nın kardeşi İlyas Sarı, “Ağabeyim 1951 doğumlu. Akşam vakti işten gelip duşunu aldı. Aynanın karşısında saçlarını taradığını iyi hatırlıyorum. Yemeğini yedikten sonra tıraş olmak için çarşıya gitti. Berberde tıraş olup dışarı çıktıktan sonra kalabalığı görünce bir dükkana girip sığınmış. Silah sesleri kesilip olaylar bitinceye dek burada saklanmış. Saat 22.30 civarında eve dönmek için yolda yürürken, Karakol Komutanı Uzatmalı Çavuş tarafından 3 kurşunla vurulmuş. Ağabeyim 13 gün Muğla Devlet Hastanesi’nde yoğun bakımda kaldı ama kurtarılamadı” dedi.
DÖNEMİN BELEDİYE BAŞKANI: KİMSE OYUNA GELMEYECEK
O dönemin Belediye Başkanı olan Hüseyin Yılmaz’ın oğlu Rıza Yılmaz, olaylar sırasında 25 yaşında olduğunu söyleyerek şunları belirtti:
“Terzi dükkanım vardı. Köylülerin Ortaca’ya yaptığı yürüyüş akşamı sinemadaydım. Sinemaya yapılan saldırıda bana sopa ile vurmak isteyen birini engelledim. Kalabalık grup dükkanları taşlamaya başladı. Silah atılıyordu. Durumu babama haber etmek için Ortaca Lisesi yanında bulunan evimize gittim. Alevi vatandaşlar da bizde toplanmışlardı. Ellerinde silah olan bazı gençler de çarşıdaki harekete karşı koymak istiyordu. Babam bağırarak onlara şöyle seslendi: ‘Bana bakın buradan hiç kimse çarşıya gitmeyecek. Okulun kapısından dışarı çıkanı bu adam katil diye devlete kendi ellerimle teslim ederim. Burayı terk eden bizden değildir.’ Ben babama ‘Saldırganlar, dükkanları taşlayıp camları kırıyorlar’ dedim. Fakat o, ‘Bırakın taşlasınlar, isterlerse yağmalasınlar, yaksınlar. Devlet bizim zararımızı tek kuruşuna kadar öder. Bizden kimse bu kışkırtmada oyuna gelmeyecek ve çarşıya gitmeyecek. Oturun oturduğunuz yerde’ dedi. Bana da ‘Sen benim sözcümsün, tüm arkadaşlarına söyle buradan çarşıya kavga etmek için kimse gitmeyecek’ dedi.”
“NE NÖBET TUTTUK NE DE SAVAŞA GİDER GİBİ SİLAHLANDIK”
Olayın gerçekleştiği dönemde 33 yaşında olan Sultan Aydın evinin bugünkü Ortaca İlköğretim Okulu’nun batısında olduğunu söyledi. Kayınpederinin evinin Sütçüler Sokak’ta olduğunu dile getiren Aydın, “Ortaca’da çıkan kargaşadan sonraki günlerde kayın pederim yanında kalmamızı istedi. Biz de öyle yaptık. Gündüzleri hayvanlarımızın bakımını yapmak için kendi evimize gider, akşama da geri dönerdik. O günlerde her yer hayıtlıktı. Yol güzergahımız tenha olduğundan yanımda eşimin tüfeğini de götürmüştüm. Ata binen kızım Birsen ile birlikte yürüyerek eve yaklaştığımda gazeteciler denk geldi. Bize ‘Ne bu hal, bu tüfek neyin nesi?’ diye sordular. Ben de ‘evimiz ıssız yerde, kocamın gözleri az görüyor, ayakları da topal. Ne olur ne olmaz diyerek eşimin tüfeğini aldım’ dedim. Gazeteciler, fotoğrafımı çektiler. Sonra da tüfeği çocuğa vermemi istediler. Önce kabul etmedim ama gazeteciler ısrar edince silahı Birsen’e verdim. Onun da fotoğrafını çektiler. Daha sonra gördük ki gazeteciler fotoğrafımızla birlikte ‘Ortaca’daki Kadınlar Silahlandı- Kadınların Namus Nöbeti’ diye başlık atmışlar. Halbuki biz ne nöbet tuttuk ne de savaşa gider gibi silahlandık. Elbette olaylardan tedirgin olduk. Gazetelerde ise yaşanan gerçekler yerine, gazetecilerin uydurduğu ve abarttığı haberleri görmek bizi daha çok tedirgin etti” diye konuştu.
“ULUSAL GAZETE MUHABİRLERİNİN ABARTILI HABERLERİ EKLENDİ”
Sultan Aydın’ın oğlu İskender Aydın da annesinin söylediklerinin tamamen doğru olduğunu söyleyerek, şunları kaydetti:
“Gazetecilerin annem ve ablamın silahlı fotoğraflarını kullanarak, tamamen kendilerinin kurguladığı haberleri keserek sakladık. Tabi o dönemde bağnaz düşüncelere sahip bazı insanlar, Alevilere un satmamaları için Sünni esnafları tehdit etmişlerdi. Bu nedenle babam Söke’ye gidip bir kamyon un getirdi ve çarşıya dükkan açtı. Buradaki Alevi vatandaşlar da bizim sattığımız unları alıp ekmek yaptılar. Kolluk kuvvetlerinin, yaşanan hadiselerin öncesindeki gelişmelere duyarsız kalması olayları istenmeyen boyutlara taşımıştı. Üstüne bir de ulusal gazete muhabirlerinin abartılı haberleri eklenince, Türkiye’nin bazı bölgelerinde infiale varan tedirginlikler yaşandı. Ancak, gerçeği araştırmak kimsenin aklına gelmemişti.”
“EN BÜYÜK SUÇLU DÖNEMİN KARAKOL KOMUTANLIĞINI YAPAN UZMAN ÇAVUŞTU”
Olayın yaşandığı zaman kahvede oyun oynadıklarını belirten Ramazan Okur ise, “Fevziye Köyü’nden gelen adamlar Tuğlu’nun işçilerine saldırınca ayırmak için araya girdik ama kavgayı önleyemedik. Birkaç gün sonra gazetelerde ‘Aleviler Ortaca’da kahve bastı’ diye haber yaparak sanki bir Alevi- Sünni çatışması varmış izlenimi verdiler. Hiç alakası yok. Ortaca halkı, Alevi vatandaşlarıyla yıllarca kardeş gibi geçinmiştir. Öyle olmasaydı, Ortaca’da Alevi vatandaşlarımız azınlıkta olmasına rağmen Belediye Başkanı olarak bir Alevi vatandaşımız olan Hüseyin Yılmaz’ı reis olarak seçer miydi? Ama bu işte bana göre en büyük suçlu, olaylar karşısında çok pasif kalan dönemin Karakol Komutanlığı’nı yapan Uzman Çavuştu” dedi.
“ALEVİLER VE SÜNNİLER KARDEŞLİK İÇİNDE YAŞIYORLARDI”
Mehmet Aysel de dönemin Muğla Milletvekili Turhan Şahin’e bir telgraf çektiğini belirterek, şöyle konuştu:
“Bu telgrafı çekmekteki amacım, Turhan Şahin’in ve diğer milletvekillerinin Ortaca’ya gelip, Alevi ve Sünni vatandaşlar arasında yaratılan yapay husumetin giderilmesini ve barışın sağlanmasını istemekti. Zaten çıkan husumet her iki tarafın içinde taşkınlık yapan şahısların ortalığı germesiyle oluşmuştu. Yoksa sağduyulu Sünni ve Alevi vatandaşlarımız yıllardır kardeşlik ve dostluk içinde yaşamlarını birlikte sürdürmekteydi. Vali Hasan Basa, Cengiz Topel İlkokulu’nda bir barış toplantısı yaptı. Ama istenen sonuç alınamadı. Olaylardan iki hafta sonra Ortaca’ya İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Baykan Kalaba, Osman Saffet Arolat, Haydar Gürbüz ve Hasan Yalçın isimli öğrenciler geldi. Ben Eyüp Çete’nin minibüsünü kiraladım ve bu öğrencilerle birlikte Fevziye Köyü’ne giderek Kamil Ersoy ile buluştuk. Buradan asıl olayların başlangıç noktası olan Akçagöl’e ulaştık. Öğrenciler arazi üzerinde incelemede bulundular. Tuğlu’nun hırpalanmış traktörünü görüntülediler. Gençler, kahvelerde ve Cengiz Topel İlkokulu’nda bir toplantı yapıp olayın taraflarına barış anlaşması imzalattılar. Onların bu girişimiyle barış sağlandı. Bu barış metni ‘Ehlibeyt Yolu Gazetesi’nde yayınlandı. Bu gazeteyi de Ortaca’da Ali İzmir dağıttı.”
“MEZHEP KAVGASI DEĞİL, TOPRAK KAVGASIYDI”
Dönemin tanıklarından Ramazan Gökmen, “Kaynım Murat Acar ile birlikte Çürükardı mevkiindeki evimizden çıkıp un öğütmek için Ortaca değirmenine gitmiştik. Değirmene vardığımızda daha önce münakaşa yaptığımız Tuğlu’nun (Nazmi Yavuz) işçilerinden Gönü Kara lakaplı Ramazan Sarı, İsmail Karakuş ve Yöreksiz lakaplı Turgut Zincir bize saldırdı. Tabi bu adamlar, daha önce Akçagöl ile Akdoğan Ovası’nda çok dayak yediler. Değirmenci Süleyman Ertuğrul, beni değirmenin içine saklayıp üzerimden kapıyı kilitledi. Onun sayesinde kurtuldum. Adamlar bizim Murat’ı biraz hırpalamışlar. Daha sonra millet dağıldı. Yerbelen Mahallesi’nden Tevfik Erdem, bizi Dalaman Çayı’na kadar geçirdi ve biz köye döndük. Gazeteler bunu Sünniler, iki Alevi vatandaşı dövdü diye yazmışlar. Halbuki döven de dövülen de Sünni. Bu bir mezhep kavgası değil, toprak kavgasıydı” dedi.
Muğla’nın Ortaca ilçesinde 5 Haziran 1966 yılında yaşanan olayları durdurmak için Ortaca’ya giden devrimci öğrencilerin arabuluculuk yapmasıyla ‘Ortaca Barış Belgesi’ imzalandı. Hem Alevi hem de Sünnilerle görüşen devrimci öğrencilerden İTÜ Talebe Birliği Başkanı Baykan Kalaba, bir röportajında, “Olay henüz, kıvılcım aşamasında, çok büyümeden önlendi. Dostluk ve barış yeniden sağlandı” diyor.
Muğla’nın Ortaca ilçesinde 5 Haziran 1966 yılında bazı Sünni ve Alevi yurttaşlar arasında çıkan toprak kavgasıyla başlayan olayların bir katliama dönüşmeden nasıl sona erdirildiğini ‘Ortaca Olayları Dosya 3’te okuyacaksınız.
Bu bölümde, Alevi Sünni çatışmasının nasıl yaratılmak istendiği ve devrimcilerin olası bir katliamı nasıl durdurduklarına işaret ediliyor.
İşte tanıkların anlatımıyla Ortaca olayları ve olayların sona erdirilmesi…
“VALİNİN YAPTIĞI TOPLANTILAR HİÇ İŞE YARAMADI”
O dönem Mergenli Köyü’nde okul müdürü olan Bahri Ersoy, “Muğla Valisi Hasan Basa köye gelip bir toplantı yaptı. Ben okul müdürü olduğumu söyleyip söz istedim. Bana okulda neden beklediğimi sordu. Kendisine 222 Sayılı Kanun gereği okulu beklediğimi söyledim ve konuşmama şöyle devam ettim: ‘Ben Fevziye Köyü’nde doğdum ve bir Aleviyim. Bu olayda kabahatli olan Alevi değil, Sünni hiç değil! Asıl suçlu vali olarak, hükümet olarak sizsiniz! Alevi ya da Sünni vatandaş anlaşmazlık yaşadığında, birbirlerinden şikayetçi olarak size geldiği zaman onları dinlemediniz ve kulak ardı ettiniz. İnsanlar da bu kez kendi sorunlarını kendileri çözmeye kalktı ve anarşi doğdu. Olay bu kadar basit’ dedim” diye belirtti.
Daha sonra Vali Hasan Basa’nın bir Cuma günü Cengiz Topel İlkokulu’nda toplantı düzenleyeceğini duyduğunu ve o toplantıya katıldığını sözlerine ekleyen Ersoy, “Bir ara söz istedim, beni hatırladı ve ‘söz hakkın yoktur’ dedi. İstanbul’dan gelen gazeteci Murat Sertoğlu Hasan Basa’ya ‘Vali Bey, Bahri Hoca ile daha önce nasıl karşılaştınız ne oldu’ gibi sorular sordu. Vali sert bir şekilde ‘mülakat yok’ dedi ve polisler beni toplantıdan dışarı çıkarttılar. Bana göre valinin yaptığı toplantılar hiçbir işe yaramadı.” dedi.
“SÜNNİLER BİR ALEVİ HEMŞİREYE SAHİP ÇIKTILAR”
İşin bir Alevi ve Sünni çatışması olmadığının altını çizen Ali Altın da “Öyle olsaydı barış bu kadar erken sağlanmazdı. Ben olaylar sırasında asla bir Ortacalı’dan korkmadım. Dışarıdan gelebilecek yabancılardan çekindim. Olayların olduğu gün oğlum Süleyman Altın, öğretmeni Ahmet Ağartan’ın Ortaca merkezindeki evindeydi. Ben çekinmeden onu almaya gittim. Ertesi gün Ahmet Ateş’in arabasıyla Fevziye Köyü’ne gidip akrabalarımızla görüştük. Ahmet Ateş arabasıyla döndü, ben kaldım. O gün akrabalarım, Ortaca’ya yaya gitmememi söylediler. Ancak ben, yürüyerek Güzelyurt, Akıncı Köyü içinden Ortaca’ya dönmeye karar verdim ve ‘korkunun ecele faydası yoktur’ deyip yola çıktım. Birkaç cahil insanın mezhep çatışmasına dönüştürmek istediği olaya karşı direnmeliydim. Güzelyurt Köyü’ne geldim. Bu köyde Günlükbaşı Alevileri’nden ebe olarak görev yapan Sevim Hanım vardı. Onun durumunu öğrenmek için yanına uğradığımda şaşırdım, çünkü Sünni Güzelyurt köylüleri, Alevi olan hemşirelerini korumak için nöbet tutuyorlardı. Buna çok sevindim ve hem Sevim Hanım ile hem de Güzelyurtlu köylülerle gayet samimi sohbetler edip ayrıldım. Buradaki Sünnilerin bir Alevi hemşireye sahip çıkmaları olayların mezhep çatışmasından ne kadar uzakta olduğunu gösteriyordu. Çıkan hadiseler sonrasında Sünnilerle Alevilerin arasını açmak isteyenler oldu” diye konuştu.
“DEVRİMCİLER ARABULUCULUK YAPTI”
Daha sonra Ortaca’ya İstanbul Teknik Üniversitesi Talebe Birliği Başkanı Baykan Kalaba ve arkadaşlarının geldiğini ifade eden Altın, “Bunlar 68 kuşağının temellerini oluşturan çocuklardı. Onlar her iki grubun insanlarıyla görüşüp arabuluculuk yaptılar ve barış sağlandı” diye belirtti.
21 Haziran 1966 tarihli Devrim Gazetesi’nin sürmanşetine “Ortaca’ya giden Teknik Üniversite Talebe Temsilcileri olaylarla ilgili temaslar yaptı, bugün bir barış toplantısı daha yapılacak” başlığı atıldığını söyleyen Altın, “Bu başlığın altında özetle şunlar yazmaktadır: ‘Bir süre önce İstanbul Teknik Üniversitesi’nden bir heyetin Ortaca’ya gideceği haberini bildirmiştik. Olayları yerinde tetkik etmek üzere İTÜ’den bir heyet önceki gün Ortaca Bucağına gitmiştir. Teknik Üniversite Talebe Birliği Başkanı Baykan Kalaba, Üniversite Elektrik Bölümü Başkanı Hasan Yalçın, Haydar Gürbüz ve Osman Saffet Arolat isimli talebelerden kurulu heyet, önceki gün Ortaca’ya gelerek her iki tarafla da temaslarda bulunmuştur” dedi.
“BARIŞ İMZALANDI”
Ortaca’ya gelen devrimci öğrencilerden Osman Saffet Arolat, Ege Yolcu Dergisi’nde geldikleri zamanı şöyle anlatmış:
“O dönemde biz üniversite öğrencileri ülkemizdeki olaylar karşısında büyük duyarlılık içindeydik. İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği bu duyarlılığı yoğun hisseden gençlerin yönetimde olduğu bir kuruluştu. Ben ise gazeteci olarak onların bildirilerini yazan, katıldıkları olayların röportajlarını kaleme alan kişiydim. İTÜTB kantin gelirleri nedeniyle sahip olduğu imkanı, olayları yerinde inceleme ve kendi yayın organı Oturum Yayınları’nda öğrencilere ve kamuya duyurma olanağı sağlıyordu. Bir dönem bir aylık bir gezi ile Harran’da sosyal yapı araştırması yapmış ve onu benim ve Güney Dal’ın imzasıyla ‘Oy Cehennem İlleri’ başlıklı röportajla Akşam Gazetesi’nde yayınlamıştık. 1966 yılında Ortaca’daki çatışmayı öğrendiğimizde de İstanbul’dan 13 saatlik bir otomobil yolculuğuyla o güne kadar hiç bilmediğimiz ve gittiğimizde ‘Yeşil bir cennetle karşılaştığımız’ Ortaca’ya ulaştık. Benim dışımdakiler İTÜTB Başkanı Baykan Kalaba, daha sonra İTÜTB başkanlığı yapacak rahmetli Hasan Yalçın ve sonradan Alevi olduğunu öğrendiğim İTÜ öğrencisi Haydar Gürbüz’dü. Bir kovboy kasabası alanı gibi gördüğüm, Ortaca meydanında önce kahveden alıp koyduğumuz masaya oturduk. Yarım saat kadar Ortacalılar bizi etraftan izlediler. Yarım saat sonra ilk gelenleri sonra başkaları izledi. Olayları Alevilerden de Sünnilerden de dinledik. Bir jeeple çevre gezisi yapıp olayların geçtiği yerleri gördük. Cengiz Topel Okulu’nda iki tarafın katıldığı toplantı yaptık. Ülkede hakim olması gerekenin ‘Dostluk içerisinde Alevisi Sünnisi ile bir arada yaşamak olduğunu, bizim bu dostluğu yeniden pekiştirmek için geldiğimizi’ anlattık. Toplantı sonunda ‘Ortaca Barış Belgesi’ni onlara imzalattık, sanırım biz de taraf olarak imzaladık. Bu toplantı sonrası çıkıp açık alanda çay içtiğimiz sırada bölge jandarma komutanı albay geldi, bize teşekkür ederken, ‘Sizin için komünist öğrenciler geldi’ demişlerdi. Ama siz ülkesini seven gençlermişsiniz. Çok önemli bir iş başardınız teşekkür ederim’ dedi.
Ben, dönüşte Akşam Gazetesinde ‘Ortaca’da Barış Toplantısı’ röportajımda yayınladım.”
“NEDEN ALEVİ-SÜNNİ BİRBİRİNE DÜŞSÜN”
Ortaca’ya gidenler arasında bulunan İTÜ Talebe Birliği Başkanı Baykan Kalaba Ege Yolcu Dergisi’nde tarafları nasıl barıştırdıklarını anlatmış. Ege Yolcu Dergisi’nin Kalaba ile yaptığı röportaj şöyle:
“İstanbul’daki gazetelerden Ortaca’da bir mezhep çatışmasının çıktığını okuduk. 4 arkadaş Ortaca’ya gittik. Olayların taraflarıyla görüşünce işin özünde mezhep kavgası olmadığını bir arazi çatışması olduğunu öğrendik. Bir arkadaş bize jeep tahsis etti (Mehmet Aysel) ve onun eşliğinde Fevziye Köyü’ne, oradan da söz konusu arazinin bulunduğu bölgeye gidip olay yerinde incelemeler yaptık. Arazi sahibinin (Nazmi Yavuz) zarar verilen traktörünü gördük. O gün köyde kaldık. Daha sonra bütün köylülere haber yollayıp ertesi gün için Ortaca’daki bir okulda (Cengiz Topel İlkokulu) toplantı düzenledik.” Toplantıda yaptığım konuşmada şunları söyledim; ‘Sevgili Ortacalılar, bizler buraya sizden ne oy istemeye geldik ne de kişisel bir çıkarımız var. Bizim bir tek düşmanımız var o da emperyalizm ve dış güçler. Biz, ülkemizin bağımsızlığını tehdit eden, bölüp parçalamak isteyenlere karşı bu savaşı Alevisiyle, Sünnisiyle, Kürt’üyle yani sizlerle birlikte vereceğiz. Bu nedenle neden Alevi-Sünni birbirine düşsün? Sizden beklentimiz, birlik ve beraberlik ile huzur içinde yaşamanızdır. Biz evlatlarınız olarak sizleri örnek almak durumundayız. Sizler ne kadar dost ve kardeşçe yaşarsanız bize güzel örnekler sergilemiş olursunuz ki; biz de yarınları dostça yaşamaya devam ederiz.’
Kendilerine bir barış metni hazırladık ve onu okuduk. Köyün ileri gelenleri bu metni imzaladılar. Toplantı sonunda herkes birbiriyle kucaklaştı ve öpüştü. Olay henüz, kıvılcım aşamasında, çok büyümeden önlendi. Dostluk ve barış yeniden sağlandı.
“TOPLANTIYA ÇOK SAYIDA KİŞİ KATILDI”
Cengiz Topel İlköğretim Okulu’nda tertiplediğimiz barış toplantısına Köyceğiz Kaymakam Vekili Muammer Bey, Nahiye Müdürü Kamil Korkmaz, Belediye Başkanı Hüseyin Yılmaz, Muhtar Mehmet Yıldırım, Ortaca İmamı Muhammet Kundakçı, Alevi ve Sünni vatandaşların ileri gelenleri ile köylüler katıldı. Her iki grubun ileri gelenleri tarafından Muğla Valisi Hasan Basa toplantıya davet edildi. Toplantı sonunda şu barış metni okunup taraflarca imza altına alındı.”
İmzalanan barış metni şöyle:
“Hepimizin atalarının sınırını kanlarıyla çizdikleri güzel yurdumuzun bu yeşil köşesinde, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra ve her zaman dostça, kardeşçe, el ele, omuz omuza, ulusun ve ülkenin yücelmesine çalışacağımıza, olmuş ufak olayları unutup, suçluların bulunmasını adliyeye bırakarak, tahrikçilere uymayacağımıza, onlara mani olacağımıza, Türk ulusu ve yöneticileri ve gençliği önünde söz veriyoruz.”
Rohat EMEKÇİ/İsmail SİVASLI