Cuma, Aralık 27, 2024
No menu items!
YazarlarMustafa Cemil KılıçLAİK TÜRKİYE İÇİN YÜKSELEN ALEVİLİK

LAİK TÜRKİYE İÇİN YÜKSELEN ALEVİLİK

LAİK TÜRKİYE İÇİN YÜKSELEN ALEVİLİK ( TEOLOJİK SAVUNMA VE SOSYO KÜLTÜREL TAHLİL )

Din ve mezhep farklılığı tarih boyunca insanlar için çoğunlukla bir çatışma ve kavga sebebi olmuştur. İnsanlık tarihi bu türden olayların acı hatıralarıyla doludur. İnsanlık için çok hazin olan bu durum onun ezeli diyebileceğimiz bir parçası olan halk / ulus / millet gibi etnik ve sosyo kültürel yapıların iç bünyesinde daha hazin boyutlarda cereyan edebilmiştir. Ne üzücü ki bu kara talihten en çok nasiplenen halklardan biri de Türklerdir. Türkler tarihleri boyunca pekçok kez din değiştirmişler ve bir dinin farklı mezheplerine mensup olagalemişlerdir.

Türk tarihindeki en büyük dinsel değişim hiç kuşkusuz İslam’ın kabulüdür. Türklerin İslamlaşması uzun zaman almıştır. Bu uzun zaman zarfında çok büyük olaylar yaşanmış, Türklerin gelecekteki kaderinin oluşumu noktasında doğrudan etkiye sahip bölünmeler meydana gelmiştir.

İslamlaşma, İslam tarihindeki sosyopolitik olayları Türk tarihinin de bir parçası haline getirmiştir. Türklerin İslamlaşmasından asırlar evvel cereyan eden ve özünde siyasal kaygıların yattığı hilafet kavgaları sonradan Türklerin de taraf haline geldiği hadiseler hüviyetine sahip olmuştur. Bu bağlamda hilafet sorununun etrafında şekillenen mezhepleşme, zamanla inançsal özellikler de kazanarak Türk tarihinin, İslamlaşma süreci ve sonrasındaki dönemine damgasını vurmuştur.

Türklerin İslamlaşma süreci, önce temel bir ayrılığa zemin oluşturmuştur. Bu ayrılık eski inançları terketmek istemeyen geniş halk yığınları ile İslamlaşmayı hararetle isteyen elit / aristokrat kesim arasında cereyan eden ayrılıktır. Bu sürecin ardından İslam’ı kabulde tercih edilen kanat / mezhep hususunda yeni bir ayrılık zuhur etmiştir. Sonuçta, başlangıçta İslam’a direnen kitleler, İslam’ı kabul noktasına geldiklerinde direnişlerini yeni dinin muhalif kanadını tercih etmek suretiyle devam ettirmek istemişlerdir.

Nihayetinde Türklerin ezici çoğunluğu İslam’ı kabul etmiş fakat farklı yorumlar etrafında şekillenen farklı mezheplere / ekollere dahil olmuşlardır. Bilindiği gibi bu mezhepsel ayrılık Alevilik ( Ya da Şiilik ) ve Sünnilik adıyla anılagelmiştir. Alevilik başlangıçta Şiilik şeklinde tezahür etse de sonradan Anadolu’da yepyeni bir veche ve içerik kazanarak bugünkü özgün kimliğini oluşturmuştur.

Alevilik özellikle göçebe halk yığınları arasında taraftar edinirken Sünnilik yerleşik / şehirli ve elit kesim arasında yayılmıştır. Aleviliği benimseyen kitlelerin İslam öncesi özgün Türk kültürüne daha yakın ve aşina topluluklar olduğu Sünniliği benimseyenlerin ise bunun zıddına Arap ve Fars kültüründen yoğun şekilde etkilendiği bilinmektedir. Bu durum bugün dahi çok canlı bir şekilde geçerliliğini sürdürmektedir.

Alevilik ve Sünnilik ayrışması doğal olarak sadece kültürel ve inançsal düzeyde kalmamış aynı zamanda siyasal kavgalara da zemin oluşturmuştur. Bu bağlamda Aleviliğin siyasallaşması ile Kızılbaşlık hareketi doğmuştur. Türk tarihinin son bin yıllık dilimi dinsel / mezhepsel argümanların sıkça kullanıldığı siyasal ve sosyal çatışmalarla hatta savaşlarla geçmiştir. Anadolu ve İran’da Türk toplulukları son bin yıldır mezhepsel / dinsel farklılıklar zemininde bir iç çatışma yaşamış ve bu çatışmanın etkileri keskinliğini yitirmeksizin günümüze değin sürmüştür.

Ancak modernizm çağında artık en azından ulus içi mezhepsel ve dinsel kavgalar sona ermelidir. Bu da ancak uluslaşma sürecini tamamlayabilmiş olmakla mümkündür. Türk toplumu henüz bu süreci tamamlayabilmiş değildir. Mezhepsel / dinsel farklılıklar halen toplumumuzu yönelendirebilmektedir. Her türlü dinsel, mezhepsel ve diğer alt kültürel özelliklerin üstünde bir ulus kimliği oluşturmayı maalesef başarabilmiş değiliz. Bizce bunu başarabilmek için Türkiye’de aşmamız gereken en önemli sorun Alevi – Sünni sorunudur. Sorunun aşılabilmesi için her yönüyle kavranması, tanınması ve teşhisin doğru yapılması gerekmektedir. Ne hazin ki ülkemizde ne Alevilik ne de Sünnilik tam anlamıyla ve doğru bir biçimde bilinememektedir. Her iki kesim birbirleri hakkında ve birbirlerinin inançları konusunda doğru ve yeterli bilgiye sahip değildir. Dahası pekçok yanlış, yalan ve hurafeler etrafında oluşmuş geleneksel önyargılara dayalı sosyo kültürel ortam tüm ağırlığı ve tüm soğukluğuyla mevcudiyetini halen sürdürmektedir.

Bu çalışmanın birincil amacı Alevi / Bektaşi inancını ideolojik saptırmaların zararlı etkilerinden arındırarak insanımıza tanıtabilmektir. Günümüze değin çeşitli siyasal maksatların yanında bu amaçla da pekçok çalışmanın yapıldığı malumdur. Fakat yapılan çalışmaların bir kısmının Alevi / Bektaşi kimliğini asimile etmeye yönelik olduğu da malumdur. Bu çalışma, gerek yetkinlik bakımından gerekse Alevi / Bektaşi bir gelenekten gelmediği halde Alevi / Bektaşi inancını ve felsefesini benimseyen, Sünni İslam anlayışına göre verilen dinsel eğitimin tüm evrelerini ( Kur’an Kursu, İmam Hatip Lisesi ve İlahiyat Fakültesi ve Din Sosyolojisi Masteri ) tamamlamış olan bir kişinin Alevi / Bektaşi inancını teolojik açıdan savunması anlamında bir ilktir. Dolayısıyla bu çalışmanın amaçlarından biri de başka inançlara saygı çerçevesini muhafaza ederek Alevi / Bektaşi inancının yayılmasına katkı sağlamaktır.

Bilindiği üzere Türklerin büyük çoğunluğu başlangıçta İslam’ın muhalif kanadı olan Şii / Alevi inancını tercih etmişlerdi. Zaman ilerledikçe bu durum tersine dönmeye başlamış dolayısıyla Aleviler sürekli asimile olmuşlardır. Yaklaşık 100 – 150 yıl önce Anadolu nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Alevi / Bektaşi toplumu bugün nüfusun sadece üçte birlik bir kısmından müteşekkildir. Bu durum asimilasyonun ne denli şiddetli yaşandığını gözler önüne sermeye kafidir. Artık bu süreç durmalıdır. Durdurulmalıdır.

Alevi / Bektaşilerin asimilasyonu büyük bir cinayettir. Diliyle, nefesiyle, deyişiyle, bağlamasıyla, dede / babalarıyla, cemleri ve semahlarıyla hemen hemen tüm dinsel ritüelleriyle Türk ulusunun ve 300 milyonluk Türk dünyasının en nadide topluluklarından birini oluşturan Alevi / Bektaşi toplumunu ulusal birliği tehdit unsuru olarak görmek ve bu nedenle asimile olmalarını sağlamaya çalışmak Türk kimliğini katletmeye çalışmakla müsavidir.

Alevi / Bektaşilerin asimilasyonuyla eş zamanlı olarak yaşanan bir diğer süreç de geleneksel Türk Sünniliğinin dejenerasyonudur. İslamcı / şeriatçı devinimler aslında Anadolu Aleviliğine çok da uzak olmayan ve daha ziyade kırsal kesimde yaşanan geleneksel Türk sünniliğini de asimile edip yerine Vahhabilik tarzı bir sünnilik anlayışını ikame etmeye çalışmaktadırlar. İlerlemekte olan bu süreç laik cumhuriyetimizi ve ulus / devlet yapımızı da sarsmaya adaydır. Öyle ki, siyasal İslam’ın etkili olmaya başladığı yıllardan beri köylere dek inen İslamcı propaganda Türk sünniliğini milliyet kaşıtı ve anti laik bir kalkışma için lazım gelen evrime tabi tutarak ritüel ve inanç merkezli din anlayışını fundemantalist ve ihtilalci dinciliğe çevirmek noktasında çok büyük bir ilerleme sağlamış durumdadır. Bu gidişe karşı oluşan / oluşması gereken cephenin temeli, tarihsel olarak daima Türk kültürünün en tabii uzantısı olma kimliğine sahip Alevi / Bektaşi inanç ve felsefesidir. Alevi / Bektaşi inanç ve felsefesi laik / seküler toplum projesi için Türkiye koşullarında kesinlikle birincil planda değerlendirilmesi gereken bir olgudur. Alevi / Bektaşilerin şeriat karşıtı duruşları dinci akımların önünde bir set oluşturmaktadır. Türkiye’deki laik sistemin tüm eksikliklerine rağmen hala yaşıyor olabilmesi Alevi / Bektaşilerin varlığıyla doğrudan ilintilidir.Bu cümleden olarak belirtelim ki, güçlenen Alevi / Bektaşi kimliği laikliğin ve ulus / devlet yapımızın da güçlenmesi anlamına gelmektedir.

Bu gerçeği keşfeden dinci çevreler Alevi / Bektaşi toplumuna yönelik olarak çok yoğun bir asimilasyon politikası izlemektedir. Bu politikayla mücadele edebilmek için dinci argümanların tam yetkinlikle öğrenilmesi ve bu sayede mücadelenin muvaffakiyeti için lazım gelen isabetli tedbirlerin alınması şarttır. Ne var ki Alevi / Bektaşi inancına yönelik dinci saldırılara karşı, teolojik açıdan yetkinliği bulunmayan kişilerin ürettiği, zayıf ve yanlış veriler üzerine kurulu savunmalar, Alevi / Bektaşi inancının teolojik zeminini zayıflatmaktan başka bir sonuç doğurmamaktadır.

Yüzyıllar boyunca geleneksel olarak yaşanan Alevi / Bektaşi inancı, kurumlaşmış ve otoriteleşmiş Sünni İslam inancı karşısında teolojik paradigmasını henüz tam anlamıyla sistematize edebilmiş / oluşturabilmiş değildir. Bundan dolayıdır ki, bizce teolojik yapının sağlam bir biçimde ortaya konulabilmesine yönelik çalışmalar, Alevi / Bektaşi kimliğinin korunması noktasında en yaşamsal alanı meydana getirmektedir. Nitekim, bu çalışmanın temel hedeflerinden biri de budur.

Alevi / Bektaşi toplumu üzerinde sürdürülen asimilasyoncu politikalar sadece teolojik saldırılarla kalmamaktadır. Zira Alevi / Bektaşi kimliği sadece dinsel / mezhepsel bir kimlik değildir. Her yönüyle kavranmaya çalışıldığında görülecektir ki bu kimlik aynı zamanda Türk etnisitesinin binlerce yıllık özünü de muhafaza eden etnosantrik bir kimliktir. İlk bakışta dinsel / mezhepsel yön öne çıksa da bu kimliğin sosyo kültürel derinliklerinde etnolojik unsurların çok güçlü bir biçimde mevcudiyet içerdiği görülmektedir. Fakat Alevi / Bektaşi toplumu, kendi kimliğinin etnolojik unsurlarının yeteri düzeyde bilincinde değildir. Bu bilinç zayıflığı teolojik alanın dışında uygulanagelen asimilasyoncu saldırıların doğal sonucudur. Sözkonusu saldırları ve asimilasyoncu politikaları etnik kimlik dejenerasyonu olarak adlandırabiliriz. Alevi / Bektaşi inanç ve felsefesindeki kadim Türk inançlarına ve topyekün Türk kültürüne ait izleri reddedip Aleviliği başka etnik kimliklerle ilintilendirmeye çalışmak etnik kimlik dejenerasyonunun temel stratejisini oluşturmaktadır. Alevi / Bektaşiliği, mezepotamya kökenli din ve inançlarla irtibatlandırmak nihai aşamada Alevi / Bektaşi toplumunun o bölgenin kadim halklarının devamı olduğu fikrini kabul ettirme amacını haizdir.

Ne üzücü ki Alevilik üzerine yapılan kimi çalışmalar öz be öz Türk / Türkmen kökenli olan bu toplumun gençlerine Kürtlük veya Zazalık bilinci aşılama amacına hizmet için yapılmaktadır. Bu bağlamda etnik dejenerasyonun / asimilasyonun varacağı nokta tabiatıyla Kürtleşme veya Zazalaşma olacaktır. Teolojik dejenerasyon / asimilasyon, sünnileşme veya şiileşmeye ya da ateistleşmeye yol açarken etnik dejenerasyon da bölücü akımlara zemin kazandırmaktadır. Oysa ki Alevi / Bektaşilerin ezici çoğunluğu etnik anlamda Türk / Türkmen kökenlidir. Türklük / Türkmenlik bilinci Alevi / Bektaşi kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Nasıl ki İslamiyet Arap kültüründen müstakil değilse Alevi / Bektaşi kimliği de Türk / Türkmen kültüründen ayrı düşünülemez. Bu hususiyet, Alevi / Bektaşiliğin Türklere özgü olduğu / yerel / milli olduğu anlamına da gelmez. Alevi / Bektaşilik her şeyden önce bir inanç olması keyfiyetinden ötürü evrenseldir. Bununla birlikte Türk kültürü içinde oluştuğu için Türklere özgü nitelikler içerdiği de aşikardır.

Alevi / Bektaşiliğe dair yapılan tanımlamalarda kullanılmak istenen İslam dışı olup olmama keyfiyeti aslında teolojik saldırıların hangi boyuta vardığının da bir göstergesidir. Alevilik / Bektaşilik, Sünni İslam’ın elbetteki dışındadır. Sünnilik de Alevi İslam’ın dışındadır. Alevilerin, İslam olmayı sadece Sünnilere veya Şiilere bırakmaları asla doğru bir tutum olamaz. Nitekim bu tanımlama Alevi / Bektaşi toplumunun ezici çoğunluğu tarafından itibar görmemektedir. Aleviliğin İslamiyetle ilişkisi Sünniliğin veya Şiiliğin İslamiyetle ilişkisiyle kıyaslanamayacak derece nettir. Alevilik İslam’ın özüdür. Sadece islam’ın değil, İslam’dan önce gelen ilahi dinlerin de özüdür. Ard niyetten arınmış, nesnel ve yüzyılların getirdiği Sünnici ve Şiici önyargılardan kurtulmuş bir bakışla bakıldığında bunu görmek mümkündür. Bu tartışmalar teolojik çalışmaların ne denli önem arzettiğinin de kanıt olmaktadır. Bu nedenle Alevi / Bektaşi inancına yapılabilecek en büyük hizmet onu teolojik açıdan güçlü bir biçimde savunabilmektir. Tekraren ifade edelim ki, bu çalışma bu hizmeti görme amacındadır.

“ Laik Türkiye İçin Yükselen Alevilik, Teolojik Savunma ve Sosyo Kültürel Tahlil “ adını verdiğimiz bu çalışma, beş bölümden müteşekkildir. Birinci bölümde ana hatlarıyla Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisi tanıtılmaktadır. İkinci bölümde Alevi / Bektaşi İnanç ve öğretisinin önderleri ele alınmakta, Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisine olan hizmetleri işlenmektedir. Aynı zamanda bu önderlerin inanç ve öğretinin oluşumundaki yerleri ve konumları yine ana çizgilerle irdelenmektedir. Üçüncü bölümde Alevi / Bektaşiliğin Türk kültürü ile olan derin ve sarsılmaz bağları ele alınmaktadır. Özellikle kadim Türk inançlarının Alevi / Bektaşilikle nasıl devam ettiği gözler önüne serilmeye çalışılmaktadır. Dördüncü bölümde ise, Alevi / Bektaşiliğin siyasal vechesi ve geçmişi irdelenerek bugüne ve yarına ilişkin bir perspektif çalışması yapılmaktadır. Çalışmanın son bölümünü oluşturan “ Alevilerin Asimilasyona Direnişi “ başlığı altında ise, Alevi / Bektaşi toplumunun yaşadığı asimilasyon süreci geçmişi ve bugünüyle değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmenin ardından değişen koşullarda değişmesi ve yenilenmesi gereken direniş yöntemleri irdelenmektedir. Alevi / Bektaşi kimliğinin sadece yaşatılması değil, yayılarak güçlenmesi için takip edilmesi gereken yollara dair fikirler sergilenmektedir. Alevi / Bektaşi kimliğini yaşatma ve korumanın en doğru yolunun bu kimliği taşıyan insanların sayısını çoğaltmaya çalışmak olduğu savunulmaktadır. Bunun için de tabiatıyla sadece savunmaya dayalı değil aynı zamanda tebliğci ve misyonerce bir politika izlenmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Henüz Alevi / Bektaşilerin en doğal insanlık hakları noktasında dahi mahrumiyetler yaşadığı ortadayken böylesi bir çalışmanın lüzumsuzluğu veya yararsızlığına kanaat getirenler olabilir. Oysa bu tarz çalışmalar aslında doğal hakların temini için de yapılması gereken en etkili mücadele olacaktır.

Bu çalışma boyunca pek çok kez başvurduğumuz Kur’an ayetlerinin çevirileri şahsıma aittir. Bilindiği üzere Kur’an çevirileri konusunda tam bir netlik bulunmamaktadır. Çeviriler, çevirmenlerin din anlayışlarının izlerini taşımaktadır. Kur’an‘ın batıni / içsel anlamlarla yüklü bir kitap olduğu gerçeği de anımsandığında çevirmenlerin kişisel yorumlarının ne denli etkiye sahip bulunduğu anlaşılacaktır. Bu gerçekten dolayı Sünni İslam veya Şii İslam anlayışına sahip kimselerin Kur’an çevirilerinin Alevi / Bektaşi teolojisini açıklamada isabetli sonuçlar doğurmayacağı aşikardır. O halde bu çeviriler Alevi / Bektaşi inancını incelemede referans olarak kullanılamaz. Alevi / Bektaşilerin Sünniliğe göre yapılmış Kur’an çevirilerine bakarak kendi inançlarını sorgulamaları elbetteki yanlış kanıların ve düşüncelerin oluşumuna sebebiyet verecektir. Nitekim vermektedir de… Alevilik / Bektaşilik, Sünni veya Şii bakış açısıyla ele alınıp değerlendirmeye tabi tutulamaz. Zira; Alevilik / Bektaşilik, tamamen özgün bir teolojik çerçeveye sahiptir. Bu nedenle başka inançların teolojik kalıplarına hapsedilmiş bir Alevi / Bektaşi inancı gerçek Alevi / Bektaşiliğin anlaşılmasına imkan vermeyecektir. Nitekim bugün pekçok kimse bu yanlış metedoloji nedeniyle Aleviliği yanlış tanımlamaktadır. Bu yanlış tanımlamaların en feci türü de Aleviliği İslam dışı bir inanç olarak tanımlama çabasıdır. Oysaki ortada tek bir İslam yoktur. Mezhepler bağlamında teşekkül etmiş “ İslamlar “ vardır. Yani hangi İslam ? şeklinde bir soru tek bir İslam vardır, biçiminde bir inkarcılıkla yanıtlanamayacak derece bir realite haline gelmiştir.

Bu yeni bakış açısının zamanla taraftar bulacağından kuşku duymuyorum. Bahsi bağlarken bir kez daha önemine binaen tekrar edelim; Alevilik yükselmelidir. Alevi nüfus çoğalmalıdır. Bizce Türkiye’nin aydınlık geleceği ve kadim Türk kültürünün ilelebet yaşayabilmesi için buna şiddetle gereksinim vardır. Bu cümleden olarak, laik ve ulusal cumhuriyetimizi daha sağlam bir sosyal zemine oturtabilmek için güçlü ve nüfusça daha kalabalık bir Alevi / Bektaşi toplumu inşa edilmelidir. Umarız bu çalışma bu yolda üzerine düşen görevi liyakatle yerine getirir.

Hiç kuşku yok ki, başarı Tanrı’dandır.

  1. BÖLÜM

ANA HATLARIYLA ALEVİLİK / BEKTAŞİLİK

Alevi Sözünün Sözcüksel Anlamı

Alevi; Ali yanlısı, Alici gibi anlamlara gelmektedir. Ali’ den kastedilen, Ali adında her hangi bir kişi değil, Hz. Muhammed’in damadı ve amcaoğlu olan imam Ali’dir. Alevi sözü aynı zamanda Ali’ yi seven, ona bağlı olan veya onun soyundan gelen kimse demektir.

Alevi Söznün Terim Anlamı

Alevilik başlangıçta sadece siyasal bir devinimdi. Ancak buradaki siyasallık salt bir siyasalıktan öte inanç temelli ve inançtan güç alan bir siyasallıktır. İslam’ ın tanrı elçisi Hz. Muhammed ‘ in ölümünün ardından onun işaret ve telkinine karşın İmam Ali yerine Ebubekir ‘ in halife seçilmesi olayı, Aleviliğin doğuşudur. İmam Ali’nin halifeliğini isteyenlerin başlattıkları siyasal bir devinim olarak Alevilik, İmam Ali’ nin ve onun soyundan gelenlerin halifeliğini inançsal / imani bir zorunluluk kabul etmektedir. Tarihsel süreçte Alevi sözü yerine daha çok Şİİ ve Alevilik yerine de ŞİA tabirleri kullanılmıştır. Emeviler ve Abbasiler zamanında bir dönem Alevi sözü doğrudan doğruya Hz. Ali’nin soyundan gelenleri anlatmak için de kullanılmıştır. Ancak, Alevi sözü gerçekte Türk kültürünün ürettiği ve yön verdiği bir adlandırmadır. Nitekim günümüzdeki anlama gelmek üzere Alevi sözünü ilk olarak Türkler kullanmıştır. Bu kullanım Orta Asya Türklüğüne aittir. Ehlibeyt soyuna mensup pek çok kimse Orta Asya’ya göç ederek Türklere sığınmış ve Türkler onlara büyük saygı göstermişlerdir. Uygur devleti döneminde Alevilik devletçe tanınan ve korunan bir inançtır. Alevilik, Samaniler döneminde ( 874 – 999) Orta Asya’da hızla yayılır. Bu dönemde Alevi sufiler, İslam’ı Türk kültürü ile sentezleyerek Türklerin arasında müslümanlığı yayarlar. Orta Asya’ya göç eden ehlibeyt soyuna mensup kişilerle Türkler arasında evlilikler yapılır. Böylece seyyidlik olgusu Türklere de geçer. Yani Türk soyu ile ehlibeyt evlilik yoluyla akraba haline gelir.

Tüm veriler göstermektedir ki, Aleviliğin kaynağı Orta Asya’dır. Nitekim bu gerçeği doğrulayan en önemli kanıtlardan biri de Hoca Ahmet Yesevi’nin hikmetler’inde geçen terimlerdir. Sema, pir, hak rızası, hü hü, pir rızası, miraç, kul gibi terimler bugün Anadolu Aleviliğinin aynı içerikte kullandığı terimlerdir. Alevi sözünün bugünkü anlamda ilk kez Türkler tarafından kullanıldığını 941 – 942 yıllarında bölgeyi gezen gezgin Abu Dulaf nakletmektedir.

Türklerin İslamlaşmasıyla birlikte gerçek Aleviliğin oluşmaya başladığını görmekteyiz. Burada gerçek Alevilikten kastettiğimiz şey Anadolu Aleviliğidir. Bu çalışmanın temel konusunu da Anadolu Aleviliği oluşturmaktadır.

Türkler, İslam’a girerken onun muhalif kanadını yeğlemişlerdir. İslam’ ın muhalif kanadı ise Ali yandaşlığıdır. Fakat Türkler, Ali yandaşlığını da kendilerine özgü bir biçime büründürmüşler, Şia’ dan farklı olarak Türk kültür ve inancının ağır bastığı yeni bir bireşim yaratmışlardır. Bu bireşimde eski Türk dininin ( Gök Tanrı İnancı ve Şamancılık / kamcılık ) inançsal özelliklerinin ve tarihsel süreç içerisinde etkilendikleri Zerdüştlük, Maniheizm ve Budizm gibi dinlerin çok istisnai ve zayıf kimi izlerinin baskın öğe olduğunu da görmekteyiz. Bu bağlamda Anadolu Aleviliği dünyanın en büyük ve en etkili dinlerinin ahlak ilkeleriyle yoğrulmuş, evrensel değerlerle örülmüş bir inanç olmakla birlikte özünde ve merkezinde yüce Tanrı’ nın gönderdiği son din olan İSLAMLIĞIN yer aldığı bir iman yoludur. Alevilikteki başat öğelerden olan Ali sevgisi ve ehlibeyte bağlılık, Aleviliğin “ İslam’ın özü “ biçiminde nitelenmesinin en temel nedenlerindendir. Çünkü; Hz. Muhammed, Veda Haccında, ümmetine iki emanet bıraktığını, bunların Kur’an – ı kerim ve ehlibeyt olduğunu belirtmiş ve inananların bunlara sımsıkı sarılmaları halinde doğru yoldan ayrılmamış olacaklarını bildirmiştir.(1) Aleviler, hem ehlibeyet’ e olan bağlılıkları ile hem de Kur’ an’ ı doğru ve gerçek amacına uygun bir biçimde yorumlayıp uygulamaları nedeniyle bütün tarihsel süreç içerisinde İslam’ ın çağdaş yüzünün temsilcileri olarak Hz. Muhammed’ in vasiyetini yerine getirmişlerdir.

Aleviler, Hz. Ali’ yi sevmenin, Hz. Muhammed’ i sevmek demek olduğunu bilmekte ve peygamberin soyuna gösterdikleri sevgi ve bağlılığın temeline Hz. Muhammed’e olan sadakatlerini koymaktadırlar. Çünkü, Hz. Muhammed, “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et. Onu horlayanı horla. Nerede olursa olsun gerçeği onunla birlikte kıl. “ (2) şeklinde dua etmiştir.

Hz. Muhammed, Hz. Ali için; “ Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. Şehri dileyen kapıya gelsin ”, “ Ali insanların hayırlısıdır. Kim bunu kabul etmezse, gerçekten kafir olmuştur. “ , “ Ümmetimin en ileri geleni ve gerçek hüküm vereni Ali’ dir. “ şeklinde hadisler söylemiştir.(3)

Alevilerin kendilerini tanımlarken söyledikleri şekilde Alevi; Allah’a kul, Muhammed’de ümmet, Ali’ye talip olan kimsedir.

Bektaşi Sözünün Anlamı

Anadolu Aleviliği, 13. Yüzyılda yaşamış olan Hacı Bektaş Veli tarafından sistemleştirilmiş bir inanç ve kültür iklimidir. Hacı Bektaş Veli’ ye ithafen şehirli Alevilere “Bektaşi” denilmiştir. Sonradan Alevi sözü kırsaldakileri ifade için kullanılmaya başlanmıştır. Fakat Alevi sözü Bektaşileri de kapsamakta ve günümüzde her iki kesim de Alevi tabiriyle ifade edilmektedir.

Alevilikte, Alevi olmak için Alevi anne – babadan dünyaya gelinmesi gerektiği tarzında bir yaklaşım varken Bektaşilikte (Babağan kolunda) bu koşul ortadan kalkmıştır. Alevi / Bektaşi anne – babadan olmayanlar da Bektaşi olmaya başlamıştır. Günümüzde Alevilik ve Bektaşilik tümüyle özdeşleşmiştir. Bugün için geçmişteki, Alevi anne – babadan olma koşulunun gerekçesi ortadan kalkmıştır. Aleviler geçmişte güvenlik endişesinden kaynaklanan böyle bir yaklaşım geliştirmişler ancak bu yaklaşım artık geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü; Alevilik bir inançtır. Bundan dolayı da ırki kimliklerde gözetilen soy koşulu mantık olarak inançlar için söz konusu olamaz. Aynı zamanda, Alevilik milli bir inanç değil, evrensel bir inançtır. Evrenselliğin zorunlu bir sonucu olarak da Alevi olmak için Alevi bir anne – babadan dünyaya gelme koşulu anlamsızdır. Tekrar ifade edelim ki; geçmişte bu koşulun kabulü tamamen güvenlikle ilgilidir. Alevi tarihi bir mazlumiyet tarihidir. Aleviler yüzyıllar boyu dışlanmış, horlanmış, sürülmüş ve haklarında ölüm fetvaları verilmiş bir topluluk olarak mümkün olduğunca gizlenerek yaşamayı ve ibadetlerini gizlice yapmayı tercih etmişlerdir. Bu gizliliğin ve içe kapanık bir topluluk olmanın getirdiği tedirginlikle dışarıdan sızmalara karşı böyle bir soy koşulu ihdas edilmiştir. Fakat artık bu koşul ortadan kalkmalı ve Aleviliğin tebliği ve yayılması için Alevi anne – babadan olmayanları da kuşatan bir açılım geliştirilmelidir.

Alevilikte dedelik soydan geçerken, Bektaşilerde ( Babağan kolunda ) soy şartı yoktur. Alevi / Bektaşilerde dede kavramının yanı sıra çelebi, dede, dedebaba gibi adlandırmalar da kullanılmaktadır.

Alevi ve Bektaşiler arasında yöntem farklılıkları bulunmakla birlikte inanç, düşünce ve anlayışta bir fark yoktur. Alevi / Bektaşilerin sıkça kullandığı bir tabirle “ yol bir, sürek binbir “ anlayışı bütün Alevi / Bektaşi kitleyi “ yol “ da birleştirmektedir.

Bektaşiliğin gelişimi, Balım Sultan etkeni ve Hacı Bektaş Veli’nin yaşam öyküsünü başka bir başlık altında daha sonra tekrar ele alacağız. Çelebiler ve Babalar şeklindeki ayrıma da daha ayrıntılı bir biçimde değineceğiz.

Hacı Bektaş Veli, geliştirdiği ; “ dört kapı, kırk makam “ kavramıyla Aleviliği sistemleştirmiştir. ( Kırk makam kavramı Hoca Ahmet Yesevi’ nin kurduğu Yesevilik’te de vardır. ) Alevi – Bektaşi düşünce ve inancında yer alan dört kapı, sırasıyla;

Şeriat, Tarikat, Marifet ve Hakikat kapılarıdır.

Şeriat kapısı diğer kapılar gibi 10 makamdan oluşmaktadır. Bu kapı İslam’ın başlangıç yerini ve zahiri yönünü anlatır. Kur’ an – ı Kerim’ in biçimsel / zahiri anlamıyla eş değerdedir. Şeriat kavramı, dünyaya ve akla ait bütün bilgileri içine alır. Şeriat kapısında bulunan 10 makam şunlardır:

Tanrı’ ya inanmak,

Tanrı elçisi ( peygamber ) ni tanımak,

Bilim öğrenmek,

Bağışlayıcı olmak ( ihsan),

Evlenmek,

Helal yemek ve giyinmek,

Toplumdan kopmamak,

Sevme ve acıma duygularına sahip olmak,

Haksız kazançtan sakınmak,

İnsanları iyiliğe yönlendirmek, kötülükten sakındırmak.

İkinci kapı tarikat kapısıdır. Tarikat kapısı, Kur’ an’ ın asıl anlamına / batıni manasına ulaşmak için tutulan özel yolun adıdır. Şeriat kapısında yer alan kitlesellik, Tarikat kapısında bireyselliğe dönüşür. Kişinin dürüst yaşaması, hatalarından arınması ve kendini yenilemesi bu aşamada başlar. Tarikat kapısında bulunan 10 makam da şunlardır:

Her işi aşkla ve kanaatkarlıkla yapmak,

Toplumdan kopmamak,

Tutum ve davranışlarında ölçülü olmak,

Yalnızca Tanrı’ ya bağlı olmak,

Nefsle savaşmak,

Karşılıksız hizmet etmek,

Korku ile umut arasında bir noktada durmak,

Giyimine özen göstermek,

Bir yol göstericiye bağlanmak,

Yola girmek.

Üçüncü kapı marifet kapısıdır. Bu kapıda kişi bilgisinin ürününü almaya başlar. Yurduna ve insanlığa yararlı bir birey haline gelir. Bu kapı aynı zamanda bireysel olgunlaşmayı ifade eder. Marifet kapısının on makamı da şunlardır:

Edep sahibi olmak,

Başkalarının hakkını yemek ve adaletsizlik gibi işlerden korkmak,

Tok gönüllü olmak,

Doğru gördüğü her şeyin doğruluğunu her yerde söyleyebilmek,

Utanmak,

Cömert olmak,

Bilim sahibi olmak,

Hemen karar vermekten sakınıp sakin olmak,

Kalp ve gönül gözüyle görmeye çalışmak,

Kendini bilip tanımak.

Dördüncü ve son kapı olan hakikat kapısında ise dinin gerçek anlamına ulaşılması söz konusudur. Burada amaç kişinin mükemmelleştirilmesidir. Tanrı’ya ulaşmak ve “ insan-ı kamil / olgun insan “ düzeyine yükselmek bu kapıda mümkün olur. Bu aşamaya ulaşan insan artık evrenin gizemini bilen ve hiçbir canlıya elinden ,dilinden ve belinden zarar gelmeyen bir kimliğe bürünür. Böyle bir insan “ yaratılmışların en seçkini / eşref-i mahlukat “ tır. Bu kapıdaki on makam da şunlardır:

Alçak gönüllü olmak,

İnsanları iyilik ve kötülükleriyle yargılamamak,

Yiyecek ve içeceğini başkalarıyla paylaşmak,

Nefsi tümüyle yok etmek,

Yaratılmışların hiçbirine zarar vermemek,

Gerçekleri söylemek ve gerçeklere göre davranmak,

Doğru insanları örnek almak,

Keramet veya mucize göstermemek,

Sabretmek,

Gönül gözüyle gözlem yapmak

Hacı Bektaş Veli’nin “ Makalat “ adlı eserinde bugün Sünni İslam bilginlerince dikkat çekilen hususlar; beş vakit namazın, Ramazan orucunun, Hacca gitmenin buyrulmuş olmasıdır. Bunlardan hareketle Hacı Bektaş Veli’nin aslında Sünni bir sufi olduğu, bugünkü Alevi / Bektaşiler gibi bir inanç ve ibadet anlayışına sahip olmadığı iddia edilmektedir. Yine aynı eserde geçen süci / alkollü içki yasağına yapılan gönderme ve sücinin murdar olduğu yönündeki sözler de Alevi / Bektaşi cemlerinin çoğunun temel özelliklerinden biri olarak öne çıkan dem / dolu alma geleneğinin ya da ritüelinin terkedilmesi için dayanak yapılmaya çalışılmaktadır. Bu türden yaklaşımlara vereceğimiz yanıt şudur:

Hacı Bektaş Veli, Alevi / Bektaşilerin serçeşmesidir. Ancak; Alevilik / Bektaşilik sadece onun görüşleri çerçevesinde oluşumunu tamamlamış bir yol değildir. Alevi / Bektaşi yolu dinamiktir, statik değil. Asli kimliğini bozmadan yeni unsurlarla zenginleşerek büyüyen ve sürekli gelişen bir yoldur. Temlinde insan sevgisi ve insan merkezli bir Tanrı anlayışı vardır. Beş vakit namaz kılınması gerektiğini söyleyen Hacı Bektaş Veli aynı zamanda “ Ellerin kabesi var. Benim kabem insandır. Kuran da kurtaran da insanoğlu insandır.” da demektedir. Hacca gitmeyi de buyurmaktadır. Ama yanısıra şöyle demektedir:

“Hararet nardadır, sacda değil.

Keramet baştadır, tacda değil.

Her ne ararsan kendinde ara,

Mekke’de,Kudus’te Hacda değil.”

Makalat’taki Sünni izleri dönemin koşullarına bağlamak gerekir. O dönemde Sünni bir tarikat olarak Mevleviliğin, ya da bu tarikatın ulusu olarak Mevlana’nın mevcudiyetini de bilmekteyiz. Hacı Bektaş ile Mevlana arsında bir rekabetin olması büyük bir olasılıktır. Ne varki bu rekabette Sünni yönü daha belirgin olan tarafın egemen çevreler nezdinde ağırlık kazanması ve üstelik Bektaşilerin batıni / şamani özellikleri dolayısıyla kimi Sünni İslam ritüellerini terk etmeleri veya onlara kayıtsız kalmaları nedeniyle tenkide uğradıkları anlaşılmaktadır. Bu tenkidleri göğüsleyebilmek için Makalat’ta Sünni ritüellere vurgu yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu tenkidin veya hücumun ne denli etkili olabileceğini anlayabilmek için Babailer İsyanını anımsamak gerekir. Bilindiği gibi Babailer isyanı bastırıldıktan sonra Babailerin büyük çoğunluğu Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye intisap etmiştir. Batıni / Alevi / şamani özellikleri tartışma götürmez olan Babailerin bir anlamda Bektaş Veli’ye sığınmaları karşısında egemen Sünni otoriteyi ve çevreleri ürkütmemek ve onlardan gelebilecek saldırıları önleyebilmek için egemen Sünni anlayışın hoşuna gidecek söylemlerde bulunmak bir kaçınılmazlık olarak ortaya çıkmaktadır.

Eğer Bektaş Veli bu sözlerinde samimi olsaydı onun ölümünün ardından çok kısa bir zaman geçmemiş olmasına karşın izleyicileri / müridleri hemen sözde onun yolunu, yani Sünni ritüelleri terkettiklerini ima eden tarzda şiirler yazmazlardı. İşte önceleri Bektaş Veli’ye müntesip değilken sonran ona intisap etmiş olan Molla Sadeddin / Said Emre’ye ( Maklat’ı Türkçe’ye çevirmiştir.) ait bir şiir:

“( … )

Unuttum namazımı, dosta tutdum yüzümü,

Dost kendü mürvetinden bir işaret eyledi.

Ne taat var ne salat, ne zikir var ne tesbih,

Bu beş vakit namazumı ışka gaaret eyledi.

( …)

Kanda baksam dopdolu Hacı Bektaş Veli,

Bu Said kemter kulı oldı adet eyledi.”

Ayrıca Hacı Bektaş Veli ve ona intisap edenlerin maruz kaldıkları hücumu göstermesi bakımından aşağıya aldığımız şiir de anlamlıdır:

“Kılarız namazı kılmayız değil.

Biz Hakk’ın emrini bilmeyiz değil.

Kur’an kitabımız, İslâm dinimiz.

Hadisten, âyetten almayız değil.

Bildik rumuzunu savm ve salâtın.

İsteyip ıssını bulmayız değil.

( …)

Sidle ile mihraba tuttuk yüzümüz.

Yönümüz Kıble’ye salmayız değil.

Muhittin ağlarız bir dost için biz.

Bir zaman güleriz, gülmeyiz değil.” ( 4 )

Şiirde geçen “ Bildik rumuzunu savm ve salatın. “ sözü de gerçekten çok manidardır. Savm ve salat yani oruç ve namazın, Bektaşi anlayışına uygun bir biçimde bir rumuz / simge olduğu vurgulanmaktadır. Makalat’ta Sücinin / şarabın murdar olduğunun söylenmesi de tamamen Sünni anlayışın etkisiyle ve egemen Sünni paradigma çerçevesinde verilen bir örnekten ibarettir. Bir Alevi / Bektaşi ozan olan Edip Harabi’nin şu şiiri gerçekten çok dikkat çekicidir:

“Ey zahid şaraba eyle ihtiram

Müslüman ol terk et bu kıy-lü kali

Ehline helaldir, na ehle haram

Biz içeriz bize yoktur vebali.

Sevaba girmekçün içeriz şarab

İçmezsek oluruz düçar – I azab

Aklın ermez senin, bu başka hesab

Meyhanede bulduk biz bu kemali.”

Edip Harabi’nin bu şiiri aslında katı dinciliğe ve zahiriliğe bir tepkiden başka bir şey değildir. Yani burada alkollü içkiye cevaz verme çabası yoktur. Zaten, “ Aklın ermez senin, bu başka hesap “ demekle sözlerinin aslında tepkisel olduğunu da ortaya koymaktadır.

Kur’an’da alkollü içki ile ilgili ayetler bir arada düşünüldüğünde alkollü içkinin, ibadetlere engel olacak, bilinç dağınıklığına yol açacak şekilde içilmesi nedeniyle yasaklandığı anlaşılmaktadır.

“ Ey inananlar! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan çirkinliklerdendir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve salat / namaz kılmaktan alıkoymak ister. “ ( 5 )

“ Ey inananlar, sarhoş iken, ne söylediğinizi bilinceye değin salat / namaza yaklaşmayın…” ( 6 )

Görüldüğü gibi iki ayet birlikte ele alındığında alkollü içkinin yasaklanma nedeninin bilinç dağınıklığı olduğu ortaya çıkmaktadır. Sarhoşluk, bilinç dağınıklığı olduğundan ibadetlere manidir. Buradan da anlaşıldığı gibi alkollü içki ibadetlere mani olacak derecede içildiğinde yasaktır. Oysa Alevi / Bektaşi cemlerinde / muhabbetlerinde dem / dolu almak zaten ibadetin bir parçasıdır. Dem / dolu alma olayı sarhoş olma dercesine varmamaktadır. Kırklar Ceminde içilen üzüm suyunu / şarabı simgelemektedir.

Günümüz radikal İslamcı Sünnilerinin Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ını ve Hoca Ahmet Yesevi’nin Divan – ı Hikmet’ini esas alarak onları Sünni ilan etmeye çalışmaları, aslında yüzyıllardır süren Alevi / Bektaşileri asimile etme çabalarının vardığı yeni bir noktadır. Bu nedenle Alevi / Bektaşilerin çok uyanık olmaları, yüzyıllar boyunca ozanlarımız ve velilerimiz tarafından işlene işlene zenginleşen, büyüyen ve gelişen Alevi / Bektaşi erkanına sahip çıkmaları yaşamsaldır. Bu asimilasyoncuların çabalarına ve iddialarına karşılık olarak şunu söylemek lazımdır: Eğer Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli’nin pratikleri / yaşamları sünnilikse bütün Alevi / Bektaşiler Sünnidir. Ama o zaman siz sünni değilsiniz demektir. Çünkü Hacı Bektaş Veli’nin de manen bağlı olduğu Ahmet Yesevi Hazretlerinin meclislerinde kadınlarla erkeklerin bir arada oldukları, müzik eşliğinde raks ( semah ) ettikleri, dem / dolu aldıkları ve şamani gelenekleri yaşattıkları, bütün ciddi bilimsel kaynaklarda belirtilmektedir. Bugünkü sünniler de eğer Ahmet Yesevi gibi sünni olmak istiyorlarsa, onun meclislerinde icra edilen ritüelleri icra etmelidirler.

Tüm zorlama yorumlara karşın şurası bir gerçek ki, Hoca Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş Veli, bugünkü radikal İslamcı sünniler gibi bir yaşam sürmemişlerdir. Eski Türk inançlarını yani kamcılığı İslami bir vecheye büründürerek devam ettirmişlerdir. Onların yaşamı İslam ile kamcılığın bir bireşimidir. Batıni / mistik / tasavvufi bir yaşamdır.

Kızılbaş Sözünün Anlamı

Tarih boyunca Kızılbaş sözü Alevileri aşağılamak için kullanılmıştır. Bu söz çerçevesinde Alevilere çeşitli iftiralar atılmıştır. Hatta öyle ki, Kızılbaş sözü küfür / sövme sözü olarak dahi kullanılmıştır. Ahlaksız, edepsiz, asi gibi anlamlar yüklenilen bu söz aslında Aleviliğin Şah İsmail Hatai ile birlikte başlayan siyasal devinimini ifade etmektedir. Başka bir deyişle Kızılbaşlık Aleviliğin siyasal alandaki adıdır. Anadolu Türkmenlerinin başlarına kızıl

börk giymeleri zamanla onlar için siyasal bir simge haline gelmiştir. Anadolu’ da Baba İlyas ve Baba İshak ‘ tan beri bütün Türkmen ayaklanmalarını “ kara libaslı, kızıl börklü “ Türkmen önderleri gerçekleştirmişlerdir. Bu ayaklanmalar, sadece dinsel değil, siyasal talepleri olan toplumsal başkaldırı devinimleri olarak, Anadolu Türkmenlerinin, zalim yöneticilere, haksız ve ağır vergilere ve Türkmenlerin yönetimden uzaklaştırılmalarına karşı Kızılbaşlık hareketini doğuran ve sonradan “ KIZILBAŞ SAFEVİ TÜRKMEN DEVLETİNİ “ kurulmasına zemin hazırlayan destansı olaylardır.

Nitekim ŞAH İSMAİL HATAİ ‘ nin askerleri ve Anadolu’ ya gönderdiği tebliğcileri / propagandacıları kırmızı renkli börk giymişlerdir.

Kızılbaş sözü sonradan siyasal anlamının yanısıra dinsel anlam da kazanarak Alevilik / Bektaşilik ile özdeş hale gelmiştir. Süreç içerisinde bu söz Türkmen Aleviliğinin özel adı olmuştur. Yani Türk Aleviliği eşittir Kızılbaşlıktır.(7) Kızılbaşları, Alevi / Bektaşilerden ayrı bir toplulukmuş gibi sunanlar da olmuştur. Ancak bu savların hiçbir bilimsel ve tarihsel geçerliliği yoktur. Kızılbaşlık, Aleviliktir, Bektaşiliktir.

Ayrıca Pir Sultan Abdal’ ın bir nefesinde belirtildiğine göre H.z. Ali’ nin başına kırmızı bir bez bağlaması nedeniyle onun izinden gidenlere Kızılbaş denmiştir.(8)

Kızılbaş sözünü bir aşağılama olarak kullananlara karşı Derviş Mehmed’ in şu dizeleri gerçekten ilgi çekicidir:

“GİDİ YEZİT BİZE KIZILBAŞ DEMİŞ,

BAHÇEDE AÇILAN GÜL DE KIRMIZI.

İNCİNME EY GÖNÜL NE DERSE DESİN,

KUR’AN’I DERC EDEN DİL DE KIRMIZI.”

Kızılbaşlık, Türkmen Aleviliğinin özel adı olmakla birlikte artık Alevi / Bektaşiler için bir şeref ifadesidir. Ben Aleviyim, diyen herkes aynı zamanda büyük bir şerefle “ Ben Kızılbaşım ! “ demektedir, demelidir.

Ancak şunu da hemen belirtelim ki, büyük Kızılbaş önder Şah İsmail Hatai; “ Yüreği dağ, bağrı kızıl yakut gibi kan olmadan Kızılbaş olmak kimsenin haddi değildir. “ demektedir. Elbette bu söz o dönemin siyasal koşullarının doğurduğu zorluğu ifade etmektedir. Çünkü o dönemde bu söz Alevi / Bektaşi inancının siyasal öğreti haline taşınması sürecinde doğmuştur. Yani bir anlamda Kızılbaşlık bir ideolojidir. Zulme, haksızlığa ve adaletsizliğe başkaldırma ideolojisidir. Bir ideolojiyi savunmak ve yaşama geçirmek, bir inancı savunmaktan daha tehlikelidir. Bu tehlikenin yol açtığı güçlük Kızılbaş olmayı ve Kızılbaşım demeyi son derece zorlaştırmaktadır. Bu gün için öylesi zorluklar yoktur. Artık her Alevi / Bektaşi büyük bir övünçle “ BEN KIZILBAŞIM ! “ demelidir.

Günümüzde Anadolu dışında Balkanlarda, İran’ da, Afganistan’ da ve Orta Asya’ da kendini Kızılbaş olarak tanımlayan milyonlarca insan mevcuttur. Bu insanların hemen hemen tamamına yakını soyca Türk / Türkmen kökenlidir. Genel kitle ile karşılaştırıldığında az sayıda da olsa Arnavut, Kürt, Zaza ( ki Alevi Zazaların ve Alevi Kürtlerin büyük bölümü aslen Türkmendir.) Boşnak orjinli Alevi / Bektaşiler de mevcuttur.

Kızılbaşlık, günümüzde de ( özellikle de Türkiye’ de ) siyasal bir anlama sahiptir. Geçmişteki siyasal / inançsal Türkmen ayaklanmalarının doğurduğu Kızılbaşlık deviniminin bugünkü devamı; laiklik yanlısı, cumhuriyetçi, Atatürkçü, devrimci Türk ulusçuluğudur. Bu konuyu ayrı bir başlık altında daha sonra tekrar ele alacağız.

  1. ALEVİLİKTE TEMEL KAVRAMLAR

Ehlibeyt

Sözcük olarak “ ev halkı “ anlamına gelen bu Arapça tabir, Alevi / Bektaşi inanç sistemindeki en temel kavramlardan biridir. Ehlibeyt’ e “ Al – i Aba” ve” Pençe – i Al – i Aba” da denmektedir.

Hz. Muhammed’ in soyundan gelenleri ifade eden ehlibeyt kavramının içine; başta Hz. Ali olmak üzere Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve bunların neslinden gelenler girmektedir. Sünniler, Ehlibeyt’in kimlerden oluştuğu konusunda da Alevi ve Şiilerden farklı düşünmektedirler. Onlara göre Hz. Hatice ve Hz. Muhammed’in bir başka eşi olan ve Sünnilerce “ Hz.“ diye nitelenen Ayşe de ehlibeyt’tendir. Oysa Aleviler ve Şiiler Ayşe’ nin ehlibeyt’ten sayılmasına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Çünkü Ayşe, Hz. Ali’ ye karşı savaşmıştır. ( Cemel Olayı’nı anımsayalım.)

Bir gün, Hz. Muhammed, abasının altına Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i alarak ” Bunlar benim ehlibeytimdir. ” demiştir. Bu sırada : “ Ey Ehlibeyt ! Tanrı sizden Kuşkuyu gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.”(9) Şeklindeki Ahzab Suresi 33. Ayeti gelmiştir. Bu olaya istinaden ehlibeyt kavramına sadece, o gün peygamberin abasının altında bulunanlar dahil edilmektedir.

Ehlibeyt’ e sevgi ve bağlılık Alevi / Bektaşi inancında en başat öğelerdendir. Peygamber Muhammed’ in soyuna olan bu bağlılık Alevi / Bektaşileri diğer İslam kökenli topluluklardan ayıran en önemli özelliklerden olup Şiilerle ortak bir nokta oluşturmaktadır.

Ancak ehlibeyt’ e yönelik sevgi ve bağlılığın içeriğinde Aleviler, Şiilerden de ayrılmaktadır. Şiiler, ehlibeyt’i masum ( günahsız ) addederken Aleviler masumiyetten öte bir olağanüstülük ve kutsiyetle ehlibeyt’ e mensup olanları ululamaktadır. Hatta onları çoğu kez insanüstü kişilikler olarak görmektedir.

Başkaları tarafından aşırı kabul edilen bu bağlılık ve sevgi nedeniyle de Aleviler kimi ithamlara maruz kalmışlardır. Sözgelimi; onları putlaştırma ve ilahlaştırma gibi. Aslında bu sevgi ve bağlılığın aşırılık olarak nitelenmesi yanlıştır. Çünkü; güzel ve doğru olan bir şeyin aşırılığı olmaz. Alevilerdeki, ehlibeyt’ e olan bu candan ve samimi bağlılığın temelinde yatan gerçek etken Ali soyunun yüzyıllarca maruz kaldığı haksızlık ve uğradıkları zulümdür. Ehlibeyt, hep zulme, haksızlığa, katliama uğramış ve yurtlarından sürülmüştür. Bu hazin olayların yoğurduğu tarihsel süreç yoğun ve ödünsüz bir ehlibeyt yandaşlığı üretmiştir. Ehlibeyt’ e ve Ali soyuna yapılan zulümler arttıkça onlara olan bağlılık ve sevgi de artmıştır.

Tevelle ve Teberra

Tevella, Ehlibeyti ( H.z. Muhammed ve 12 İmam, 14 masum ve 17 kemerbest ) ve onları sevenleri sevmektir. Teberra ise Ehlibeyt’ e düşman olanlara düşman olmak ve onları lanetle anmaktır. Tevella ve Teberra kavramları Alevilikte son derece önemli kavramlardır. Alevi / Bektaşi inancının omurgasını oluşturan kavramlardandır.

Oniki İmamlar

Ali yanlıları, H.z. Muhammed’ in ölümünün ardından onun vasiyeti gereği, onun en yakını olan H.z. Ali’nin halife olması gerektiğini savunmuşlardır. H.z. Muhammed Veda Haccında Gadir-i Hum’ da verdiği hutbede açıkça H.z. Ali’ yi kendisinden sonra halife olması için işaret etmiştir. H.z. peygamber şöyle demiştir: “ Benden sonra imam olarak halka doğru yolu göstermek üzere seni seçtim, senden razı oldum, ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Özünüz doğru olarak uyun ona. Allah’ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol.”(10)

Alevi / Bektaşi inancında H.z. Ali’ den sonra imam olma hakkı bulunanlar onun soyundan gelenlerdir. H.z. Ali ile birlikte bu kişiler ONİKİ İMAMLAR’ ı oluşturmaktadır. Sırasıyla ONİKİ İMAMLAR şunlardır:

İmam Ali,

İmam Hasan,

İmam Hüseyin,

İmam Zeynelabidin,

İmam Muhammed Bakır,

İmam Cafer Sadık,

İmam Musa Kazım,

İmam Ali Rıza,

İmam Muhammed Taki,

İmam Ali Naki,

İmam Hasan Askeri,

İmam Muhammed Mehdi.

İmam Muhammed Mehdi, gizlenmiştir. Alevi / Bektaşi inancına göre o ölmemiştir. Şiiler de aynı inançtadır. İmam Muhammed Mehdi bir gün ortaya çıkacak ve yeryüzünden zulmü ve haksızlığı kaldıracak, adaleti egemen kılacaktır. Mehdi inancı, İslam dünyasında ezilenlerin ve sömürülenlerin yaşam kaynağı ve umudu olmuştur. Müslümanlar ve özellikle Şii ve Alevi Müslümanlar yüzyıllarca MEHDİ’ yi beklemişlerdir. Maruz kaldıkları zulüm ve haksızlıklara karşı direnme gücünü Mehdi İnancından almışlardır.

Ondört Masum – u Pak

Masum – u pak sözünün Türkçe anlamı günahtan arınmış ve duru demektir. Alevi / Bektaşiler 14 çocuğu günahsız addederek onları hürmetle anarlar. On dört masum – u pak, Alevi / Bektaşi nefes ve deyiş ( deme ) lerinde sıkça geçer. Çocuk yaşta şehit edilen on dört masum – u pak’ ın adları şöyledir:

Muhammed Ekber: İmam Ali’ nin oğludur. Kırk günlük çocuk iken üzerine kapı devrilmiş ve şehit olmuştur.

Abdullah: İmam Hasan’ ın oğludur. Yedi yaşında iken Talha bin Amir tarafından şehit edilmiştir.

Abdullah: İmam Hüseyin’ in oğludur. Kerbela’ da Utbe bin Ezrak tarafından şehit edilmiştir.

Kasım: İmam Hüseyin’ in oğludur. Üç yaşında iken Kerbela’ da şehit edilmiştir.

Hüseyin: İmam Zeynelabidin ‘in oğludur. Altı yaşında iken şehit edilmiştir.

Kasım: İmam Zeynelabidin’in oğludur. Üç yaşında iken şehit edilmiştir.

Abdullah – ı Asgar: İmam Cafer Sadık’ ın oğludur. Üç yaşında iken şehit edilmiştir.

  1. Yahya – i Hadi: İmam Cafer – i Sadık’ ın oğludur. Üç yaşında iken halifenin önünde şehit edilmiştir.

Salih: İmam Musa Kazım’ ın oğludur. Üç yaşında iken şehit edilmiştir.

Tayyib: İmam Musa Kazım’ın oğludur. Yedi yaşında iken şehit edilmiştir.

Cafer – i Tahir : İmam Muhammed Taki’ nin oğludur. Dört yaşında iken şehit edilmiştir.

Cafer: İmam Ali Naki’nin oğludur. Bir yaşında iken şehit edilmiştir.

Kasım: İmam Ali Naki’ nin oğludur. Üç yaşında iken şehit edilmiştir.

Zeynelaba: 14 Masum – u pak’tandır. Küçük yaşta şehit edilmiştir.

On dört masum – u pak H.z. Muhammed’ in torunlarıdır. Onlara duyulan sevgi ve bağlılık yüce peygambere duyulan bağlılıktır. Alevi / Bektaşilerin on dört masum – u pak’ a duydukları sevgi ve bağlılık onların İslam’ ın yüce peygamberi H.z. Muhammed’ in soyuna gösterdikleri saygının ne derece büyük olduğunun kanıtlarındandır. Aleviliği İslam’ ın dışında göstermeye çalışanları bu gerçekleri görmeye çağırırız.

Onyedi Kemerbest

Alevi / Bektaşilerce ululanan on yedi kişidir. Adları şöyledir:

Selman – ı Farisi: 150 yaşında iken eceliyle ölmüştür.

Muhammed Bin Ebu Bekir: Muaviye Bin Medih tarafından şehit edilmiştir.

Malik – i Ejder: Muaviye’ nin gönderdiği zehirli bal ile konuk olduğu evin sahibi tarafından zehirlenerek öldürülmüştür.

Ammar Bin Yaser: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Veys’el – Karani: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Ebu Zer Gıfari: Halife Osman tarafından sürgün edilmiştir. Sürgünde ölmüştür.

Huzeyme Bin Haris: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Abdullah Bin Bedi – i Hazai: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Abdullah Bin Adil Haris: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Ebu Heyşemu’t – Tihani: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Haşim Bin Utbe Bin Ebi Vakkas: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Muhammed Bin Ebi Huzeyfe: H.z. Ali tarafından Mısır’ a görevlendirilmiştir. Şam’ da bir ihbar üzerine yakalanmış ve şehit edilmiştir.

Kanber Ali Sultan: Haccac – ı Zalim tarafından şehit edilmiştir.

Mürtefi Bin Vezza: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Sa’d Bin Kays – ı Hamedani: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Abdullah Bin Abbas: Din yorumcularının piri olduğuna inanılır. Nerede ve nasıl öldüğü bilinmemektedir.

Haris – i Şeybani: Sıffın savaşında şehit olmuştur.

Yedi Ulu Ozan

Yedi ulu ozan, Alevi / Bektaşilerin ululadığı TÜRKMEN / TÜRK şairleridir. Bütün Alevi / Bektaşi cemlerinde bu ozanların nefesleri / deyişleri ( demeleri ) söylenir. Bu yapıtlarda Alevi / Bektaşi inancının ve dolayısıyla KIZILBAŞLIK davasının öğretileri, ilkeleri, inançları işlenmektedir. Gerçekte bu şiirler adeta Alevi / Bektaşi İslam’ının kutsal kitabı ( Kur’ an ile birlikte ) hükmündedir. Alevi / Bektaşi cemlerinde bu ozanların muhteşem bir Türkçe ile yazılmış / söylenmiş şiirleri ana unsurdur. Bu eserler cemlerin dilini de belirleyen Türklük değeridir. Ve büyük bir kararlılıkla söyleyelim ki, bu yapıtlar ve onların yaratıcıları olan ulu ozanların yaşam ve mücadeleleri Türklük duygusunun yön verdiği KIZILBAŞLIĞIN doktrinini meydana getirmektedir.

İşte bakın, SEYYİD NESİMİ ne diyor?

Gel gel hey dost kamu müddeinin körlüğünü

Sana asan kılayım bunca bu düşvar nedir?

TÜRK evine gelesin, hem çü Nesimi olasın

Bir gün ola diyesin cübbe vü destar nedir?

Bugünün Türkçesiyle söyleyecek olursak;

Gel gel hey dost bütün iddiacıların ( şeriatçıları kastediyor ) körlüğünü

Sana kolay kılayım ( açıklayayım ) , bunca güçlük ( şeriat kaynaklı dinsel zorlukları kastediyor ) nedir?

TÜRK evine gel ve Nesimi gibi ol. İşte o zaman dersin ki bu sarık, bu cübbe de neymiş?

Diğer bir ifadeyle; TÜRK gibi ol, Türk gibi yaşa, Türk gibi giyin, diyor Nesimi. İşte KIZILBAŞLIK budur. Yani bir anlamda Emevi / Arap emperyalizmine karşı Türk kimliğinin direnişidir, varlık mücadelesidir.

Şimdi yedi ulu ozanı kısaca tanıtalım:

SEYYİD NESİM: Bağdat’ ın Nesim kasabasında yetişmiş, Diyarbakır yöresine yerleşen Türkmenlerdendir. Halep’ te Hallac – Mansur’ un düşüncelerinin iz sürücüsü olduğu için kafir sayılmış ve derisi yüzülerek öldürülmüştür. Nesimi Azeri asıllı TÜRKMENLERDENDİR. Türkçe ve Farsça divanları vardır. Vahdet- i Vücud ( Tanrı ile varlığın birliği ) ilkesinin savunucularındandır.

ŞAH İSMAİL HATAİ: 1487 yılında Güney Azerbaycan’ ın Erdebil kentinde doğmuştur. Anadolu Alevilerinin cemlerinde nefesleri en sık yer alan ululardandır. Azeri asıllı TÜRKMENDİR. Babası Şeyh Haydar, anası Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ ın kızı Alemşah Halime Begüm Sultan’ dır. Şah İsmail Hatai, 1500 yılında Erzincan’nın Sarıkaya Yaylasında Seyyid ocakları mensubu dedeler ile Türkmen aşiret ve oba beylerinin katıldığı büyük Türkmen kurultayına başkanlık etmiş ve 9 Eylül 1502 tarihinde de Tebriz’de “ SAFEVİ TÜRK KIZILBAŞ DEVLETİ” ni kurmuştur. Osmanlı padişahı Yavuz’ la 19 Mart 1514’ te yaptığı Çaldıran Savaşını kaybetmiş, 1524 ‘ te 37 yaşında iken Azebaycan’ da Hakk’a yürümüştür. Cenazesi Erdebil’ de toprağa verilmiştir.

FUZULİ: Asıl adı Mehmet olan FUZULİ, 1504’ te KERKÜK’ te doğdu. KERKÜK’ te Bayat Türkmen boyunun Karyağdı soyundan gelmektedir. Kitaplar, Fuzuli’ nin en büyük dileğinin Kerbela’ da ölmek olduğunu yazar. Fuzuli, yakın çevresine en büyük dileğinin H.z. Hüseyin’ in türbesinin yanında toprağa verilmeyi vasiyet etmiştir. Kendisi veba hastalığı salgını sırasında Hakk’ a yürümüş ve vasiyeti yerine getirilmiştir. Fuzuli’ nin en önemli yapıtı Kerbela olayını anlatan “ Hadikat’ üs – Süeda “ ( Mutluların Bahçesi ) adını taşıyan çalışmasıdır.

YEMİNİ: 15. yüzyılın sonu ile 16. yüzyılın ilk yarısında Tuna Irmağı bölgesinde yaşadı. Hz. Ali’ nin mitolojik yaşamını konu edinen “ Faziletname “ adlı kitabı 7300 beyitten oluşmaktadır. Bir erdem kitabı olan bu kitap, Hz. Ali’ nin yaşamının, ehlibeyt ve Ali sevgisinin yoğun bir biçimde işlendiği temel yapıtlarından biridir.

VİRANİ: 16. yüzyılda Eğriboz adasında doğmuştur. Hurufiliği benimsemiş bir Bektaşi ozanıdır. Bir süre Necef’ te Hz. ALİ’nin türbesinde türbedarlık yapmıştır. Virani, Balkanlarda Demir Babadan babalık icazeti almış, Hz. Ali’ ye olan aşkını dile getiren çok sayıda şiir yazmıştır. Virani’ ye göre, evrende ve bütün nesnel varlıklarda görünen Hz. Ali’ dir.

PİR SULTAN ABDAL: 1500 yıllarında doğduğu tahmin ediliyor. Asıl adı Haydar olan Pir Sultan Abdal’ın Sivas’ ın Yıldızeli ilçesine bağlı Banaz köyünden olduğu söylenir. Pir Sultan Abdal’ ın yaşam öyküsü Alevi / Bektaşi toplumun söylencelerine dayanır. Pir Sultan, döneminin toplumsal sorunlarına eğilerek bunları kendisine konu edinmiş, çıkış yolları aramış ve şiirlerini bu uğurda aracı yapmıştır. Osmanlı imparatorluğuna karşı SAFEVİ TÜRK KIZILBAŞ DEVLETİ’ ni savunmuştur.

KUL HİMMET: Tokat’ a bağlı Almus ilçesinin Varsıl köyündendir. 16. Yüzyılın ikinci yarısında yaşamıştır. Bütün nefeslerinde H.z. Ali, 12 imamlar ve Hacı Bektaş Veli’ yi büyük bir içtenlikle anlatır. Kul Himmet’ in nefesleri Alevi cemlerinin vazgeçilmez nefesleri arasındadır. İyi bir tekke eğitimi gören Kul Himmet’ in, Pir Sultan Abdal’ a bağlı olduğu, onun çevresinde yetiştiği, onun müridi olup onu izlediği şiirlerinden açıkça anlaşılmaktadır.

Kırklar Meclisi

Alevi / Bektaşi inancında kırk ulu kişiden oluştuğuna inanılan meclistir. Bu kırk kişinin arasında H.z. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Selman Farisi gibi önder kişilikler vardır. Sünni İslam anlayışında hiç söz edilmeyen Kırklar Meclisi, Alevi / Bektaşi inancında çok önemlidir. Kırklar Meclisinin başkanı H.z. Ali’dir. Anlaşıldığı kadarıyla “Ashab – ı Suffa “ nın temelini oluşturduğu bu meclis, İslam öğretisinin öğrenildiği bir kutsal kurumdur.

Alevi / Bektaşi inancındaki temel ibadet biçimi olan cem ayininin ve bu ayinin en önemli unsuru olan semahın kaynağı Kırklar Meclisidir. Diğer bir ifadeyle ilk cem ayini Kırklar Meclisini oluşturan bu kırk ulu kişi ve Hz. Muhammed tarafından icra edilmiş, ilk semah da bu cemde dönülmüştür. Hz. Muhammed’in bu meclise miraç dönüşü katılması Alevi / Bektaşi nefeslerinde / deyişlerinde sıkça işlenmiştir. Bu nefeslere “ Miraçname “ ya da “ Miraçlama “ denilmektedir. Alevi / Bektaşi inancının teolojik kökenini oluşturan Kırklar Meclisi inacına dair geliştirilen eleştirel yaklaşımlara; İslami kaynaklarda ( Kur’an ve Hadisler kastediliyor. ) kendisinden hiçbir şekilde bahsedilmemiş olduğu yönündeki savlara çalışmamızın ileriki bölümlerinde yanıt vereceğiz.

Şimdi Aşık Geda Feyzi’nin uzun miraçnamesinden bazı bölümleri örnek olarak sunalım:

Miraç okudu Cebrail,

Muhammed Mustafa mahi.

Hak emrine oldu kail,

Eyledi hem azm-i rahi.

Gaipten yandı bir çerağ,

Çünkü yakın oldu ırak,

Cebrail getirdi Burak,

Bindi ol habibullahi.

Burak kadem bastı arşa,

Erişti fevk ile Ferş’e,

Hak kadirdir cümle işe,

Eyledi gez nigahi.

(…)

Yolda irast geldi bir şir,

Ya nedir bu işe tedbir,

Hatemini ağzına vir,

Sundu iki cihan şahi.

(…)

Anda gördü bir nevcivan,

Yüzü şems-i mah-i taban,

Cemaline oldu hayran,

Nazar kıldı ol Allahi.

(…)

Vardı Kırkların cemine,

Oturdu hak makamına,

Hüü dedi gerçek demine,

Dem be dem Resulullahi.

(…)

Kırklar bir şerbet içtiler,

Can ile baştan geçtiler,

Cezbe- i aşka düştüler,

Ettiler Kırklar Semahi.

(…)

Musahiplik

Musahiplik, Alevi / Bektaşi toplumunun toplumsal yaşamının temel taşlarından biridir. Kısaca iki insanın ya da iki ailenin kıyamete dek kardeşlik bağlarıyla bağlanması demektir. Musahiplik, Bektaşilerde iki kişi arasında olurken Alevilerde iki aile arasında olmaktadır. Alevi / Bektaşi inancına göre musahiplik her türlü karşılıklı sorumluluk bağıdır. Bir insan kendi davranışlarından topluma karşı nasıl sorumlu ise, aynı ölçüde musahibinin davranışından da sorumludur. Yanlış davranışta bulunan, bir suç işleyen kimse nasıl toplum tarafından kınanır ve ayıplanırsa, aynı şekilde musahibi için de bu hata bir utanç sebebidir.

Bir kardeşin çocuğu diğer kardeşin çocuğu ile evlenirken, musahiplerin çocuklarının birbirleriyle evlenmesi yasaktır. Yine kişinin, ölen musahibinin eşiyle evlenmesi de yasaktır. Musahiplik bağı aile bağından daha sıkıdır. Çünkü musahip olan insanlar kendi istekleriyle ve özgürce birbirlerini seçerler. Birbirlerine kefil olurlar. Bu nedenle musahiplik üstlenilmesi çok zor bir yükümlülüktür. Musahip olmak için belli bir tören düzenlenir. Tören başlarken musahip olacak kişilere musahipliğin zorlukları anımsatılır. Tekrar düşünmeleri için süre verilir. Kişiler bu düşünmenin sonunda da ısrarlı olurlarsa tören devam eder. Musahiplik kurumunun kaynağı Türkmenlerdeki “ anda “ olma geleneği ve H.z. Muhammed’in Mekke’den Medine’ ye göçten sonra muhacir ile ensardan kimi aileleri kardeş ilan etmesidir.

Düşkünlük

Alevi / Bektaşi inancının yasaklarını yapan, edebin, ahlakın dışına çıkan insana düşkün denir. Bu suçlu olma durumuna da düşkünlük denir. Düşkün insan çeşitli cezalara çarptırılır. Kişi önce düşkün ilan edilmeden dede, rehber veya mürşid tarafından uyarılır. Uyarılara karşın kabahatten dönülmüyorsa düşkün ilan edilir.

Düşkünlere verilen cezalar yöreden yöreye farklılık arzetmektedir. Suçun ağırlığına göre ceza süresiz olabileceği gibi belli bir süre dahilinde de olabilir. Düşkünlere verilen cezaların en ağırı toplum tarafından dışlanmaktır. Düşküne selam verilmez, onunla konuşulup görüşülmez, alış veriş yapılmaz, kız alıp kız verilmez ve törenlere alınmaz.

Düşkünlük cezasının ağırlığı nedeniyle Alevi / Bektaşi toplumunda çok yüksek bir ahlaki yaşam egemendir. Adli vakalar yok denecek kadar azdır. Düşkünlük utanç verici bir durum olduğu için suç oranı çok düşüktür.

Dar

Dar, bir Alevinin canlara ve dedeye saygısının açıklanmasını anlatan bir duruş biçimidir. Alevilik, insanı Allah’ ın Kabesi saydığından, dar insana ve insanın kişiliğinde Tanrıya gösterilen bir saygıdır. Dar, cem ayini sırasında icra edilir. Dört çeşit dar vardır. Bunlar sırasıyla; Mansur Darı, Nesimi Darı, Fazlı Darı, Fatma Darıdır.

Talip

Alevi / Bektaşi yoluna giren kişiye ( cana ) talip denilir. Talip, Arapça bir sözcüktür. Arapçadaki anlamı öğrenci demektir. Bu anlamı dikkate alındığında talip sözcüğü, Alevi / Bektaşi inancını öğrenmeye çalışan, bu inancın gereklerini yerine getirmek için uğraşan ve bunu yaparken bir dede / babaya bağlanan yani ikrar veren kişiyi anlatmaktadır. Aslında her Alevi / Bektaşi Hazreti Ali’nin talibidir. Dede / babalar, Alevi / Bektaşi toplumunun en aydın, en bilgili,en kültürlü kişileri olarak geçmişte toplumun yol göstericileri olmuşlar, her anlamıyla Alevi / Bektaşilere önderlik etmişlerdir. Bugün dede / babaların geçmişteki kadar bilgili olmadıkları ve eğitim düzeylerinin düşük olduğu gerçeği de ortadadır. Üniversite okuyan ve dolayısıyla yüksek bir kültür düzeyine erişen Alevi / Bektaşi gençlerinin dede / babalara bu nedenle bağlanmadıkları ve itaat etmedikleri bilinmektedir. Bu gençlerin büyük bir bölümü maalesef kendi inançlarını öğrenme olanaklarının yok denecek kadar az olması nedeniyle ateizme sürüklenmektedir. Yani diğer bir deyişle bugün neredeyse talip konumunda bulunan kişiler mürşid konumunda bulunan kişilere göre daha bilgili durumdadır. Bu da işaret ettiğimiz sorunlara yol açmaktadır. Bugün aydınlanmış yani kültür ve bilgi düzeyi son derece ilerlemiş bir bireyin bir dede / babaya gidip talip olması ve ikrar vermesi pek mantıklı değildir. Dede / babalar artık ruhsal / manevi bir yol gösterici ve öğreticilikten ziyade cemlerin yöneticileri ve ayinlerin nasıl yapılacağını öğreten kılavuz kişiler olmalıdırlar. İkrar verme olayı da artık simgesel bir anlama bürünmelidir. Yani mürşide bağlılıktan ziyade yola bağlılık bakımından önem arzetmelidir.

Alevi / Bektaşi dede / babaları son yıllardaki hızlı kentleşme ve bilgi kaynaklarının belli tekellerin denetiminden çıkmış olmasının yarattığı elverişli ortamdan yararlanarak süratle bilgi ve kültür düzeyleri artan kişiler olmaya başlamışlardır. Bu, yeni ve Alevi / Bektaşi toplumu açısından gerçekten sevindirici bir durumdur.

İkrar

Alevi / Bektaşi yoluna girecek kişinin veya kişilerin dede / babaya söz vermeleri, bağlanmaları ve böylece Alevi / Bektaşi inancının gereklerinden yükümlü olmaları anlamına gelir. İkrar vermek için belli bir yaş sınırlaması olmamakla birlikte kişinin reşit olması koşulu vardır. Yani kişi, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı ayırtedebilecek bir yaşta ve zekada olmalıdır.

Evli olan bacılar, kocalarının izni olmadan, bekar olanlar ise velilerinin izni olmadan ikrar veremezler. Bektaşilerde karının ayrı, kocanın ayrı ikrarı alınabilir. Ama Alevilerde karı koca birlikte ikrar vermek zorundadır.(11)

Gülbank / Gülbenk

Alevi / Bektaşi dede / babalarının cem ayini sırasında veya dğer zamanlarda taliplere verdiği dualara bu ad verilir. Örnek olarak bir gülbenk verelim:

“ Bismişah ! Allah, Allah!.. Akşamlar hayrola ! Hayırlar fethola ! Şerler defola ! Oniki İmamın himmeti üzerimizde hazır ve nazır ola ! Erenler bizi Oniki İmam katarından ayırmaya ! Nefsimiz ruh, nutkumuz can bula ! Hak erenler iftiradan saklayıp gözcümüz, bekçimiz ola ! Muratlarımız hasıl, niyazlarımız kabul ola ! Nur – u Nebi, Kerem – i Ali, Pirimiz Hünkar Hacı Bektaş Veli ! Hazır ve gaib, zahir ve batın gerçekler demine hu ! diyelim huu !… “

Oniki Hizmet

On iki hizmet, Alevi / Bektaşi inancının temel ibadet biçimi olan cem ayinlerinin en önemli unsurlarındandır. Cem Ayininde icra edilen görevleri ve bu görevleri yapan kimseleri ifade etmektedir. Bunlar sırasıyla şöyledir:

Dede / Baba: Bektaşilerin bir kolunda ( Babağan kolu ) cemi Baba yönetir. Bu kolun dışında kalan Alevilerde ( Ocaklı, Musahipli, Hacı Bektaş Veli’ ye bağlı Alevilerde ) dede yönetir. Dede veya Baba sadece birer cem yöneticisi değil aynı zamanda topluluğun önderidir. Ancak günümüzde şehirleşmeyle birlikte dede / babaların konumu sadece cem yöneticiliği ve Alevi / Bektaşi inancının yalın ve yüzeysel öğreticiliği düzeyine inmektedir. Yani bir anlamda Sünni Müslümanlarda cami imamlarının konumuyla aynı mertebededir. Artık Alevi / Bektaşi toplumunun toplumsal önderleri daha ileri düzeyde eğitim almış ve toplumda çokça tanınıp sevilen akademisyenler v.b. kişilerdir. Bir dede / baba da bu özelliklere sahip olabilir ( ki aslında olmalıdır ) ve bu anlamda tarihsel bağlamda gerçek bir dede / baba yani her açıdan topluluğun önderi olma özelliğini bugün de sürdürebilir.

Rehber: Dede / Babanın yardımcısıdır. Dede / babanın olmadığı yerde vekilidir. Rehber talibi yola hazırlar. Ayrıca dedenin olmadığı yerlerde cem törenini yönetir.

Gözcü: Cem ayininin genel düzeninden sorumludur. Törene uygun davranmayanları uyarır.

Çerağcı: Çerağ ( ateş ) yakılması ve meydanın aydınlatılması ile görevlidir. Çerağ yakılmasına, çerağ ( delil) uyandırma da denilmektedir. Çerağcı, çerağı uyandırdıktan sonra dara durur ve duasını okur.

Zakir: Deyiş, düvaz ve miraçlamaları söyler.

Ferraş: Süpürgeci anlamına gelmektedir. Bu hizmet Selman – i Farisi’ nin hizmeti kabul edilir. Semahtan sonra koltuğunda küçük, simgesel bir süpürge ile meydana gelir. Süpürgeyi simgesel olarak yere sürer. Cemin sona erişinin ilk işaretidir. Cem sırasında ise car ( süpürge) çalar. Bu işlem gönülleri de her türlü kötülükten arındırmayı simgeler.

Tezekkar ( İbriktar): El yıkama, tarikat abdestinin alınmasında hizmet yapandır. Bu da sembolik bir işlemdir. Simgesel olarak elinde leğen ve ibrik omzunda havlu ile hizmet eder.

Sofracı: Kurban kesme ve yemek işlerinden sorumlu kişidir.

Peyk / Peyik ( haberci ): Cemin yapılacağını canlara haber veren kişidir.

Pervane: Semah dönenlere( semahçılara ) yol gösteren kişidir.

Meydancı ( İznikçi ): Cemde meydan görevlerini yapan, meydanın düzeninden, araç gereçlerin hazırlanmasından, ısıtılmasından v.b. sorumlu kişidir.

Saka ( saki ): Cemde su dağıtandır. Cem esnasında canlara su dağıtır. Kimi Alevi / Bektaşi toplulukların cemlerinde dem veya diğer bir tabirle dolu vardır. Dem veya dolu, alkollü içecek ya da şerbettir. Kırklar Ceminde içilen üzüm suyunu simgeler. Saki dolu dağıtandır. Cemlerde dem almak / dolu içmek dinsel bir ritüeldir. Kur’an’da alkollü içkinin içilmesinin yasak olmasından hareketle Sünnilerce Alevi / Bektaşiler cemlerinde dem almalarından dolayı ağır biçimde eleştirilmektedir. Ancak Kur’an’da içkinin yasaklanma nedeni ile Alevi / Bektaşilerin dem almaları / dolu içmeleri arasında bir bağ yoktur. İçkinin yasaklanmasındaki neden sarhoşluktur. Oysa Alevi / Bektaşiler dolu içtiklerinde sarhoş olmamaktadırlar. Sadece bir yudum içilmektedir ki bu da tamamen simgeseldir.Kırklar Ceminde içilen engür / üzüm suyunu simgelemektedir.Ancak hemen belirtelim ki, dem / dolu alma ritüeli tüm Alevi / Bektaşilerce kabul gören / uygulanan bir ritüel değildir. Ayrıca bu ritüel git gide terkedilmektedir. Bu geleneğin yavaş yavaş terkediliyor olması, dem alma ritüelinin teolojik kökeni dikkate alındığında Alevi / Bektaşi kimliğinin önemli bir unsurunun erimekte olduğunu göstermektedir.

Oniki Post

Alevi / Bektaşilerin tek ibadet yeri olan cemevinde oniki post bulunmaktadır. Bunları sırasıyla yazalım:

Mürşid postu: Bu post , Ahmed – i muhtar makamıdır.Bazen da H.z. Muhammed postu olarak da bilinir.

Pir postu: Buna Horasan postu da denir.

Rehber postu: Hz. Ali makamıdır. Ali postu diye de anılır.

Aşçı postu: Seyit Ali Sultan makamıdır.

Ekmekçi postu: Balım sultan makamıdır.

Nakib postu: Kaygusuz Abdal makamıdır.

Atacı postu: Kamber Ali sultan makamıdır.

Meydancı postu: Sarı İsmail Sultan makamıdır.

Türbedar postu: Kurudonlu Can Baba makamıdır.

Kurbancı postu: Hz. İbrahim makamıdır.

Ayakçı postu: Abdal Sultan makamıdır.

Mihmandar postu: Hızır aleyhisselam makamıdır.

Bu oniki post daha ziyade Bektaşilerde mevcuttur. Oniki post unsurunun Balım Sultan tarafından ihdas edildiği ileri sürülmektedir. Ancak bugün bir çok cemevinde / meydanevinde sadece pirin önüne serilen postu görüyoruz. Zaman içerisinde her düşünce, her kültür ve her inancın uğradığı değişimden Alevi / Bektaşi yolu da nasibini almaktadır.

Bozatlı Hızır İnancı

Hızır, Alevi / Bektaşi topluluklarında darda kalanlara yardım ettiğine, sıkıntıya düşenlerin sıkıntısını giderdiğine, çağırıldığında yardıma koştuğuna inanılan ulu bir kişiliktir. “H.z. Hızır” olarak adlandırılır. Ancak Türkmen topluluklarında genellikle “ Boz Atlı Hızır “ olarak isimlendirilir. Boz renk ve boz at figürü Türk kültürünün en önemli parçalarından biridir. Türk destanlarında boz renk ve boz at unsuru sıkça yer alır. Söz gelimi eski Türklerde Şamanların Gök Tanrı ile görüşmek üzere boz bir atın üstünde göğe yükseldiğine inanılır. Yine Baba İlyas’ın, öldüğünde boz bir atla göğe yükseldiğine inanılmaktadır. Prof. Dr A. Yaşar Ocak, Baba İlyas için: “Hiç tereddüt etmeden Baba İlyas’ ın İslami kimliğinin altında, çok derinlerde kalmış tipik bir ŞAMAN olma hüvviyetini kaybetmemiş bir ‘Türkmen Baba’sı olduğunu söyleyebiliriz”(12) diyor.

Anadolu Alevilerinde Hızır inancı çok güçlüdür. Boz atlı Hızır için üç gün oruç tutulur. Bu orucun kaynağını ve vaktini ibadetlerle ilgili bölümde ele alacağız.

Semah

Alevi / Bektaşi inancının temel ibadet biçimi olan cem törenlerinde ( ayin- i cem ) icra edilen bir ritüeldir. Semah, cemin ayrılmaz bir parçasıdır. On iki hizmetten biridir. Cemin belli bir aşamasında dedenin işareti ile kadın erkek birlikte bağlama veya saz eşliğinde söylenen nefeslerle vecd halinde dönülür.

Semahın kaynağı tıpkı cem gibi Kırklar Meclisidir. Aleviler ilk semahın Kırklar Meclisinde dönüldüğüne inanılır. Semah, yüce Tanrı’nın zikredilmesidir. Bu zikir sadece dille yapılan bir zikir değil, tüm bedenle, ruh ve gönülle, olağan üstü bir coşku ve aşkla yapılan bir zikirdir. Semah, Alevi / Bektaşi toplumunun en ayırt edici ritüelidir. Hatta Alevilik / Bektaşilik dendiğinde herkesin aklına gelen ilk hususiyet semahtır.

Türkmenlerin Horasan’ dan Anadolu’ ya doğru süren yolculuğunda semahın pirliğini yapan Hünkar Hacı Bektaş Veli; “ Semah, ariflerin aleti, muhiplerin ibadeti, taliplerin maksududur. Hakka ki, semahımz oyun değildir. Tanrısal bir sırdır. Mecazi değildir.” Demektedir.

Alevi / Bektaşi inanışına göre; Hz. Muhammed, Miraç dönüşü Kırklar Meclisine uğrar. Hz. Selman Farisi, Hz. Muhammed’ e bir üzüm tanesi getirir ve “ Ey yoksulların hizmetçisi ! Bu üzüm tanesini bize paylaştır.” Der. Cebrail bir çanak getirir ve Hz. Muhammed, onun içinde üzüm tanesini ezip şerbet yapar. Bu şerbet orada bulunan Kırk ulu kişiden birinin dudağına değdiğinde tümü kendinden geçer, Tanrısal bir aşkla esrir. Hep birden ayağa kalkıp “ Ya Allah ! “ diyerek semah dönmeye başlarlar. İşte semah o gün bugündür erenler meclisinde ilahi bir aşkla dönülür. Semah, yüce Allah’ ın en güzel, en görkemli ve en coşkun bir biçimde zikredilişidir. Adeta Tanrıya doğru yapılan tinsel bir yolculuktur.

Bilmekteyiz ki, evrende atomdan güneş sistemine dek her şey dönmektedir. Yani semah bütün evrenin yaptığı bir ibadettir. Başka bir deyişle varlıkların ibadeti semahtır.

Bütün evren semah döner,

Aşkından güneşler yanar,

Aslına ermektir hüner,

Beş vakitle avunmayın…

Yüce Tanrı’nın kutsal kitap Kur’an – I Kerim’ deki şu sözleri semah dönenleri anımsatmaktadır:

“Andolsun o saf bağlayıp dizilenlere / kanatlarını açıp toplayarak uçanlara,

O haykırarak sevk edenlere,

O zikir okuyanlara !” (13)

Semah sırasında ayaklar çıplaktır. Kadınların başları eşarplıdır. Erkeklerin başı açık, ayakları çıplaktır.

Dede makamı kutsal olduğundan semah sırasında o makama sırt dönülmez.

Semahlardaki çeşitlilik ve zenginlik Türk ulusunun ve Anadolu’nun kültürel zenginliğinin bir yansımasıdır. Bu zenginliğin içerisinde Kerbela’da haksızlığa boyun eğmeyen Hz. Hüseyin’İ , Türkmen kocası Dede Korkut’ u , Pir Sultan Abdal’ I ve son ata olan büyük Atatürk’ü bulmak ve duyumsamak mümkündür.

Semahlar arasında yöreden yöreye bazı farklılıklar vardır. Alevi / Bektaşilerce dönülen semahların bazıları şu adlarla anılır:

  1. Kırklar Semahı,
  2. Turnalar Semahı,
  3. Kırat Semahı,
  4. Tahtacı Semahı,
  5. Trakya Semahı,
  6. Urfa Semahı,
  7. Afyon Semahı,
  8. Rodos Semahı,
  9. Ladik Semahı,

10 .Hacı Bektaş Semahı,

  1. Hubyar Semahı,
  2. Erzincan Semahı,
  3. Çoban Baba Semahı,
  4. Muhammed Ali Semahı,
  5. Tahtacı – Fethiye Semahı ve diğerleri.

Açıkça ifade edelim ki, insanoğlunun Tanrıya ibadet için bütün yeryüzünde icra ettiği bin bir türlü ritüellerin arasında en görkemlisi ve en coşkulusu semahtır. Ondaki ritm, birliktelik, vecd hali, yüceliş ve etkileyicilik başka hiçbir ritüelde yoktur. Semah Türkmen yaşamının doğurduğu ihtişamlı figürler olarak Türk kültürünün övünç kaynaklarından biri olmakla birlikte aynı zamanda bütün insanlığın da ortak kültür mirasıdır. Bu nedenle semah sadece Alevi / Bektaşilerin değil, başta Sünnisi, Alevisi ile bütün Türklerin malı ve daha sonra topyekün bütün insanlığın zenginliğidir.

Orta Asya’dan Anadolu’ya yüzyıllar süren Türkmen göçünü ve semaha duruşu, Yaşar Kemal, Binboğalar Efsanesi’nde şöyle anlatmaktadır:

“Kalktık Horasan’dan sökün eyledik.

Harran Ovası’nda binlerce kişi ceylanlara karışıp semah döndük.

Ulu şahinler gibi. Şölenler tuttuk, kutsal cemler büyüttük…

Yüzyıllar geçti, parça parça bölündük, küçüldük, kara çadırlar soldu.

Anadolu’da karşımıza çıktı Kayseri Dağı, Süphan, Nemrut, Binboğa, Cilo Dağı…

Vardık, Anadolu’da da karşımıza çıktı Kızılırmak, Yeşilırmak, Sakarya, Seyhan, Ceyhan Suyu…

Ve adlarımızı verdik sulara, ovalara, dağlara. Anadolu’nun her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk.

Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan.

Düşürdüler bizi haldan hallere…

Anadolu’nun taşıyla toprağıyla, akan suyu, esen yeliyle, binlerce yıldan bu yana işlenmiş, gelişmiş, yeşermiş, boy atmış, kervansarayları, sarayları, tapınakları, ulu şehirleri, türküleri, gelenekleri, görgüsü, bilgisiyle bir olduk kaynaştık.

Etle kemik gibi… Yağmurla toprak gibi…

Birdenbire değil, binlerce yıldan bu yana azala azala, ufalana, küçüle, her toprakta bir parçamızı bırakarak tükendik…

Bir aydınlık su gibi bu toprağın üstünden aktık.

Geldik Anadolu’da da karşımıza çıktı Kayseri Dağı.

Ulu, temiz, alımlı, yakışıklı, ışığa batmış.

Kırmızı yakut gözlü, uzun boyunlu atlarımız…

Harran Ovası’nda, Mezopotamya’da yüz bin ulu kartal konmuş gibi kıl kara çadırlarımız.

Binlerce kişi, binlerce ceylanla birlikte semah tuttuk üç gün üç gece-kırk gün kırk gece…”

Serçeşme

Alevi / Bektaşilerin ulu piri ve büyük Türkmen göçünün Türkistan’dan Horasan’a, ordan da Anadolu’ya akışında manevi önder olan Hünkar Hacı Bektaş Veli’ ye atfedilen bir sıfattır. Kelime anlamı olarak baş kaynak, ulu pınar, pınar başı gibi anlamlara gelmektedir.

Anadolu Aleviliğinde Hünkar Hacı Bektaş Veli serçeşme olarak görülür. Bütün Alevi / Bektaşiler / Kızılbaşlar, Hünkar Hacı Bektaş Veli’ ye bağlıdırlar. Alevi ve Bektaşileri hatta Kızılbaşları birbirinden farklı imiş gibi göstermeye çalışanlar ard niyetli kimselerdir. Bu türden iddia ve görüşlerin hiçbir bilimsel temeli ve geçerliliği yoktur. Bütün Alevi / Bektaşiler diğer bir deyişle Kızlbaşlar, Hünkar Hacı Bektaş Veli’ nin izinde birleşirler, bütünleşirler. Artık geçmişteki kimi kücük ayrımlar geride bırakılmış ve bütünleşilmiştir. Bu cümleden olarak diyelim ki, günümüzde bütün Aleviler Bektaşidir. Bütün Bektaşiler de Alevidir. Kızılbaşlık ise her iki isimlendirmeyi de kapsayacak şekilde siyasal içeriği öne çıkaran / çıkarması gereken bütünsel bir adlandırmadır.

Kızılbaşlığın doğuşundan bugüne değin ve bugün ne tür bir siyasal içeriğe sahip olduğunu / olması gerektiğini tarihin ve Alevi /Bektaşi inancının yol göstericiliğinde, daha kapsamlı bir biçimde, sonraki bölümlerde ele alacağız.

Serçeşmenin verdiği manevi besinden beslenen Kızılbaşlar Anadolu’ da, Balkanlarda, tüm Türklük coğrafyasında ve hatta tüm dünyada ideal bir ahlak ve erdem toplumu yaratmak için uğraş vermektedirler, vermelidirler. Bu ideal ahlak ve erdem toplumu tüm insanlık için de örnek oluşturmaktadır, oluşturmalıdır.

  1. ALEVİLİKTE İBADET

İbadet Kavramı

İbadet, Tanrıya yapılan kulluktur. Ona bağlılığı, boyun eğmeyi, onu yüceltmeyi, ululamayı ifade eder. Bu maksatla tarih boyu tüm dinler belli ritüeller geliştirmişlerdir. Ancak bu ritüeller zamanla içeriğinden ve anlamından uzaklaşıp kuru ve kalıplaşmış şekilselliklere hapsolabilmektedirler. İnsanlar, ibadetteki ana özü kavrayıp onu her türlü şekilsellikten ve kuru kalıplardan kurtarmak için uğraş vermeli, Tanrıya, onun şanına yakışır tarzda kulluk etmelidirler. İbadetler şekil, kalıp, mekan, zaman gibi sınırların ötesine taşınarak zahiri / dışsal kabukları kırıp deruni / batini / içsel zenginlik ve anlamlarla yoğrulmalıdırlar.İşte Alevi / Bektaşiler bu amaca en çok yaklaşan topluluklardandır. Alevi / Bektaşiler ibadetlerini mümkün olduğunca kalıplardan ve şekilsellikten kurtarmışlar ve zaman, mekan gibi sınırların daraltıcı etkilerinden sıyırarak tüm yaşamlarına egemen kılmaya çalışmışlardır. Bu cümleden olarak söyleyelim ki, gerçek bir Alevi / Bektaşinin bütün günü ibadetle geçmektedir. O çalışırken, uyurken, yatarken, gezerken, ayakta iken, otururken kısacası yaşamının her anında ibadettedir. Nitekim, kutsal kitap Kur’an – I Kerim’ de şöyle denilmektedir:

“ O sağduyu sahibi kişiler öyle kimselerdirki; ayakta iken, otururken ve yanları üzerine yatarken hep Tanrı’ yı anarlar / ona ibadet ederler…”(14)

Alevi / Bektaşiler ibadetlerinde kadın erkek ayrımı yapmazlar. Kadın ve erkekler cinsiyetleriyle değil, insan olma özellikleriyle saygındırlar. Sünni ve Şii İslam anlayışında kadın ve erkekler gerek ibadetler sırasında gerekse toplumsal yaşamın pek çok alanında ayrıdırlar. Oysa Alevi / Bektaşi yolunda kadın erkek birlikteliği olmazsa olmaz koşullardandır. Bütün cemlerde ve cemlerin en önemli dinsel ritüelleri olan semahlarda Tanrı’ nın kulu olmak bakımından tam anlamıyla eşit olan kadın ve erkek yanyanadır, bir aradadır. Kadın erkek birlikteliğinin kaynağı Hoca Ahmet Yesevi’nin zikir meclislerine dayanır. Bilindiği gibi Hoca Ahmet Yesevi, Alevi / Bektaşi yolunun ve inacının ilk banilerinden biridir. Yesevi’nin döneminde de, sonraki dönemlerde de pek çok bağnaz Sünni tarafından bu birlikteliğe itirazlar yükselmiş, böylesi bir birlikteliğin sözüm ona fitneye neden olacağı ileri sürülmüştür. Hatta bu bağlamda sonraki dönemlerde çeşitli iftiralar üretilmiş ve bu iftiralar “ mum söndü “ denilen iğrençlik noktasına kadar taşınmıştır. İşin ilginç tarafı Alevi / Bektaşi cemlerinde kadın erkek birlikteliğine karşı çıkan ve yadırgayan Sünni ve Şii müslümanlar Hacca gittiklerinde kabe’nin etrafında kadın erkek birlikte tavaf etmekte ve namaz kılmaktadırlar. Kabe’nin etrafındaki birliktelik diğer ibadet yerlerinde ve yaşamın başka alanlarında sürdürülmemektedir. Bunun bir çelişki olduğunu söylemeye gerek bile yoktur.

Alevi / Bektaşi cemlerinin en önemli ögelerinden biri de müzik olgusudur. Müzik Türklerin orta Asya’ dan Anadolu’ ya ve ordan da balkanlara taşıdığı adeta kutsal bir ezgi olarak Alevi / Bektaşi cemlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Eski Türk kültüründeki kopuz çalgısı bugün saz ve bağlama halini almış ve bu çalgılar Alevilerin kutsal nesnelerinden biri durumuma gelmiştir. Saza ve bağlamaya atfedilen kutsallık o denli güçlüdür ki, pek çok Alevi / Bektaşi için saz ve bağlama “ Telli Kur’an “ dır. Saz ve bağlamanın Alevi / Bektaşi yolundaki bu görkemli yerinden dolayıdır ki, bugün hemen hemen her Alevi / Bektaşinin evinde bir Telli Kur’an bulunmaktadır. Yine bir hakkı teslim etmek anlamında söyleyelim ki, bugün ve geçmişte binlerce yıllık Türk kültürünün en önemli unsurlarından biri olan, Türküleri ve onları söylemek için kullanılan milli çalgılarımızın başında gelen saz ve bağlamayı yaşatanlar Türk kültürünün bekçileri olan Alevi / Bektaşi kökenli sanatçılarımızdır.

Alevi / Bektaşi ibadetleri denilince üzerinde durmamız gereken en önemli konulardan biri de ibadetlerin dilidir. Bilindiği gibi Sünni ve Şii müslümanlar ibadet dili olarak Arapça’ yı kullanmaktadırlar. Kur’an’ın Arapça olması ve onun başka dillere tam olarak çevrilemeyeceğine ilişkin bilimdışı görüşün etkisiyle Sünni ve Şii müslümanlar Tanrı’ ya ana dillerinde değil ( Sadece Arap milletinden olanlar ana dillerinde ibadet edebilmekteler.) de anlamadıkları ve bir başka ulusa ait bir dille yakarmakta ve ona tapınmaktadırlar. Bu, aslında gerçek İslamla da hiçbir şekilde bağdaşmamaktadır. Gerçekte kimi Sünni din bilginleri de Arap olmayan Müslümanların Ku’an’ın ana dillerindeki çevirisiyle ibadet edebileceklerine dair fetva vermişlerdir. ( 15 ) Bunların arasında en ünlü Sünni din bilgini İmam – I Azam Ebu Hanife’ dir. Ebu Hanife ( Asıl adı Numan Bin Sabit’tir. ) dünyada en çok taraftarı olan İslam mezhebinin kurucusudur. Ancak onun mezhebine mensup olduklarını söyleyen Hanefiler onun fetvesı doğrultusunda hareket etmeyip ibadetlerini Arapça olarak yapmaktalar. Bunun nedeni de Hanefi mezhebinin diğer imamları olan imam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed’in aynı zamanda hocaları olan Ebu Hanife’nin fetvasını reddedip kendi görüşlerini mezhebin geçerli görüşü haline getirmiş olmalarıdır. Günümüzde Sünni din bilginlerinden bazıları ( ülkemizde Yaşar Nuri Öztürk, Hasan Elik, Zekeriya Beyaz v.b.) tekrar Ebu Hanife’ nin görüşüne dönmek istemekteler ve bu yönde fetva vermekteler. Ancak bu tür çalışmalar kimi bağnaz Sünni din bilginleri tarafından tepkiyle karşılanmakta, insanların ana dillerinde ibadet edebilmeleri gibi en doğal hakları gaspedilmektedir. Oysa Alevi / Bektaşiler İslam’ın çağdaş yüzü oldukalarını kanıtlayarak tüm ibadetlerini ana dilleri olan Türkçe ile yapmaktadırlar. Ana dili Türkçe olmayan az sayıda da olsa Alevi / Bektaşi bulunmaktadır. Fakat onların da büyük çoğunluğu zaten Türkçe bilmektedir. Sadece Arnavut Bektaşilerin çok az bir kısmı Türkçe bilmemekte fakat bu durum genel kitle açısından bir sorun oluşturmamaktadır. Kaldı ki, dilerlerse onlar da kendi ana dillerinde ibadet özgürlüğünü kullanabilirler. Alevi / Bektaşi felsefi bunun önünde asla bir engel değildir. (Yeri gelmişken belirtelim. Türkiye sınırları içerisinde “ Nusayri “ adı verilen ve kendilerini Alevi / Alavi olarak adlandıran Arap topluluk da bulunmaktadır. Ancak onlar H.z. Ali ve ehlibeyt sevgisi dışında Anadolu Alevilerinden çok farklı özelliklere sahip özgün bir topluluktur. Nusayriler, bu çalışmanın kapsamı dışındadır.) Anadolu Alevi / Bektaşileri bütün cemlerini Türk dilinde yaparlar. Tüm nefesler / deyişler / demeler ve tüm gülbanklar Türkçedir. Cemlerde okunan Kur’an ayetlerinin de tamamen Türkçe çevirileri okunmaktadır. Alevi / Bektaşi cemlerinde özellikle Nur Suresi’nden kimi ayetler, Fatiha Suresi’nin tamamı ve yer yer başka ayetler de okunmaktadır. Bunların tümünün Türkçeleri okunmakta, tüm dua ve yakarışlar Türk dilinde gerçekleştirilmektedir. Kaldı ki, tarihsel olarak Alevi / Bektaşi nefeslerinin tümü Türk dilinde söylenmiştir.Çünkü Alevi / Bektaşi felsefesinin yedi ulu ozanının tamamı Türk soyundandır. Cemlerde de zaten sadece onların nefesleri / deyişleri / demeleri saz eşliğinde söylenmektedir.Kürtçe va zazaca konuşan Alevi / Bektaşiler de bu nefesler eşliğinde cem yapmakta ve semah dönmektedir. Yani onlar da Türk dilini kullanmaktadır. Çünkü tümü Türkçe’ yi bilmekte ve ibadet dili olarak Türk dilini benimsemektedir. Zaten yapılan araştırmalar şunu göstermektedir ki, Kürtçe ev Zazaca konuşan Alevilerin büyük çoğunluğu ırken Türktür, Türkmendir. ( Bu konuda ünlü Alevi araştırmacı yazar Cemal ŞENER’in kapsamlı bir çalışması bulunmaktadır.) Çeşitli nedenlerden dolayı asimile olarak Kürtleşmişler ve Zazalaşmışlardır.

Görüldüğü gibi Alevi / Bektaşiler hemen her alanda olduğu gibi gerek müzik gerekse ibadet dili açısından Türk kültünün taşıyıcıları ve savunucuları olmuşlar ve Alevilik Anadolu ve Balkanlarda Türklüğün korunduğu bir manevi kale işlevi görmüştür. Bu işlev halen devam etmektedir.

Alevi / Bektaşilerin temel ibadet yeri cemevleri / meydanevleridir. Temiz olan heryerde ibadet etmek mümkündür. Ancak cemevleri ibadet için özel olarak belirlenmiş yerler olarak tarihsel süreç içinde kendiliğinden oluşmuştur. Cemevlerinin ibadet yeri olmasına karşı çıkan bağnaz Sünni çevreler ve özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı Alevi / Bektaşilerin kutsal mekanlarına “ cümbüş yeri “ demek suretiyle suç işlemekte ve günaha girmektedirler. Onlara, cemevlerinde uyandırılan / yakılan çerağ / mum / ışıkları temel alarak Nur Suresi’ndeki 35. ve 36. ayetleri anımsatmak suretiyle yanıt vermek isteriz.

“ Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nurunun misali içinde ÇERAĞ bulunan bir kandil gibidir…Allah kimi dilerse onu kendi nuruna yöneltip iletir… Bu nur / ışık, Allah’ın, onların yüceltilmesine ve adının anılmasına izin verdiği EVLERDEDİR. Onların içinde sabah akşam / sürekli Onu tesbih edereler / yüceltirler. “

Namaz / Cem Ayini ve Semah

İslam’ın temel ibadetlerinden biri hatta birincisi namazdır. Namaz Kur’an’ da “ salat “ olarak geçmektedir. Türkçe karşılığı yalvarma / yakarma / duadır. Namazın belli bir şekli yoktur. Ancak İslam öncesi dönemden gelen ve o bölgenin ( ortadoğu ) toplumsal / kültürel yapısından kaynaklanan kimi geleneksel hareketlerle ritüelleştirilmiştir. Namazın şekilsel yapısının geleneksel olduğunun kanıtı Kur’andır. Çünkü Kur’an, namaz için belli bir şekil ortaya koymamış, namazın nasıl kılınacağını açıklamamış dolayısıyla onu insanlara bırakmıştır. Bununla birlikte Kur’an’da insanların Tanrı için rüku etmeleri ( öne doğru eğilmeleri ), secde etmeleri ( yere kapanmaları ) ve kıyam etmeleri ( ayakta dimdik durmaları ) buyurulmaktadır. Alevi / Bektaşiler Kur’an’ın bu buyrukları gereği cem ayinlerinde kıyam ederler, rüku ve secde ederler. Yani Kur’an’ın şekille ilgili bağlayıcı olmayan koşullarını da yerine getirirler.

Sünniler her gün 5 vakit namaz kılınması gerektiğini, Şiiler ise bunun üç vakit ( beş vakit namazı üç vakte cem ederler.) olduğunu iddia ederler. Ayrıca namazı, bilinen ve yaygın olan şekilselliği temel alarak gerçekleştirirler. Sünnilerin 5 vakit namaz konusunda kendilerine dayanak olarak kullandıkları ayetler incelendiğinde bunun zorlama bir yorum olduğu apaçık ortadadır. Şimdi söz konusu ayetleri inceleyelim:

“ Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar namaz ( salat ) kıl ! Bir de sabah Kur’an’ını gözet. Çünkü sabah Kur’an’I tanıklıdır. Gecenin bir bölümünde uyanıp sana özgü bir ibadet olarak Ku’an’la meşgul ol…” (16)

Görüldüğü gibi bu ayetlerde bir açıklık yoktur. Asla belli bir vakitten bahsedilmemektedir. Ayetin ilk bölümünden anlaşıldığı kadarıyla öğlenden akaşama dek namaz ( salat ) kılınması buyurulmaktadır. Bu, Sünnilerin anladığı şekildeki bir namaz için fiilen mümkün değildir.Çünkü hiç kimse Öğlenden akşama dek namaz kılamaz. Zaten kılan da yoktur. Ama Alevilerin anladığı gibi bir namaz ( niyaz ) açısından baktığımızda ise öğlenden akşama dek namaz kılmak son derece mümkündür. Çünkü Alevi müslümanlar zaten her an Allah’I anmakta ve niyaz etmekte ( namaz kılmakta ) dir. Ayetin ikinci bölümünde ve takip eden diğer ayette ise namaz kılma değil, Kur’an okuma söz konusudur ve bu ibadetin Hz. Muhammed’ e özgü olduğu ortadadır. Ancak Sünniler, burada da, sabah namazının kasdedildiğine inanmaktadırlar. Bu da tamamen zorlama bir yorumdur. Eğer Tanrı gerçekten sünnilerin anladığı gibi ve onların uyguladığı vakitlerde kılınan bir namaz isteseydi bunu kasdederek değil, apaçık bir biçimde ve hiçbir yoruma gereksinim duyulmadan söylerdi.

Bir diğer ayete geçelim:

“ O halde tesbih ( yüceleme ) Allah için. Akşama erdiğinizde de sabaha erdiğinizde de. Göklerde ve yerde övgü ( hamd ) de ona, gün sonunda da öğleye erdiğinizde de.” (17)

Burada ilginç olan en önemli yön namaz ( salat ) sözcüğünün kullanılmamış olmasıdır. Sünni müslümanlar Kur’ an’dan kendi anladıkları namaza kanıt ararken daima “ salat “ sözcüğünü temel alırlar. Fakat bazen böylesi ayetlerde birden bu yaklaşımdan vazgeçip başka sözcükleri de salat sözcüğü gibi anlamlandırmaya çalışırlar. Bu ayetlerde “ tesbih ” sözcüğü kullanılmıştır ki, bu sözcük yüceleme, ululama,büyükleme gibi anlamlara gelmektedir. Bunun için ( tesbih için ) belli bir şekil yoktur. Ve yine bu ayetlerde de belli bir vakit sınırlaması bulunmamaktadır. Ayetin akışından da apaçık anlaşıldığı gibi yaşamın her anında, günün tümünde Tanrı’ nın yüceltilmesi ve ululanması istenmektedir. Anlaşıldığı gibi Sünni müslümanlar, bu ayetleri de zorlama yorumlara tabi tutmuşlardır.

Alevi / Bektaşilerin yaklaşımını doğrulayan çarpıcı ve ibret verici bir diğer ayet de şöyledir:

“ Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver. Kuşkusuz ki, ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka tapacak ( ilah ) yoktur. Bana kulluk et; beni anmak için namaz ( salat ) kıl. “ (18 )

Namazdan anlaşılması gereken şeyin Tanrı’yı anmak olduğu bu ayette apaçık bir biçimde ortaya konmaktadır.

Namazın belli vakitlerinin olduğunu ısrarla söyleyen Sünni din bilginlerinin savlarına en güçlü dayanak olarak gördükleri Nisa Suresi 103. ayete bakalım:

“…Namaz ( salat ), inananlar üzerine vakitlendirilmiş bir farzdır.” (19)

Bu ayeti yukarıya aldığımız ayetlerle birlikte değerlendirdiğimizde görmekteyiz ki, Tanrı insanlardan tüm yaşamları boyunca ve günün tümünde kendisini anmalarını istemektedir. Anacak insanlar dilerlerse ( ki dilemelidirler çünkü son ayetten anlaşılan budur. ) Tanrı’yı anmak ve onu yücelemek için belli bir zaman da ayırmalıdırlar. Burada ” vakitlendirilmiş “ sözüyle anlatılmak istenen budur. Fakat Tanrı bu vakti de insanlara bırakmıştır. Kendisi belli bir vakit vaz etmemiştir.

İşte Alevi / Bektaşiler bu söz konusu vakti Tanrı’ın buyruğuna uygun bir biçimde kendileri belirleyerek cem ayinleri düzenleyip orada semah dönerek, rüku ederek, secde ederek ve kıyam ederek halka namazı ( niyaz ) kılmaktadırlar.

Nitekim, Yüce Tanrı Al – i İmran suresinde ( 113. ve 114. ayetler ) Alevi / Bektaşilerin ibadetlerini anımsatırcasına şöyle buyurmaktadır:

“ … Kitap ehlinden öyle bir topluluk vardır ki, gece vakti ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe inanır, iyiliği emreder, kötü olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar doğru yol üzere olanlar ( salihler ) dır. “

Namazı illa Arapların ve Ortadoğu halklarının anladığı gibi anlamak zorunda değiliz. Nitekim İslam’I kabul eden göçebe Türk / Türkmen toplulukları namazı kendi toplumsal yaşamlarına ve kültürel yapılarına uyarlamışlar cem ayinleriyle ve semahlarıyla namazı eda etmişler ve namaz buyruğuna uymuşlardır.

Ancak kimi baskıcı Sünni bilginlerin ve onlardan güç alan Sünni devlet otoritesinin zorlamalarıyla Araplar gibi namaz kılmaya mecbur edilmek istenen Türkmenler bu haksız muameleye karşı çıkmışlardır. Bu karşı çıkış, Pir Sultan Abdal’ın şu dizelerinde apaçık bir şekilde görülmektedir:

“Alınmış abdestim aldırırlarsa,

Kılınmış namazım kıldırırlarsa,

Siz de şah diyeni öldürülerse,

Ben de bu yayladan şaha giderim.”

Büyük Kızılbaş ozanı Pir Sultan Abdal’ın bu nefesi pek çok Alevi / Bektaşi tarafından namazlarının Hazreti Ali tarafından kılınmış, oruçlarının ( Ramazan orucu ) tutulmuş olduğuna dair bir işaret olarak görülmektedir. Gerçekten Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğu Sünni ve Şiiler tarafından kendilerine yöneltilen; “ Hazreti Ali, bizim anladığımız anlamda namaz kılmış, oruç tutumuştur, siz madem onun yolunda olduğunuzu söylüyorsunuz, o halde niçin onun gibi namaz kılmıyor ve oruç tutumuyorsunuz ? “ şeklindeki mütecaviz sorularına karşı, namazlarının kılınmış, Ramazan oruçlarının da tutulmuş olduğuna inanırlar. Evet bu bir inançtır. Bu inanca saygı gösterilmesi gerekmektedir. Zira hiç kimsenin başka bir kimseye “ Neden böyle inanıyorsun ? “ diye hücum etmeye hakkı yoktur.

Alevi / Bektaşileri sünni ve şiiler gibi namaz kılmaya yöneltmek ve bu yolla asimile etmek için pek çok kitap ve makale yazıldığı ve yazılmakta olduğu bilinen bir gerçektir. Bunlardan biri de prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın “ Alevi – Bektaşi Kimliği “ adlı çalışmasıdır. Bu çalışmanın amacını Alevi – Sünni bütünleşmesi olarak açıklayan Türkdoğan, kitabının 319- 320. sayfasında namaza dair Sünni düşünce ve yorumları Kur’an’daki ayetlere dayanarak Alevilere dayatmaya çalışmaktadır. Kitaba alınan ayetler sadece zahiri açıdan yorumlanmış, Alevi / Bektaşilerin batıni yorumları cahillik biçiminde sunularak Alevi / Bektaşi yolu Kur’an ve İslam dışı olmakla itham edilmiştir. Hatta Alevi / Bektaşilerin dinsel önderlerinin bu ayetlerden habersiz oldukları iddia edilmiştir. Sünni ilahiyat eğitimi almış pek çok Alevi / Bektaşi araştırmacı ve bilim adamı da Alevi / Bektaşi yolunun bu konudaki tutumunu destekleyen ve doğrulayan görüşlere sahiptir. Alevi / Bektaşiler Sünnilerin ibadet konusundaki tutumlarına ve yorumlarına saygılıdırlar. Ancak aynı saygıyı karşı taraftan görememekte, asimilasyoncu saldırılara maruz kalmaktadırlar. Alevi – Sünni kardeşliği ve barışı için öncelikle Sünni bilginlerin, Sünnilere ait dinsel kurumların ve Sünni kitlenin Alevi kimliğine her türlü unsuruyla saygı göstermeleri ve asimilasyoncu tavırlardan vaz geçmeleri temel koşuldur. Aksi takdirde Alevi / Bektaşilerin tarihsel direnişi, gücünden hiçbir şey yitirmeden sürecektir. Arzu edilen barış ve kardeşlik de kurulamayacaktır.

Cemlerin çeşitleri vardır. İkrar Cemi, Görgü Cemi, Bayram Cemi ( Ramazan ve Kurban bayramlarında bayram namazı adıyla icra edilir. ) Musahip Ayini v.b. Ancak burada cemlerin icra edilişini ayrıntılandırmayacağız.

Oruç

Alevi / Bektaşiler Tanrı’nın insanlara orucu emrettiğine inanırlar. Ancak bu konuda da Sünni ve Şiilerden farklı düşünürler. Kur’an’da Bakara Suresi’nin 183. ayetinde;

“ Ey inananlar! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin de üzerinize yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır.” ( 20 ) deniliyor.

Anlaşıldığı gibi oruçtan amaç kötülüklerden korunmak, nefsi terbiye etmek, iyi ahlaklı olmaktır. Yoksa Tanrı boş yere kullarının aç kalmasını isteyecek değildir. Alevi / Bektaşiler işte bu nedenle gerçek orucun kötülüklerden uzak durmak ve iyi ahlaklı olmak, böylece Tanrı’nın buyruğunu yerine getirip iyi insan / olgun insan / insan – ı kamil kimliğini kazanmak olduğuna inanırlar. Bu yaklaşım dolayısıyla aynı surenin 185. ayetinde Ramazan ayında oruç tutulması buyrulmuş olmasına karşın genelde Ramazan ayında sünnilerin anladığı anlamda oruç tutmazlar. Yani yemeden, içmeden kesilmezler. Fakat çok istisnai olmak üzere bazı Aleviler bu ayda 3 gün kimileri de 9 gün oruç tutmaktadırlar. Ancak bunların sayısı oldukça azdır ve bu orucu da Ramazan münasebetiyle değil, Ramazan’ın 21. günü Hz. Ali’nin şehit edilmesinden dolayı yas olarak tutarlar.

Alevi / Bektaşiler Kur’an’daki pek çok hükmün ve buyruğun oruçta olduğu gibi Arap toplumuna özgü ve, zaman ve mekana kayıtlı olduğuna inanırlar. Alevi / Bektaşi toplumunun kökenini oluşturan göçebe Türkmen boylarının sosyal yaşamı dikkate alındığında görülecektir ki, bir ay boyunca yemeden, içmeden kesilip sünnilerin anladığı anlamda oruç tutmak olanaksızdır. Çünkü sürekli göç eden ve hayvanlarını otlatmak için yeni otlaklar arayan yoksul Türkmenlerin bir ay boyunca aç, susuz kalmaları onlar açısından gerçekten dayanılması güç bir durumdu. ( Göçebe Türkmenlerde hapis cezalarının bile en fazla on gün olduğu gerçeğini de yeri gelmişken anımsatmak isteriz. ) Tanrı’nın böylesi bir ibadeti kullarına yüklemesi, onun adil, merhametli ve şefkat dolu olma özellikleri bağlamında düşünüldüğünde söz konusu olamaz. İşte bu nedenle İslamı kabul eden Türk / Türkmen boyları orucu da kendi yaşamlarının zorunlu gereklerine uyarlamışlar ve oruç konusunda da son derece gerekli ve özgün bir yorum geliştirmişlerdir.

Bir Alevi / Bektaşi, “ eline, diline, beline sahip ol! “ düsturuyla hareket ettiği için zaten daima oruçludur. Aslolan yemeden, içmeden kesilmek değil, ahlaklı ve erdemli olup kötülüklerden uzak durmak ve nefsi terbiye etmektir.

Muharrem Orucu / Matemi

Muharrem ayı Alevi / Bektaşilerde yas ayıdır. Hz. Hüseyin’in ve yoldaşlarının Kerbela’da Yezit’in adamları tarafından şehit edilmelerinin yası tutulur. Yas için susuzluk orucu tutulur. Ancak kimi Alevi / Bektaşiler sadece susuzluk orucuyla yetinmeyip her türlü yemeden ve içmeden kesilirler. Fakat bu tamamen kişinin kendi seçimine kalmıştır. Burada aslolan sünnilerdeki gibi bir oruçtan ziyade Hz. Hüseyin ve arkadaşları için matem tutmaktır.

Tarihsel süreçte görmekteyiz ki, bu oruç sadece bir susuzluk orucuydu. Zamanla her türlü yeme ve içmeden kesilme şeklini almıştır.

Muharrem orucu gerçekte kişinin Hz. Hüseyin’e ve ehlibeyte bağlılığının bir ifadesidir. Kişi kendi gücü oranında sussuz kalarak veya daha da ileri düzeyde her türlü yeme ve içmeden uzak durarak onlara bağlılığını gösterir.

Muharrem orucu süresince tıraş olunmaz, eğlence ve düğün yapılmaz, müzikle uğraşılmaz, yıkanılmaz, cinsel ilişkiye girilmez, hiçbir canlıya zarar verilmez. Yani yerdeki ot bile koparılmaz.

Kentlileşen Alevi / Bektaşiler kent yaşamının gereklerine uyarak bugün Muharrem orucu ile ilgili bazı kuralları uygulamazlar. Sözgelimi; tıraş olmamak ve yıkanmamak gibi…

Alevi / Bektaşiler, şartların değişmesiyle bağlı bulundukları kimi kuralları da değiştirmekte bir beis görmezler. Çünkü, son derece çağdaştırlar. Bağnazlık ve yobazlık onlardan uzaktır. Aydınlanma taraftarıdırlar. Bu nedenledir ki, Türkiye’deki laik ve çağdaş sistemin en önemli güvencelerinden biri de Alevi / Bektaşilerdir.

Muharrem orucunda sahur yoktur. Oruca niyet yatarken edilir. İftar için belli bir vakit yoktur. Güneş battığında oruç açılır. Oruca Muharremden üç gün önce başlanır. 12 gün tam oruç tutulur. 13. gün yani Muharrem’in 10. günü öğle vakti aşure pişirilip yenilerek ve dağıtılarak oruca son verilir. Yine aynı gün kurban tığlanır. ( Muharrem orucunun süresi konusunda farklı uygulamalar da vardır. 9 gün tutanlar olduğu gibi 15 gün tutanlar da bulunmaktadır. Başlangıcı konusunda da tam bir netlik yoktur. Kimi Alevi / Bektaşi toplulukları 1 Muharrem’de başlarken kimileri Muharrem’den 2 veya 3 gün önce oruca başlamaktadırlar. Aslında bu ve benzeri konularda Alevi / Bektaşi toplumundaki farklı uygulamaların en önemli nedeni Alevilerin hemen hemen tarihin hiçbir devrinde özgürce kurumlaşamamış olmalarıdır. Bu bağlamda Alevi / Bektaşi toplulukları arasında zamanla kimi farklılıklar meydana gelmiştir. Aslında özde bir farklılık yoktur. Yani “ yol bir sürek bin bir “ dir. Yine de son dönemdeki özgürleşmeyle birlikte değişik Alevi / Bektaşi toplulukları arasındaki uygulama farklılıklarını asgariye indirmek için Dede / babaların öncülüğünde çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmaların bir sonucu olarak son dönemde Muharrem orucunun başlama ve bitiş günleri konusunda netleşme sağlanmaya çalışılmakta ve orucun 1 Muharrem’de başlayıp 12 Muharrem’de bitmesi ve aşure günü olarak da 13 Muharrem’in kutlanması kararlaştırılmaya çalışılmaktadır. Kimi dede / babaların bu konudaki içtihadları henüz tam bir kabul görmemekle birlikte bu yönde gayretler devam etmektedir. Bilindiği gibi Şiiler, 10 Muharrem’de Kerbela olaylarını anma törenleri ( aşure günü ) düzenlemektedirler. Ayrıca yeri gelmişken belirtelim, bazı Alevi topluluklarında Muharrem’den önce üçgün “ masum – u pak orucu “ da tutulmaktadır. )

Muharrem orucu sonrası aşure pişirip yemekteki neden İmam Zeynelabidin’in kurtuluşuna şükretmektir. İmam Zeynelabidin kurtularak ehlibeytin soyunun devamını sağlamıştır. Onun kurtuluşu öğle vakti olduğu için oruca da öğle vakti son verilir. Aşure pişirme geleneğinin kökeninin Nuh peygambere kadar dayandığı bilinmektedir. Nuh’a inananlar tufan sırasında veya sonrasında ellerinde kalan son yiyeceklerle bir çorba pişirmişlerdir. Bu çorbada on değişik çeşit yiyecek bulunduğu için “ aşure “ adı verilmiştir. Aşure sözcüğü Arapça’daki “aşar” / “ on “ sözcüğünden gelmektedir.

Hızır Orucu

Alevi / Bektaşiler Hızır için de üç gün oruç tutarlar. Hızır orucunun zamanı konusunda Alevi / Bektaşiler arasında tam bir kesinlik ve uzlaşı yoktur. Fakat genellikle Şubat Ayı içerisinde tutulmaktadır. Hızır orucu Muharrem orucu kadar güçlü bir ibadet değildir. Bu oruç daha ziyade doğu bölgelerindeki Aleviler tarafından tutulur. Ege, Akdeniz , Trakya gibi bölgelerde yaşayan Aleviler arasında pek bilinmemektedir. Büyük kentlere göçten sonra Alevi dernek ve vakıflarının etkisiyle bu oruç daha sistemli ve yaygın hale getirilmeye çalışılmaktadır. Deyim yerindeyse herkes için zorunlu olmayan, nafile bir ibadettir. Bir de her Perşembe tutulan fakat mecburi olmayan Perşembe orucu vardır.

Kurban ve Kurban Bayramı

Alevi / Bektaşiler, Sünni ve Şii müslümanlarla birlikte Kurban bayramını kutlarlar ve kurban keserler. Sadece kurban bayramında değil pek çok vesliyleyle kurban kesilir. Kurban kesme ibadeti Alevi / Bektaşilerde en yaygın ibadet biçimlerinden ve ritüellerden biridir. Sözgelimi, Muharrem orucu sonunda ve diğer pek çok vesiyleyle kurban kesilir.

Ramazan Bayramı

Alevi / Bektaşilerin bir bölümü bu bayrama soğuk bakmaktadırlar. Bundaki neden Hz. Ali’ nin Ramazan ayının 21. günü gecesi şehit edilmesi olayıdır. Ancak bu yaklaşım Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmemektedir. Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle bayram arasında gerçekte hiçbir bağ yoktur. Hz. Ali şehit edilmeden önce de bu bayram müslümanlar tarafından kutlanmaktaydı. Ramazan bayramının asıl nedeni sünni ve şii müslümanların Ramazan orucunu bitirmeleridir. Orucun bitişi yani ibadetin tamamlanışı dolayısıyla bayram yapılmaktadır. Alevi / Bektaşiler Ramazan ayında oruç tutmamalarına karşın bu bayramı kutlamaktadırlar. İslam dünyasının iki kutsal bayramı olan Kurban ve Ramazan bayramları birlik ve toplumsal dayanışma açısından önemlidir. Alevi / Bektaşi felsefesinde toplumsal dayanışma ve birliğe büyük önem verilmekte ulusal barışın ve kardeşliğin güçlenmesi önemsenmektedir.

Bilindiği gibi Türk sünniler, İslam dünyasındaki diğer Sünni gruplardan bazı bakımlardan farklıdırlar. Sözgelimi, Muharrem ayına Türk Sünniler de önem vermekte, 12 gün olmasa bile bir kaç gün oruç tutmaktadırlar / tutmaktaydılar. Fakat son dönemde bu geleneğin de unutulmaya yüz tuttuğu görülmektedir. Hatta aşure geleneği, Hıdırellez bayramı ve Nevruz bayramı Türk sünnilerinin ve Alevilerin ortak değerleridir. Çünkü Türk Sünnileri de tıpkı Aleviler gibi aşure geleneğine, Hıdırellez bayramına ve Nevruz bayramına iştirak etmektedirler. Bu durum, aslında ulusal birliğimiz ve ortak paydalarımız açısından son derece önemlidir. Aynı zamanda geçmişte halk bazında Sünni ve Alevilerin ne denli birbirlerine yakın olduklarının da göstergesidir. Kaldı ki, tüm tarihsel belgeler geçmişte Anadolu Türk nüfusunun büyük bölümünün Alevi / Bektaşi olduğunu zamanla asimile olarak Sünnileştiğini ortaya koyuyor. Sözgelimi, Karadeniz bölgesindeki Çepni Türkmenlerinin tamamının Alevi olduğunu ve son iki yüzyıl içinde Sünnileştiklerini bilmekteyiz. Ege bölgesinin pek çok yöresinde Çepni ve Türkmen sözü Alevi anlamında kullanılmaktadır.Bugün kültürel ve inançsal açıdan dünyanın diğer bölgelerindeki gayri Türk Sünnilere göre Anadolu ve Türkistan Sünnilerinin Alevi / Bektaşilere bu denli yakın olmalarındaki biricik neden geçmişte Anadolu Türk nüfusunun büyük bölümünün Alevi olmasıdır.Türkistan’ daki durumun sebebi ise, Alevisi Sünnisi ile bütün Türklerin İslamı Pir Hoca Ahmet YESEVİ aracılığıyla öğrenmiş olmalarıdır.

İşte bu nedenlerden dolayı Alevi / Bektaşiler Türk ulusunun ulusal birliği ve bütünlüğü açısından Ramazan bayramına önem vermeli ve bu bayramı kutlamalıdırlar. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğu zaten Ramazan bayramına Sünni kardeşleriyle birlikte katılmaktadırlar.

Ramazan ve Ramazan bayramı konusunda Alevi halk arasında dolaşan maalesef kimi hurafeler de bulunmaktadır. Sözgelimi, bu bayrama kimi çevrelerce şeker bayramı denilmesini yorumlarken bazı Aleviler, Hz. Ali’ nin şehit edilmesi üzerine bir sevinç belirtisi olarak Muaviye’nin şeker dağıttığını, bu nedenle bu bayrama şeker bayramı dendiğini söylemektedirler. Bu söylentinin hiçbir ciddi kaynağı yoktur. Alevilerin hiçbir yazılı kaynağında böylesi bir konu yoktur. Tamamen hurafeden ibarettir.

Bir diğer hurafe de Ramazan ayı içerisinde bulunan ve genellikle Ramazan’ın 27. gecesi kutlanan Kadir gecesi ile ilgilidir.Bilindiği gibi Kadir Gecesine bin aydan daha hayırlı gece denilmektedir. Bu ifade doğrudan doğruya Kur’ an’ da geçmektedir. Kadr Suresi’nin 3. ayetinde şöyle denilmektedir:

“ Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.” (21)

Bazı Aleviler Hz. Ali’ nin Ramazan aynın 21. günü gecesi şehit edilmesi dolayısıyla bu gecenin kutlandığını ve bu nedenle o geceye bin aydan daha hayırlı dendiğini söylemektedirler. Bu söylenti de sadece maalesef cahil halk arasında dolaşmakta ve hiçbir ciddi Alevi kaynakta geçmemektedir. Kadr Suresi’ndeki ifade Hz. Ali’ nin şehit edilmesinden önce de vardı. Kadir Gecesinin bin aydan daha hayırlı gece olarak nitelenmesinin nedeni Kur’an’ın o gece indirilmeye başlanmış olmasıdır. Kur’an, Hz. Ali’ nin şehit edilmesinden yıllar önce kitap haline getirilmiştir. Ve o ilk kitaplaştırılmış hali yani halife Ebu Bekir ve Halife Osman’ın mushafı bugüne kadar gelmiştir. Hz. Ali’ nin şehit edilmesinden sonra Kur’an’a böyle bir ifadenin konulması mümkün değildir. Çünkü Kur’an’ın değiştirildiği yönündeki iddiaların tümü Hz. Ali öncesine aittir. Yani Kur’an iddia edildiği gibi değiştirilmiş olsa bile bu değiştirme olayı Hz. Ali’ nin şehit edilmesinden önce gerçekleşmiştir. Hz. Ali sonrasına ait hiç bir değiştirme iddiası yoktur. Kur’ an’ın değiştirildiğini iddia edenler bunu halife Ömer ve halife Osman’ın yaptığını öne sürmektedirler.Bu iki kişi de bilindiği gibi Hz. Ali’ den önce öldürülmüştür. Yeri gelmişken belirtelim ki, Kur’an’ın değiştirildiği yönündeki iddiaların hiçbir ciddi dayanağı yoktur. Bununla birlikte, Kur’an’ın lafzan değişmemiş olmasının da hiç bir önemi yoktur. Çünkü bugün ve geçmişte tek bir Kur’an olmakla birlikte bin bir türlü İslami yorum ve görüş bulunmaktadır. Bu görüşlerin birbirlerine olan uzaklıkları tali ve ayrıntısal olmanın çok ötesindedir. Öyleki taban tabana zıt görüş ve yorumlar Müslümanlar arasında her devirde taraftara sahip olmuştur. Hepsi de kendisine kaynak olarak Kur’an’I almaktadırlar. Böyleyken Kur’an’ın değiştirilip değiştirilmediği konusunda tartışmanın kılgısal / pratik olarak hiç bir anlamı yoktur. Bu konuya İkinci Bölümde tekrar değineceğiz.

Hac ve Zekat

Alevi / Bektaşi inancında hac ibadeti Hünkar Hacı Bektaş Veli’ nin Hacıbektaş’taki türbesinin ziyaret edilmesiyle gerçekleştirilir. Sadece Hünkar’ın değil, Anadolu, balkanlar ve Türk dünyasının değişik bölgelerindeki pek çok Alevi / Bektaşi ulularına ait yatır ve türbeler ( Buna Kerbela da dahildir.) hac amacıyla ziyaret edilir. Ancak bu ziyaretlerin hiçbiri zorunlu bir ibadet olarak görülmez. Tamamen isteğe bağlıdır. Alevi / Bektaşiler Sünni ve Şii müslümanlar gibi Kabe’ yi ziyarete gitmezler. Kabe ve Medine’ deki Hz. Muhammed’ in kabrini kutsal mekanlar olarak kabul ederler. Ancak Sünni ve Şii İslam anlayışındaki gibi bir Hac ibadetini kabul etmezler. Hac ibadeti konusunda Kur’ an’da şöyle denilmektedir:

“ İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar.” ( 22 )

“ Hac, bilinen aylardadır…” ( 23 )

Kur’an’ da haccın yapılış biçimiyle ilgili daha pek çok ayet bulunmaktadır. Ancak burada bu iki ayeti vermekle yetinelim. Alevi / Bektaşiler, Hac konusunda da batıni / içsel anlamı keşfetmeye çalışmışlardır. Bu bağlamda Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi, büyük Türkmen düşünürü ve Alevi / Bektaşi yolunun ulu piri Hünkar Hacı Bektaş Veli şöyle demektedir:

Hararet nardadır, sacda değil.

Keramet baştadır, tacda değil.

Her ne ararsan kendinde ara,

Mekke’ de, Kudüs’te, Hac’da değil…

Sünni ve Şii müslümanlar Kabe’ yi Tanrı’nın evi olarak adlandırmakta ve orayı ziyaret etmeyi dinsel bir zorunluluk olarak görmektedirler. Ancak bu dinsel zorunluluk maddi açıdan zengin olanlar içindir. Yoksullar için böyle bir zorunluluk yoktur. Alevi / Bektaşiler ise Tanrı’nın evi olarak doğrudan doğruya insanın kendisini ve onun kalbini görürler. Bu nedenledir ki, Alevi / Bektaşi cemlerinde insanlar halka biçiminde saf tutarak birbirlerine secde ederler. Çünkü Alevi / Bekataşi inancına göre Tanrı, insanın içindedir. İnsana secde etmek Tanrı’ya secde etmek demektir. Hallac – I Mansur’ un “ ene’l – hak ” deyişindeki gerçek de budur. Alevi / Bektaşi inancında Tanrı anlayışı “ vahdet – I Vücud “ ilkesine dayanır. Bu, felsefi anlamda panteizm / tümtanrıcılık düşüncesidir. Buna göre, evrendeki herşey Tanrı’dan bir parçadır. Tanrı ile evren arasında bir farklılık yoktur. Evrenin en değerli ve en üstün varlığı olan insan da Tanrı’dandır. Tanrı insanda tecelli etmiştir.

Alevi / Bektaşi edebiyatında “ vahdetname “ veya “ devriye “ denilen nefes / deyiş / demelerde Vahdet – I vücud ilkesi temelinde Tanrı inancı işlenmekte ve Tanrı – Evren / Tanrı – İnsan bütünleşmesi anlatılmaktadır. Bu vahdetname veya devriyeler görgü cemlerinde zakirler tarafından saz çalınarak söylenmektedir. Alevi ozan Daimi bir Vahdetnamesinde şöyle demektedir:

Tüm vadiler gibi sahralar gibi,

Sıra dağlar gibi yaylalar gibi,

Akan sular gibi deryalar gibi,

Cümle alem bir can imiş bilmedim.

Ben beni bilmezdim hatır kırardım,

Meğer ilmim noksan imiş bilmedim.

Ben insandan başka ilah arardım,

Meğer insan ilah imiş bilmedim.

Kur’an’da Tanrı – insan bütünleşmesi ve birliği inancı şu şekilde ifade edilmektedir:

“… Onlar derler ki; Biz Allah içiniz ve sonunda ona dönüp gideceğiz. “ ( 24 )

“… Biz ona ( insana ) şah damarından daha yakınız” ( 25 )

İşte bu gibi ayetlerin batıni / içsel anlamlarından hareketle Alevi / Bektaşiler cemlerinde Kabe’ye değil, Tanrı’ının gerçek evi olan insan kalbine, yani doğrudan doğruya insana yönelirler. Bu bağlamda aslında en büyük ve gerçek hac da insana yönelip, insanların kalbini kazanmaktır.

Nitekim Hünkar Hacı Bektaş Veli şöyle demektedir:

Ellerin Kabesi var,

Benim Kabem insandır.

Kuran da, kurtaran da

Insanoğlu insandır.

Yine büyük Türkmen ozanı Yunus Emre Alevi / Bektaşi inancına uygun olarak insana verdiği değeri dile getirirken şöyle demektedir:

Bir kez gönül yıktın ise,

Bu kıldığın namaz değil.

Yetmiş iki millet dahi,

Elin yüzün yumaz değil.

Zekat konusunda da durum Sünni ve Şii İslam anlayışından farklıdır. Alevi / Bektaşiler toplumsal yardımlaşma ve dayanışma konusunda tüm insanlığa örnek oluşturabilecek düzeyde ileri bir ahlaki özelliğe sahiptirler. Gerek cemevlerine yapılan bağışlar ve dağıtılan lokmalar gerekse musahiplik kurumu dolayısıyla gerçekleştirilen sosyal dayanışma Alevi / Bektaşi toplumunda yoksulluğu yok denecek kadar azaltan uygulamalardır. Alevi / bektaşi felsefesinde veya inancında canı cana malı mala katmak anlayışı vardır. Bu anlayışın bir ürünü olarak karşımıza efsanevi bir ülkü çıkmaktadır. Bu ülkü, her türlü yoksulluğun ve eşitsizliğin ortadan kalktığı, tüm insanların maddi anlamda bile eşit olduğu “Rıza Şehri “ söylencesidir. Rıza Şehri söylencesi, Alevi / Bektaşi toplumunun zenginlik ve yoksulluk gibi ayrımların ortadan kalktığı ideal bir toplum özleminin yansımasıdır. Böyle bir toplumda zekat gibi kurumlara olan gereksinim kendiliğinden yok olacaktır. Rıza Şehri bir söylencedir ama Alevi / Bektaşiler, bu yolun gereklerine tam olarak uyduklarında veya uymalarını sağlayacak siyasal ve toplumsal düzen kurulduğunda söylence gerçeğe dönüşecektir. Şimdi bu söylenceyi İmam Cafer Buyruğu’ndan aktaralım:

“ Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini görünce şaşakaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:

“Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza Şehrinden değilsin, dünyalı olmalısın” dedi.

Sofu; “Evet bu şehirden değilim” diye cevap verdi.

Fırıncı: “Halinden belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez” dedi. Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar. İçlerinden biri:

“Meclise götürelim, ulular karar versin” dedi.

Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu. İçinden “Paranın geçmediği bir şehir. Görevliler, ulular meclisi…” diyordu.

Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu kez de şaşakaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Ak sakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı. Görevliler uluları selamladıktan sonra:

“Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?” diye sordular.

Ulular; “Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. O konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın” diye buyurdular.

Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler:

“Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın” diye uyardılar.

Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediğini alıp her istediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse “Ne arıyorsun?” diye sormuyordu. Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu. Görevliler:

“Gidemezsin!” dediler. “Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?”

Sofu; “kuşkusuz razı kaldım, sağolun!” diye karşılık verdi.

Görevliler: “Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın.”

Sofu; “O ki töreniz böyle çalışayım” diye kabul etti.

Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan “sen dünyalı mısın?” oluyordu. Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti, ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı. Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:

“Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır?” diye sordu. Arkadaşı:

“Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği, anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler” dedi.

Sofu cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı. Ama o bacının ilk sorusu:

“Sen dünyalı mısın?”oldu.

Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı.

“Evet, dünyalıyım ne olacak?” diye karşılık verdi.

Bacı: “Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda ben de sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin” dedi.

Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile acele davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.

Bacı; “bunları nerden aldın?” diye sordu.

Sofu narları nerden kopardığını söyledi.

Bunun üzerine bacı: “Beni düşündüğün için sağol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi, gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüs olacağız. Gelirken ögrendim. Narları koparırken bahçeye zarar vermeyebilirdin. Burada kimse senden bir şey kaçırmıyor ki… Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre layık değilsin.”

Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu şehirden attılar.”

İşte Alevi / Bektaşi inancının sunduğu erdem ve yücelik böylesi insancıl, eşitlikçi ve barışçıdır. Bu inancın insanlığın özlem duyduğu barışı ve kardeşliği sağlayacak biricik yol olduğu gerçeğini ilan etmekten kıvanç duyarız. Gerek inanç esasları gerek ahlak esasları gerekse ibadet esasları bakımından Alevi / Bektaşi yolu dünyanın en görkemli, en özgün, en insancıl kültürlerindendir. Bu cümleden olarak ifade edelim ki, Alevi / Bektaşilere tahammül edememek, onları asimile etmeye çalışmak ve onlara karşı düşmanca hisler beslemek günahların en büyüklerindendir.

  1. ALEVİLİKTE OCAK KAVRAMI

Türkmen beylerinin ehlibeyte mensup kişilerle evlenmeleri sonucu Hazreti Ali soyu ile Türkler arasında akrabalık oluşmuştur. Alevi dede / babaları da bu olayın sonucu olarak seyyid kabul edilmektedir. Bu dede / babaların kurdukları inanç merkezlerine de ocak denilmektedir.

Emevi ve Abbasi zulmünden kaçan Hz. Ali soyluları Türk Beylerine sığınırlar. Türkler ile evlenen seyyid ve seyidelerden olan çocuklardan yetkin olanlar kendi adları ve haneleri etrafında, Türklerdeki ocak kültünün bir yansıması ve devamı olarak; şeyh, baba ve dede sanıyla, ‘seyyid ocağı’ ekolünü yaratmışlardır.

Eski Türklerde ruhani ve kutsal kabul edilen kişilerin (Kam / Şaman / Baksı) ve onların mensup olduğu ailelerin oturduğu mekana “ocak” denirdi. Türkler İslamlaştıktan sonra, Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatıma ve Hz. Ali soyundan gelenleri kutsal kabul ederek, onları eski inançlarının merkezlerine oturtmuşlar, bir şaman / kam / baksı gibi algılamışlardır. Hz.Ali soyundan gelen dinsel önderlerin evlerine de “Ocak” denilmiştir. Ocak kavramını da yine ilk kez 12.İmam Muhammed Mehdi’nin büyük gaybından sonra; mürşid Ali soylu kişiler için Türkler, ekol / mektep / irşad evi anlamında kullanmışlardır. Orta Asya’daki ilk Ocaklardan biri de Ahmet Yesevi’nin mürşidi olan Arslan Baba’nındır. Yine Anadolu’da ilk Ocak, Seyyid Battal Gazi Ocağıdır.

Tarihsel ve toplumsal veriler ya da dönemin yetkililerince verilen belgeler ile ocakzâde ailelerin ellerinde bulunan, tarihlerine ve soylarına ilişkin belgeler farklılıklar arzetmektedir. Bu nedenle kimin ocakzade olup olmadığı konusunda tam bir netlik bulunmamaktadır. Bazı dede soylarının aslında ocakzadelikle ilgisi yoktur. Ehlibeyt soyundan değildirler. Ehlibeyt ile hiçbir akrabalık ilişkisi olmayan tamamen Oğuz / Türkmen kökenli ailelerdir. Ancak zamanla halkın vicdanında böyle bir yer edinmişlerdir.

Türkiye’de bir ocakzade dede olmanın geçmişte ve günümüzde ne anlama geldiğini anlamamız, siyasi ve sosyal etkinliğini baz alınca daha iyi anlaşılacaktır. Ocaklar, Alevi Türkmen topluluklarını birarada tutarak güvence altına alıp, törelerini yaşama geçirmeleri için toplumsal zemin oluşturmuşlardır. Alevi Türkmenlerin ocak geleneği, Oğuz Boy yapılanmasına benzemektedir. Bir soy ağacıyla başlar ve toplumsal konum sıralamasıyla, çeşitli görevlerin belirlenmesini düzenler. Alevi adab ve erkânının kurumlaşması Alevi dede ocaklarna göre şekillenmiştir.

Anadolu Alevi ocaklarının merkezi Hacı Bektaş Dergahı / Pirevidir. Bu dergaha bağlı olarak çevresindeki Alevi toplulukları irşat eden çok sayıda ocak / tekke / dergah bulunmaktadır. Anadolu’ya gelen Türkmen dervişleri ocaklarını kurmuşlar ve ondan bağımsız bir şekilde çevrelerini irşat etmeye başlamışlardır. Ancak günümüzde bütün Alevi / Bektaşi ocakları / dergahları Hacı Bektaş Dergahı’na bağlıdırlar. Ancak bu bağlılık simgesel bir bağlılık noktasındadır. Anadolu ve Balkanlarda 100’den fazla sayıda ocak / dergah / tekke bulunduğu bilinmektedir.

  1. ALEVİLİĞİN KAYNAKLARI VE KURAN’A YAKLAŞIM

Alevi / Bektaşi yolunun en önemli kaynakları ozanların nefesleri / deyişleridir. Alevi / Bektaşiler yazılı kaynak bırakmamak hususunda hassas davranmaya çalışmışlardır. Çünkü bunlar bir zamanlar suç unsuru olarak Alevilerin aleyhinde kullanılmak istenmiştir. İşte bu nedenle Alevi / Bektaşi yolu daha ziyade sözlü kaynaklara sahiptir. Ancak yine de özenle saklanıp korunan az sayıda da olsa yazılı kaynak mevcuttur. Bu kaynaklar Alevi / Bektaşi yolunun doğru öğrenilmesi bakımından yaşamsal öneme sahiptir. Alevi / Bektaşi inancı üzerine yazı yazan, araştırma yapan herkes bu kaynakları yeterince incelemelidir. Aksi takdirde yanlış görüş ve yaklaşım sergilemek kaçınılmaz olacaktır. Son dönemde Alevilik üzerine kaleme alınan pek çok yazıda bilerek veya bilmeyerek bilim dışı ve gerçekleri yansıtmaktan uzak bir sürü sav ileri sürülmektedir. Bunun nedenleri arasında Aleviliği kendi ideolojik çıkarları doğrultusunda yeniden inşa etmeye kalkmak olduğu gibi kaynaklara inmeden yüzeysel ve yanıltıcı bir araştırmayla fikir sahibi olmaya çalışmak da vardır. Aleviliği İslam dışı göstermeye çalışmak, belli bir etnik grubun ayrılıkçı tezlerine payanda yapmaya çabalamak ve Alevileri yeni bir etnik topluluk gibi sunmaya gayret sarf etmek hep bu türden kötü niyetli uğraşlardır.

Alevilik hakkında gerçekten bilimsel ve nesnel bir fikir sahibi olunmak isteniyorsa bunun biricik yolu vardır. O da Alevi / Bektaşi yolunun kaynaklarına inmektir. Pek çok araştırmacının bu kaynaklardan haberinin olmadığı ortadadır. Çünkü yazılanlar bunu tüm çıplaklığıyla teyit ediyor. Alevi / Bektaşi inancı hakkında bilgi sahibi olmak isteyen ve bu inancı öğrenme arzusunu duyan herkesin başvurması gereken kaynaklar şunlardır.

  1. Şeyh Safi ve İmam Cafer buyrukları,
  2. Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin Makalat, Makalat -ı Gaybiyye, Besmele Şerhi gibi yapıtları,
  3. Velayetname ve Menakıbnameler,
  4. Alevi / Bektaşi yolunun en temel ibadet biçimi olan cemlerde okunan ve kutsal sözler olarak kabul edilen nutuk, nefes ve gülbanklar,
  5. Alevi / Bektaşilerin ulu kabul ettiği ozanların yazdıkları / söyledikleri şiirler,
  6. İslam ve Türk tarihi ile ilgili bilimsel ve nesnel yapıtlar,
  7. Hz. Muhammed ve ehlibeyt’in kimi sözleri.

Bilindiği üzere Buyrukların ilk kez 16. yüzyılda Şah İsmail Hatai tarafından derlendiğine inanılmaktadır. “ Menakıb’ul – Esrar, Behcet’ül- Ahrar “ / “ Gizemlerin Öyküleri, Özgürlerin Sevinci “ diye anılan Şeyh Safi Buyruğu ile Küçük Buyruk olarak da adlandırılan İmam Cafer Buyruğu Alevilerin başat kaynaklarıdır. Ancak İmam Cafer’in, 12 İmamların 6. sı olan İmam Cafer – i Sadık olup olmadığı tartışma konusudur.

Buyruklar ve velayetnameler konusunda her hangi bir yoruma gerek olmadığı kanısındayız. Çünkü bunlar, her samimi Alevi / Bektaşi için zaten tartışılmaz kaynaklardır. Bu eserlerin kaynak olup olmadığı konusunda ve onlardan ne anlaşılması gerektiği hususunda çok ciddi bir ayrışma söz konusu değildir. Deyim yerindeyse bu buyruklar ve velayetnameler Aleviliğin özel kaynaklarıdır. Lakin bütün dünya müslümanlarının ortak ve genel kaynağı olan kutsal kitap konusunda ve ondan ne anlaşılması gerektiği hususunda tüm müslümanlar için söz konusu olan tarihsel bir tartışma ve ayrışım vardır.

Kuşkusuz Aleviliğin en temel kaynağı elbette ki İslam dininin birincil kaynağı olan Kur’ an’dır. Kur’ an, dünya Müslümanlarının tümünün birincil kaynağıdır. Tüm İslam mezhepleri, tarikatleri, meşrepleri, cemaatleri ve İslam kökenli tüm dinsel ve kültürel oluşumların kaynağı hiç kuşku yoktur ki, kur’ an’dır. Bahsi geçen tüm oluşumların ve yapıların birincil çıkış nedenleri arasında Kur’ an’ a dair geliştirdikleri farklı yaklaşımlar vardır.

ALEVİLERİN KUR’AN’A YAKLAŞIMI

Alevilerin Kur’an’a yaklaşımı konusuna geçmeden önce şu hususu belirtelim ki, Kur’an’ın dünyanın her yerinde tek bir versiyonunu vardır; farklı Kur’anlar ya da aralarında küçük de olsa kimi farklılıkların bulunduğu birden fazla Kur’an çeşitleri yoktur. Ancak bu duruma rağmen yine de Kur’an’ın aslının değiştirildiği yönünde iddialar bulunmaktadır.

Kur’an’ın Korunmuşluğuna Dair

Hicr Suresi’nin 9. ayetinde şöyle denilmektedir:

“ Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette yine onu biz koruyacağız.”

Bu ayete dayanarak müslümanlar Kur’an’ın Tanrı tarafından korunduğuna dolayısıyla onu değiştirmeye / tahrif etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğine inanmaktadırlar. Kur’an’ın değiştirilme ve tahrif edilme tehlikesinin bulunmadığı, çünkü Allah’ın onu koruduğu yönündeki inanca rağmen ilk müslümanların Kur’an’ı koruma altına almak için harekete geçtikleri ve böylece Kur’an’ın bir komisyon tarafından önce toplanıp mushaf haline getirildiğini, Halife Osman döneminde de kitaplaştırılıp çoğaltıldığını bilmekteyiz. Burada teorik olarak iki soru gündeme gelmektedir.

Birincisi; madem Kur’an’ı Tanrı korumaktadır, niçin insanlar onun tahrif edilebileceği, unutulabileceği kaygısıyla onu mushaflaştırmış ve sonra da kitaplaştırmışlardır ? Tanrı’nın vaadine rağmen niçin böyle davranmışlardır ? Tanrı’ya güvenmemiş olacak değildirler ya …

İkincisi; Kur’an’ın lafzının değişmemiş olmasının pratikte ne yararı vardır ? Ortada tek bir Kur’an olmasına karşın birbirine çok uzak görüşlere sahip müslümanların mevcudiyeti, onlarca mezhep, tarikat, cemaat, meşrep vb. lerinin varlığı hiç değişmemiş Kur’an’a rağmen nasıl açıklanabilir ? Hemen hemen okuyan herkesin farklı şeyler anladığı, farklı görüşler edindiği ve hatta biribirine zıt hükümler çıkardığı Kur’an’ın lafzan değişmemiş olmasının kılgısal / pratik değeri nedir ? Aynı kitaba bakıp birbirlerini kafirlikle itham edecek kadar farklı şeyler anlayan insanlar için Kur’an’ın hiç değişmemiş / tahrif edilmemiş olmasının ne anlamı vardır?

Bu sorular başta müslüman araştırmacılar olmak üzere konu ile ilgilenen tüm bilimadamları tarafından olumlu veya olumsuz, daha doğrusu İslam teolojisinin lehinde veya aleyhinde yanıtlanmaya çalışılmaktadır. Bu konudaki tartışmaların sürgit devam edeceği muhakkaktır. Ancak bizce birinci soruya / sorular öbeğine verilecek yanıt şu olmalıdır:

Tanrı’ nın Kur’an’ı koruma vaadi, müslümanların onu korumaları yoluyla gerçekleşmiştir. Müslümanlar bir anlamda Tanrı’nın vaadinin gerçekleşmesinde vesile rolü oynamışlardır. Tanrı’nın vaadine güvenmemek bir tarafa onun vaadinin gerçekleşmesini sağlamışlardır.

Yine bizce ikinci soruya, ya da sorular öbeğine verilebilecek yanıt da şu olabilir:

Kur’an’dan herkesin farklı şeyler anlaması, bu farklılıklar aşırı düzeyde dahi olsa, Tanrı’ının insanları ve insanlığı tekdüzeleştirmemek, farklı yorumların oluşumuna imkan sağlamak için Kur’an’ı deyim yerindeyse bilinçli olarak / isteyerek elastiki / batıni anlamları mündemiç kılmasıdır. Bu, Tanrı’nın insanlara rahmetidir. Yani Tanrı, bizzat kendisi insanların / müslümanların farklı fikirlere / farklı din anlayışlarına sahip olmalarını murad etmektedir.

Tüm bu tartışmalara karşın Alevi / Bektaşiler, Kur’ an’ı, Allah’ın Hz. Muhammed’e gönderdiği son ilahi kitap olarak kabul ederler. Bu konuda Sünni ve Şii Müslümanlarla aralarında bir fark yoktur. Kur’an’ın değiştirildiği yolunda kimi iddiaları dillendiren marjinal kişiler bulunsa da Alevi / Bektaşiler, Kur’an’ın Tanrı tarafından korunduğu belirtilen ayetini temel alarak onun değiştirilmediğine ve değiştirilemeyeceğine inanmaktadırlar.

Kur’an’ın değiştirildiği yönündeki iddaların hiçbir ciddi ve bilimsel dayanağı yoktur. Kaldı ki Kur’an değiştirilmek istenseydi bile İmam Ali’nin buna karşı çıkması ve bu karşı çıkışın tarihen işaretlerinin bulunması gerekirdi. Bu bağlamda yani İmam Ali’nin karşı çıkması anlamında bir olayın kaydedilmediği ve üstelik Ebubekir tarafından bir araya toplanıp Osman tarafından kitaplaştırılarak çoğaltılan Kur’an’a Hazreti Ali’nin bir itirazının vaki olmadığı bilinmektedir. Ancak yine de Kur’an’ın değiştirildiği, Kur’an’dan özellikle Hazreti Ali’nin imameti ile ilgili ayetlerin çıkarıldığı tarzında iddialar bulunmaktadır. Bu iddiaların, tarihin hiçbir döneminde ciddi sayıda taraftarı olmamıştır.

Bununla birlikte Alevi / Bektaşilerin Kur’ an’a yaklaşımları son derece farklıdır. Alevi / Bektaşiler, Kur’an’ın yüzeysel anlamından ziyade içsel anlamının önemli olduğunu savunurlar. Kur’an’ın pek çok ayetinin Sünni ve Şiilerce yanlış anlaşılmakta olduğuna inanırlar. Onların, sadece yüzeysel / zahiri / dışsal anlamlarla yetindiklerini, içsel / batıni anlamlara ulaşamadıklarını ileri sürerler. Nitekim Kur’ an’ın yüzeysel / zahiri anlamlarının yanında içsel / batıni anlamlarının da olduğunu bizzat Kur’an’ın kendisi söylemektedir.

( Sünni ve Şii Müslümanlar, Kur’an’ın her hükmünün ve her ayetinin her çağda ve her coğrafyada geçerli olduğunu yani Kur’an’ın tümüyle evrensel ve zaman üstü olduğunu ileri sürerler. Ancak yine de Kur’an’daki pek çok hükmü uygulamazlar. Uygulamadıkları hükümlerin aslında uygulanamaz hükümler olduğunu görmek istemezler. Üstelik bu gerçeği asırlardır söyleyen Alevi / Bektaşi / Batıni kitlelere karşı da geçmişte olduğu gibi bugün de mütecaviz bir tutum sergilerler. )

Yine Alevi / Bektaşiler, Kur’an’daki pek çok ayetin yerel anlamlı ve kimi ayetlerin de zamana kayıtlı olduğunu / hükümlerinin geçersiz hale geldiğini savunurlar. Şimdi bu savları teker teker ele alalım.

Kur’an’ın Batıni Anlamları Vardır

Kur’an’ın batıni / içsel anlamlarının olduğu savı Kur’an kaynaklıdır. Nitekim Ali İmran Suresinde şöyle denilmektedir:

“…Onun ayetlerinin bir bölümü muhkem ( anlamı açık ) dir. Onlar kitabın anasıdır. Öbür ayetlerse müteşabih ( içsel anlamı olan ) tir… Onun yorumunu ise ancak Tanrı ve bilimde derinleşenler bilir…” ( 26 )

Ayrıca yine Zümer Suresi’nde şöyle denilmektedir:

“ Allah, sözün en güzelini, birbirine benzer iç içe anlamlar içeren ( mesani ) / batıni anlamları olan bir kitap halinde indirmiştir…” ( 27 )

Bu ve bunun gibi pek çok ayet Alevi / Bektaşilerin savlarının dayanağıdır. Aleviler, Kur’an’ın gerçek yorumunun ve içsel anlamının başta Hz. Ali olmak üzere tasavvufi derinliği olan kişilerce keşfedildiğini / keşfedilebileceğini savunurlar. Nitekim Hz. Muhammed, Hz. Ali’yi ilim şehrinin kapısı olarak nitelemiş ve ona Kur’an’ı anlamak noktasında en yüksek payeyi vermiştir. Onu kendi yerine vasi tayin etmesi de bu nedenledir. Kuşkusuz Kur’an’ı, Hz. Muhammed’in yerine vasi tayin ettiği bir kişiden daha iyi hiç kimse yorumlayamaz. Bu nedenledir ki, Hz. Ali, “ene Kur’an – u natık “ yani “ Ben konuşan Kur’an’ım.” Demiştir. Hz. Ali bu sözü Sıffın Savaşı sırasında askerlerinin mızraklarının uçlarına Kur’an sayfaları taktıran Muaviye’nin hilesine kanıp savaşmaktan vazgeçen ve “ Biz Kur’an’a saldıramayız “ diyen kendi askerlerini ikna için söylemiştir. Fakat bir kısım askerler, Hz. Ali’nin bu sözüne rağmen savaşmaktan vazgeçip Muaviye’nin savaşı kazanmasına neden olmuşlardır. Bu olay Kur’an’ın siyasete alet edilmesinin ilk örneklerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Hz. Ali de bu tavrıyla dinin ve kutsal değerlerin siyasete alet edilmesine ilk karşı çıkanlardan olarak tarihçe kaydedilmiştir. Alevi / Bektaşi inancına göre Hz. Ali, Kur’an’ın ta kendisidir. Bugün Kur’an’dan anlaşılan yazılı bir belgedir. Ancak Hz. Ali o yazılı belgenin konuşan, cisimleşmiş ve muşahhas halidir. Alevi / Bektaşilerin Hz. Ali’yi gerçek Kur’an / mücessem ve müşahhas Kur’an olarak gördüklerinin en edebi ifadelerinden biri Virani Baba’ya aittir: ( 28 )

“ Ali İncil, Ali Tevrat,

Ali Zebur, Ali Kur’an,

Ali Fazl’ur – Rahman,

Ali’dir sümme vech’ul-lah.”

Hz. Ali’nin bu üstün niteliğinin bir yansıması olarak Alevi / Bektaşiler, onu övmek, yüceltmek konusunda görkemli ve edebi anlamda olağanüstü sözler söylemişlerdir. Onun, Kur’an’ın batıni yorumuna olan hakimiyetini ve böylece dinin gerçek boyutunu keşfetmesini anlatan, edebi olarak bu gerçeklere dikkat çeken görkem yüklü şiirlerden biri de Şahkulu Sultan Dergahı post sahibi Hilmi Dedebabaya aittir: (29)

“Ali evvel, Ali ahir,

Ali Tayyib, Ali Tahir,

Ali batın, Ali zahir,

Ali göründü gözüme.

Ali candır, Ali canan,

Ali rahim, Ali rahman,

Ali dindir, Ali iman,

Ali göründü gözüme.”

Kur’an’ın batıni anlamlarının olduğunun kanıtlarından biri de bazı surelerin başlarında yer alan harflerdir. Elif, Lam, Mim; Elif Lam, Ra; Ha, Mim; Ta, Ha. V.b. kimi harflerin ne anlama geldiği hususunda Kur’an yorumcularının bir sürü savı bulunmakta ve bunların hiçbiri birbiriyle uyuşmamaktadır.

Kur’an’ın içsel anlamları olduğunu yani müteşabih olduğunu kabul eden ve bu yönde çok ciddi ve bilimsel araştırmalar yapan çağdaş / yaşayan Sünni din bilginleri de bulunmaktadır. Özellikle Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk ve Hasan Elik bu konuda öne çıkmaktadır. Hatta Yaşar Nuri’ye göre Kur’an’ın yüzde doksanı müteşabih, başka bir ifadeyle içsel anlamlıdır. (30) Bugün modernist tabir edilen Sünni din bilginleri tarafından yeni yeni ortaya atılan görüşleri Alevi / Bektaşi önderleri yüzyıllardır dile getirmektedir. Kur’an’ın zahiri / dışsal anlam ve yorumlarının günümüz dünyasına yanıt veremediği artık apaçık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Zahiri / dışsal anlam ve yorumların sadece bu çağda değil geçmiş dönemlerde de toplumsal yaşam bağlamında pek çok sorunlara yol açtığı tarihsel olarak sabittir. Yüzyıllar sonra da olsa Sünni ve Şii din bilginleri Alevi / Bektaşi yaklaşımının doğruluğunu kabul etmek zorunda kalacaklardır. Fazlur Rahman, Yaşar Nuri Öztürk vb. din bilginlerinin çabaları ( Bu bilginlerin çalışmaları genelde Kur’an’ın hukuksal ve sosyal alanlarla ilgili ayetleriyle sınırlı kalsa da son derece önemli bir gelişmedir. Bilindiği gibi Alevi / Bektaşiler, sadece hukuksal ve sosyal anlamda değil ibadetler ve akaid ile ilgili ayetlere de batıni / içsel yorumlar geliştirmişlerdir.) Alevi / Bektaşileri haklı çıkarmaktadır. Gerçi Alevi / Bektaşiler Sünni din bilginlerinden kendilerinin haklı olduğunu kabul etmelerini beklememekte ve buna gereksinim duymamaktadırlar. Onlar zaten tarihsel ve bilimsel olarak haklı olduklarını bilmektedirler. Bu biliş sadece bilme düzeyinde değil, bir iman mertebesindedir.

Alevi / Bektaşiler Kur’an’ın Batıni / içsel anlamlarına uymayı ilke edinmişler ve zahiri anlamlara boğulan ve dini dar kalıplara hapsedip her türlü gelişmenin önüne engel olarak koyan kimi bağnaz din bilginlerine yüzyıllar boyu karşı çıkmışlardır. Bilindiği gibi bu karşı çıkışlarının bedelini de çok ağır bir biçimde ödemişlerdir ve hala da ödemeye devam etmektedirler. Hallac – ı Mansur’un asılarak idamı, Seyyid Nesimi’nin derisinin yüzülmesi gibi olaylar milyonlarca elim olaydan sadece ikisini teşkil etmektedir.

Kur’an’ın Tarihsel Ayetleri Vardır

Kur’an’ın pek çok ayeti tarihseldir. İndiği dönemle ilgili ve günümüze dair hiçbir işlevselliği bulunmayan ayetlerin toplamı Kur’an’ın önemli bir bölümünü meydana getirmektedir. Hz. Muhammed ve ashabının yaşadığı ve bir daha benzerlerinin dahi yaşanmasına olanak bulunmayan bir sürü tarihsel olay Kur’an’ da uzun uzadıya anlatılmaktadır. Kur’an’ın yorumlanması ve açıklanması çalışmalarında tarihsellikten kastedilen hükümlerinin geçersiz hale gelmesi durumudur. Böylesi ayetlerin varlığı modernist yorumcular tarafından kabul edilmekle birlikte geleneksel Sünni din bilginlerinin tümü bunu reddetmekte ve Kur’an’da bulunan bütün ayetlerin geçerliliğini sürdürdüğü, kıyamete değin de sürdüreceği inancını savunmaktadır.

Oysa Kur’an’ın kendisi zamanla kimi hükümlerinin geçersiz hale gelebileceğini öngörmektedir. Nitekim Bakara Suresi’nde şöyle denilmektedir:

“ Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye güç yetirendir.” ( 31 )

“ Biz bir ayetin hükmünü başka bir ayetle değiştirdiğimiz zaman – ki Allah neyi indireceğini çok iyi bilir – sen ancak bir iftiracısın dediler. Hayır; onların çoğu bilmezler.” ( 32 )

Kuramsal olarak Kur’an, kendi ayetlerinin bazılarının zamanla geçersiz hale gelebileceğini söyleyerek ( ki bu duruma Tefsir literatüründe nesh denmektedir. ) tarihselliği kabul etmektedir. Günümüzde kimi modernist Sünni din bilginleri artık bunu kabul edip bu bağlamda yeni yorumlar geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bu cümleden olarak söyleyelim ki; Kur’an’daki hukuksal ve sosyal anlam ve hüküm içeren pek çok ayetin hükmü kalkmıştır. Özellikle miras, kadının statüsü, ceza hukuku, cariye hukuku vb. konulardaki ayetlerin uygulanabilirliği kalmamıştır.

Alevi / Bektaşiler bu gerçeği yüzyıllardır söylemektedir. Onlar, Kur’an’ın bir öğüt kitabı olduğunu kabul etmişler ve onu bir dogma şeklinde görme yanlışına düşmemişlerdir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ahlaki ve kimi inançsal esaslar, evrensel ve zaman üstü olmakla birlikte hukuksal ve sosyal alanlardaki ayetlerin, indiği dönemde geçerli olduğunu, sonraki zamanlarda yeni koşullarla birlikte yeni hükümlere ulaşılması gerektiğini ve bunun da ancak akılla yapılabileceğini ısrarla savunmuşlardır. İşte seyyid Nesimi’nin sözleri:

( … )

“ Din-ü iman- ü namaz- ü hacc-ü erkan – ı zekat

Bahs ü da’vi ŞERİAT kamu güftar nedir ?

İlm – ü Kur’an u hadis ü va’z ile ders

Cümle bir mani imiş bunca bu tekrar nedir ?

İlm – i tevhid okuyan medrese ilmin okumaz

Gör ki bu ravzada ol sırrı ile esrar nedir ?

( … )

Sözlerim cümle hakikattır sözüm anlayana

Özünü bilmeyene cümle bu güftar nedir ? “

Bu başlığı sadece iki örnek vererek kapatalım. Kur’an’da kadınların tanıklığı o dönem Arap toplumun koşulları gereği erkeklerin tanıklığının yarısı kabul edilmektedir. Oysa Kur’an ‘dan evvel kadınların hiçbir biçimde tanıklıkları kabul edilmiyordu.

“ Ey inananlar, belirlenmiş bir süre için borçlandığınız vakit onu yazın… Erkeklerinizden de iki tanık bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz tanıklardan bir erkek ile biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki kadın olsun…” ( 33 )

Çağımızda hiçbir entelektüel Müslüman kadın kendi tanıklığının yarım kabul edilmesine razı olamaz. Görüldüğü gibi bu ayet o dönemin toplumsal koşullarına göre hüküm vermiştir. Kadın o dönemde Arap toplumunda, sosyal yaşamda erkeğe oranla asla kıyas edilemeyecek derecede geri planda, hatta hiç yok hükmünde idi. Böyle olunca da sosyal olaylarda -ki burada ticari bir durum söz konusudur- tanıklığı erkek kadar muteber olamıyordu. Ne var ki sonraki dönem din bilginleri bu ayetten yola çıkarak kadınları her türlü hukuksal olayda yarım tanık kabul etmeyi kurallaştırmışlardır. Ancak zaman denilen olgu bu sakat anlayışı geçersiz hale getirmiştir. Gerçi hala günümüzde bile kimi şeriatçı çevreler bu hükmü savunmaktadır ama bu yaklaşımın gerçek yaşamda hiçbir uygulanabilirliği kalmamıştır. Erkeklerin birden fazla kadınla evlenebilmelerine ilişkin durum da aynıdır. Kur’an’ın bu konudaki hükmü de artık geçersizdir. Hiçbir Müslüman kadın bir erkeğin ikinci, üçüncü veya dördüncü karısı olmayı sindiremez. Bunu hiçbir çağdaş kadına İslam’ın hükmü diye kabul ettiremezsiniz.

Kur’an’daki bir diğer çarpıcı örnek de kadının boşanma sonrası beklemesi gereken süre ile ilgilidir.

“ Boşanmış kadınlar kendi başlarına üç ay hali beklerler. Eğer onlar gerçekten Allah’a ve ahiret gününe inanmışlarsa, rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri kendilerine helal olmaz…” ( 34 )

Görüldüğü üzere Kur’an indiği dönemin koşulları gereği kadınların boşanma sonrası üç adet dönemi ( üç ay ) beklemeleri ve hamile olup olmadıklarını net bir biçimde anlamalarını, hamile iseler çocuğun babasının kesin bir şekilde açığa çıkmasını sağlamaları yani gizlememelerini söylemektedir. Yeni bir evlilikten önce bu, koşuldur. Eğer bu koşula uyulmazsa çocuğun nesebinin tesbiti olanaksızlaşacaktır. Ancak bilindiği üzere bu durum tamamen o dönemin şartlarını yansıtmaktadır. Bugün teknoloji son derece ilerlemiş ve bir kadının hamile olup olmadığını anlamak için üç ay beklemeye gerek kalmamıştır. Dolayısıyla Kur’an’ın bu hükmü ve hükme temel teşkil eden bu ayeti zaman tarafından nesh edilmiştir. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler Kur’an’ın kimi ayetlerini bu şekilde geçersiz kılmaktadır. Ancak yüce Allah’ın vahyi sadece Kur’an’dan ibaret değildir. Yani Kur’an’la son bulmuş değildir. Bunu bizzat Kur’an’ın kendisi ilan etmektedir:

“ De ki; Rabbimin sözleri için deniz mürekkep olsa, rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz mutlaka biter. Bir o kadarını daha getirsek de yetmez. “ ( 35 )

“ Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak ( mürekkep olsa ) yine Allah’ın sözleri bitmez. Kuşku yok ki, Allah mutlak galip ve hikmet sahibidir. ( 36 )

Demek ki Yüce Allah’ın vahyi yani sözleri Kur’an’la bitmemiştir. Kur’an vahyin sonu değildir. Allah’ın vahyi sonsuzdur ve süreklidir. Anlaşıldığı üzere vahiy devam etmektedir. Peki bu vahyin içeriği nedir? Artık yeni bir peygamber gelmeyeceğine göre – ki Kur’an böyle söylemektedir – devam etmekte olan vahiy, peygamberi / nebevi bir vahiy değil, başka türde bir vahiydir. Bizce bu, Tanrının insanoğluna ihsan ettiği en büyük nimet olan akılla alınan bir vahiydir. Ancak bu akıl her bireyde bulunan akıl değil, evrensel akıldır, ortak akıldır. İnsanoğlu bu akılla, Allah’ın dilediği kadar ve dilediği sürede yeni bilgilere ulaşmakta, yeni keşifler yapmakta ve Tanrının en büyük kutsal kitabı olan evreni / evrendeki yaşamı okumaktadır. Bu okuma edimi Allah’ın izniyle olmakta, dolayısıyla bu okuyuş, Tanrısal vahyin sürekliliğini ifade etmektedir. İnsanın, evreni ve ondaki yaşamı okumasından bilim ve bilgi açığa çıkmaktadır. Bilim ve bilgi ise ayette işaret edilen “ Allah’ın tükenmeyen sözleri ”dir. Yani sona ermeyen vahyidir. O halde bilime uymak Allah’ın sonsuz ve sınırsız vahyinden nasiplenmektir. Bu noktada Kur’an’ın , “ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? “ (37) şeklindeki ayeti hatırlanmalıdır. Yine Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “ Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” buyruğu unutulmamalıdır.

Kur’an’ın Yerel / Mekana Kayıtlı Ayetleri Vardır

Kur’an, yüce Allah’ın insanlara öğüt olmak üzere gönderdiği son tanrısal bildirgedir. İçeriği itibariyle bütün kutsal bildirgeler gibi evrenseldir. Ahlak ve inanç esasları bütün insanlığı ilgilendiren özelliktedir. Kimi hukuki ilkeler de evrenseldir. Suçun şahsiliği ve suçla orantılı ceza verme ilkesi gibi. Ancak kabul etmek gerekir ki, Kur’an’da mekana kayıtlı yani yerel ayetler de vardır. Kur’an’ın tümünün evrensel olduğunu iddia etmek her türlü ciddiyetten uzaktır. Kur’an’da çağlar üstü gerçeklere işaret eden ayetler bulunduğu gibi sadece Arapları, hatta indiği dönemdeki Arapları ilgilendiren ve diğer topluluklar için hiçbir kuramsal ve kılgısal ( pratik ) anlamı olmayan ayetler de vardır.

Bu düşüncemizin kaynağı da Kur’andır. Nitekim Kur’an’da yüce Allah şöyle seslenmektedir:

“ Kentlerin anası ( Mekke ) ve onun çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman ve asla kuşku olmayan toplanma günüyle onları korkutman için sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik / açımladık.” ( 38 )

Bir başka ayette ise şöyle buyrulmaktadır:

“ Bu, kentlerin anası ( Mekke ) ve çevresinde bulunanları / yaşayanları uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı kutlu bir kitaptır…” ( 39 )

Açıkça görülmektedir ki, Kur’an’ın asli ve birincil muhatabı Mekke ve çevresinde bulunanlardır. Mekke ve çevresinde bulunanlardan kastedilen ise doğrudan doğruya Araplardır. Bu savı destekleyen önemli işaretlerden biri de Kur’an’ın dilinin Arapça olmasıdır. Kur’an’ın Arapça bir kitap olarak indirilmesinin nedeni açıklanırken asli ve birincil muhataplarının Araplar olduğu meydana çıkmaktadır. İşte Kur’an’ın diliyle ilgili açıklamanın bulunduğu bir ayet:

“ Eğer biz onu yabancı dilde bir kur’an yapsaydık, elbette şöyle diyeceklerdi: Ayetleri ayrıntılandırılmalı değil miydi? Arap’a yabancı dilde kitap olur mu ?…” ( 40 )

Kur’an’ın dilinin Arapça olmasının nedeni daha pek çok ayette anlatılmaktadır. Ancak verdiğimiz örnekler göstermektedir ki, Kur’an’ın dilinin Arapça olması boşuna değildir. İlk, asli ve birincil muhatap olan Arapların dilinin Kur’an’ın dili olması gerçeği bizi şu noktaya götürmektedir:

Gayet doğal olarak Kur’an’da sadece asli ve birincil muhatapları ilgilendiren ve onlardan başkası için hiçbir kuramsal ve kılgısal anlamı bulunmayan ayetler vardır. Bu durum, onun evrensel bir kitap olması özelliği ile asla çelişmemektedir. Çünkü evrensel olan onun mesajıdır, ruhudur, özüdür, ortaya koyduğu genel hükümlerdir. Her bir ayeti, her bir hükmü evrensel olamaz. Bu, toplumsal açıdan olanaksızdır. Kur’an, ilk muhatapları olan Arapların yaşamından somut olayları örnek alarak kimi sosyal düzenlemeler ortaya koymuştur. Bu sosyal olayların birebir karşılığının bütün dünya toplumlarında mevcut olması olanaksızdır. Kur’an’ın tüm ayetlerinde Arap kültürünün, Arap anlayışının derin izleri bulunmaktadır ki, bu durum yadırganacak bir şey olmayıp son derece doğal bir özelliktir. Arapların günlük yaşamlarında cereyan eden olaylar temelinde ihdas edilen sosyal ve dinsel kurallar bütün insanlık için birebir geçerli ve her coğrafyada tatbiki zorunlu ilkeler olamaz. Nitekim tarihsel olarak da görmekteyiz ki, İslam’ı kabul eden pek çok gayri Arap topluluk, kimi İslami kuralları kendi toplumsal yapılarına uyarlamaya çalışmışlardır. Bunun en büyük ve en çarpıcı örneği ise İslam’ın Türk kültürü ile yoğrulmasından doğan Alevi / Bektaşi yoludur.

Kur’an’da sadece Arapları ilgilendiren ayetlerden çok çarpıcı ve hiçbir tevile olanak bırakmayacak kadar net birkaç ayetle bu konuyu sonlandıralım:

“ İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Kuşkusuz onlar çirkin bir söz ve yalan söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedicidir, bağışlayıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğe kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Bulamayan kimse / buna gücü yetmeyen kimse eşiyle temas etmeden önce ardı ardına iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen altmış yoksulu doyurur. Bu, Allah ve elçisine inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah’ın hükümlerdir. İnanmayanlar için acı bir azap vardır.” ( 41 )

Öncelikle bu ayetlerin iniş nedenini açıklayalım. Araplarda, başka bir toplulukta bulunmayan bir gelenek vardı: Zıhar geleneği. Bu geleneğe göre bir adam karısına “ sen bana anamın sırtı gibisin” deyince kadın o erkeğe haram sayılır ve ebediyen kocası tarafından terk edilmiş olurdu. Hazreti Muhammed’in arkadaşlarından Evs bin Sabit de karısına kızıp bu sözü söylemişti. Karısı Havle, Hazreti Muhammed’ e gidip genç yaşında kocasına hizmetler ettiğini, çocukları olduğunu, şimdi bu ihtiyarlık zamanında kocasının bu sözü söyleyerek kendisini perişan ettiğini anlattı ve Hazreti Muhammed’den tekrar kocasına dönmesi için hüküm istedi. Hazreti Muhammed ise “ sen ona haramsın.” Dedi. Kadın, küçük çocuklarına üzüldüğünü söylüyor ve kendi lehinde bir hüküm vermesini Tanrı elçisinden tekrar tekrar istiyordu. Sonunda Hazreti Muhammed’de vahiy hali belirdi ve bu ayetler indi. Böylece Tanrı, Araplara özgü eski bir geleneğin yanlış bir kanıdan ibaret olduğunu, bu tür sözlerle kadının kocasının anası olamayacağını bildirdi.

Görüldüğü gibi zıhar geleneği Araplara özgüdür. Dolayısıyla Kur’an’ın bu ayetleri de Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman halklar için bu ayetlerin kuramsal ve kılgısal olarak hiçbir anlamı yoktur. Çünkü Türklerde ve diğer Müslüman halklarda böylesi bir gelenek yoktur. Kur’an’da daha pek çok konuda böylesi ayetler vardır. Kız çocuklarının utanç nedeni sayılıp diri diri gömülmesi, başı açık olmanın cariye ( köle kadın ) ve hayat kadını olmaya işaret addedilmesi gibi durumlar başka topluluklarda, sözgelimi Türklerde yoktur. Dolayısıyla Türkler için başa örtü almak özgür olmaya da işaret sayılamaz. Gerçi artık günümüz Arapları için de böyle durum söz konusu değildir. Dolayısıyla başı örtme diye bir buyruğa artık gerek yoktur. Kaldı ki bugün pek çok Sünni din bilgini başı örtme ile ilgili ayetlerin bir buyruk değil, bir öğüt / tavsiye olduğunu ve başı örtmemenin dinsel anlamda hiçbir cezasının bulunmadığını dile getirmektedir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi geleneğinin yasaklanması da, bu gelenek sadece Araplarda olduğu için Araplara özgüdür. Türkler veya diğer Müslüman topluluklar için bu türden ayetlerin kılgısal karşılığı yoktur.

Yine kur’an’da insanoğlunun bilemeyeceği sadece Tanrı’nın bilebileceği kimi konuların olduğu – ki bunlara Kur’an literatüründe gayb denmektedir. – bildirilmektedir.

Bu konular; kıyametin ne zaman kopacağı, yağmurun yağması, ne zaman ölüneceği, nerede ölüneceği, rahimlerde bulunanların mahiyeti ( Burada kastedilen çocukların cinsiyetidir. ) vb. dir.

Söz konusu ayetler şöyledir:

“ Kıyamet vakti hakkında bilgi Tanrı’nın katındadır. Yağmuru o yağdırır. Rahimlerde olanı o bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Kuşkusuz Tanrı her şeyi bilendir, her şeyden haberi olandır.” ( 42 )

“ Her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını Tanrı bilir. Onun katında her şey bir ölçüye bağlıdır.” ( 43 )

İşte görüldüğü gibi bu iki ayette belirtilen olaylar artık insanoğlu için gayb / bilinemeyen şeyler değildir. Ancak Kur’an’ın indiği dönemdeki insanlar bunların hiçbirini gerçekten bilmiyorlardı. Fakat insanoğlu Tanrı’nın izni ile ve onun bitip tükenmeyen vahyinin / sonsuz ve sürekli vahyinin ( Bilim ve teknoloji ) yol göstericiliği ile geçmişte bilinemeyen kimi konuları artık tüm çıplaklığı ile bilmektedir. Yağmurun ne zaman yağacağı insanlar için artık meçhul değildir. Hamile kadınların neye gebe olduğu da meçhul değildir. Gelişen bilim ve teknoloji sayesinde hava tahmin raporları ile hava durumu ve iklimsel özellikler yüzde yüze yakın bir oranla bilinmekte ve bu bilgi ile tarımsal, sınai ve sosyal planlar yapılmaktadır. Hatta insanoğlu geliştirdiği teknoloji ile artık yapay yağmur bile yağdırabilmektedir. Artık insanoğlu, ana rahmindeki çocuğun sadece cinsiyetini değil, yaşamı boyunca hangi hastalıklara yakalanacağını, saçının rengini, sakat doğup doğmayacağını, kaç kilogram ağırlıkta olacağını vb. bilmektedir.

Sıraladığımız bu özellikler inancı zayıf kimseler için inkara zemin oluşturabilir. Ancak Kur’an’ın gerçek işlevini ve Tanrı’nın onu indirmekle neyi amaçladığını, yine yüce Allah’ın kendilerine ihsan ettiği anlama gücü ve sezgi yeteneği ile keşfedip bilenler böylesi bir inkar çukuruna düşmek bir tarafa Tanrı’ya ve onun dinine olan imanlarını güçlendirirler. (Biz burada sadece birkaç örnek vermekle yetindik. Bu konu başlı başına bir çalışma gerektirecek kadar boyutludur. Nitekim bu konu ile ilgili “ KUR’AN’DA GEÇERLİLİĞİNİ YİTİREN AYETLER “ adlı çalışmamız devam etmekte olup en kısa sürede kitaplaştırılacaktır.)

İşte, Alevi / Bektaşi yoluna intisab eden gerçek müminler, zahiri / dışsal sığlıktan kurtulup batıni derinliğe ulaşarak Kur’an’ın ne amaçla indirildiğini ve Tanrı’nın insanlardan ne istediğini gerçek boyutlarıyla keşfetmiş, yüce Allah’ın bitip tükenmeyen vahyine teslim olup hakiki Müslüman olma mertebesine ulaşmış kimselerdir. Onlar, büyük Hünkar’ın, “ Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Buyruğuna boyun eğerek bilimin aydınlatıcı ikliminde yaşamaktadırlar.

Alevi / Bektaşiler, İnsanın yeryüzünde Tanrı’nın tecellisi olduğuna inanmakta dolayısıyla insanı okumanın, onu anlamaya çalışmanın ve insanı insan yapan en önemli değer olan akla teslim olmanın gerçek mümin olmak demek olduğuna iman etmektedirler.

Sözlerimizi yine Alevi / Bektaşilerin serçeşmesi Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin bir sözü ile bitirelim: “ OKUNACAK EN BÜYÜK KİTAP İNSANDIR. “

  1. PEYGAMBERİN HADİSLERİNE DAİR BİR KAÇ SÖZ

İslam’ın kutsal kitabı ve en temel kaynağı olan Kur’an konusunda bile müslümanlar arasında bu denli derin görüş ayrılıkları bulunurken peygamberin hadisleri ile ilgili çok daha derin ayrılıkların bulunması yadsınacak bir şey olmasa gerek. Bilindiği gibi peygamberin hadisleri onun ölümünden yaklaşık iki yüzyıl sonra derlenmeye başlanmıştır. ( 44) O zamana değin hadislerin kuşaktan kuşağa aktarıldığı ve çoğunlukla sözlü olarak muhafaza edildiği ileri sürülmektedir. Burada ilginç olan husus müslümanların, Kur’an ayetlerinin yazımı, derlenmesi ve korunması konusunda gösterdikleri titizliğin hadisler konusunda gösterilmemiş olmasıdır. Tam tersine İslam’ın ilk dönemleri ve peygamberin ölümünün ardından başlayan halifeler devresinde ( Özellikle Ebubekir ve Ömer devrinde ) hadis yazımının ve rivayetinin engellendiği, bundaki amacın da bu hadislerin Kur’an’la karışmasının önüne geçmek olduğu belirtilmektedir. ( 45 ) Ne varki sonraki dönemlerde bu tavır değişmiştir. Özellikle Emeviler ve Abbasiler döneminde kimi siyasal kaygılarla uydurma hadisler üretildiği nakledilmektedir.

Peygambere ait olup olmadığı konusunda hiçbir ciddi delile sahip olmayan bir sürü sözün bugün bile pek çok müslümanın, özellikle de ortodoks müslümanların yaşamına yön vermesi ve İslam’ın Kur’an sonraki ikinci temel kaynağı olarak kabul edilmesi daima tartışma konusu olagelmiştir. Buna karşın Alevi / Bektaşiler de kimi hadisleri ( ki bunlar daha ziyade Hazreti Ali’nin imametini işaret eden ve onu yüceltici hadislerdir. ) sahip oldukları inançları kaynaklandırmak bağlamında kullanmaktadırlar. Bu hadislerin bizzat peygamber tarafından söylenip söylenmediği konusunda elbetteki kesinlik yoktur. Ancak anlam itibariyle bu hadislerin peygambere ait olması konusu hadisler dışında diğer tarihsel kaynaklarla da desteklenmektedir. Kaldı ki, hadislerde itiraz edilen husus İslami konularda Kur’an’dan ayrı ve ona ortak ikinci bir hüküm kaynağı olması noktasıdır. Kur’an’da işaret edilmeyen her hangi bir konuda hadislerin dogmatik bir hüküm ihdas edemeyeceği savunulmaktadır. Fakat Kur’an’ın genel yapısına aykırı olmayan ve ahlaki bir takım öğütler ve tarihsel bilgiler içeren hadislerin elbetteki İslam kültürü ve tarihi açısından çok önemli bir yeri vardır. Bu bağlamda Hazreti Ali’nin hilafeti veya imameti konusunda sıradan bir hadis olmanın ötesinde tarihsel bir belge olarak nakledilen çok net olaylar vardır. Bunların en başında da Gadirhum olayı gelmektedir. Gadirhum’un tarihen sabit bir olay olması, bu olayın ruhuna aykırı olmayan, tam tersine onu destekleyen kimi sözlerin peygamberden nakledilmiş olması ve Alevi / Bektaşilerin bu sözlere dayanması hiçbir çelişki oluşturmamaktadır. Yani, Alevilere, “ Siz Hazreti Ali ile ilgili hadislere inanıyor fakat diğer konulardaki hadislere itibar etmiyorsunuz ? “ demenin tutarlılığı yoktur. Hadislerde, namaz kılmaya, Ramazan orucu tutumaya, hacca gitmeye dair telkinler bulunmakta fakat Aleviler bu hadislere itibar etmemektedirler. Çünkü bunların peygamberin ölümünün ardından iki asır sonra derlendiğini bilmekte ve bundan dolayı da güvenmemektedirler. Gerçi bu gibi ibadetler konusunda Kur’an’da yer alan kimi ayetleri de farklı şekillerde yorumlamakta, dolayısıyla hadislerin söyledikleri ile ilgili ayrıca yeni bir yorum geliştirmeye gerek duymamaktadırlar. Aslında Hazreti Ali’nin imameti / velayeti ve ehlibeytin masumiyeti konusu hadislere ihtiyaç duyulmadan Kur’an’daki kimi ayetlerle gerek apaçık, gerekse dolaylı olarak veya imaen tesbit edilmiştir. Ahzab Suresi’nde Hazreti Ali’nin de mensup olduğu ehlibeytin günahsızlığına / masumiyetine ilişkin apaçık bir ifade vardır.( 46) Bu ayetin mevcudiyeti peygamberin başta Hazreti Ali olmak üzere ehlibeyti övmek için söylediği rivayet edilen hadisleri doğrulamaktadır. Bu nedenle Alevi / Bektaşilerin Hazreti Ali’yi öven ve yücelten hadislere büyük önem ve değer vermesi son derece tutarlı bir davranıştır.

Alevi / Bektaşiler, Kur’an’ın kimi ayetlerinin bugüne yanıt veremediğini / zamanla nesholduğunu, batıni anlamlara sahip olduğunu, Araplara ve Ortadoğuya özgü ayetlerin bulunduğunu söylerlerken, hadislere ilişkin yukarıda ortaya koyduğumuzdan farklı bir görüşü zaten savunamazlar. Yani Alevi / Bektaşi anlayışı hadisler konusunda da son derce tutarlı bir tavra sahiptir. Kaldı ki büyük çoğunluğu Sünni ve Şii muhaddisler tarafından derlenen hadislerin Alevi / Bektaşiler için tarihsel bilgi olmanın ötesinde hüküm / kural koyucu ve itikadi esas tayin edici bir işlevi yoktur.

DİPNOTLAR :

  1. Sahih – I Müslim, “ Fedail’üs- sahabe “ Ali Bin E. Talib’in Faziletleri Bölümünden Aktaran Seyyid Murtaza / Aktaran Cemal Şener, Alevilik Olayı, s. 19.
  2. Ahmet Hilmi, Tarih-I İslam, C.1, s.170.
  3. Cemal Şener, Alevilik Olayı, s. 22.
  4. Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, Sadeleştiren Vedat Atilla, s.111 – 112.
  5. Kur’an – I Kerim, Maide Suresi, 90 – 91. ayetler.
  6. Kur’an – I Kerim, Nisa Suresi, 43. ayet.
  7. Kürşat Karacabey, “ Kızılbaşlık ( Türk Aleviliği ) üzerine “ 1-2 , Yenihayat Dergisi, Sayı: 30, 31, 33.
  8. Sorularla Alevilik – Bektaşilik, Hacıbektaş Belediyesi Yayınları, Nu.1, s. 24, yıl 2004.
  9. Kur’an – I Kerim, Ahzab Suresi, 33. ayet.
  10. Ahmet Hilmi, Tarih – I İslam, C.1, s. 170.
  11. Alevilik – Bektaşilik Açısından Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi, Ardıç Yayınları, s.188.
  12. A. Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s. 96.
  13. Kur’an – I Kerim, Saffat Suresi, 1 – 2 – 3. ayetler.
  14. Kur’an – Kerim, Al – I İmran Suresi, 191. ayet.
  15. Fahruddin Razi, E’ t – Tefsiru’l – Kebir, c.1, s. 209.
  16. Kur’an – I Kerim, İsra Suresi, 78 – 79. ayetler.
  17. Kur’an – I Kerim, Rum Suresi, 17 – 18.ayetler.
  18. Kur’an – I Kerim, Ta – Ha Suresi, 13 – 14. ayetler.
  19. Kur’an – I Kerim, Nisa Suresi, 103. ayet.
  20. Kur’an – I Kerim, Bakara Suresi, 183. ayet.
  21. Kur’an – I Kerim, Kadr Suresi, 3. ayet.
  22. Kur’an – I Kerim, Hac Suresi, 27. ayet.
  23. Kur’an – I Kerim, Bakara Suresi, 197. ayet.
  24. Kur’an – I Kerim, Bakara Suresi, 156. ayet.
  25. Kur’an – I Kerim, Kaf Suresi, 16. ayet.
  26. Kur’an -ı kerim, Al – i İmran suresi, 7. ayet.
  27. Kur’an – ı kerim, Zumer suresi, 23. ayet.
  28. İsmail Onarlı, Alevilik’te Nevruz Nedir?, s. 11.
  29. Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu, s.132.
  30. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, s. 486.
  31. Kur’an – ı kerim, Bakara Suresi, 106. ayet.
  32. Kur’an – ı kerim, Nahl suresi 101. ayet.
  33. Kur’an – ı kerim, Bakara suresi, 282. ayet.
  34. Kur’an – ı kerim, Bakara suresi, 228. ayet.
  35. Kur’an – ı kerim, Kehf suresi, 109. ayet.
  36. Kur’an – ı kerim, Lokman suresi, 27. ayet.
  37. Kur’an – ı kerim, Zumer suresi 9. ayet.
  38. Kur’an – ı kerim, Şura suresi 7. ayet.
  39. Kur’an – ı kerim, En’am suresi, 92. ayet.
  40. Kur’an – ı kerim, Fussilet suresi, 44. ayet.
  41. Kur’an – ı kerim, Mücadele suresi, 2 – 3 – 4 ayetler.
  42. Kur’an – ı kerim, Lokman suresi, 34. ayet.
  43. Kur’an – ı kerim, Rad suresi, 8. ayet.
  44. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, s. 52.
  45. Yaşar Nuri Öztürk, age, s. 51 – 52.
  46. Kur’an – ı Kerim, Ahzab Suresi, 33. ayet.
  47. BÖLÜM

ALEVİ / BEKTAŞİ YOLUNUN ÖNDERLERİ

Alevi / Bektaşi yolunun baş önderi kuşkusuz Hz. Ali ‘ dir. Onun soyundan gelen İmamlar, Hoca Ahmet Yesevi, Lokman Perende, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Balım Sultan, Şah İsmail, Pir Sultan Abdal, Karacaahmet Sultan, Şah Kulu Sultan vb. ulu kişilikler yolu sürdürmüş ve yola hizmet etmiş olan önderlerdir. Biz bu bölümde doğrudan Alevi / Bektaşi olmasa da Alevi / Bektaşi yolunun oluşumuna dolaylı dolaysız katkıda bulunan Baba İlyas, Baba İshak ve Şeyh Bedrettin gibi Anadolu Türkmen halkının efsanevi, tarihsel yolbaşçılarından da bahsedeceğiz.

HAZRETİ ALİ

Hazreti Ali, yolun kurucusu ve baş önderidir. Alevi / Bektaşiler ona tarifsiz bir sevgiyle bağlıdırlar. Onu sevmek, dindir, imandır. Nitekim Hazreti Muhammed, “ Ali’yi seven beni sever, beni Seven Allah’ı sever.” Demek suretiyle Hazreti Ali sevgisinin İslam’daki yerini ve önemini çok açık bir biçimde dile getirmiştir.

Hazreti Ali, zulme karşı başkaldırmanın tarihsel simgelerinden biridir. O mazlumların en büyük lideridir. Kendisi de büyük haksızlıklara uğramış, büyük acılar yaşamıştır. O, Tanrı’nın en sevgili kullarındandır. Onda üstün nitelikler vardır. Bu üstün nitelikler ona Tanrı tarafından verilmiştir. O, seçilmişlerdendir. O, Tanrının rızasını kazanmış / murtaza olanlardandır. O, evveldir. O,ahirdir. O, batındır. O, zahirdir. O, candır. O, canandır. O, dindir. O, imandır.

Alevi / Bektaşiler ona duydukları tarifsiz sevgi ve bağlılığın bir yansıması olarak onu çeşitli adlarla anmaktadırlar.

O, Şah – ı Merdan’dır. Yani yiğitlerin şahıdır.

O, Şah – ı Evliya’dır. Yani velilerin şahıdır.

O, Şir – i Yezdan’dır. Yani Tanrı’nın arslanıdır.

O, Nihan’dır. Yani sırdır.

O, Şah – ı Velayet’tir. Yani veliliğin şahıdır.

O, Ebu Turab’tır. Yani toprağın babasıdır.

O, Bab’ül – İlm’ dir. Yani bilimin kapısıdır.

O, Emir’ül – Mü’minin’ dir. Yani İnananların önderidir.

O, Haydar’dır. Yani arslandır.

O, Vechullah’tır. Yani Tanrı’nın yüzüdür, tecellisidir.

HAZRETİ ALİ’NİN SOYU ve ONA DUYULAN EŞSİZ SEVGİNİN KAYNAĞI

Yiğitlerin Şahı olan Hazreti Ali, 598 yılında Mekke’de doğmuştur. Ölüm tarihi ise 661’dir. Kureyş kabilesine mensuptur. Babası Ebu Talib, annesi Fatıma’dır. Hazreti Ali, peygamberimiz Hazreti Muhammed’in amcaoğludur. Kızı Fatıma ile evlenerek damadı olmuştur. Bu evlilikten Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin dünyaya gelmiştir. Hazreti Fatıma, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin, Hazreti Muhammed’in ehlibeytidir.

Hazreti Ali, İslam’ın kuruluş döneminde Hazreti Muhammed’in yanında olmuş, yiğitliği ve yürekliliği ile onu korumuştur. Hazreti Ali, İslam’ı kabul eden ilk erkektir. Çocuk yaşta İslam dinine girerek hiç günah işlemeden, putperest bir geçmişe sahip olmadan Allah’ın dinine hizmet etmiştir. Bu özellik onu öbür sahaben / peygamberin arkadaşlarından ayıran önemli bir unsurdur. Hazreti Ali, Hazreti Muhammed için ölümü göze almış, Mekke’den Medine’ye göç sırasında yatağına yatarak peygamberin düşmanlarına karşı kalkan olmuştur.

Hazreti Ali, halife Osman’ın ardından dört yıl dokuz ay süreyle halifelik yapmıştır. Bilindiği gibi Hazreti Muhammed’in ölümünü ardından İslam toplumu arasında halife seçimi noktasında anlaşmazlıklar yaşanmıştır. Bu anlaşmazlıkların İslam öncesi döneme kadar uzanan nedenleri bulunmakla birlikte, temel ayrılık Hazreti Muhammed’in hastalığı sırasında vefatından kısa bir süre önce Müslümanlar için bir vasiyet yazma isteğinin başta Ömer olmak üzere sahabeden kimilerince engellendiği, oysa peygamberin Hazreti Ali’yi yerine halife tayin etmek istediği yolundaki iddialara dayanmaktadır. Alevi ve Şiilere göre; zaten Hazreti Muhammed, Gadirhum’daki söyleviyle Hazreti Ali’yi vasi tayin etmiştir. Ancak; Ebubekir, Ömer, Osman vd. kişilerce peygamberin bu isteği göz ardı edilmiştir. Hazreti Ali, peygamberin cenaze işleriyle uğraşırken, Ömer’in etkisiyle Ebubekir halife seçilmiştir.

Hazreti Ali, ancak Osman’ın öldürülmesinin ardından halife olabilmiş ve hilafeti dört yıl dokuz ay kadar sürmüştür. Emevilerin bütün yıkıcı muhalefetine karşın Hazreti Ali hilafeti sırasında İslami ilkelere uygun, adil bir yönetim sergilemiş ve İslam toplumunun büyük sevgisini kazanmıştır. İslam toplumunda ilk bilimsel çalışmalar onun döneminde başlamıştır. Bu amaçla Hazreti Ali’nin bir bilim bakanlığı kurduğu belirtilmektedir. ( 1)

Türklerin Hazreti Ali’ye büyük bir sevgi duydukları malumdur. Bu sevginin oluşumundaki etkenlerden biri olarak da Onun halifeliği döneminde İslam ordularının Türkistan’daki harekatını durdurmuş, hatta Horasan’ı tahliye etmiş olması gösterilmektedir. (2)

Hazreti Ali’nin döneminde yeni hukuki düzenlemelerin yapıldığı, el kesme cezasının Hazreti Ali tarafından yasaklandığı da belirtilmektedir. (3)

Ali sözcüğünün anlamı “ yüce” dir. Adının anlamındaki yücelik onun özel olduğunun da göstergelerinden biridir. Ondaki yücelik Tanrı’dandır. Nitekim Alevi / Bektaşiler, Onda İlahi / Tanrısal özellikler olduğuna inanırlar. Bu inanış, Alevi karşıtları tarafından Hazreti Ali’nin Tanrılaştırıldığı ve putlaştırıldığı suçlamasına zemin teşkil etmiştir. Oysa bu suçlama yersizdir. Çünkü Alevi / Bektaşi inanışının omurgasını oluşturan “ vahdet – i vücud “ anlayışı ve Tanrı’nın insanda tecelli ettiği düşüncesi, bu inanışın yani Hazreti Ali’nin Tanrısallığı inancının temelini oluşturmaktadır. İnsan Tanrı’dan bir parçadır. Nitekim Tanrı, “ Biz insana ruhumuzdan üfledik.” Buyurmaktadır. Hazreti Ali’deki Tanrısallık da böyle anlaşılmalıdır.

Aleviler, Hazreti Ali ve Hazreti Muhammed’in yol kardeşi / Musahip / anda / yoldaş olduğuna inanırlar. Nitekim Buyruk’ta bu durum açıklanmaktadır. Dolayısıyla bu inanışın kaynağı da Buyruk’tur. Bilindiği gibi Buyruk, Alevi / Bektaşi yolunun temel kaynaklarındandır.

Hazreti Muhammed’in Hazreti Ali için söylediği kimi sözler onların yol kardeşi olduğunu ortaya koymaktadır. Peygamberimiz Hazreti Ali için şöyle buyurmaktadır:

“ Sen bendensin, ben sendenim.”

“ Ali ve ben aynı ağaçtanız. “

“ Ali’ye eza eden bana eza eder. “

“ Bir kimse Ali’yi severse beni sevmiş olur ve Ali’ye buğz ederse bana buğz etmiş olur.”

Alevi / Bektaşi ozanları şiirlerinde Ali sevgisini en yüksek edebi güzelliklerle işlemişlerdir. Bektaşi ozan Muhittin bir şiirinde Hazreti Ali’yi şöyle anlatmaktadır:

“ Dinle imdi bu sözümü,

Delil ve burhandır Ali.

Gel eşiğe sür yüzünü,

Kıble – i imandır Ali.

Hakikattir, marifettir,

Tarikattir, şeriattir,

Nübüvvettir, velayettir,

Küllide yeksandır Ali. “

Hazreti Ali’ deki Tanrısal nitelikleri, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre’yi anımsatır bir biçimde şöyle dile getirmektedir:

“ Yer yoğiken, gök yoğiken var olan,

Arş yüzünde kandildeki nur olan,

Gahi merkez olup, gahi yer olan,

Ali’dir ki, şah – ı Merdan Ali’dir. “

Büyük veli ve büyük Türkmen ozanı Pir Sultan Abdal bir başka nefesinde ise şöyle demektedir:

“ Bu dünyanın evvelini sorarsan,

Allah bir, Muhammed Ali’dir, Ali.

Sen bu yolun sahibini ararsan,

Allah bir, Muhammed Ali’dir, Ali. “

Kızılbaş Safevi Türkmen Devleti ‘nin kurucusu büyük ozan Şah İsmail Hatai ise Hazreti Ali ve Hazreti Muhammed’e olan sevgisini şöyle dile getirmektedir:

“ Daim fikrimde zikrin, ya Muhammed , Ya Ali.

Gönlümün evinde şükrün, ya Muhammed, ya Ali.

Tanıyamaz kendi özün seni yakın bilmeyen

Alemin ayinesisin, ya Muhammed ya Ali.”

Hazreti Ali’ye duyulan sevgi ve bağlılık, Alevi / Bektaşi yolunun özüdür, temelidir. Hazreti Ali ile birlikte onun çocukları olan Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’e de büyük bir sevgi beslenmektedir. Ancak Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin konusuna geçmeden önce Hazreti Ali ile ilgili bir tartışmaya değinmek istiyorum.

ALEVİLERİN ALİ’Sİ AHİSTORİK Mİ ?

Alevilik üzerine yazı yazan, fikir üreten kimi çevreler ve kimi bağnaz Sünni ve Şii araştırmacılar tarafından sıkça gündeme getirilen konulardan biri de Alevilerin inancının odağında yer alan Hazreti Ali’nin İslam tarihindeki “ dördüncü halife” , Hazreti Muhammed’in kuzeni ve damadı olan Ali olmadığı; tarihteki gerçek Ali’ de olmayan özelliklere sahip olduğu, dolayısıyla ahistorik / tarih dışı, üretilmiş ve menkıbesel bir kişilik olduğu yönündeki tartışmalardır.

Bu tartışmaların iki amacı vardır: Birincisi; Alevilere; “ Hazreti Ali, Sünni ve Şii müslümanlar gibi namaz kılan, Ramazan orucu tutan, Hac ibadeti yapan vb. bir İslam ulusudur, o halde siz de onun gibi olun, Sünni ve Şiiler gibi namaz kılıp Ramazan Orucu tutun.” şeklinde propaganda yapıp onları asimile etmektir. Bu yaklaşımda olanlara göre, Kırklar Meclisi ve Kırklar Cemi bir uydurmadan ibarettir. Dolayısıyla cem ve semah diye bir ibadet yoktur. Asıl farz olan Muharrem orucu değil, Ramazan Orucudur. Yani yüzyıllardır Alevi / Bektaşi ozanları tarafından anlatılan miraç ve Kırklar Cemi ve Kırklar Meclisi yalandır. Yüzyıllardır tutulan Muharrem oruçları boşunadır. O halde tüm Alevi / Bektaşi ozanları, tüm dede ve babalar yalancıdır. Sadece Sünni ve Şii hadis kitapları ve diğer Sünni ve Şii kaynaklar doğrudur.

İkincisi; “Alevilik İslam dışı bir inançtır. Başlı başına bir dindir. Ya da Zerdüştiliğin, Yezidiliğin vb. devamıdır. Alevilerin Ali’si aslında Sümer metinlerinde geçen ve ateş ruhu anlamına gelen “ Al “ veya “Alu” ya da ateşperestlerin ilahının Harran bölgesindeki adlandırması olan “ Alla “ veya “ Al “ dır.(4) Alevilik bir Kürt dinidir. Kökeni mezopotamya’dır. O halde Aleviler, İslam dışı olduklarını kabul etsinler. Kürtleşsinler. Hatta ateistleşsinler.” Diye propaganda yaparak, Alevileri kendi siyasal hedeflerine ve inançsızlıklarına payanda yapmaya çalışmaktır.

Birinci amaç için çalışanlar zaten yüzyıllar boyu Alevi Müslümanları ezen, katleden, onları kafir gören, zındık sayan, düşman belleyen geleneğin devamıdırlar. Bunlara göre Aleviler, Alevi gibi yaşadıkları sürece kafirdirler, zındıktırlar; Müslüman sayılabilmeleri için Sünni veya Şii olmaları gerekmektedir. Bu bağnazlara kızıp “ Evet biz Müslüman değiliz demek. “ deyim yerindeyse onların ekmeğine yağ sürmektir. Eğer İslam’ı sadece Sünnilik veya Şiilik olarak görecek olursak Aleviliği İslam dışı saymak kabil olacaktır. Ancak bu doğru değildir. Aleviliğin tarihsel arka plan anlamında gerçek İslam’a sahip çıkma ve onu yaşama egemen kılma hareketi olduğu düşünülecek olursa bu tutum Aleviliğe zarar vermekten başka bir işe yaramayacaktır. Ebussuudların, İbni Kemallerin, İdris – i Bitlisilerin süreği olan bağnazlara rağmen ve onlara inat tüm Alevi / Bektaşiler müslüman ve mümin olduklarını haykırmaya devam etmelidirler. Çünkü bu, hakikatin ta kendisidir. Hazreti Ali efendimizin Sünni ve Şii müslümanlar gibi namaz kılıp kılmadığı ve Ramazan orucu tutup tutmadığının Aleviler için hiçbir önemi yoktur. Tıpkı onun Arap olmasının, Arapça konuşmasının, entari giymesinin, kefiye takmasının, birden çok kadınla evlenmesinin, sakallı olmasının vb. önemi olmadığı gibi. Çünkü Alevilik, Ali’yi körü körüne taklit etmek değildir. Alevilik, Sünni ve Şii müslümanların çoğunun yaptığı gibi Ali’yi ve İslam’ı şekilciliğe boğmak, zahirde takılıp kalmak değildir. Onu örnek almak, ona sınırsız bir sevgiyle bağlanmak, ondan medet dilemek, Tanrının onda tecelli ettiğine inanmak, zulme ve zalimlere karşı direnişinden güç almaktır. Alevilerin Ali’si doğrudan doğruya historik / tarihseldir. Hazreti Muhammed’in kuzeni ve damadı olan İmam Ali’dir. Ancak Alevi / Bektaşiler, tarihsel süreçte ona olan sınırsız ve eşsiz sevgilerinin bir sonucu olarak Hazreti Ali’yi historik kimlik ve kişiliği ile asla çelişmeyecek şekilde yüceltmişler, uğradıkları her zulüm ve katliam sonrası direniş kaynağı ve yeniden ayağa kalkmada tükenmez bir güç menbaı olarak görmüşler, Sünni ve Şiilerin silmeye çalıştıkları uluhiyetine vurgu yapmışlardır. Zaten, “ Ali’yi seven, beni sever. Beni seven Allah’ı sever. “ diyen Hazreti Muhammed onu sevmeyi Allah’ı sevmekle bir tutarak ondaki uluhiyete işaret etmiyor mu ?

“Ali, camiye gitti, namaz kıldı, Ramazan Orucu tuttu. Eğer onu seviyorsanız siz de namaz kılın, Ramazan orucu tutun.”, diye baskı yapan zalimlere Pir Sultan’ın verdiği yanıtı yineleyelim:

“Alınmış abdestim aldırırlarsa,

Kılınmış namazım kıldırırlarsa,

Siz de Şah diyeni öldürürlerse,

Ben de bu yayladan şaha giderim.”

Yine Alevi / Bektaşileri Kabe’ye yönelip secde etmeye ve onu ziyarete yani Hacca çağıranlara da Yunus’un dilinden yanıt vermek gerek:

“ Çalış, kazan, ye, yedir.

Bir gönül ele getir.

Yüz Kabe’den yeğrektir.

Bir gönül ziyareti.”

İkinci amaç için çalışanlar, tıpkı birinci amaçta olduğu gibi Hazreti Ali’yi sadece 7. asırda yaşan Ali olarak düşünmekte ve ona ilişkin yazılan Seyyid Radıy’a ait “ Nehc’ül – Belaga “ adlı kitapta Hazreti Ali’ye atfedilen söz / hadisleri temel alarak, ona şeriatçı, cihatçı vb. yakıştırmalar yapmaktadırlar. Buradan hareketle de günümüz Alevilerinin şeriata, cihatçılığa karşı oluşunu temel alarak Ali’siz yeni bir Alevilik inşa etmeye çalışmaktadırlar. Oysa Hazreti Ali pek çok kez dünyaya gelmiştir. Hünkar Hacı Bektaş Veli, Şah Hatai, Pir Sultan Abdal, Ali’den başkası değildir. Dolayısıyla, Ali denildiğinde sadece 7. asırda yaşayan Ali anlaşılamaz. Kaldı ki şeriatçı, cihatçı oluşu da onların anladığı anlamda değildir.

İkinci amaç için çalışanlara verilecek yanıt da şudur:

Biz Allah’a kul, Muhammed’e ümmet, Ali’ye talip olanlarız. Ya siz kimsiniz ? Zerdüşti mi ? Yezidi mi ? Yoksa ateist mi? Ya da din düşmanı mı ? Yahut Kürtçü, bölücü mü ? Türklük ve müslümanlık kimliğinden rahatsızlık duyan bir soy özürlü mü ?

(Aleviliği İslam dışı gösterme çalışmalarındaki amaçlardan biri de eski Türk inançları ve kimi kültler ve inançlar ile olan bağını temel alarak onu İslam dairesinin dışına taşımaktır. Bu bağlamda dikkat çekici analizlerden biri de Nejat Birdoğan’a aittir:

“ … Tanrısal köklerine bakıldığında, yani Alevi tapınmalarında ve inanmalarındaki ritüellerine bakıldığında, hiçbir özelliklerinin İslam dairesinden gelmediğini görüyoruz…cemlerdeki müzik, şiir ve semahın İslam kaynaklarında reddedildiğini bilmekteyiz. Ruh göçü, tanrının insanda tecelli etmesi, halka namazı, Kıbleye değil insana secde vb.davranmalar da bizi İslam dairesinin dışına taşımaktadır. Ehl- i Beyt yandaşlığı ise Şah İsmail Hatayi’den sonra, yani 16. yy. başlarından sonra bir takıyye, yani kimlik saklama… çabasından ileri gelmektedir.” (Aktaran: Burhan Oğuz, Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri, 3. cilt, s. 24 )

Bu konuya daha sonra tekrar ve daha ayrıntılı bir biçimde değineceğiz. Ancak şimdilik şu kadarıyla yetinelim. Arapların yaşadığı biçimiyle ( ortodoks İslam ) İslam dini tam anlamda özgün bir din midir ki , Türklerin İslam’ı yaşayış biçimlerinden olan Alevilik tümüyle özgün olsun ? İslam’da, Arap toplumunun İslam öncesi gelenekleri, inançları ve diğer kültürel birikimi yok mudur ? Elbette ki vardır. Arap / Emevi / Abbasi İslam’ı ya da diğer bir ifadeyle ortodoks İslam, Hazreti Muhammed’in tanrıdan aldığı vahiyden ibaret olmayıp Tanrısal vahiy ile kadim Arap kültürünün tabii bir sentezidir. Bu sentezin kadim Arap kültürü ile ilgili kısmını Aleviliğin Eski Türk İnançları ile ilişkisini ele alacağımız bölümde ayrıntılı bir biçimde inceleyeceğiz.)

Ali’ye şeriatçı diyorsunuz. Ali’nin şeriatı her Alevinin de şeriatıdır. Alevilerin karşı çıktığı şeriat, egemen Emevi / Abbasi İslam’ının ürettiği ve gerçek İslam’da bulunmayan bir sürü çağ dışı unsurların oluşturduğu şeriattır. Ali’nin, dolayısıyla gerçek İslam’ın şeriatı; eşitlikçilik, adalet, özgürlük, ahlak, erdem, zulme karşı çıkış, iyilikten yana olup kötülüğü önlemek, insanları sevmek, Tanrı’yı bir bilip ona itaat etmek ve ona kul olmaktır. Büyük Alevi ozanı Yunus Emre’nin dediği gibi;

“ Bu, bildiğin şeriat değil,

Şeriat var şeriat içinde.

Gittiğin yol tarikat değil,

Tarikat var, tarikat içinde.”

Ali’ye cihatçı diyorsunuz. Hazreti Ali gerçek İslam şeriatını yaymak için; yani ahlakı, erdemi, iyiliği, sevgiyi, adaleti yaymak için mücadele etmiştir. İşte gerçek cihat budur. Bu anlamda elbetteki cihatçıdır. Hazreti Ali yaşadığı dönemin koşulları ve mensup olduğu toplumun gelenekleri çerçevesinde davranmıştır. Ancak Alevi / Bektaşilere göre Hazreti Ali, sadece İslam’ın ilk yıllarında yaşayıp gitmiş bir kişi değildir. O, Bektaş Veli donunda, Şah Hatai donunda, Pir Sultan donunda tekrar gelmiştir. Her gelişinde de geldiği dönemin koşullarına göre davranıp müminlerin yol göstericisi olmuş, zulme karşı direnişin simgesi olmaya devam etmiştir.

Münkirlere sözün kar etmeyeceği bellidir. İnançsızların, müminleri / Alevileri, Ali’den ayırmaya güçleri yetmeyecektir. Onların Ali’ye duyulan sevgi ve bağlılığı idrak edecek güçleri de yoktur. Kişi idrak edemediği şeyleri inkar edermiş. Bu nedenledir ki, onların Ali yolunu anlamlarını ve benimsemelerini beklemek boşunadır. Bu bilinç ve duyguyla sözlerimizi Kaygusuz Abdal’ın Ali sırrını açıkladığı bir nefesiyle bağlayalım:

“Ali’ ye ismullah derler

Yüzüne secde ederler

Taş yerine koyarlar

Koyamazsın demedim mi ?

Bu Kaygusuz ezeliden

Himmet almış ol veliden

Oku ilmini Ali’den

Doyamazsın demedim mi ? “

Şah – ı Merdan Ali’nin Sözlerinden Kesitler

“ Sen ey İnsan, apaçık bir kitapsın. Öyle bir kitap ki, harfleriyle yüreğin okunur.”

“ İki şey vardır ki, sonu bulunmaz: Bilgi ve akıl. “

“ Bilgin ölü olsa da diridir. Cahil diri olsa da ölü. “

“ Sana karşı kusurlu davranan kişi bağışlamanı dilerse bağışla. Çünkü Allah’ın iyilikleri onun kötülüklerinden çok daha büyük olacaktır. “

“ Eğer yoksullaşırsan, yoksulluğunu gönül varsıllığı ile tedavi et.”

“ Sırrı erdemli insanlardan başkasına verme. Zira o sır yalnızca erdemli insanlarda sır olarak kalabilir.”

“ Başkalarının sırrı sana emanet edilirse onlara sahip çık. Dostlarının ayıplarını görürsen, üstünü ört ve sakla. “

“ Yerilen aşağılık kişiler, saygınlık döşeklerine oturacak olursa biz ayağa kalkarız.”

“ Zulme ve zalime boğun eğen kimse hem hakkından olur hem de şerefini yitirir. “

“ Akıl gibi mal, iyi huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref bulunmaz. “

“ Dert ve sıkıntının şiddetine sabır göster. Zira onun da sonu gelecektir. Bil ki sabır, asalet derecesidir. “

“ özgür insan tarafından yapıldığında iyilik, bir Nisan yağmuru damlasının sedef kabuğunda inciye dönüşmesi gibidir. Tutsaklığı babadan devralanlar içinse yılanın ağzındaki zehir gibidir. “

“ Emrin altında bulunanlar için yüreğinde muhabbet, merhamet duyguları ve lutuf eğilimleri besle. Sakın çaresizlerin başında, kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Çünkü onlar iki sınıftır: Ya dinden kardeşin, ya da yaradılıştan eştir sana…”

“ Ne kötüdür haram yemek; zulmün en kötüsüyse zayıfa zulmetmek…”

“ Sana sert davranana karşı yumuşak ol. Belki o da yumuşar. Düşmanına üstünlükle muamele et ve onu bağışla. “

“ Konuğuna gücün yettiğince ikramda bulun. Öyle ki, ona saygıdan seni mirasçı saysınlar. “

“ İki tür insan vardır: Bilen ve dinleyen. Diğerleri işe yaramaz çökeltilerdir. “

“ Bilim insanın güzelliğidir. Onu kazanmak için gayret göster. Onu kazan ki, kahrıyla yaşayan bir insan olma. “

HAZRETİ HASAN VE HÜSEYİN

İslam tarihinin en önemli olaylarından olan hilafet ve imamet meselesinin haklı ve fakat mazlum tarafını teşkil eden ehlibeytin önde gelen kişileri olarak Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin, Alevi / Bektaşi yolunun önderlerindendir. Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin, Hazreti Ali’nin oğulları ve Hazreti Muhammed’in torunlarıdır. İkisinin de halifeliği Emevi sülalesi tarafından engellenmiş ve ikisi de şehit edilmiştir.

Hazreti Hasan, hilafet için mücadele etmiş fakat başarılı olamamıştır. Muaviye, çeşitli hilelerle Hazreti Hasan’ı engellemiş ve yaşamını yitirmesi için uğraşmıştır.

Hazreti Hasan, karısı tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Muaviye, Hazreti Hasan’ın karısı Cude’yi oğlu Yezid’le evlilik vaadiyle kandırmış, kiralık adamı Mervan’ın suç ortaklığı ile Hazreti Hasan’ı zehirletmiştir. ( 5 )

Hazreti Hüseyin’e gelince…

İmam Hüseyin, Hicretin üçüncü, başka bir rivayete göre ise dördüncü yılı Şaban ayının 3. günü Medine’de doğmuştur. Yine rivayete göre altı aylık doğmasına karşın yaşamıştır. İslam inancına göre Hazreti Hüseyin dışında altı aylık olup da yaşayan tek kişi Hazreti İsa’dır. ( 6 )

Muaviye’nin ölümünün ardından onun isteği üzerine yerine Yezid geçmek istedi. Fakat Hazreti Hüseyin buna karşı çıktı. Onun şöyle dediği rivayet edilmektedir:

“ Şu dünyanın gidişatına bak ey Velid, haksızlık da ağaçlar gibi büyüyüp dal budak salar oldu. Muaviye zaten halifeliği binbir hile ile ele geçirmişti. Bu da yetmezmiş gibi şimdi de oğlu halifeyim diye ortaya çıkıp hak iddia ediyor. “ ( 7 )

Hazreti Hüseyin beraberindeki 70 – 80 kişi ile Kufe’ye doğru yola çıkar. Kufe halkı halife olarak ona biat etmiştir. Ne var ki Yezid ondan önce davranıp şehre kendine yandaş bir vali atamış ve bu vali bir ordu hazırlayarak Hazreti Hüseyin’in şehre girişini engellemiştir. Kufe valisi İbni Ziyad, Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının teslim olmasını ve Yezid’e biat etmesini istemiştir. Hazreti Hüseyin bunu reddetmiş ve beraberindekilerle Kerbela denilen yerde günlerce susuz bırakılmış, ardından başı kesilerek şehit edilmiştir.

Hazreti Hüseyin ve yanındakiler bu davranışlarıyla canları pahasına zulme ve haksızlığa boyun eğmediklerini göstermişler ve tarihin en şerefli, en asil ve en kahramanca duruşlarından birini sergilemişlerdir. İmam Hüseyin ve yanındakiler, zulme ve haksızlığa karşı çağlar boyu direnen mazlumların ölümsüz simgeleri olmuşlardır. Onların direnişi değişik ad ve şekillerde halen sürmektedir. İmam Hüseyin, adaletsizliğe, haksızlığa ve zulme karşı yükselen bir direniş bayrağıdır. O, bütün mazlumların güç ve inanç kaynağıdır.

İmam Hüseyin şehit edildiğinde tarih, Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının onuncu günü, ikindi vaktini gösteriyordu. Şehit olduğunda 56 yaşındaydı. Bu olaydan sonra Yezid iki yıl saltanat sürdü. Ölümünün ardından yerine oğlu ikinci Muaviye geçti. Ancak o, hilafetinin kırkıncı günü şöyle bir konuşma yaparak hilafetten çekildi:

“ Ey nas ! Biliniz ki ben, bu zulmün devamına tahammül edemem. Hilafet makamı Ali’ye ve evladına ait bir makamdır. Ben bu hakkı gasbetmekten Allah’a sığınırım. Kendimi bu makamdan geri alıyorum.” ( 8 )

İkinci Muaviye’nin annesi ile birleşen Mervan o gece ikinci Muaviye’yi zehirleterek öldürtür. Yerine de kendisini Halife ilan eder.

Alevi / Bektaşi yolunun diğer İmamlarının adları ise şöyledir:

İmam Zeynelabidin,

İmam Muhammed Bakır,

İmam Cafer Sadık,

İmam Musa Kazım,

İmam Ali Rıza,

İmam Muhammed Taki,

İmam Ali Naki,

İmam Hasan Askeri,

İmam Muhammed Mehdi.

  1. HOCA AHMET YESEVİ

Pir – i Türkistan olarak da bilinen Hoca Ahmet Yesevi ilk Türk mutasavvıflardandır. Doğu Türkistan’ ın Seyran ( sayram ) Kasabasında doğmuştur. Annesi Ayşe Hatun, babası Şeyh İbrahim’dir.1093 – 1166 yılları arasında yaşadığı sanılan Ahmet Yesevi, Türk tarihinin en önemli kişiliklerinden biridir. 12. yüzyılda Orta Asya bölgesinde büyük dinsel etkileri olmuş, Türklerin Müslümanlaşmasındaki önemli etmenlerden biri olarak tarihe geçmiştir. Ahmet Yesevi İlk Türk tarikatı olan Yeseviliğin kurucusudur. Yesevilik, Anadolu Aleviliğinin nüvesini oluşturur. Nitekim Anadolu Aleviliğinin temel kavram ve terimlerini ilk kez Hoca Ahmet Yesevi’nin Divan – ı Hikmet ‘inde görmekteyiz. Ahmet YESEVİ Hazretleri soyca Türk’tür. Türk diline çok büyük hizmetler etmiş, din dilinin Türkçeleşmesi için çaba sarfetmiştir. Ayet ve hadislerin Türkçelerini okuyarak Türkleri İslam’a çağırmıştır. Yesevi Hazretleri şöyle seslenmiştir:

“ Sevmiyorlar bilginler sizin Türk dilini

Erenlerden işitsen açar gönül ilini

Ayet, hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar

Anlamına erenler başlarını eğip uyarlar…”

Hikmet adı verilen şiirlerinde kullandığı duru Türkçe ile Türk dilinin ve kültürünün başyapıtlarından birini oluşturmuştur. Anadolu’yu Türkleştiren 99 bin Horasan ereninin piri olan Hoca Ahmet Yesevi Hazretleri, Hünkar Hacı Bektaş Veli’ nin düşünce ve inanç dünyasının da mimarlarındandır. Hacı Bektaş Veli, Hoca Ahmet Yesevi’nin kurduğu Yeseviliği Anadolu’ya taşımış, ona yeni bir biçim ve öz vererek Anadolu Aleviliğinin / Türk Aleviliğinin oluşmasını sağlamıştır. Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi Hazretlerinin doğrudan öğrencisi değildir. Ancak onun öğrencisi olan Lokman perende’nin öğrencisidir.

Ahmet Yesevi ile Hünkar Hacı Bektaş Veli, dolayısıyla Yesevilik ile Alevilik ve Bektaşilik arasındaki manevi bağ ve ilişki, “ Velayetname – i Hacı Bektaş Veli “ de anlatılmaktadır.

Anadolu Türkmenlerinin yetiştirdiği büyük direniş ve mücadele ozanı Pir Sultan Abdal Ahmet Yesevi ile Hünkar Hacı Bektaş Veli arasındaki ilişkiye bir şiirinde şöyle yer vermektedir:

“ Hoca Ahmet Yesevi anın piridir.

Velayet, dağları taşları yürüdür.

Hazret – i Hakk’ın bu gizli sırrıdır.

Hacı Bektaş Veli, Sultan Balım var. “ ( 9 )

  1. HACI BEKTAŞ VELİ

Anadolu’da Aleviliğin en büyük piri olan Hacı Bektaş Veli Hazretleri, Nişabur’da doğmuştur. Asıl adı Mehmet’tir. Bektaş, mahlasıdır. Net bir tarih olmamakla birlikte hem Velayetname’ye, hem Ariflerin Menkıbeleri’ne hem de Aşık Paşa Tarihi’ ne göre 1270 – 71’de ( Bu konuda başka bir görüş daha vardır. Buna göre Hünkar, 1337’de dünyadan göçmüştür.) eski adı Sulucakarahöyük olan Hacı Bektaş’ ta Hakk’a yürümüştür. ( 10 )

Hacı Bektaş Veli, Alevi / Bektaşilerin serçeşmesidir. Yani yolun beslendiği kaynaktır. O, ilim, irfan, sevgi, barış ve direniş pınarıdır. Ondan alınan güç ve esinle yüzyıllar boyu zulme, eritime / asimilasyona karşı direniş bayrağı yükselmiş, Alevi / Bektaşi kimliği yaşamıştır.

Hacı Bektaş Veli, 99 bin Horasan ereninden biridir. Onu Anadolu’ya Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olan Lokman Perende göndermiştir. Anadolu’ya geldiği zaman, kardeşi Menteş ile birlikte Baba İlyas’ın yanına gittiği, onunla görüştüğü bazı tarihsel kaynaklarda ( Aşık Paşa’ nın Tevarih -i Ali Osman’ında ) belirtilmektedir. Baba İlyas / Baba Resul ve Baba İshak’ın Türkmenlerin hakları için başlattıkları toplumcu ayaklanma Farslaşmış Selçuklular tarafından 1240 yılında kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş’in kalkışmaya / isyana katıldığı ve bu sırada Hakk’a yürüdüğü kabul edilir. Hünkar’ın bu kalkışmaya katılıp katılmadığı net değildir. Ancak katılmasa bile desteklemiş olma olasılığı büyüktür. Nitekim, onun kalkışmalarda etkin bir eylemci olmadığı fakat Baba İshak’ın halifesi olduğu belirtilmektedir. ( 11 ) Hünkar, kalkışmadan sonra Sulucakarahöyük’e gelmiş ve burayı mekan tutmuştur.

Hünkar’ın Anadolu’ya geldiği yıllarda Türkmenler, Arap ve Acem / Fars etkisindeki Anadolu Selçuklu Devleti’nin ağır zulmü ve baskısı altında eziliyor, Türklere insanlık dışı muameleler yapılıyordu. İşte Babai kalkışması bu nedenle çıkmış ve Baba Resul, Türkmenleri Selçuklu zulmünden kurtarmak için ayaklanmaya öncülük etmişti. Türkmen ayaklanması Fransız paralı askerlerinin yardımıyla bastırılmış ve kalkışmanın önderleri idam edilmiştir.

Hünkar Hacı Bektaş Veli ile ilgili en önemli konulardan biri de onun evlenip evlenmediği konusudur. Onun evlendiğini iddia edenler, Hünkar’ın İdris Hoca’nın eşi Kadıncık Ana’dan doğma kızı Fatma Nuriye Hatun ( Kutlu Melek ) ile evlendiğini ileri sürerler. Bu görüşte olanlara Çelebiler denilmektedir. Çelebilere göre Hacı Bektaş Veli evlenmiş ve çocukları olmuştur. Çelebiler kendilerinin Hünkar’ın soyundan geldiğini iddia etmektedirler ki bu nedenle onlara “ Beloğlu “ denilmektedir.

Hacı Bektaş Veli’nin hiç evlenmediğini iddia edenlere ise Babalar / Babağan denilmektedir. Babalar kendilerini “ Yoloğlu “ olarak adlandırırlar.

Alevilik’te Hünkar’ın soy ağacı konusu da önemlidir. Birçok Alevi onun Hazreti Ali’nin soyundan geldiğini, dolayısıyla seyyid olduğunu savunur. Ancak Hacı Bektaş Veli’nin soy kütüğünün Hazreti Ali’ye dayandırılması tarihsel ve kronolojik olarak mümkün değildir. Bektaş Veli’nin soy kütüğü şöyle belirleniyor:

Hacı Bektaş Veli, Seyyid Muhammed İbrahim Sani, Seyyid Musa Sani, İbrahim Mükerrem Al Mücab, İmam Musa Kazım, İmam Cafer Sadık, İmam Muhammed Bakır, İmam Zeynelabidin, İmam Hüseyin, İmam Ali.

Görüldüğü gibi Hazreti Ali ile Hacı Bektaş Veli arasında sekiz kişi var. İmam Ali, Hicretin 40. yılı RAMAZAN AYININ 21. GECESİ vefat eder. İmam HASAN 670’te, İmam Hüseyin 680’de şehit edilir. İmam Hüseyin’in oğlu İmam Zeynelabidin 712’de, onun oğlu Muhammed Bakır 732’de, Cafer -i Sadık, Hicri 148’de, İmam Musa Kazım miladi 799’da Hakk’a yürümüştür. Hacı Bektaş Veli ise, 1270 – 1271’de vefat etmiştir. Bu tarih ile İmam Musa Kazım’ın Hakk’a yürümesi arasında 500 yılı aşkın bir zaman var. Bu kadar yıl içinde Hacı Bektaş Veli arasında üç kişi bulunuyor. Bu ise bilimsel olarak hiç olanaklı değildir. ( 12 )

Bu nedenle Hacı Bektaş Veli’nin seyyid olması ve soyca Arap olması imkan dahilinde değildir. Hünkar soy itibariyle kesinlikle Türk’tür. Ancak onun soyunun Hazreti Muhammed’e dek dayandırılması anlayışı ona duyulan yoğun sevginin bir yansıması olarak yine çok sevilen Ehlibeyte olan bağlılıkla birleştirilmiş ve tümüyle efsanevi bir yapıya büründürülmüştür. Ancak onun büyüklüğünü ve yüceliğini kan bağında değil, düşünce ve inancında aramak gerekir. Aslolan soy değil, inanç ve düşüncedir. Eğer soy önemli olsaydı Hazreti Muhammed ve Hazreti Ali ile aynı soydan olup da onlara düşmanlık edenlere öfke duymamızın bir anlamı olmazdı. Ayrıca unutmamalıyız ki, Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “ Benim gerçek evladım, soyumdan gelen değil, yolumdan gelendir.” Dediği rivayet edilmektedir.

Hünkar Hacı Bektaş Veli, Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşması hareketinin öncülerindendir. O, büyük Türkmen dervişi olarak söylediği özlü sözlerle ve yetiştirdiği binlerce öğrencisiyle yüzyıllardır Anadolu adlı Türkmen yaylasını aydınlatmaya devam etmektedir. Onun ışığı sadece Anadolu’yu değil, bütün dünyayı aydınlatmaktadır. İşte yüzyıllar boyunca yolumuzu aydınlatan Hünkar’a ait veya ona atfedilen ışıklı sözlerden kimileri:

“Eline, Diline, Beline sahip ol!”

“Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”

“İncinsen de incitme!”

“Emeği ile geçinmeyen bizden değildir.”

“Rengimiz güldür bizim, gül gibi açacağız.

Gönüllere aşk ile sevgiler saçacağız.

Hak hakikat yolunda bir yüzümüz var bizim.

Olduğumuz gibiyiz ve öyle kalacağız.

Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde

Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde

Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok

Noksanlık,eksiklik senin görüşlerinde”

Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin en ünlü yapıtı “ Makalat “ ve “ Velayetname” dir. Makaleler anlamına gelen “ Makalat” ve “ Velayetname” adlı yapıtların Hünkar’a ait olduğu konusunda bir ihtilaf yoktur. Ancak her iki yapıt da Hünkar’ın Hakk’a yürümesinden sonra ortalama 1480 – 1500 yıllarında kaleme alınmıştır. Hünkar ise 1270 – 1271 ‘de dünyadan göçmüştür. Bu yapıtların dışında kimi yapıtların ona ait olup olmadığı tartışmalıdır. Bu yapıtlar; Şathiyye, Fevaid, Fatiha Tefsiri, Besmele Tefsiri vb. dir.

Şah – ı Merdan Ali’nin yolunu sürdüren büyük Türkmen piri Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye ithafen Alevi / Bektaşi ozanları büyük bir sevgi ve bağlılıkla şiirler söylemişlerdir. Bu şiirlerde Alevi / Bektaşi yolunun en belirgin inançlarından olan don değiştirme / yeniden başka bir kılıkta dünyaya gelme ( Bu inanç sadece ulu kişiler için geçerlidir ) inancının yansıması olarak Hünkar Hacı Bektaş Veli, Hazreti Ali’den başkası değildir. Hazreti Ali, aslında Hünkar Hacı Bektaş Veli donunda tekrar gelmiştir. İşte Pir Sultan Abdal’ın sözleri:

“Muhammed Miraç’ta davet gününde

Arslan hamle kıldı rahı önünde

Kim idi görünen arslan donunda

Var mı Hacı Bektaş Veli’den gayrı

Size niyaz eder Güruh – u Naci

Arkasında hırka, başında tacı

Onulmaz yaranın merhem ilacı

Var mı Hacı Bektaş Veli’den gayrı “ ( 13 )

Bir başka şiirde ise şöyle demektedir:

“ Balım Sultan er köçeği

Keser kılıncı bıçağı

Cümle erenler gerçeği

Hünkar Hacı Bektaş Veli.

Pir Sultan’ım gerçek veli

Erenlerden çekmem eli

On iki imam’ın yolu

Hünkar Hacı Bektaş Veli.” ( 14 )

Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin don değiştirmiş Ali olduğu inancı başka bir Alevi / Bektaşi nefesinde şöyle dile getirilmektedir:

(…)

“Evvel gelip Ali olan,

Sonra gelip Veli olan,

Ebed hem ezeli olan,

Hakk Muhammed Ali haktır,

Hacı Bektaş Veli Haktır. “ ( 15 )

Alevi / Bektaşi inancına göre Hünkar Hacı Bektaş Veli, Türk / Türkmen yurdu Horasan’dan yine Türkleşmekte olan Anadolu’ya ( o zamanlar Anadolu’ya Rum diyarı denilmektedir.) güvercin donunda gelmiştir. Bu durum bir nefeste şöyle dile getirilmektedir.

“ Horasan şehrinde zuhur eyleyen,

Hünkar Hacı Bektaş Veli pirimdir.

Gelip Rum diyarın pirnur eyleyen,

Hünkar Hacı Bektaş veli pirimdir.

Güvercin donunda pervaz eyledi,

Rum erleri gelip niyaz eyledi

Tevella sırrına avaz eyledi

Hünkar Hacı Bektaş Veli pirimdir.” ( 16 )

Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin aydınlık ve ışıltılı yolunda yürüyen milyonlarca Alevi / Bektaşi, ondan aldıkları güç ve esinle insanlığı, örnek erdem ve ahlak toplumunu kurmaya çağırmaktadırlar. Ele dile ve bele sahip olma ilkesinin biçimlendirdiği bu erdem ve ahlak toplumunun özünde insan sevgisi vardır. Alevi / Bektaşi yolunun insan sevgisini en görkemli ve özlü biçimde anlatan söz de yine büyük Türkmen dervişi Hünkar Hacı Bektaş Veli’ye aittir. Sözlerimizi onun o görkem dolu sözleriyle sürdürelim:

“ Ellerin kabesi var,

Benim kabem insandır.

Kuran da kurtaran da

İnsanoğlu insandır. “

Her yıl ülkemizde, 16 Ağustos tarihinde Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde büyük Türkmen dervişi Hünkar Hacı Bektaş Veli’yi anma törenleri düzenlenmektedir. Bu ve bunun gibi törenler Türkiye’de Alevi / Bektaşi kimliğini taşıyan insanların gücünü gösteren ve Alevi / Bektaşi nüfusu hakkında bir gösterge olan etkinliklerdendir. Ancak törenlere katılım ne üzücü ki, Alevi / Bektaşi nüfusu dikkate alındığında çok düşük düzeyde cereyan etmektedir. Aleviliğin yükselen bir inanç olarak Türkiye’nin toplumsal yaşamında daha fazla yer alabilmesi için bu törenlere katılımın mutlaka yükselmesi ve her yıl milyonlarca insanın mahşeri kalabalıklar halinde Hacıbektaş’ta buluşması gerekmektedir. Hünkar’ın çağrısına uymak ve onu ziyaret edip bir anlamda hac görevini ifa etmek, durumu uygun olan her Alevi / Bektaşi’nin birincil ve vazgeçilmez görevlerindendir. Bu görevi yerine getirmek yola bağlılığın da bir göstergesidir. Hünkar’ın kutlu çağrısına uyanlara ne mutlu!

Yüzyıllar önce o bize şöyle seslenmişti:

“ Dostlarım,

Kardeşlerim,

Canlarım…

Kaldırın başlarınızı

Suçlular gibi, yüzümüz yerde

Özümüz darda durup dururuz.

Kaldırın başlarınızı yukarı

Bize göz verildi, gözleyin diye!

Dil verildi söyleyin diye!

El gövdede kaşınan yeri bilir.

Dert bizde, derman ellerimizdedir.

Ararsan bulursun, verirsen alırsın.

İnanmazsan gelir görürüsün. ( 17 )

  1. ABDAL MUSA
  2. yüzyılda yaşadığı kabul edilen Abdal Musa da Alevi / Bektaşi yolunun önderlerindendir. Abdal Musa, Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin halifesi olarak yola hizmeti sürdürmüştür. Onun yol içinde oynadığı rol nedeniyle cem ayinlerinde meydanda bulunan on iki posttan biri Abdal Musa postu ( Ayakçı Postu ) olarak kabul edilir. Ayakçı, abdallık mertebesidir. Tekkelerde temizlik işlerini yapan dervişe verilen isimdir. Ayakçı postu, Abdal Sultan makamı olarak bu hizmete verilen değeri anlatmaktadır. Ayrıca Abdal Musa Sultan adına düzenlenen Abdal Musa Cemi ve Abdal Musa Kurbanı bulunmaktadır.

Baba İlyas’ın beş kuşak sonra torunu olan tarihçi Aşık paşa, Abdal Musa’nın Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde Orhan Bey ( 1326 – 1362 ) ile birlikte Bursa’nın fethine katıldığını, Yeniçerilerin Hacı Bektaş Veli’yi pir tanımalarında etkili olduğunu ve bir süre Pir evi’nde kaldığını belirtir.

  1. yüzyılda yazıldığı belirtilen Abdal Musa Velayetnamesi bulunmaktadır. Bu velayetname Abdal Musa’nın Antalya Teke yöresine gelişini, halifelerine icazet vererek onları hizmete göndermesini ve kerametlerini anlatır. Şimdi Abdal Musa’ya ait olduğu kabul edilen bir nefesi sunalım:

Kim ne bilür bizi nice soydanuz

Ne zerrece oddan ne de sudanuz

Bizim meftunumuz marifet söyler

Biz Horsan mülkündeki boydanuz

Yedi deniz bizim keşkülümüzde

Hacım umman ise biz de göldenüz

Hızır u İlyas bizim yoldaşımızdır

Ne zerrece günden ne hod aydanuz

Yedi tamu bize nevbahar oldu

Sekiz uçmak içindeki köydenüz

Bizim zahmımıza merhem bulunmaz

Biz kader okunda gizli yaydanuz

Tur’da Musa durup münacat eyler

Neslimizi sorar isen Hoy’danuz

Abdal Musa oldum geldim cihana

Arif anlar bizi nice soydanuz ( 18 )

KAYGUSUZ ABDAL

Kaygusuz Abdal, Abdal Musa Sultan’ın mürididir. Antalya Beyliğine bağlı Alaiye Sancağı beyinin oğlu olan Kaygusuz Abdal Gaybi olarak da bilinir. Abdal Musa Sultan’a mürid olduktan sonra Kaygusuz adını almıştır. Kaygusuz Abdal Menakıbnamesi Gaybi ile Abdal Musa’nın karşılaşmasını ve bundan sonraki olayları aktarır. Gaybi Abdal Musa’nın kerameti karşısında onun tarikatına girer. Kaygusuz, dergahta 40 yıl hizmet eder. Kaygusuz Abdal cem ayininde on iki posttan biri olan Nakib Postu ile temsil edilir. Nakib Postu Kaygusuz Sultan Makamıdır. Nakib, tekkede mürşide yardım eden, onun buyruğu üzerine yerine geçen, onun adına iş gören derviş veya dede anlamına gelir.

Kayugusuz Abdal’ın nefesleri Alevi / Bektaşi yolunun felsefesini ve inancını anlatan yazınsal / edebi başyapıtlardandır. Cem ayinlerinde sıkça okunmaktadır. Şimdi onun nefeslerinden ikisini sunalım:

Dervişlik hırkada tacda değildir.

Isılık oddadır, sacda değildir.

Var bir gerçek erden kuşan kuşağı

Anları kurt yemez, ucda değildir.

Hakkı ister isen ademde iste

Irak’ta, Mekke’de, Hac’da değildir.

Döğüp bir kardeşin hatırın yıkma

Eğilip kıldığın secde değildir.

Aşk ile öle gör Kaygusuz Abdal

Aşk ile ölmezsen güçte değildir. ( 19 )

Kaygusuz Abdal’ın Tanrı – insan birlikteliğini vurgulayan bir nefesi:

Alem külli vücuddur can ben oldum

Vücuda can ile canan ben oldum

Suretimi göründür ki ademdür

Ma’nide sıfat – ı rahman ben oldum. ( 20 )

  1. BALIM SULTAN

Bektaşiler, Balım Sultan’ı İkinci Pir olarak kabul ederler. Bektaşiliğin tarikat olarak yeniden yapılanmasında onun etkili olduğuna inanılır. Cem ayinlerinde Meydandaki Ekmekçi Postu Balım Sultan Makamıdır. Balım Sultan’ın Bektaşiliğe mücerredliği getirdiğine inanılır. Balım Sultan, Pir’in ( Hacı Bektaş Veli ) hiç evlenmediğini, Hızır Lala olarak bilinen Timurtaş’ın Hünkar’ın manevi oğlu olduğunu ileri sürerek hem mücerredliği meşrulaştırmış hem de bel evladı yerine yol evladının önemli olduğunu savunmuştur. Böylece Bektaşilikte iki kol oluşmuştur. Bir yanda Çelebiler / Çelebiyan / Sofiyan kolu, öbür yanda Babalar / Babağan kolu.

Balım Sultan hakkında belgelere dayalı kesin bilgiler yoktur. Doğum ve vefat tarihleri kesin değildir. Müdafaa adlı yapıtta Hicri 878 – 927 tarihleri verilirken Mısır baskılı Arapça bir yapıtta Hicri 862 – 922 yılları arasında yaşadığı bildirilmektedir. Babasının Seyyid Ali Sultan ( Kızıl Deli Sultan ) ile birlikte Rumeli’ne geçen Mürsel Bali olduğu kanısı yaygındır. Posta oturduktan sonra İstanbul’a geldiği ve sultana nasip verdiği söylenmektedir. Balım Sultan’ın Bektaşiliği Caferi Mezhebi üzere ve Hacı Bektaş Veli’nin güttüğü amaç dahilinde erkan ve kurallara bağladığı kabul edilmektedir. ( 21 )

Bir nefese göre Abdal Musa ve Kızıl Deli Sultan çağdaştırlar.

Balım Sultan arkadaşı yoldaşı,

Kızıl Deli Sultandürür hem eşi,

Abdal Musa Sultan dersen ne kişi,

Pirim Hacı Bektaş Veli değil mi? ( 22 )

Kazak Abdal’a ait bir nefese göre Balım Sultan Pir’in ocağını uyaran, Mürsel Baba’nın oğlu, Kızıl Deli Sultan’ın uyandırdığı / yetiştirdiği kişidir.

Kızıl Deli ocağından uyanan

Baştanbaşa yeşillere boyanan

Varıp pirin eşiğine dayanan

Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır.

Mekan tutmuş Hanbağı’nda bucağın

Bulutlara ağıp tutan sancağın

Uyandırdı pirimizin ocağın

Mürsel Baba oğlu Sultan Balımdır. ( 23 )

  1. PİR SULTAN ABDAL

Pir Sultan Abdal, Alevi / Bektaşi yolunun yedi ulu ozanından biridir. Onun deyişleri tüm Anadolu halkının dilinde çağlar boyu söylenmiş ve halen de söylenmektedir. Sadece Alevi / Bektaşi / Kızılbaş Türkmenlerce değil, Sünni, Şii Türkmenler / Türkler ve hatta gayri Türk topluluklarca da çok sevilen Pir Sultan Abdal, Türk / Türkmen halkının haksızlıklara, adaletsizliğe ve zulme karşı direnişinin, ayağa kalkışının, isyanının, haykırışının tecessüm etmiş, kişileşmiş halidir. Kendisi aslen Türkmendir, Türk soyludur. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmemekle birlikte 16. yüzyılda yaşadığı kabul edilmektedir. Halkın içinden çıkmış biri olarak daima halkın yanında yer almış ve hiçbir zaman zulme boyun eğmemiştir. Onun düşünceleri yüzlerce yıl Türkmen halkının yol göstericisi olmuştur. Bu nedenle deyişlerinin çoğu halkça ezbere bilinmekte ve büyük bir huşu ve coşku ile ibadet telakki edilerek söylenmektedir.

Pir Sultan Abdal, Osmanlı ile Kızılbaş Türkmen Safevi Devleti arasındaki mücadele ve siyasal olaylarda taraf olmuştur. Bu özelliği dolayısıyla bazı Osmanlıcı çevrelerce ağır eleştirilere maruz bırakılsa da çağdaş, ilerici ve laik Türk ulusçuları tarafından Türk dilinin ve kültürünün büyük ozanlarından biri olarak daima derin bir saygı ve engin bir sevgi ile anılmaktadır. Pir Sultan Abdal, büyük bir Türkmen ozanı olarak Türk dilini kullanışındaki büyük ustalığı, şiirlerindeki derinlik ve insan sevgisi onun çok büyük bir düşünür ve sanatçı olduğunun kanıtlarındandır. Zulme karşı başkaldırması, isyan etmesi, baskılara boyun eğmemesi ve her koşulda halkın yanında yer alması Alevi / Bektaşi öğretisinin vazgeçilmez gereklerindendir. Çünkü Alevi / Bektaşi öğretisi, nereden gelirse gelsin haksızlıklara karşı durmayı, zulme boyun eğmemeyi gerektirmektedir. Pir Sultan Abdal bu geleneğin devamı olarak Türk / Türkmen kültürünün en önemli öğelerinden biridir. Şiirlerinin Alevi / Bektaşiler yanında Sünni Türk / Türkmenler tarafından da sevilip söyleniyor oluşu bunun göstergesidir.

Şimdi Pir Sultan Abdal’ın kişiliğini en çıplak bir biçimde yansıtan bir şiirini sunalım:

Şu milletin hak sancağını,

Çekelim bakalım nic’olursa olsun.

Teber çekip zalımların kanını,

Dökelim bakalım nic’olursa olsun.

Şu milleti güruh güruh gezelim,

Mazlumları bir katara dizelim,

Zalımların sarayın bozalım,

Yıkalım bakalım nic’olursa olsun.

Mahluk deccal oldu insan haşarı,

Asla bilen yoktur hayırı şerri,

Teber çekip şu mağaradan dışarı,

Çıkalım bakalım nic’olursa olsun.

Pir Sultan’ım dostlar yardım etmez mi?

Erenler bağında bülbül ötmez mi?

Bunca yattığımız gayri yetmez mi?

Kalkalım bakalım nic’olursa olsun.

Pir Sultan Abdal dönemin padişahının Sivas’taki uzantısı olan Hızır Paşa tarafından idam edilmiştir. İdam edileceği zaman Hızır Paşa tarafından ona son bir fırsat verilir. Kendisine içinde şah sözcüğünün geçmediği bir deyiş söylerse yaşamının bağışlanacağı söylenir. Fakat o, asla ödün vermez ve yolundan dönmez. İçinde şah sözcüğü geçen üç uzun şiir okur ve darağacına çıkar. Pir Sultan Abdal, idam sehpasına yürürken bile şöyle söyler:

Alınmış abdestim aldırırlarsa

Kılınmış namazım kıldırırlarsa

Sizde şah diyeni öldürürlerse

Ben de bu yayladan Şah’a giderim.

Pir Sultan’ın kendi kimliğini ilan ederken söylediği şu şiir aynı zamanda kimi çevrelerin iddia ettiği gibi Alevi adlandırmasının son bir iki asrın ürünü olmadığının da kanıtıdır:

“ (…)

İmam – ı Ali’dir aynı bekadır.

Pir elinden zehir içsem şifadır

Yardımcımız Muhammed Mustafa’dır.

Hüseyniyim, Aleviyim ne dersin ?

(…)

İmam Rıza’nın ben envarıyım

Şah – ı Kerbela’da doğan Ali’yim

Münkirin, Yezid’in Azrail’iyim

Hüseyniyim, Aleviyim ne dersin ?

(…)

Pir Sultan’ım çağırır Hint’te, Yemen’de

Dolaştırsam seni sahib zamanda

İradet getirdim ikrar imanda

Hüseyniyim, Aleviyim ne dersin ? “

  1. SİMAVNA KADISI OĞLU ŞEYH BEDRETTİN MAHMUT

Şeyh Bedrettin, Alevi / Bektaşilerin büyük önderlerindendir. Anadolu Aleviliğinin oluşumuna katkıda bulunan büyük bir Türkmen dervişidir. Öğrenimine Sünni İslam anlayışına göre başlamış ve devam etmiştir. Sünni İslam hukuk eğitimi almıştır. Ancak eğitiminin sonunda vardığı yer Batıni / Alevi öğretisidir. Şeyh Bedrettin düşünceleri ile bu öğretiye çok büyük katkılarda bulunmuş, yolun çağın gereklerine göre yeni unsurlar kazanarak sürmesini ve zenginleşmesini sağlamıştır. İslam ve Anadolu Türk tarihinde Bedrettinilik adı verilen bir akımın kurucusu olmuştur. Bedrettinilik, Alevi / Bektaşi yoluyla bütünleşmiş ve bu adla sürmüştür.

Şeyh Bedrettin hazretlerinin doğum ve ölüm tarihleri konusunda farklı görüşler bulunmakla birlikte onun 1358 – 1420 tarihleri arasında yaşadığı kabul edilmektedir. İdam tarihi 18 Aralık’tır. Şeyh Bedrettin’in babası Edirne’nin Simavna diye bilinen bölgesinde kadılık yapan bir askerdir. Anası ise Müslümanlığı kabul edip “ Melek “ adını alan bir Hristiyandır. Kur’an ve İslam ile ilgili ilk bilgileri babasından alan Şeyh Bedrettin, daha sonra Konya’ya giderek Molla Yusuf olarak tanınan bir bilginden İslami ilimler alanında dersler almıştır. Yine burada Fazlullah adlı birinden tasavvufi bilgiler edinmiştir. Şeyh Bedrettin, astronomi ve tıp bilimi ile de ilgilenmiştir. Ama yoğunlaştığı alanlar Tefsir / Kur’an yorumu, Hadis / Hazreti Muhammed’in sözleri, Fıkıh / Sünni İslam Hukuku ve Arapça dil bilgisidir. Yaşadığı dönemde İslam dünyasında bir eğitim ve öğretim merkezi olan Mısır’ın gözde kenti Kahire’de bulunmuş ve orada pek çok bilginle tanışıp onlarla hoca – öğrenci ilişkisi çerçevesinde münasebet kurmuştur. Şeyh Bedrettin hazretleri, ünlü Türk tasavvuf bilgini Şeyh Hüseyin Ahlatlı ile tanışmış ve bu tanışma onun düşünce ve inanç yaşamında büyük değişimlere yol açmıştır. Şeyh Hüseyin Ahlatlı’ya mürid olan Şeyh Bedrettin hazretleri, onun Hristiyan kökenli olup Müslümanlığa geçerek Meryem adını alan baldızı Maria ile evlenmiştir. Daha sonra şeyhinin isteği üzerine İran’a, Tebriz ve Kazvin’e giderek o dönemde yaygınlaşan Şii / Batıni devinimler hakkında gözlemlerde bulunmuştur. Bu devinimleri yakından incelemiştir. Şeyh Bedrettin hazretleri Safevilerle de tanışmış ve temasa geçmiştir. Tebriz ve Kazvin ziyaretinden sonra Safevi halifesi Hamid ile tanışmıştır. İran’dan sonara Kahire’ye dönen Şeyh Bedrettin, şeyhi tarafından yerine geçecek kişi olarak atanmıştır. Ancak şeyhinin ölümünün ardından diğer müridlerin kıskançlığı nedeniyle Kahire’den ayrılmış ve Halep’e gitmiştir. Orada onu Babai Türkmenler karşılamıştır. Babai Türkmenler ondan kendilerine önder olmasını istemişler fakat o yine İran’a yönelmiş ve Timur’la karşılaşmıştır. Timur bir imparatorluk kurmuş, önceleri Sünni eğilimliyken sonradan Ali evladına, Şii kesime ve hatta Şamanist eğilimli Türkmen şeyhlerine yakın ilgi göstermiştir. (24)

Şeyh Bedrettin, Timur’un ordugahından ayrılıp Aksaray ve Konya’ya gelir. Yol boyunca heteredoks Türkmen topluluklarıyla ilişkiye geçer. Bunlar Babai, Abdal, Işık, Bektaşi vb. adlar alan Sünnilik karşıtı Türkmenlerdir. Şeyh Bedrettin bunları kendisine bağlamayı başarır. Gezileri sırasında Hu Kemal adıyla anılan Torlak Kemal ve Börklüce Mustafa ile karşılaşır. Şeyh Bedrettin hazretlerinin yolu en sonunda Musa Çelebi ( 1376 – 1413 ) ile kesişmiştir. (Yeri gelmişken ifade edelim; bazı tarihçiler Şeyhin İran’a bir kez gittiğini bazıları ise iki kez gittiğini ileri sürerler.)

Osmanlı ile Timur devleti arasında cereyan eden ünlü Ankara savaşında Yıldırım Beyazıd yenilince Osmanlı ülkesinde bir iç karışıklık ve padişah çocukları arasında da iktidar kavgası başlar. Süleyman, İsa, Musa ve Mehmet Çelebilerin her biri bir bölgede hükümdarlıklarını ilan ederler. Bir mücadele döneminin ardından kardeşlerden Mehmet Çelebi ve Musa Çelebi baş başa kalmıştır. Musa Çelebi, Şeyh Bedrettin’i kadıasker atar. Yoksullardan yana ve toplumcu / sosyalist bir politika izleyen Musa Çelebi’nin babası Sultan Beyazıd, Sünni inançta iken kendisi Batıni dervişlere yakınlık göstermiştir. Alevilerin çok sevdiği Batıni bir derviş olan Şeyh Bedrettin hazretlerini kadıasker olarak ataması da bu nedene dayanmaktadır. Musa Çelebi kardeşiyle sürdürdüğü iktidar savaşını yitirince Şeyh Bedrettin hazretleri için de zor günler başlar. Sultan 1. Mehmet onu İznik’e sürer. Şeyh daha sonra Kastamonu’da hüküm süren İsfendiyar Beyi’nin yanına sığınır. Şeyh, sonunda her şeyi göze alarak Edirne’ye dönmeye karar verir. Deliorman ve Dobruca’da Sarı Saltuk yanlısı Babai, Bektaşi, Oğuz Türkleri Şeyhin etrafında toplanır. Bu arada Şeyhin müridlerinden ve en sadık adamlarından Börklüce Mustafa ve Toklak Kemal, Aydın ve Manisa dolaylarında halkı örgütlemeye çalışırlar. Börklüce Mustafa, yaptığı çalışmalarla Türkmen köylüleri örgütler ve bir bölüm topraklardan ağa – bey takımını atarak toprağı hep birlikte işlemeye ve toplumsal adaleti uygulamaya başlar. Durumdan kaygılanan Sultan Mehmet, Saruhan Valisini üzerlerine gönderir. Örgütlenmiş Türk / Türkmen köylüler, yöredeki Rum halkının da desteğiyle valinin kuvvetlerini Karaburun’un dar geçitlerinde yenilgiye uğratırlar. Börklüce Mustafa’nın çok güçlü olduğunu öğrenen Sultan Mehmet, bu kez de Şehzade Murad’ı büyük bir kuvvetle Börklüce’nin üzerine gönderir. İki ordu arasında cereyan savaşta sekiz bin devrimci Türkmen savaşçı şehit olur. Kalanları da tutsak düşer. Büyük toplumcu Türk şairi Nazım Hikmet, bu olayı “ Şeyh Bedrettin Destanı “ adlı şiirinde şöyle anlatmaktadır:

( … )

“ Hep bir ağızdan Türkü söyleyip

Hep beraber sulardan çekmek ağı,

Demiri oya gibi işleyip hep beraber

Hep beraber sürebilmek toprağı,

Ballı incirleri yiyebilmek hep beraber

Yarin yanağından gayri her şeyde

Her yerde

Hep beraber

Diyebilmek için

On binler verdi sekiz binini…”

Tutsak düşen Türkmen devrimcileri Ayasluğ şehrine götürüp boyunlarını vurdururlar. Börklüce Mustafa’yı da kollarından bir direğe bağlayarak çarmıha gererler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal de aynı sona uğrar. Sultan Mehmet, Deliorman’daki Şeyh Bedrettin hazretlerinin hızla güçlendiğini haber alınca adamlarından kimilerini Şeyh’in yanına göndererek onun müridi olmalarını sağlar. Bu sözde Mürid ajanlar fırsatını kollayıp çadırında bastırarak Şeyh’i bağlarlar. Serez Şehrindeki Sultan Mehmet’in yanına götürürler. Büyük Türkmen devrimci Şeyh Bedrettin hazretlerinin öldürülmesine fetva verilir. Şeyh’i Serez çarşısında bir ağaca asarak idam ederler. Şey Bedrettin hazretleri, başta Alevi / Bektaşiler olmak üzere bütün Türklüğün ve bütün Türk dünyasının en büyük övünç kaynaklarından biridir. Onun zulme ve zalime karşı başkaldırışı bir efsane olarak bütün Türk nesillerini kıyama çağıran kutlu bir destandır. Bu destan yeni kuşaklara bir ulusal marş gibi belletilmelidir. Tarihin en büyük devrimcilerinden olan Şeyh Bedrettin, Sünni bir ailedendi ve eğitimini de Sünni İslam’a göre almıştı. Ancak sonuçta vardığı nokta Alevi / Kızılbaş ( Batıni / Hurufi / Kalenderi ) öğretisi olmuş ve o, Kızılbaş Türkmenlerin zulme karşı savaşında yolbaşçılık görevi üstlenmiştir. Onun en büyük müridlerinden birinin bir Osmanlı şehzadesi olduğunu hiçbir Alevi Türkmen unutmamalıdır. Şeyh’in destekçilerinin çoğunluğunun gayri Türk, yerli Hristiyan halk olduğu yolundaki iddialar tümüyle saçma ve gerçek dışıdır. Üstelik gülünçtür. Türk kimliğinden, Türkmenlikten rahatsızlık duyan ve soyunu inkar edip haramzadelik yapanlar, Şeyh Bedrettin hazretlerinin ve onun yoldaşlarının Türkmenlik kimliğini ve Türk soylu oluşlarını gölgeleyemezler. Elbette ki onun destekçilerinin bir bölümü yerli halktandı. Ancak onların sayısının çok küçük olduğu da tarihsel olarak sabittir. Şeyh Bedrettin hazretlerinin kıyamı, Hazreti Hüseyin’in kıyamı gibidir. Zulme, zalime, haksızlığa ve adaletsizliğe karşı insanlık onurunun ayağa kalkmasıdır. Şeyh Bedrettin hazretlerinin yolu bütün Alevi / Bektaşi Türkmenlerin yolu olmalıdır. Onun bütün düşünceleri aydınlanmacı, toplumcu ve insancıldır.

Şeyh Bedrettin’in görüşlerinden kesitler:

Hayatı ve dünyayı kendi küçük dünyaları ile sınırlı tutanlar bizi anlamazlar.

İnsanların pek çoğu birbirlerine yahut haksız mala, meşru olmayan paraya veya rütbe ve mevkilere, yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allah’a ibadet ediyoruz sanıyorlar.

Bütün namazlar ve niyazlar ahlâkın düzeltilmesi için, iç yüzün arındırılması için birer vasıtadan ibarettir. Hakiki ibadetin hiçbir vakit kayıt ve şartı yoktur. Hangi tarzda yapılırsa yapılsın, Tanrının dileğine uygun olur. İbadetin temeli maksudun Hak olmasıdır. Bir cemaatte bu temel bulunmayınca yaptıkları ibadetler de kaybolur. Yalnız kötü toplantılar kalır. Fenalık üzerinde toplananlardan sen hemen uzaklaş.

Kötü ve Çirkin işlerle uğraşan insanlar Hak’tan uzaklaşmışlardır. Cehennem işte budur. Cennetle cehennemi başka yerde aramak saçmalıktır.

İnsanlar eylemleriyle, düşünce ve fikirleriyle güzeli ve iyiyi bulabildikleri oranda Hak’la buluşmuşlardır.

İnsanlar Müslümanlıktan önce somut bir puta taparlardı, çağımızda ise hayali bir puta tapıyorlar. Belki bir gün Hak kendisini gösterir de Hak olarak ona taparlar.

Gerçek tasavvufçu, hiçbir insan gözünün görmediği, kulağının işitmediği, gönlünün sezmediği şeyleri bilir. Onları halka, kafalarının alabileceği şekilde anlatır. Ama aslını içinde gizler.

Tanrı dünyayı yarattı ve insanlara verdi. Demek ki; dünyanın toprağı ve bu toprağın bütün ürünleri insanların ortak malıdır. Ben senin evinde kendi evim gibi oturabilmeliyim, sen benim eşyamı kendi eşyan gibi kullanabilmelisin. Çünkü bütün bunlar hepimiz içindir ve hepimizin malıdır.

Tarih, gelecek için kavga verip, yitmiş bile olsa, insanlık için vuruşanları hiç unutmaz.

İbadet etmekten amaç; ezeli ve büyük varlığa gönüllerin yönelmesi ve kapılmasıdır. Yoksa dünya umuruna dalmış bir kalp ile bin sene namaz kılmış, oruç tutmuş olsan, bundan dolayı hiçbir sevap ve mükâfat kazanamazsın.

Ölmeden önce ölmek, dünyanın zevklerinden ve hayvani hırs ve şehvetlerinden sakınmaktır. Onu yapabilen insan, şüphesiz ki; hakiki varlık ile birleşir. Ve sonsuz yaşam ile diri olur. Ancak insanlar dünyanın bin bir türlü çekici ve aldatıcı zevkinden, çeşit çeşit yakıcı hırslarından ayrılamadıkları için buna gönül vermezler.

Kutsal kitap Kur’an, açık ve gizli anlamlar taşır. Gizli anlamlar yorumlanmalıdır. Bunu bir Mürşid – i Kamil ( Burada Kur’an’daki “ er- Rasihune fi’l – ilm “ / Bilimde derinleşenler deyimini anımsayalım.) yapabilir.”

Şeyh Bedrettin hazretlerinin kemikleri taraftarlarınca mübadele yıllarında, Yunanistan’dan getirilmiş, çeşitli yerlerde saklandıktan sonra, yirmi yıl Topkapı Sarayı Müzesi’nin depolarında bir çinko kutu içinde korunmuştur. 23. 10. 1961 – 5 / 1849 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla Sultan Mahmut Türbesi Haziresine gömülmüştür.( 25 ) Şeyh’in adına bir anıt mezar yapılması Alevi / Bektaşi toplumunun yerine getirmek zorunda olduğu bir görevdir. Günümüzde Şeyh Bedrettin hazretlerinin erkanını yürütmeye çalışan ve kendilerine Amuca ve Bedrettini ( Arapça aslı düşünülerek Bedreddini olarak da yazılmaktadır.) adını veren bir Türkmen topluluk bulunmaktadır. Bu topluluk Trakya’da Kırklareli’nin bazı köylerinde ve İstanbul’un kimi semtlerinde yaşamaktadır. ( 26 ) Amucalar düşünce olarak Alevi / Bektaşi toplumunun bir parçası haline gelmiştir.

Konumuzu, bir Bedrettini olan sayın Refik Engin’in Toplumsal Barış Dergisi’nde yayımlanan bir şiiriyle bağlayalım.

“Bize de diyorlar Gülşeni,

Gülşeni değil, BEDREDDİNİ.

Tutmayız gönülde kini,

Bedreddiniyiz, BEDREDDİNİ.

Aşk ile döner BEDREDDİNİ,

Severler Ehlibeyt seveni,

Semah eder, içerler demi,

Bedreddiniyiz, BEDREDDİNİ.

Ayırt etmeyiz hiçbir dini,

Sever canlar hep birbirini,

Kabul eyleyin bu ENGİN’İ,

Bedreddiniyiz, BEDREDDİNİ.”

ŞAH İSMAİL HATAİ

ŞAH İSMAİL HATAİ, 1487 yılında Güney Azerbaycan’ ın Erdebil kentinde doğmuştur. Anadolu Alevilerinin cemlerinde nefesleri en sık yer alan ululardandır. Azeri asıllı TÜRKMENDİR. Babası Şeyh Haydar, anası Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ ın kızı Alemşah Halime Begüm Sultan’ dır. Şah İsmail Hatai, 1500 yılında Erzincan’nın Sarıkaya Yaylasında Seyyid ocakları mensubu dedeler ile Türkmen aşiret ve oba beylerinin katıldığı büyük Türkmen kurultayına başkanlık etmiş ve 9 Eylül 1502 tarihinde de Tebriz’de “ SAFEVİ TÜRK KIZILBAŞ DEVLETİ” ni kurmuştur. Osmanlı padişahı Yavuz’la 19 Mart 1514’te yaptığı Çaldıran Savaşını kaybetmiş, 1524 ‘ te 37 yaşında iken Azebaycan’da Hakk’a yürümüştür. Cenazesi Erdebil’ de toprağa verilmiştir. Şah İsmail, Türk tarihinin en büyük kahramanlarından biridir. Sadece siyasal olarak değil, inanç ve kültür olarak da dünya Türklüğünün övünç kaynaklarından biridir. Kurduğu devlet ile Anadolu Türkmenlerinin koruyucusu ve kollayıcısı olmuş, Türkmenlik kültürüne hizmet etmiştir. Yazdığı / söylediği şiirleri ile Türk dilinin gelişimine unutulmaz katkılarda bulunmuştur. Şah İsmail Hatai’nin “ Nasihatname “ adlı yapıtından bir bölümü aktaralım:

“ Tanrı birdir ve ortağı yoktur. Her işin nedeni ve yapanı odur. Ona varmak tarikat yoluyla olur. Görünen, gören, götüren ve getiren odur. Bu yolun pirleri şeker sözlüdür. O pirlerde gerçek ve görüntü birdir. Bu dünya Tanrı’nın denizi yanında bir damladır. Ancak bu damla denizden ayrı değildir. O gerçeğe aşkla varılır. Aşkı bulmak için de toprak gibi / alçak gönüllü olunmalıdır. Muhammed’in miracı, orada Ali’yi görmesi gerçektir. Ancak bu bir sırdır. Her yerde söylenmez. Yol isteklisi olan Talip, bunları ve on iki imamları bilmelidir. Bozulan dünyada Mehdi’nin çıkması yakındır. Onun için gerçeğe ermeliyiz. Gerçeğe ermek de Piri bulmakla olur. Piri bulan ise Hakk’ı bulur. Öyle ise her şey; yedi tamu / cehennem, sekiz uçmak / cennet hep insandadır. Bu insan yücedir, ona kin tutulmaz.”( 27 )

İşte bu ve benzeri görüşleriyle Anadolu Alevi Türkmenlerinin yedi ulu ozanından biri olan Şah İsmail Hatai, Kırklar Meclisi’ni konu alan bir şiirinde ise şöyle demektedir:

Kırklar meydanına vardım,

Gel beri ey can dediler.

İzzet ile selam verdim,

Gel işte meydan dediler.

Kırklar bir yerde durdular,

Otur diye yer verdiler,

Önüme sofra serdiler,

Al lokmayı sun dediler.

Gir semaha aşkla oyna,

Silinsin açılsın ayna,

Kırk yıl kazanda dur, kayna,

Daha çiğ bu ten dediler.

Gördüğünü gözün ile,

Söyleme sen sözün ile,

Ondan sonra bizim ile,

Olasın mihman dediler.

Düşme dünya mihnetine,

Talip ol Hak hizmetine,

Ab – ı zemzem şerbetine,

Parmağını ban dediler.

Şah Hatayi’m, nedir halin?

Hakk’a şükret kaldır elin!

Gıybetten kese gör dilin,

Her kula yeksan dediler. ( 28 )

KARACA AHMET SULTAN

Karaca Ahmet Sultan, Horasanlı bir Türkmen beyinin oğludur. 13. Yüzyıl ortalarına doğru büyük Türkmen kafileleriyle birlikte Anadolu’ya göç etmiştir. Babasının adı, Süleyman, anasının adı ise Sultan Ana’dır. Kan Abdal ve Kamber Abdal, Hıdır Abdal ve Eşref Sultan adında oğullarının olduğu belirtilmektedir. Karaca Ahmet Sultan akıl hastalarını tedavi eden bir hekimdir. Bu konuda gençliğinde eğitim aldığı nakledilmektedir.

Kaynaklarda Karaca Ahmet Sultan’ın Türkistan’dan Anadolu’ya gelen alperenlerden olduğu ve 13. 14. Yüzyıllarda yaşadığı belirtilmektedir.

Kaynaklar ;Karaca Ahmet Sultan’ın, Hacı Bektaş Veli’nin yanında dervişlik hizmeti yaptığı, O’nun tarafından yetişitirildiği, Alevilik ‘te 12 Hizmetten biri olan “Gözcü”lük görevinin bizzat Pir Hacı Bektaş Veli tarafından verildiği o günden beri kendisinin “Gözcü Karaca Ahmet Sultan” diye anıldığını, bugün Alevi cemlerindeki “Gözcü”lük hizmetinin hala O’nun ismi ile yapıldığını kaydetmektedir.

Hacı Bektaş Veli’nin Vilayetnamesinde Hacı Veli’nin Karaca Ahmet Sultan’a ; “Karaca’m ,Karaca’m…..bir yerde mekanın olsun, kırk yerde çerağın yansın ! “ dediği yazılıdır.

Buradan anlaşılan; O’nun bir yerde yerleşip oturması ama sayısız yerde çerağının yanması, çevresini aydınlatılması ,çevresindeki insanları irşat etmesidir.

Anadolu’da Hacı Bektaş Veli’nin görevlendirmesi ile; Manisa’ya yerleştiği, Saruhan Türkmen Beyliği’nin yöneticisi Saruhan Bey’e yardımcı olduğu, onun ordusunda hem doktor hem akıncı olarak yer aldığı, Afyon‘un alınmasında bulunduğu belirtilmektedir.Tahminen 1397‘de Hakk’a yürüdüğü vakfiye belgelerinden anlaşılmaktadır. Manisa, Sivrihisar, Akhisar ve Afyon’dan sonra Osmanlı, Batı’ya; Bizans’a, İznik’e doğru uzandıkça biz Karaca Ahmet Sultan Gibi, bazı alperenlerin, İstanbul-İzmit-Bursa yönüne gittiğini görüyoruz. Geyikli Baba, Gözcü Baba, Kartal Baba vb. den sonra Gözcü Karaca Ahmet Sultan da o yıllarda İstanbul’da Kadıköy-Üsküdar bölgesinde bir yere yerleşir.

Dergahı’nın kapısını ardına kadar açarak “yedi kıta, dört iklim, on sekiz bin alem”e seslenmeye başlar.

Üsküdar, Karaca Ahmet Sultan’ın yerleştiği son yer olmuştur. Daha sonra da bu makamı ile anılmıştır. Karaca Ahmet Sultan’ın türbesi de Üsküdar’dadır. Kendisini Türkistan‘dan Anadolu’ya getirdiğine inanılan atının mezarı da türbe yakınında bulunmaktadır. Sultan’ın türbesini ziyaret edenler aynı zamanda atının mezarını da ziyaret etmektediler. Bu durum onun atının da kutsandığını göstermektedir. Bu kutsama aslında Türkler’in ata verdikleri önemin de bir ifadesidir.

Karaca Ahmet Sultan’ın yatırına yaklaşık 700 yıldır Anadolu’nun dört bir yanından derdine derman arayan ziyaretçiler gelmektedir. Atını ziyaret edenler ise daha çok; yürüyemeyen veya geç yürüyen çocuklarının çabuk yürümesi için dilekte bulunurlar. Çocuklarını orada yürütürken ayakları arasına arpa serperler. Burayı ziyaretle çocuklarının daha çabuk yürüyeceğine inanırlar.

Karacahmet Sultan Dergahı, Osmanlı döneminde İstanbul’da bulunan yaklaşık 20 civarında Alevi-Bektaşi dergahının 2. Mahmut döneminde “Vaka-i Hayriye” nedeni ile uğradığı akıbete uğrar. Sadece dedeleri ve yöneticileri değil bina ve içindeki tarihi değeri olan tüm eşyalar, kitaplar yakılır, yıkılır. Dedeler sürgün edilir. Direnenler ise anında öldürülür. Bu sonucu kabullenmek istemeyenler, Üsküdar Meydanı‘nda kurulan darağacını boylarlar.

Dergahın tekrar açılıp, sevenleri ile buluşması, II.Meşrutiyet dönemine denk düşer. Dergah, Osmanlı’nın İstanbul’a gelişini olduğu gibi Osmanlı’nın yıkılışını da görür. Bu yıllarda işgalci güçlere karşı Mustafa Kemal’in önderliğindeki ulusal direniş hareketi için tüm olanaklarını seferber eder. Ulusal direnişe; para, silah ve asker sağlar. Dergahın tüm sevenleri Kuvayi Milliye saflarında yer alırlar ve Cumhuriyet kurulana dek bu görevi sürdürürler.

Cumhuriyetin kurulmasından sonra Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması sırasında Karacaahmet Sultan Dergahı sevenleri ve dedeleri “Baba Ocaklarını” gönüllü olarak tıpkı Hacı Bektaş Dergahı gibi kapatırlar ve anahtarlarını bizzat TBMM’ne kendi elleriyle teslim ederler.

1969’da kurulan “ Karacaahmet Sultan Türbesini Onarma ve Yaşatma Derneği “ ile dergah ve cemevi günümüze değin hizmet vermiştir. Bu hizmetin bundan sonra da süreceği muhakkaktır. (29)

ŞAHKULU SULTAN

Horasan erenlerinden kabul edilen Şahkulu Sultan Bizans’ın son dönemlerinde; yaklaşık 1370-1380 yıllarında İstanbul’a gelip dergahını kuran ve kapısını 72 millete, 18 bin aleme açıp, çevresini aydınlatan bilge bir yol eridir.

Şahkulu Sultan ile birlikte aynı yılda dergahlarını kurup halkı; barış, kardeşlik, insanseverlik ve hakça bölüşüm düşüncesi ile eğiten diğer gönül erleri ise; Karacaahmet Sultan, Gözcü Baba, Eren Baba, Sancaktar Baba, Kartal Baba gibi isimlerdir. Bu ‘yol erenleri’ kurdukları dergahlarda, halkı aydınlığa yönelten çalışmaları ile ölümsüzleşmişlerdir. Bu ‘gönül erleri’, dünyamızdan göçüp gittikten sonra da kurdukları dergahlarda ve isimlerini verdikleri semt adları ile yaşamaktadırlar.

Eren Baba’dan Erenköy, Kartal Baba’dan Kartal, Gözcü Baba’dan Göztepe, Karacaahmet Sultan’dan Karacaahmet semti adını almıştır.

Şahkulu Sultan dergahı’nın tarihi; Osmanlı’nın ilk dönemlerine dek uzanır. Bizans’ı sanıldığı gibi sadece Osmanlı Orduları değil, esas olarak Anadolu’ya gelen Horasan Erenleri’nin Anadolu ve Rumeli yakasında açtıkları dergahlardan halka ulaşan; barış, kardeşlik ve hakça bölüşüm fikirleri de fethetmiştir.

İşte İstanbul, Göztepe – Merdivenköy’deki Şahkulu Sultan’ın kurduğu dergahlar da bunlardan biridir.

Şahkulu Sultan buraya gelmeden önce; bir süre Hacı Bektaş Dergahı’nda kalmış, oradaki hizmet döneminden sonra yaklaşık, 1380’lı yıllarda bir Ahi Dergahı olan Merdivenköy’deki dergaha görevli olarak gelmiştir. Şahkulu Sultan burada yaklaşık 15 yıl postnişinlik yapmıştır.

Bizanslılara karşı girişilen savaşta Şahkulu Sultan 1402 yılında şehit olur. Ve Dergah’ın bahçesine defnedilir. O günden beri Dergah, onun adıyla anılır. Alevi Dergahları, bu dünya ve öte dünyaya ilişkin, felsefi, dinsel, tarihsel, sosyal meselelerin tartışıldığı, dergaha gelen canların eğitildiği birer okuldur. Oralarda toplumcu bir yaşam sürülür. Olan olmayana hem bilgi, hem de emek dağarcığını ardına dek açar.

Şahkulu Sultan Dergahı, ilk kez Sultan Orhan zamanında Osmanlı Ordusu ile tanışır. İznik’e akın eden Osmanlı kuvvetleri ile Bizans İmparatoru Genç Andranikes kuvvetleri arasındaki barış görüşmeleri önceleri av sarayı olan bu Külliye’de gerçekleşir.

Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşatmasında; Anadolu ve Rumeli Hisarları’nın inşaası sırasında ve fethinde diğer Alevi Dergahları gibi Şahkulu Sultan Dergahı’nın da maddi ve manevi yararları olmuştur.

O yıllarda Avrupa’yı Engizisyon mahkemeleri denen tutucu dini mahkemeler yakıp kavururken Şahkulu Dergahı, Hacı Bektaş Veli’nin açtığı aydınlık yolda her türlü dinsel gericiliğe karşı mücadele vererek Osmanlı İstanbul’unda halkı aydınlatan ’Işık Yuvası’ olmuştur.

Şahkulu Dergah’ında gün olmuş 500’ü aşkın derviş ve bacı barınmış, eğitilmiş ve onlara hizmet verilmiş. ‘İnsan-ı Kamil’ olmanın merdivenleri çıkılmaya çalışılmıştır. Bir zamanlar Anadolu ve Rumeli’de altı saatte bir yol boyu dergahlar bulunurmuş. Bu mekanlar yolcuların güvenilir konaklama yerleriymiş.

Şahkulu Sultan Dergahı da bu tahrihsel geleneğin İstanbul Göztepe’deki tahrihsel mirasının bir parçasıdır. Bu dergah, Alevi – Bektaşi yoluna onlarca, yüzlerce isimsiz muhip yetiştirmiştir.

Bugün düşünce ve kültür hayatımızda adlarından olağanüstü övgü ile söz edilen; Edip Harabi, Neyzen Tevfik, Hilmi Dedebaba gibi ‘batın’ ve ‘zahir’ biliminde yetkin kişiler bu dergahta yetişenlerden birkaçıdır.

Dergah, II. Mahmut döneminde ‘Yeniçeri Olayı’ bahane edilerek yerle bir edilmiş ve içindeki Kütüphane ile arşiv İstanbul ve Anadolu’daki diğer dergahlar gibi yakılmış, yıkılmıştır.

Yönetimine getirilen Nakşibendi şeyhleri ise Dergahı geleneğinden uzaklaştırarak Sünnileştirmeye çalışmıştır.

Bu gidişe Dergahın son postnişinlerinden olan Hilmi Dedebaba (1842-1907) dur, demiştir. Hilmi Dedebaba , bir vakıf kurarak Dergahı yeniden inşa etmiş ve muhipleri irşat etmeye çalışmıştır.

Kurtuluş Savaş’ında İstanbul’da Kuvva-i Milliye’cilerin baba ocağı olan dergah, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının önderliğindeki Ulusal Kurtuluşun yanında yer almıştır.

Laikliği ve Cumhuriyeti canla başla desteklemiştir. (30)

BABA İLYAS VE BABA İSHAK

Tarihe babai ayaklanması olarak geçen büyük Türkmen kalkışmasının önderleri olan bu Türkmen dervişlerinin hakkında ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır. Ancak babailerin Alevi / Batıni / Şamani Türkmen dervişleri olduğu ve ekonomik ve dinsel içerikli bir ayaklanma gerçekleştirdikleri bilinmektedir. Baba İlyas’ın, şeyhi Dede Garkın gibi birçok kerametlerin sahibi olduğu, büyü yoluyla sayrıları / hastaları otadığı, muska yazarak dargın veya ayrılmış evlileri birleştirdiği nakledilmektedir. Baba İlyas’ın öldüğü gün “ boz bir atın üstünde göğe çıkıp yittiği “ inancı da tam anlamıyla eski Türk şaman / kam inançlarını anımsatmaktadır.

Ahmet Yaşar Ocak, Baba İlyas için şöyle demektedir: “ Hiç tereddüt etmeden Baba İlyas’ın, İslami kimliğinin altında, çok derinlerde kalmış tipik bir şaman olma hüviyetini henüz kaybetmemiş bir Türkmen babası olduğunu söyleyebiliriz. “ ( 31)

Osman Turan da, Baba İshak için, onun eski Türk inançları ve 12 imamcı Şii inancını taşıyan eski bir Türk kamı / şamanı olduğunu söyler.(32)

Baba İlyas’ın başlattığı kalkışmanın dinsel nedenlerle birlikte toplumsal, ekonomik sebeplere dayandığı nakledilmektedir. Bununla birlikte Baba İlyas’ın inançsal anlamda Sünni İslam çizgisinde olmadığı bilinmektedir. Onun meclislerinde Elvan Çelebi’ye göre, Yesevilikte ve şaman geleneğinde olduğu gibi kadın erkek bir arada bulunur ve kadınlar Sünni İslam’daki gibi kapanma gereği duymazlarmış.

Babailerin bugünkü Alevi / Bektaşi / Kızılbaşlar gibi Sünni İslam anlayışındaki gibi saf namazı değil halka namazı kıldıkları, Ramazan orucu tutmadıkları, dem içtikleri vb. bildirilmektedir. ( 33 )

Asıl Babai kalkışması Baba İlyas’ın halifesi Baba İshak tarafından başlatılır. İsyanın görünür nedeni sultanın vergi memurunun Baba İshak’a yaptığı haksızlıklar ve hakaretlerdir. Kalkışmanın başladığı tarih, 10 Muharrem 637 ( 12 Ağustos 1239 ) dir. Kalkışmanın başlama tarihi olarak 1240 tarihi de verilmektedir.( 34 ) İlk tarih, Elvan çelebi’nin ebced hesabıyla verdiği tarihtir.

Babai kalkışması yukarıda da söylediğimiz gibi toplumsal, ekonomik ve dinsel nedenlere dayanan bir Türkmen ayaklanmasıdır. Babai kalkışması halkına yabancılaşan, ağır vergilerle halkı ezen, Farsça’yı resmi dil kabul ederek kendi kültüründen uzaklaşan, Sünni İslam anlayışını benimsemiş olan selçuklu sultanlarına karşı gerçekleştirilen büyük bir Türkmen ayaklanmasıdır. Ayaklanmaya katılan kitlelerin inançsal yapısı batıni / Alevi / şamani bir özellik taşır.

Bu Türkmen ayaklanması, Baba İlyas ve Baba İshak’ın ölümü ile beraber çok kanlı çatışmalara sebep olmuştur. Alevi / batıni / kamcı Türkmenler bu kalkışmada Selçuklu ordusunu 12 defa mağlup etmiştir.

Babai ayaklanması ile ilgili çok farklı düşünce ve görüşler ileri sürülmektedir. Bu düşünce ve görüşlerin hemen hepsi de kimi ideolojik yaklaşımlardan neşet etmektedir. Ancak burada, en gerçekçi ve bilimsel olduğuna inandığımız için Yaşar Nuri Öztürk’ün görüşlerine yer vermek istiyoruz:

“ Muhtelif görüşleri hareket noktası alan değişik araştırıcı ve yazarlar, bu isyana, kendi inanış ve ideolojileri açısından yaklaşmış ve “ideolojik ağırlıklı” açıklamalar getirmişlerdir. İsyanın insan unsuru olarak kullandığı kitle, göçebe Türkmenlerdir. Bunlar, daha alt ayrıma girildiğinde, Ahnet Yaşar Ocak’ın da işaret ettiği gibi, Kalenderiler, Haydariler, Yeseviler vs. olarak sıralanabilir. Alt ayrımda adları ve çeşitleri ne olursa olsun, bu kitle, Selçuklu yönetiminden şu veya bu nedenle şikayetçi, şu veya bu nedenle horlanıp ezilen, şu veya bu nedenle haklarının ihlal edildiğine inanan bir kitleydi. Bu halis Türk kitle ayrıca, Selçuklu yönetim kadrolarının ve tabiiki buna bağlı olarak bir yığın devlet imkanının İran uyruklu kişilere teslim edilişinden de çok rahatsızdı. Ocak’ın da söylediği gibi, bu kitle, kurdukları devletin kadro ve imkanlarının yabancı unsurlara peşkeş çekilmesine asla tahammül edemiyordu. Selçuklu yönetimi ise, Türkmen unsurları, üçüncü sınıf adam olarak görmeye devamla, üst kademe görev ve hizmetleri İran asıllı veya tandanslı unsurlara vermeye devam ediyordu. İyice bunalan göçebe Türkmen unsurlar, fitilleri ateşlenmeye hazır halde bekliyorlardı. Bu fitili ateşlemede, derin bir hürmetle bağlı oldukları Babalara yani tasavvuf büyüklerine ümit bağladılar. Toplumsal patlama noktasına gelindiğinde, kitlenin harekete geçmesi, kitle ruhunda ve şuurunda en hakim değere “yöneticilik rolü”nü vermektedir. Babai isyanında bu rol, Türkmen kitlenin bağrına bastığı Babalara verilmiştir. Eğer Babalar olmasaydı, patlama, başka bir değerin bayraktarlığı altında ortaya çıkacaktı. Önemli olan, patlamayı hazırlayan şartların, bir isyanı gerekli kılmış bulunmalarının kabulüdür.

“ Bu isyanda, elbette ki daha bazı sebeplerden, daha bazı yan etkilerden söz edebiliriz. ( …) Fakat bizim için, üzerinde fikir imal edilecek nokta esas etkendir. Bu esas etken, Babailer isyanı için konuştuğumuzda, göçebe – Türkmen kitlenin perişanlığı ve huzursuzluğudur.” ( 35 )

HUBYAR SULTAN

Hubyar Sultan, Ahmet Yesevi ekolü mensubu Horasan alperenlerinden ulu bir batınî babası olup, Türkmen Alevi dede ocağı kurucusudur. Halk arasında Hubyar, Hubyar Sultan, Hubyar Devletlü, Hızır Hubyar, Hubyar Baba, Hubyar Derviş olarak adlandırılmaktadır.

Birleşik bir kelime olan Hûbyâr’ın iki anlamı vardır. Hû; Allah anlamındadır. Hûb; güzel, hoş, iyi demektir. Yâr; yârân, dost, sevgili, ahbab, mahbûb, muhib anlamlarını ifade etmektedir. Hûbyâr ise birincisi dünyevi anlamda “Güzel Dost” demektir. Türkmence; Huday (Hudaay); Allah, Hüda. Hudayyolı (Hudayyoolı); Allah için kesilen kurban, demektir ki, eski Orta Asya Türkçesinde ve lehçelerinde aynı anlamlara gelen benzer sözcükler vardır. İkincisi ise manevi anlamda “Allah’ın sevgilisi”, “Allah’ın Güzel Dostu” ya da “Hakk Ereni”ni, Allah yolunda başını (serini) kurban etmeye hazır, kamil insanı ifade eder ki; Aleviler de “Hubyar Sultan”ı bu anlamda telakki etmişlerdir.

Hünkâr Hacı Bektaş-ı Veli ile çağdaş olan Hubyar Sultan’ın Türkistan’da evli olduğuna dair bir rivayete rastlamadık. Bu durum Alevilik’teki tek eşlilik anlayışından kaynaklanmış olabilir. Ortak görüş; Hubyar Sultan, Anadolu’ya gelip yerleştikten sonra evlenmiştir. Karamanoğlu Mehmet Bey (Ö.1277) yöreyi irşat amacıyla Yalıncak Sultan adlı bir zatı gönderir. Bu zat da bugünkü Sivas’ın Hafik İlçesinin Yalıncak Köyü’ne yerleşerek dergahını kurar. Hubyar Sultan da Yalıncak Sultan (Ö. 1283 )’ın kızı Gönül Ana ile evlenir ve soyu bu hatundan devam ederek bugünlere gelir. Bu evlikten de anlaşılacağı gibi Hubyar Sultan ile Karamanoğlu Mehmet Bey arasında sıkı bir siyasi ilişki mevcuttur. Varolan bu ilişki bölgedeki halk hareketlerine de yansımıştır.

Bugünkü Kazakistan’ın Türkistan bölgesinden Oğuz-Beydili boyu oymakları ile Anadolu (Rum)’ya göçerek; Tokat bölgesine yerleşen Hubyar Sultan da Hoca Ahmet Yesevi halifelerindendir. Hubyar Köyü’nde tarihsel olarak Beydili Sıraç topluluklarına ve Hubyar Dede Ocağı’na damgasını vuran Hubyar adında iki zat vardır. I.Hubyar Sultan, 13.yüzyılda, II.Hubyar Abdal 16.yüzyılda yaşamıştır. İki Hubyar’ın yaşam öyküsü, rivayetleri, menkıbeleri, kerametleri, ozanların deyişlerinde birbirine karışmıştır. I. Hubyar Sultan’ın konar – göçer bir şekilde zaman zaman geldiği Ormanlık yöresi kutsal kabul edilmektedir. Kendi adıyla anılan bugünkü Hubyar Köyü’nü kuran II.Hubyar Abdal ise Horasan’dan gelen Hubyar Sultan’ın torunlarındandır.

I.Hubyar diye de bildiğimiz ve 13. yüzyılda yaşayan Hubyar Sultan’ın tam olarak ne zaman ve nerede öldüğü bilinmemektedir.

16.yüzyılda yaşayan Hubyar‘ın ise eldeki belgelere göre 1570’li yıllarda öldüğü düşünülmektedir. Hubyar Abdal diye de adlandırdığımız II.Hubyar‘ın türbesi Tokat Almus Hubyar Köyündedir. Bu türbenin nezdinde her iki Hubyar bir kabul edilmekte ve dua ve kurbanlar buraya sunulmaktadır.

Hubyar Abdal, 1527 yılında Tokat bölgesinde yapılan Celali İsyanlarından Zünnünoğlu Halil ayaklanmasına katılmış hatta bu ayaklanmanın organizesini sağlamıştır. Bu isyanın kanlı bir şekilde bastırılmasından sonra bugünkü Hubyar Köyü sınırları içerisinde bulunan Tekeli Dağı eteklerinde bulunan Gürgençukuru diye de bilinen Ormanlık alana yerleşmiş ve hayatını burada tamamlamıştır.Hubyar Abdal, Hubyar Köyüne bir Tekke kurarak taliplerine ve gelip geçenlere aş imkanı sağlamıştır. Buraya kurduğu dergahta yetişen dedelerle Kızılbaş Beydili Sıraç Türkmenlerine hizmet etmiş, onların birliğini ve dirliğini temin etmiştir.(36)

Dipnotlar:

Anton Jozef Dıerl, Anadolu Aleviliği, s. 94.

Gibb, Orta Asya’da Arap Fütühatı, Çev.: M. Hakkı, s. 14.

Anton Jozef Dıerl, age, s. 119

Faik Bulut, Alisiz Alevilik, s. 480.

Cemal Şener,Alevilik Olayı, s. 35.

Cemal Şener, age. s.37.

Cemal Şener, age. s.39.

M. Tevfik Oytan, Bektaşiliğin İçyüzü, c.2, s. 250.

Hüseyin Bal, Alevi İslam Yolu, s. 135 -136.

Abdülbaki Gölpınarlı, Velayetname, s. 99.

Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, s.271.

Abdülbaki Gölpınarlı, Velayetname, s. 99.

Pir Sultan Abdal Divanı, Ant Yayınları, s. 331.

Pir Sultan Abdal Divanı, Ant Yayınları, s. 15.

Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı, s. 115.

Besim Atalay, age. s. 117.

Cemal Şener, age, s. 160.

Hüseyin Bal, age. s. 150 – 151.

Aziz Yalçın, Makalat – ı Hacı Bektaş Veli, s. 400.

Hüseyin Bal, age. s. 153.

M. Tevfik Oytan, age, c.2, s. 29.

Hüseyin Bal, age. s.155.

Hüseyin Bal, age. s. 155 – 156.

Erdal Zeki Aslan, Toplumsal Barış Dergisi, Sayı 3, s. 53.

İsmail Onarlı, Toplumsal Barış Dergisi, Sayı 8, s. 47.

Refik Engin, Toplumsal Barış Dergisi, Sayı 8, s. 48.

Lütfi Kaleli, Toplumsal Barış Dergisi, Sayı 8, s. 44 – 45.

Lütfi Kaleli, Toplumsal Barış Dergisi, Sayı 8, s. 45.

www.karacaahmet.com

www.karacaahmet.com

Ahnet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s. 96.

Osman Turan, Selçuklular Zamanı Türkiye, s. 425.

Cemal Şener, age, s. 99.

İsmail Kayaoğlu, Anadolu’da 13. Yüzyıl Derviş Tarikatleri ve Sosyal Zümreler, Uluslar arası Osmanlı Öncesi Türk Kültürü Kongresi Bildirileri, s. 21.

Yaşar Nuri Öztürk, Tarih Boyunca Bektaşilik, s. 68.

www.hubyar.org

Güçlü Kamcı / Şamani İzlere Rağmen Alevilik Nasıl İslam’ın Özü Olabiliyor ?

Samimi Alevi müslümanlar Aleviliği, “ İslam’ın Özü “ olarak görürler. Fakat bu tabir Aleviler üzerinde hesabı olan inançsız, ateist kişi ve çevreleri rahatsız etmektedir. Onların rahatsızlığının doğrudan doğruya İslam’dan kaynaklandığı bes bellidir. İslam’ın en güzel ve Türk’e has yorumu olan Alevilikten de rahatsız olmaları pek tabiidir. Bu çevreler, İslam’ı eşittir Sünni ve Şii İslam biçiminde gördükleri veya görmek istedikleri için Aleviliği İslam dışı saymaya gayret göstermektedirler. Oysa İslam, Sünnilik veya Şiilik demek değildir. Aynı şekilde İslam eşittir Alevilik demek de değildir. Alevilik, İslam’ın Türklere özgü bir yorumudur. Her ne kadar gayri Türk Alevi / Bektaşi topluluklar olsa da Alevilik Türklerce üretilmiş ve geliştirilmiş tabii bir İslam yorumudur. Bundan dolayıdır ki, Aleviliğin içinde İslam öncesi Türk İnançlarına dair çok güçlü ve derin izler bulunmaktadır. Bu izlerin varlığı Aleviliği, İslam’ın dışına taşımaz ve onun “ İslam’ın Özü “ olma vasfına aykırılık teşkil etmez. İslam denilince akla gelen bir sürü farklı yorumdan sadece birini veya bir kaçını kabul edip kalanları reddetmekle İslam’ı tanımlamış ve tanımış olamayız. Bu cümleden olarak, İslamlığı sadece Sünniliğe veya Şiiliğe indirgemek tarihsel ve sosyalojik gerçeklere ayrkırıdır. Sünnilik, Şiilik, Alevilik / Bektaşilik, İsamililik, Zeydilik, Vahhabilik, Dürzilik, Nusayrilik vb. hepsi İslam dairesi içindedir. Hepsinin kullandığı literatür büyük ölçüde ortaktır. Hepsi de İslam’ın temel kaynağı olan Kur’an karşısında geliştirdikleri tavır ve Kur’an’a dair ortaya koydukları özgün yorumlar çerçevesinde şekillenmişlerdir. Dolayısıyla herkesçe üzerinde ittifak edilen bir İslam anlayışı ve yorumu yoktur. Kaldı ki, Sünnilik ve Şiilik için de durum aynıdır. Tek bir Sünni anlayış, tek bir Şii anlayış yoktur. Sünniler ve Şiiler de kendi aralarında sayısız alt mezhepsel oluşum, tarikat , cemaat vb. yapılara sahiptir. Bu da pek tabii bir durumdur. Çünkü İslam’dan veya onun her hangi bir yorumu olan mezheplerden herkesin aynı şeyi anlamasını beklemek olanak dışıdır. Hal böyleyken İslam’ın bir yorumu olan her hangi bir ekolü temel alarak Aleviliği İslam dışı addetmek insafsızlık olduğu kadar aynı zamanda cahilliktir.

O halde Aleviliği tanımlarken kullanılan tabirlerden biri olan “ İslam’ın Özü “ ifadesiyle ne kastedilmektedir ? Nedir İslam’ın özünü oluşturan inanç ve değerler?

İslam’ın özü tanrısal vahyin temelini teşkil eden “tevhid İnancı” dır. Yani Tanrı’nın Birliği İnancıdır. Tanrı’ya kul olmak ve ona tapınmak / ibadet etmektir. Hazreti Muhammed’i peygamber, Kur’an’ı kutsal kitap, Hazreti Ali’yi vasi – yi Resulullah kabul etmektir. Bununla ilintili olarak da barış ve esenlik, eşitlik ve kardeşlik, toplumsal dayanışma ve hoşgörü, kul hakkına riayet, iyiliği emredip kötülükten sakındırma, yalandan ve yalancı tanıklıktan uzak durma, zina, fuhuş vb. çirkinliklerden kaçınma, emeği ile geçinme, haksız kazancı gayri meşru görme, zulme rıza göstermeme gibi ahlaksal ilkeleri yaşama egemen kılmaya çalışma savaşımıdır. İşte İslam’ın özü olarak sıraladığımız tüm değerlerin hepsi Alevilik’te mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Alevilik İslam’ın özüdür. İslam ise kendinden önce gelen bütün dinlerin özüdür. Dolayısıyla Alevilik İslam öncesi dinlerin de özüdür. Alevi Müslümanlarca yaşatılan İslam öncesi Türk inançlarına ait değerler ve kültürel özellikler Aleviliğin İslam dışı sayılmasına hiçbir biçimde neden teşkil edemez. Çünkü İslam’ın ortodoks yorumu biçiminde adlandırlan Sünni ve Şii İslam anlayışında da İslam öncesi kadim Arap, Fars ve diğer orta doğu kültürlerine ait değerler, inançsal özellikler mevcuttur. Nasıl ki bu değerler ve kültürel özellikler Sünniliği veya Şiiliği İslam dairesi dışına çıkarmıyorsa Alevilikteki kamcı / şamani değerler ve kültürel özellikler onu gayri İslami kılmaz, kılamaz.

Sünni ve Şii İslam anlayışlarında mevcut olan kadim inanç ve kültürlere ait özellikleri örneklerle açıklayalım.

Kur’an’ın indiği toplum olan 7. asır Arap toplumunun yaşamındaki sosyo kültürel değer ve özelliklerin tanrısal vahyin yazıya aktarılmış hali olan Kur’an’da yer alış biçimine Alevilerin Kur’an’a Yaklaşımı başlıklı konuda kısmen değinmiştik. Burada da birkaç çarpıcı örnek daha verelim. Ancak şunu tekrar söyleyelim ki, Kur’an’daki İslam, Arap toplumunun temel kültürel özellikleri çerçevesinde şekillenmiş bir dindir. Bu nedenle Kur’an, Araplara özgü hükümler, kurallar ve açıklamalar içermektedir. Kur’an’ın yerel unsurları diyebileceğimiz bu hüküm, kural ve açıklamalar, Sünni ve Şiilerin büyük bölümü tarafından evrensel addedilmiş, Araplara özgü kimi İslami unsurlar Arap olmayan diğer Müslüman halklara da dayatılmıştır. Bunun sonucunda İslamlaşma adı altında bir Araplaşma hareketi yaşanmıştır. Fakat Türkler Araplaşmayı reddettikleri için Araplara özgü pek çok İslami unsuru kabul etmeyip İslam’ın evrensel hükümleri temelinde bir Müslümanlık anlayışı geliştirmişlerdir. Yakın zamana değin Türklerin büyük bölümünün batıni / Alevi / tasavvufi / mistik bir İslam anlayışına sahip olduğu tarihen sabittir. Sünnileşme veya Şiileşme, yakın zamanların, yaklaşık olarak son iki asrın ürünüdür. 17. ve 18. yüzyıllara değin Anadolu nüfusunun bile büyük çoğunluğunun Alevi / Bektaşi olduğu göz önüne alınacak olursa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Türklerin arasında Sünni veya Şii İslam’ı benimseyenler daha ziyade aristokrat / elit kesimdir. Yine belirtelim ki, halktan Sünniliği benimseyen kitleler de Sünniliği zahiren kabul etmişlerdir. Sünnilik örtüsü altında yaşayan Batıni / Alevi / Şamani / Mistik gelenek, inanış ve ritüeller hala Anadolu’da ve Türkistan’da, özellikle de kırsal kesimde çok canlı bir şekilde gözlemlenebilmektedir.

Şimdi gelelim Sünni İslam’daki kadim Arap ve Ortadoğu kültürlerine ait kimi özelliklere…

Bugün Sünni ve Şii müslümanlarca uygulanan namaz, hac gibi ibadetlerin şekli esasları kadim Arap ve Ortadoğu kültürlerine aittir. Bu şekil ve esaslar o denli yaygın biçimde bilinmektedir ki Kur’an, bunları yinelemeye gerek görmemekte ve sadece “ Namaz kılın, Hacc edin…” demekle iktifa etmektedir. Zira bölge insanı namaz kılın, denildiğinde zaten bunun nasıl bir şey olduğunu bilmektedir. İslam öncesi dönemde de namaz kılma, bir ibadet biçimi olarak bölge insanı tarafından uygulanmaktaydı. Nitekim bugün Süryani Hrıstiyanlar, Sünni Müslümanların kıldığı namazı andırır tarzda kiliselerde ibadet etmektedirler. Yine bilmekteyiz ki, İslam öncesi dönemde Arap yarımadasında bulunduğu bildirilen ve kendilerine “ Hanif “ adı verilen topluluk da bugün Sünni ve Şii Müslümanların kıldığı gibi namaz kılmaktaydılar. Bunlar da göstermektedir ki, namazın şekli yerel kültüre aittir. Ortadoğu İnsanı Tanrı’ya namaz adı verilen hareketleri uygulayarak tapınmaktaydı. İslam dini bunu değiştirip yepyeni bir tapınma biçimi vaz etmemiştir. Bu cümleden olarak söyleyelim ki, Ortadoğulu olmayan ve İslam’ı benimseyen halkların da aynı Ortadoğu halkları gibi Tanrı’ya tapınma zorunlulukları yoktur. Onlar kendi kültürel geçmişlerinden gelen tapınma biçimleri ile ibadet edebilmelidirler. Nitekim Alevi / Bektaşilerin uyguladığı cem ayini ve semah da Türk halklarının kültürel geçmişlerinden gelen bir tapınma biçimidir. Bundan dolayıdır ki, İslam‘da cem ayini ve semah yoktur, demek abestir. Abes olduğu gibi aynı zamanda İslam’ın sadece Ortadoğu’ya has bir din olduğu iddiasına güç kazandırmaktır.

( Yeri gelmişken hemen ifade edelim. Cem ayininin ve semahın teolojik kökeni Kırklar Meclisi ve Kırklar cemidir. Kırklar Meclisi’nin hiçbir İslami kaynakta ( Kur’an ve Peygamberin hadisleri kastediliyor.) yer almadığını iddia eden çevrelere yanıt olmak üzere bir açıklama yapalım. Kur’an’da ve peygamberin hadislerinde miraç olayından da çok yüzeysel olarak bahsedilmektedir. Miraçla ilgili olarak Kur’an’da İsra Suresi’nde şöyle denilmektedir:

“ Bir bölüm kanıtlarımızı / ayetlerimizi kendisine göstermek için, kulunu bir gece Mescid – i Haram’ dan, çevresini kutlu kıldığımız Mescdi – i Aksa’ ya götüren ne yücedir. Gerçekten o, işitendir, görendir. “(17)

Miracın metafizik bir olay olması nedeniyle Kur’an’da ayrıntılandırılmadığını görmekteyiz. Fizik alemde yaşayan insanların miraç hadisesini anlamaları ve algılamaları zaten olanak dışıdır. İnsanlara düşen inanmaktır / iman etmektir. Miraç sırasında Hazreti Muhammed’in neler yaşadığı Kur’an’da açıklıkla anlatılmamaktadır. Ancak kimi ayetlerin imaen miraçtan bahsettiğine dair yorumlar bulunmaktadır. Burada çok net bir biçimde belirtelim ki, Miraç’taki Muhammed, Mekke’de, Medine’de halkın arasında dolaşan yani fizik alemde yaşayan Muhammed değildir. Miraç’taki Muhammed, fizik alemdeki Muhammed’in metafizik boyutudur. Miraç sırasında yaşanan diğer olaylar da öyledir. Yolda arslan donunda Ali’ye rastlaması, ona yüzüğünü vermesi, sonra dönüşte Kırklar Meclisi’ne uğraması vb. hepsi metafizik olaylardır. Kırklar Meclisi’ndeki Ali de Mekke’de, Medine’de yani halkın arasında dolaşan, fizik alemde yaşayan Ali değildir. Kırklar Meclisi’ndeki Ali, fizik alemdeki Ali’nin metafizik boyutudur. Dolayısıyla Kırklar Meclisi aslında pek çoklarının sandığı gibi fiziki dünyada mevcut olan bir meclis değil, manevi alemde var olan bir meclistir. Yani Alevi / Bektaşi yolunun literatürüne göre bu bir sırdır. Bu sırra da ancak erenler / ermişler / veliler erebilir. Bu sırra ermenin yolu da tasavvufi / mistik bir eğitimden geçmektedir. Nitekim Alevi / Bektaşi yolunun erenleri, yüzyıllardır bu sırrı yolun taliplerine anlatmaktadırlar. Alevi / Bektaşilerin Kırklar Meclisi konusundaki kaynakları da yolun uluları olan erenlerin anlattıklarıdır. Müminler için bu hususta kuşkuya yer yoktur. Zahiriler ve inkarcılar ise buna inanmak noktasında zaten nasipsiz ve kısmetsizdirler. Manevi dünyadaki Kırklar Meclisi’nin üyelerinin maddi alemdeki karşılıkları olan kişiler ise “ Ashab – ı Suffa “ adı verilen topluluğun kimi mensuplarıdır. Metafiziğe inanmayan yani ateist olan kimselerin kalkıp Kırklar Meclisi’ni, Kırklar’ın Cemi’ni, oradan miras kalan semahı, cem ayinini kendi maddeci / materyalist paradigmaları çerçevesinde sorgulamaları kelimenin en hafifiyle dürüstlük değildir.)

Hac ve oruç için de durum aynıdır. İslam’dan önce kadim Arap ve orta doğu kültürünün bir öğesi olarak hac geleneğinin mevcut olduğunu bilmekteyiz. Mekke’de ve Kabe’nin çevresinde her yıl belli aylarda panayırlar düzenlendiğini, bu panayırlara Arap yarımadasının ve Ortadoğunun çeşitli bölgelerinden insanların geldiğini, Kabe’yi tavaf ederek ibadet ettiklerini, bu sırada şiir yarışmaları düzenlendiğini hatta bu şiirlerin en güzellerinin “ muallaka – i seb’a “ adıyla Kabe’nin duvarlarına asıldığını da bilmekteyiz.

Sonradan İslam’la birlikte bu hac olayının daha düzenli ve kurallı hale getirildiğini görüyoruz. Yine İslam öncesi Arap toplumunca kendilerinde savaşın yasak olduğu “haram aylar” adıyla anılan ayların, İslam sonrası dönemde de aynı konum ve işlevini sürdürdüğü dahası onlara ilaveten kutsal üç ayların / Recep, Şaban ve Ramazan’ın ihdas edildiğini de bilmekteyiz. Ayrıca Oruç ibadetinin kadim Ortadoğu ve Arap kültüründe de yer aldığı bilinmektedir. (Gerçi değişik biçimlerde de olsa dünyanın farklı bölgelerinde de oruç benzeri ibadetler vardır.) Nitekim Kur’an’da ;

“ Ey inananlar ! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı / farz kılındığı gibi sizin de üzerinize yazılmıştır. Umulur ki, korunursunuz. “(18) denilmektedir. Bu ayette sadece oruç tutulması gerektiği belirtilmiş fakat esaslarına ilişkin bir bilgi verilmemiştir. Bunun nedeni de oruç ibadetinin bölge insanı tarafından biliniyor olmasıdır. Ancak daha sonra orucun tutulma esasları konusunda çeşitli ihtilaflar belirince ayrıntılandırıcı bilgiler içeren diğer ayetler de nazil olmuştur.

Domuz eti yasağı ve sünnet olma geleneği de bu kabildendir. Bilindiği gibi domuz eti yasağı ve sünnet olma geleneği Araplarla aynı orjinden gelen dolayısıyla aynı kültürel iklimi paylaşan yahudilerce de uygulanmaktadır. Yahudilerden gelen pek çok inanç ve geleneğin İslam tarafından miras alındığı bilinmektedir. Hatta ibadet sırasında Yahudi kadınlarının başlarına örtü almaları da İslam’da uygulanan örtü geleneğinin kökenlerinden birini oluşturmaktadır.

İslam’ın kadim Arap ve Ortadoğu kültürlerinin tanrısal vahiyle birlikte doğal bir sentez oluşturduğunu kanıtlayan veriler başlı başına bir çalışma gerektirmektedir. Biz burada bu verilerden sadece bir kaçını sunmakla yetiniyoruz. Bu bağlamda son olarak Kabe’ de bulunan / Kabe’nin bitişiğinde yer alan “ Karataş “ / “ Hacer’ül – Esved “ ile ilgili birkaç şey söyleyelim.

Karataş, İslam öncesi dönemde de Araplarca ihtiram gösterilen nesnelerdendir. Kabe’nin bir onarımının ardından ( Kabe, yapımından sonra pek çok kez onarılmıştır. Bu onarımlar İslam sonrası dönemde de devam etmiştir. Hatta Kabe, karşıt müslüman ordularca bir çok kez yıkılmış ve baskına uğramıştır.) Karataş’ın yerine konulması sırasında bu işlem, Arap kabileler tarafından saygınlık ve nüfuz sebebi sayıldığından tartışma yaşanmıştır. Hazreti Muhammed efendimiz zekası ve feraseti sayesinde bu tartışmanın bir savaşa dönüşmesine engel olmuştur. Sonuçta her bir Arap kabilesinden bir temsilcinin katılımıyla peygamberin hırkasının üzerine konulan Karataş, hırkanın uçlarından tutmak suretiyle hep birlikte yerine yerleştirilmiştir. Karataş, Kabe’nin tavaf edilmesi sırasında tavafa başlangıç noktası olarak kullanılmaktaydı. İslam’dan sonra da aynı şekilde bir işlevle Kabe’deki mevcudiyetini sürdürmüştür. Ne var ki zamanla bu konumunun ve işlevinin ötesinde bir ihtirama kavuşmuştur. Zamanla kutsallaşmış, kendisine el ve yüz sürülen, öpülen, karşısında ağlanılan bir nesne haline gelmiştir. Dahası bu taşın cennetten geldiğine inanılmaya başlanmıştır. Yine bilindiği gibi İslam tarihindeki en ilginç oluşumlardan biri olan Karmatiler, Karataş’a gösterilen ihtiramı putçuluk olarak değerlendirip, bir Hac ibadeti sırasında Mescid – i Haram’ı basmış, pek çok hacıyı kılıçtan geçirmiş ve bu taşı alarak götürmüşlerdir. Yirmi yıl boyunca Karataş, Karmatilerin elinde deyim yerindeyse tutsak kalmıştır. Hatta Karmatilerin liderinin bu taşı tuvalet taşı olarak bile kullandığı rivayet edilmektedir. Daha sonra Fatımi halifesinin ricası üzerine Karataş, tekrar yerine konulmuştur.

Burada anlatmaya çalıştığımız olay şudur: İslam öncesi dönemde Kabe’de bulunan tüm putlar Mekke’nin fethinin ardından yıkılmışken, bu taşa dokunulmamış ve bu taş put olarak değerlendirilmemiştir. İslam öncesi dönemin çok önemli ve güçlü bir kültürel, dinsel öğesi olan Karataş, İslam sonrası dönemde de aynı şekilde muhafaza edilmiştir. Karataş, bugün de Hacca giden Sünni ve Şii Müslümanlar tarafından büyük bir ihtiramla selamlanmakta, öpülmekte, kendisine el ve yüz sürülmekte, karşısında ağlanılmaktadır. Başlangıçta bölge insanın, sonradan da bütün Sünni ve Şii Müslümanların değer verdiği Karataş ve ona gösterilen ihtirama saygı duyuyoruz. Ancak, Alevi / Bektaşi Müslümanların türbe ziyaretleri sırasında Alevi / Bektaşi yolunun erenlerinin sandukalarını öpmesini, yatırlara mum dikmesini, Hazreti Ali’ye ve dolayısıyla onun don değiştirmiş hali olduğuna inanılan Hükar Hacı Bektaş Veli ve Şah İsmail Hatai’ye uluhiyet atfetmesini, Ay ve Güneş’e ihtiram etmesini şirk yani Tanrı’ya ortak koşma olarak gören Sünni ve Şii din bilginlerine ve özellikle de Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Başkanlığı’na sormak isteriz :

Eğer Alevi / Bektaşilerin yukarıda sıraladığımız inanç ve ritüelleri şirkse Karataş ve ona gösterilen ihtiram şirk değil midir ?

Yine Türkiye’de özellikle Ramazan ayı içerisinde cami cami dolaştırılan ve “ sakal – ı şerif “ diye anılan Hazreti Muhammed’in sakalının öpülmesi, koklanması, el ve yüz sürülmesi ve yine Hırka – i Şerif Camii’nde bulunan peygamberin hırkasına gösterilen ihtiram ve saygı şirk değil midir ?

Alevi / Bektaşilere göre bunların hiçbiri şirk değildir. Bir sevginin ve bağlılığın yansımasıdır, dışa vurumudur. Alevi / Bektaşi Müslümanlar, Sünni Müslümanların bu ritüellerine saygı duymaktadırlar. Ancak aynı saygının kendi inanç ve ritüellerine de gösterilmesini gayet tabii olarak beklemektedirler.

Görüleceği ve gayet net bir biçimde anlaşılacağı üzere Alevi / Bektaşilerce yaşatılmakta olan sayısız kamcı / şamani gelnek, inanç ve ritüeller, Aleviliği asla İslam dışı kılmaz, kılamaz.

  1. ALEVİLİK VE TÜRK DİLİ

Türklerin İslam’a girşiyle birlikte Türk kültüründe çok büyük değişimler yaşanmaya başlamıştır. Kültürün en önemli öğesi ve taşıyıcısı olan dildeki değişimler ise bu değişimlerin en bariz olanlarındandır. İslamlaşmadan kısa bir süre sonra Türkler, Arap alfabesini kullanmaya başlamışlardır. Uygur ve Gök Türk alfabeleri terkedilmiştir. Arap alfabesiyle birlikte Türk diline öncelikle dinsel alanda olmak üzere pek çok Arapça ve Farsça sözcükler girmeye başlamıştır. Zamanla Türk dili tanınamayacak dereceye gelmiş, Arap ve Fars diline ait söz ve dilbilgisi kurallarıyla boğulmuştur. Özellikle Arap dilinin kutsal, tanrısal bir dil olduğu teması bağnaz din bilginleri tarafından işlenmiş, bu bağlamda bir sürü uydurma hadislerle, bu kültürel cinayete İslam’ın peygamberi Hazreti Muhammed de ortak edilmek istenmiştir. Peygambere mal edilen hadislerle cennet dilinin Arapça olduğu, Allah’ın son kutsal kitabını Arap dilinde indirmek suretiyle Arap diline kutsiyet verdiği fikri Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Dolayısıyla İslamlaşma adı altında tam bir Arap ırkçılığı yayılmış ve bunun tabii bir yansıması olarak da Arap kültür emperyalizmi yaşanmıştır. Bu süreçte Gazneliler Devleti, Seçuklu İmparatorluğu, Anadolu Selçuklu Devleti vb. Türklerce kurulan kimi devletlerin resmi dil olarak Arapça ve Farsçayı kullandıkları malumdur. Dolayısıyla Türk dilinin devlet erkinden dışlandığı, aşağılandığı hazin bir dönem Türklüğün kaderi haline gelmiştir. ( İranlı yazar ve bir dönem Türkiye’de kültür ateşeliği yapan Muhammed Emin Riyahi, “Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı” adında bir kitap kaleme almış, Seçukluların kültürel anlamda Fars olduklarını, dolayısıyla kurdukları devletin Fars devleti sayılması gerektiğini ileri sürmüştür. Ayrıca kitapta Osmanlı padişahlarının önemli bir kısmının ve diğer elitlerin Farsça hayranı olduklarından, Farsça şiirlerle dolu divanları bulunduğundan övgüyle bahsedilmektedir. Sözkonusu kitap, İnsan Yayınları tarafından, Mehmet Kanar’ın çevirisiyle 1995 yılında yayımlanmıştır. )

Egemen Sünni İslam anlayışını benimseyen Türk seçkinlerinin bu dönemde halklarına iyice yabancılaştıkları; Türk isimlerini bırakıp Arap ve Fars isimleri aldıkları, Türklüğü ve Türkçeyi hakir gördükleri bilinmektedir. Ancak bu ağır zulüm karşısında ayağa kalkıp Türk dilini ve Türklüğün öz saygısını korumaya çalışan Türk bilginleri, Türk ozanları da tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Ahmet Yesevi, Kaşgarlı Mahmud, Edip Ahmet Yükneki, Yusuf Has Hacib, Ali Şir Nevai vb. Türk bilgin ve uluları yarattıları yapıtlarla Türk dilinin Arap ve Fars dili karşısında yok olup gitmesine ve Türklerin İslamlaşmayla birlikte asimile olup Araplaşmasına ve Farslaşmasına engel olmaya çalışmışlardır. Nitekim Anadolu Alevi / Bektaşilerinin pirlerinden ve ilk Türk mutasavvıflardan olan Hoca Ahmet Yesevi / Pir – i Türkistan şöyle demiştir:

“ Sevmiyorlar bilginler sizin Türk dilini

Erenlerden işitsen açar gönül ilini

Ayet, hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar

Anlamına erenler başlarını eğip uyarlar…” ( 19 )

İşte tarihin bu devresinde büyük göçebe Türkmen kitleleri kendilerine önderlik eden batıni / Alevi / şamani Türkmen derviş ve ozanlarıyla Araplaşma ve Farslaşmaya karşı doğal bir direniş kalesi inşa etmişlerdir. Bu direniş doğal olarak gelişen, refleksif ve reaksiyoner bir hareket biçiminde yayılan ve sosyo ekonomik taleplerle de güçlenen ihtilalci / devrimci bir karakter kazanmıştır. Bu bağlamda Emevi / Abbasi / Arap İslam anlayışını benimseyen ve Türklüğe yabancılaşan egemenlere karşı binlerce ayaklanma gerçekleştirilmiştir. Bu ihtilalci / devrimci ayaklanmaların en ünlüsü ve en etkileyici olanı Karamanoğlu Mehmet Beğ öncülüğünde yapılan ve onbinlerce kişiden oluşan Alevi / batıni / şamani göçebe Türkmen kitleleri tarafından büyük bir katılımla desteklenen görkemli ihtilaldir. 13 Mayıs 1277’ de gerçekleşen bu ihtilalin Türk tarihine geçen en büyük sonucu Anadolu topraklarında Türk dilinin ilk kez resmi devlet dili olarak ilan edilmesidir. Karamanoğlu Mehmet Beğ, ihtilal sonrası duyurduğu yarlık / fermanla Arap ve Fars dilinin kullanımını yasaklayıp Türk dilinin kullanımını zorunlu kılmıştır. Anadolu Türk / Türkmen tarihinin en aydınlık sayfası olan o görkemli yarlıkta şöyle denilmektedir:

“ Şimdiden girü, hiç kimesne kapuda ve divanda, mecalis ve seyranda Türk dilinden gayrı dil kullanmaya ! “

İhtilal sonrası yaşanan önemli olaylardan biri de halka zulmeden, yabancılaşan, Arap ve Fars hayranı yönetici kesime mensup pek çok kimsenin idam edilmek suratiyle cezalandırılmış olmasıdır. Bu cezalandırma büyük Türkmen kitlelerinin deyim yerindeyse milli bir intikamıdır.

Ne varki seçkinlerin yabancılaşma sürecini bu ihtilal de sona erdirememiştir. İhtilaci Türkmenler yaklaşık bir ay kadar başta kalabilmişlerdir. Bir ay sonunda ihtilal bastırılmış ve Farslaşmış Selçuklu egemenleri tekrar yönetime gelmişlerdir. Bu ayaklanmaya ve ihtilale katılanların kimliğini ortaya koyarken Ebubekr – i Konyevi’nin Ravzat’ül Küttab adlı çalışmasında şöyle denilmektedir:

“ …Türkmen topluluğu ile dinsiz isyancılar..”

Kitapta, Ebubekr – i Konyevi ‘nin ihtilalin bastırılmasından sonra Şemseddin Cüveyni’yi kutlayan Arapça bir kasidesi de bulunmaktadır.( 20 ) Buradaki Türkmen ve dinsiz sözcüğü ile Sünni İslam’ı benimsemeyen Alevi / Batıni / şamani Türkmenlerin kastedildiğini söylemeye gerek bile yoktur.

Anadolu Selçuklularından sonra yaşanan beylikler döneminin ardından sivrilen Osmanlı Beyliği başlangıçta Alevi / Batıni Türkmen dervişlerin desteği ile kurulmuş ve güçlenmişken git gide kendi kurucu unsuruna yabancılaşmış, bu yabancılaşma Yavuz Sultan Selim döneminde doruğa ulaşmıştır. Siyasal yabancılaşma bir tarafa, yabancılaşmanın en ağır biçimde yaşandığı alan yine dil olmuştur. Türk dili bir sürü Arapça ve Farsça sözcüklerle doldurulmuş, dahası pek çok Arap ve Fars dilbilgisi / gramer kuralı Türk diline ithal edilmiş, Türk dili tanınamaz hale getirilmiştir. Türk dilinin içinde bulunduğu bunalımı / buhranı 14. yüzyıl ozanlarından Aşık Paşa şöyle anlatmaktadır:

“ Türk diline kimseler bakmaz idi

Türklere hergiz gönül akmaz idi

Türk dahi bilmez idi bu dilleri

İnce yolu, ol ulu menzilleri…” ( 21 )

İşte Türk dili bu çeşit bunalımlara, dışlanmalara, horlanmalara karşın sahip olduğu gücü ve kendisine sahip çıkan Türk / Türkmen ozanları sayesinde büyüyerek bugünlere değin gelebilmiştir. Osmanlı seçkinlerinin uydurduğu ve içinde Türkçe sözcüklerin sayılabilecek derecede az olduğu “ Lisan – ı Osmani “ / “ Osmanlıca “ ile Türk dili Arap ve Fars kültürünün yoğun saldırısına Alevi / Bektaşi / Batıni ozanların ( Bu arada kimi Osmanlı şairlerinin ve kimi şair padişahların genel manzaraya rağmen sade Türkçe ile yazdıkları şiirleri de söz konusu etmeliyiz. ) şiirleriyle direnmiştir.

Başta Alevi / Bektaşilerin yedi ulu ozanı olmak üzere Türk / Türkmen ozanları, söyledikleri deyişlerle, yazdıkları şiirlerle sadece Türk halkının tercümanı olmakla kalmamış, dünya tarihinin en köklü halklarından olan Türklerin dilini de yok olmaktan kurtarmışlardır. Bu nedenle Yunusların, Pir Sultanların, Fuzulilerin, Kul Himmetlerin, Seyyid Nesimilerin, Şah Hatailerin deyişlerini, nefeslerini bir ibadet vecdi içerisinde bağlama eşliğinde söyleyen, haykıran Anadolu Alevileri, Türk dilinin doğal savunucuları olarak bugün bütün Anadolu ve Balkan Türklüğünün ihtiramına layık seçkin bir Türk topluluğudur.

Bilindiği gibi Sünni ve Şii müslümanlar, ibadetlerini Arap dilinde yapmaktadırlar. Oysa Anadolu Alevi / Bektaşileri ibadet dili olarak Türkçeyi kullanmakta, bütün cemlerini Türkçe yapmakta, nefeslerini / deyişlerini Türkçe okumaktadırlar. Cemlerde okunan Kur’an ayetlerinin de Türkçeleri okunmaktadır. Bu nedenledir ki, Alevilik ile Türk dili arasında dolayısıyla Türklük ile Alevilik arasında inkarı olanaksız olan sarsılmaz bir bağ vardır.

Dünyanın hızla küreselleştiği çağımızda pek çok dilin unutulup gideceğine ilişkin kimi öngörülerin yapıldığı malumdur. Fütürologların / gelecekbilimcilerin öngörülerine göre İngilizce ve birkaç dilin dışında diğer tüm diller unutulacaktır. Türkçe de bu kapsamda değerlendirilmektedir. Bizce bu unutulma yazgısından kurtulabilecek dillerin başında din dili / ibadet dili olabilmiş diller gelmektedir. Din dili / ibadet dili olabilen diller, o din veya inanç yaşadığı müddetçe yaşayacaktır. Türk dili de Alevilik / Bektaşilik sayesinde din dili / ibadet dili olabilmiştir. İslam dünyasında müslümanların, Arapça dışında din dili / ibadet dili olarak kullandıkları yegane dil, Türk dilidir. Alevi / Bektaşi inancı var olduğu müddetçe Türk dili de varlığını sürdürecektir. Alevilerin dışındaki diğer Türk toplulukları maalesef ibadet dili / din dili olarak Türkçeyi kullanmamaktadırlar. Az sayıdaki kamcı / şamanist Türkleri saymazsak Alevilerin dışında Türkçenin ibadet dili olarak kullanıldığı ciddi bir nüfusa sahip Türk topluluğu bulunmamaktadır. Sanıyorum bu sözlerimizin ardından Alevilik ile Türk dili ve Türklük arasındaki bağ daha iyi anlaşılacaktır. (Son dönemde Hrıstiyan Gagavuz Türklerinin bu yönde yani Türkçeyi ibadet dili olarak kullanma yönünde çalışmalar yaptıkları bilinmektedir. Gagavuz Türkleri, aynı mezhebe mensup oldukları ortodoks Rus Kilisesinin ve Rus din adamlarının etkisiyle ayinlerini Rusça yapmaktaydılar.)

Geçmişte ve bugün Türk / Türkmen kökenli olmayan Alevi / Bektaşi topluluklarının varlığı malumdur. Ancak onlar dahi cemlerinde çoğunlukla Türk dilini kullanmaktadırlar. Çünkü Alevi / Bektaşi yolunun hemen hemen bütün uluları, Türk / Türkmen kökenlidir ve Türk dilinde deyiş ve nefesler söylemişlerdir. Bu nefes ve deyişler ise hangi etnik kökenden olursa olsun bütün Alevi / Bektaşilerin kutsal metinleri hüviyetindedir. Son dönemde özellikle Arnavut dilinde ve Kürt dilinde kimi nefesler söylenmeye başladıysa da bunlar son derece lokaldir. Çünkü Alevi / Bektaşi toplumunun ezici çoğunluğu, yaklaşık yüzde doksan beşi Türk / Türkmen kökenlidir. Türk kökenli olmayan ya da kendilerine bu yönde telkinler yapılan kimi Alevi toplulukları da yapılan tüm telkinlere karşın büyük çoğunluk itibariyle kendilerini Türk kabul etmektedirler. Alevilerin etnik kimliği başlıklı bölümde bu konuya daha geniş bir biçimde değineceğiz.

Alevi / Bektaşi inancı, Türk orjinli olmakla birlikte Türklere özgü değildir. Evrensel bir inançtır. Her ulustan insanın mensup olabileceği bir yol olan Alevi / Bektaşi yolu, özünde insan sevgisinin bulunduğu barışçıl bir felsefeye de sahiptir.

  1. ALEVİLİK VE NEVRUZ BAYRAMI

Nevruz, binlerce yıldır kutlanan bir Türk bayramıdır. Sözcük anlamı olarak, yeni gün demek olan Nevruz, baharın gelişini müjdeleyen bir bayramdır. Gece ile gündüzün eşit olduğu 21 mart günü kutlanır. Gerçi bazı bölgelerde ve topluluklarda 20 – 21 – 22 Mart günlerine de yayılacak şekilde bayram kutlaması yapılır. Nevruz bayramı her ne kadar bir Türk bayramı olsa da, belki de Türklerin yüzyıllar süren siyasal egemenliklerinin bir sonucu olarak Fars, Arap, Afgan, Urdu, Kürt vb. kimi halklarca da benimsenmiştir. Nevruz bayramının kökenini Türklerin dışında başka bir halka veya kültüre bağlama çabalarının ciddi bir yanı yoktur. Bu konuda özellikle İran ve Mezopotamya unsuru öne çıkmaktadır. Ancak bayramın kökeninin İran’a veya Mezopotamya’ya bağlanması hiçbir şekilde gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü bu bayram, İran ve Mezopotamya dışında çok büyük bir coğrafi alanda kutlanmakta ve bu coğrafi alanın büyük çoğunluğu Türklerce meskundur. İrani veya Mezopotamyalı halkların Türk coğrafyasında her hangi bir siyasal egemenlikleri mevcut olmamıştır. Dolayısıyla Türk halklarının onlardan bu bayramı öğrenmeleri olanak dışıdır. Ama Türklerin İran’da ve Mezopotamya’da yüzyıllar süren egemenlikleri vardır. Bu hususta mümkün olan bir diğer ihtimal de Nevruz’un her halk tarafından başka nedenlerle fakat tesadüfen aynı tarihlerde kutlanmasıdır. Yani aynı tarihlerde değişik halkların değişik nedenlerle bir bayram kutluyor olmasıdır. Eğer bu ihtimal, ihtimalden öte gerçek bir durum ise, o zaman tarih veya isimlendirme aynıdır diye bayramın kökenini de tek bir halka bağlama ve diğer halkların sonradan etkilenme suretiyle bu bayramı öğrendiklerini iddia etme pek sağlıklı bir yaklaşım olarak görünmemektedir. Mezopotamya, İran ve komşu bölgelerdeki halkların hemen hemen hepsi bu bayrama aynı ismi vermektedirler. Oysa Türk dünyasının farklı yerlerinde bu bayramın başka adlarla da anıldığını bilmekteyiz. Bu da, zannımızca Nevruz’un Türklere ait bir bayram olduğunun göstergelerinden biridir.

Türk dünyasında bu bayrama Nevruz sözcüğünün yanısıra “ Ulusun Ulu Günü “, “ Yengi Kün “, “ Bozkurt Bayramı “ , “ Ergenekon Bayramı “, “ İlkyaz Yortusu “ gibi adlar da verilmektedir. ( 22 )

Nevruz Bayramı, bugün Azerbaycan ve Orta Asya Türk devletlerinin tümünde resmi bayram olarak kutlanmaktadır. Ülkemizde ise sadece halkımız tarafından kutlanmaktadır. Özellikle seksenli yıllarla birlikte bu bayramın bir Kürt bayramı olduğu telkin edilmiş, bölücü örgüt tarafından her yıl 21 mart günü ayaklanma provalarına dönüştürülmüştür.

Ancak özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından bağımsızlığına kavuşan Türk devletleri ve yeniden kaşfedilen Türk dünyası gerçeği sayesinde bu bayramın bütün Türk dünyasında kutlanan milli bir bayram olduğu daha net ortaya çıkmıştır. Anadolu’da Nevruz’un Türklerce nerdeyse unutulmaya yüz tutmuş bir bayram olması onu Kürt bayramı olarak sunmaya çalışanların tezlerine güç vermiştir. Ne varki Türk dünyası gerçeği ortaya çıkınca durum birden değişmiştir. Anadolu’da özellikle sünni Türk / Türkmenlerin arasında unutulmaya yüz tutan bu bayramın Alevi / Bektaşi / Kızılbaş Türkler arasında canlılığını sürdürdüğü bilinmektedir. Alevi / Bektaşi / Kızılbaş Türklerin bu bayramı tüm canlılığıyla yaşatmalarındaki nedenlerden biri de bayrama dinsel bir çerçeve kazandırmış olmalarıdır. Bu bayramın kutlanmasının pek çok nedeni vardır. Bunlardan kimileri Alevilere göre dinseldir.

Baharın / ilkyazın gelişi.

Türklerin Ergenekon’dan çıkış günü olması.

  1. Hazreti Ali’nin doğum günü olduğuna inanılması.
  2. Hazreti Ali ile Hazreti Fatıma’nın evlendiği gün olduğuna inanılması.
  3. Kırklar Meclisi’nin toplandığı gün olduğuna inanılması.
  4. Bugün, Hazreti Hüseyin’nin öcünü almak için Muhtar Sakafi önderliğinde gizli bir örgütün kurulması ve ihtilal işareti olarak mahallelerde büyük ateşlerin yakılması. Nitekim bu nedenle 21 mart günü Aleviler zulme başkaldırı işareti olarak ateş yakarlar.( 23 )

Nevruz Bayramının Osmanlı’dan beri ( Osmanlı sarayında da kutlanmıştır.) Cumhuriyetin ilk yıllarına değin Anadolu’da Türklerce çok canlı bir biçimde kutlandığı bilinmektedir.

Hatta Mustafa Kemal Paşa tarafından 22 Mart 1922 tarihinde Ankara’nın Keçiören semtinde Nevruz şenlikleri düzenlemiştir.( 24 )

Alevi / Bektaşiler bu bayrama büyük önem vermektedirler. Bu bağlamda 21 mart günü gün ağarırken taze su ile yıkanılır. Boy abdesti alınır. Toplu olarak sabah yemeği yenecekse, önce dede bir dua okur ve herkese süt ikram edilir, kahvaltı yapılır. Daha sonra dargınlar barıştırılır. Hasta ve yoksullar ziyaret edilir. Yeni ölmüşlerin evlerine başsağlığına gidilir. Türbe ve mezarlıklar ziyaret edilir. Nevruz şenliklerinin yapılacağı ev ve kır yerleri önceden saptandığı için, bu yerlerde tüm hazırlıklar tamamlanır. Yaşlılar ve gençler için ayrı ayrı mekanlarda muhabbet sofraları kurulur. Gençler kırlarda şenlikler yaparlar; halaylar çeker, ateş üstünden atlayarak dilek tutarlar. Genç kızlar ve oğlanlar karşılıklı mani söylerler. ( 25 )

Nevruz Bayramı akşamı, “ Hakk Muhammed Ali Meydanı “ açılır. Canlar, bacılar toplanır ve Cem ayini yapılır. Kentlileşmeyle birlikte büyük kentlere göç eden Alevi kitle artık bu bayramı kent koşullarında cemevlerinde kısıtlı olanaklarla kutlamaya çalışmaktadır. Türkiye’de Sünni Türk / Türkmenlerin neredeyse unuttukları bu tarihsel Türk bayramını dinsel kimliklerinin yanısıra taşımaktan büyük kıvanç duydukları Türklük / Türkmenlik kimliklerinin bir gereği olarak kutlayan Alevi / Bektaşiler, Türk kültürünün destansı ve efsanevi taşıyıcıları olduklarını diğer pekçok olayda olduğu gibi bu olayda da göstermektedirler.

  1. ALEVİLERİN ETNİK KİMLİĞİ

Türkiye’de çoğu kez etnik kimlikle dinsel kimliğin karşıtırıldığına tanık olmaktayız. Bu cümleden olarak Aleviliğin, çoğu kez apayrı bir etnik kimlik gibi düşünüldüğü de görülmektedir. Aleviliği, büyük çoğunluğu Türkçe konuşan insanların mensup olduğu ayrı bir etnik kimlik olarak gösterme yönünde bilinçli çabaların varlığı da söz konusudur. Bu çabaların amacı Türkiye’de büyük çoğunluğu oluşturan Türk / Türkmen toplumundan ayrı Türkçe konuşan ikinci bir topluluk meydana getirmek, böylece ulusal birliği parçalamak adına yapay fakat kalıcı sınırlar oluşturmaktır. Alevilere dinsel kimlikleriyle birlikte etnik bir kimlik dayatma çabalarının varmak istediği noktalardan biri de Türkiye’deki bölücü devinimlere güç kazandırmaktır. Türklük duygu ve bilincini zayıflatıp Ulusal devlet sistemini tasfiye etme ve Türkiye’yi “ Türkiye” olmaktan çıkarıp Anadolu, daha sonra da “ Anatolia “ haline getirmek için sergilenen çalışmaların birincil hedef kitlesi olarak da maalesef Alevi toplumu seçilmektedir. Bu nedenle Alevilerin etnik kimliğinin saptanması ve bu etnik kimlik doğrultusunda Alevilerin ulusal birliğe sarılmalarının sağlanması Türkiye’nin ve Türklüğün geleceği açısından yaşamsal bir öneme sahiptir.

Son dönemde Alevi toplumunda ulusal kimliğin güçlenmesi ve ulusal bilincin yükselmesi anlamında sevindirci gelişmeler yaşanmaktadır. Türklük bilincinin mezhepsel / dinsel bilincin önüne geçmesi, ulus / devlet örgütlenmesi bakımından da son derce önemlidir. Modern toplum olmanın gereklerinden biri de ulusal kimliğin en önemli kimlik olarak kabulü gelmektedir. Büyük Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik ve Türklük esasına dayalı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yanlış bulduğumuz kimi özelliklerine karşın Türkler için mevcut en iyi sistem olduğundan kuşku duymuyoruz. Türkiye’deki Alevi / Bektaşi toplumunun geleneksel olarak Atatürkçü ve laik bir karaktere sahip olduğu malumdur. Bu bağlamda Alevi / Bektaşilerin Türkiye Cumhuriyeti’nin en temel teminatlarından biri olduğu da ortadadır. Ancak Alevi / Bektaşi toplumuna mensup olup Zazaca ve Kürtçe konuşan toplulukların etnik kimlik anlamında son derece zararlı propagandalara maruz bırakıldığı hatta bu propagandadan Türkçe konuşan Alevi / Bektaşi gençlerinin de etkilendiği görülmektedir. Bu propagandaların özneleri arasında özellikle Kürtçüler ve etnernasyonalist sosyalist akımlara mensup kişi ve çevreler öne çıkmaktadır. Alevi / Bektaşilere Kürtlük, Zazalık propagandası yapmak tarihsel ve sosyolojik gerçekleri saptırmaya çalışmaktır. Bu menfi çalışmaların failleri, sözde Türk milliyetçilerinin geçmişte ve bugün yürüttüğü yanlış politakaları da çok iyi bir biçimde kendi lehlerine kullanmaktadırlar. Türkiye’de sözde Türk milliyetçisi kimi çevrelerin yanlış politikaları yüzünden Alevi / Bektaşi toplumunun büyük bir çoğunluğunda ulusçuluğa ve Türklük kimliğine karşı bir soğukluk bulunduğu gözlemlenmektedir. Bu soğukluğa rağmen Alevi / Bektaşi toplumunun içinden gelen kimi saygın araştırmacıların son derece yaşamsal öneme sahip kimi araştırmalara imza attıklarına tanık olmaktayız. Alevi / Bektaşi toplumuna deyim yerindeyse Türklük kimliğini anımsatma, Kürtçe ve Zazaca konuşan Alevilerin de aslında Türk / Türkmen kökenli olduklarını kanıtlama uğraşları ulusal birik ve ulus / devletimiz açısından ayakta alkışlanmaya ve her türlü övgüye değer yurtseverlik örnekleridir. Bu bağlamda öne çıkan en önemli araştırma ve çalışma, Alevi toplumunun saygın simalarından Cemal Şener’e aittir. Cemal Şener’in, “ Alevilerin Etnik Kimliği / Aleviler Kürt mü ? Türk mü ? “ adını taşıyan kitabı çok önemli bir konuya açıklık getirmesi açısından son derece dikkat çekicidir. Yine Alevi toplumunun önde gelen araştırmacılarından İsmail Onarlı’nın “ Osmanlı – Türkmen İlişkisi ve Çelişkisi “ ve “ Osmanlı – Kürt İttifakı ve Türkmen Katliamı “ başlıklı makaleleri son derece aydınlatıcıdır.

Bilindiği gibi Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğu Türkçe konuşan ve Türk / Türkmen etnik kimliğine sahip bir topluluktur. Yüzde olarak söyleyecek olursak bu oran yüzde doksan beş civarındadır. Türkçenin yanısıra Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevilerin de aslında büyük çoğunluğunun Türk / Türkmen olduğu sosyolojik bir gerçektir. Bu gerçeğin açığa çıkması için yapılan çalışmalara zemin teşkil eden en önemli unsurlardan biri Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevilerin ibadet / ritüel dili olarak Türkçe kullanmalarıdır. Nitekim araştırmacı Martin Van Bruınessen bu özelliğe dikkat çekmekte, ibadet / ritüel dili olarak neredeyse yalnızca Türkçe kullanan ve çoğu Türkçe aşiret adlarına sahip Kürtçe ve Zazaca konuşan Alevilerin varlığına işaret etmektedir.(26)

Bu toplulukların ibadet dili olarak Türkçeyi kullanmalarının ve Türkçe aşiret adlarına sahip olmalarının tarihsel ve sosylojik köklerinin bulunduğu muhakkaktır. Bu tarihsel ve sosyolojik köklerin Sünni Osmanlı ile Alevi Türkmenlerin ilişkilerinde aranması gerekmektedir. Bilindiği gibi Alevi Türkmenlerle Osmanlı sürekli bir mücadele içerisinde olmuştur. Bu mücadelenin özellikle Yavuz Sultan Selim döneminde başladığı, Safevi Türk Kızılbaş Devleti ile birlikte doruğa ulaştığı nakledilmektedir. Türkmenlerin bu mücadeleden katliama uğrayan, sürgün edilen taraf olarak çok ağır bedeller ödeyerek mağlup çıktığı tarihçilerce belirtilmektedir.

Bilindiği gibi Osmanlı’nın Türkleştirme diye bir siyaseti olmamıştır. Bu bağlamda Anadolu’da Kürtlerin veya Zazaların Türkleşmesi diye bir durum tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi Osmanlı döneminde de olmamıştır. Osmanlı hiçbir zaman Kürtleri veya Zazaları ya da Ermenileri Türkleştirme uğraşı içerisinde olmamış fakat siyasal nedenlerden dolayı yürüttüğü Alevi Türk / Türkmen karşıtlığı politikası nedeniyle Alevi Türkmenlerin Kürtleşmesine zemin hazırlamıştır. Bu husus gerek Cemal Şener’in kitabında gerekse İsmail Onarlı’nın makalelerinde çok net bir biçimde ortaya konulmaktadır.

Özellikle Dersim / Tunceli Alevilerinin büyük çoğunluğunun Osmanlı baskı ve katliamından canını kurtarmak için kaçan ve kuş uçmaz kervan geçmez diye tabri edilen dağlık bölgelere çekilen ve böylece Kürt ve Zazalarla içiçe bir yaşam sürmek zorunda kalan, zamanla Türkçeyi unutup Kürtçe veya Zazaca konuşmaya başlayan Türkmenler olduğu yukarıda adını verdiğimiz araştırmacıların yapıtlarında kanıtlanmaktadır.

Alevi toplumu üzerine yaptıkları araştırma ve çalışmalarla tanınan Martin Van Bruınessen, İrene Melikoff ( 27 ) gibi araştırmacılar da aynı şekilde Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevilerin büyük çoğunluğunun Türkmen kökenli olduğunu belirtmektedirler. Bu konuda yani Türkmenlerin Kürtleşmesi veya Zazalaşması konusunda Ziya Gökalp’in de çalışmaları mevcuttur. ( 28 ) Ancak Gökalp’in siyasal anlamda Türkçülük akımının ideologlarından olması dolayısıyla nesnelliğinden kuşku duyulmaktadır. Gerçi bizce bu kuşku yersizdir. Ancak koşullanmış kimi çevrelerin Kürt ve Zaza Alevilerinin büyük çoğunluğunun Türkmen olduğu gerçeğini Gökalp’i esas alarak kabul etmelerinin olanaksızlığı ortadadır. Hatta Türkiye’de Gökalp’in bu çalışmalarının yakın zamana değin özellikle Kürtçüler tarafından alay konusu bile yapıldığı düşünülecek olursa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır. Ne var ki bu konuda Gökalp yalnız değildir. Çok şaşırtıcı bir destekçisi bulunmaktadır. Siyasal Kürtçülüğün öncülerinden olan ve terör örgütünün elebaşılığını yürüten Abdullah Öcalan bile Gökalp’e katılmakta; kimi Türkmen aşiretlerinin Kürtleştiğini belirtmektedir. ( 29 ) Gökalp’in savını destekleyen diğer araştırmacıların tavrı bir tarafa Abdullah Öcalan’ın söyledikleri gerçekten çok etkileyici ve şaşırtıcıdır.

Kürtçe veya Zazaca konuşan Aleviler, sadece Dersim’de / Tunceli’de değil, Sivas, Erzincan, Elazığ, Malatya ve Muş’da da bulunmaktadır. Bu illerdeki Alevi nüfus da Dersimdekiler gibi ritüel dili olarak Türkçeyi kullanmaktadırlar. Cemlerde okunan gülbanklar, deyişler / nefesler Türkçedir. Bu durum onların da büyük çoğunluğunun Türk / Türkmen orjinli olduklarının kanıtlarındandır. Cumhuriyet tarihinin önemli siyasal hareketlerinden Koçgiri ayaklanmasının özneleri olan Koçgiri aşireti veya aşiretler topluluğu da aslında Türkçenin yanısıra Kürtçe de konuşan Alevi Türkmenlerden oluşmaktadır. ( 30 ) Tarihçi Ömer Lütfi Barkan, İrene Melikoff ve yine tarihçi Baki Öz, Koçgiri aşiretinin ya da aşiretler topluluğunun Türk / Türkmen kökenli olduğunu belirtmektedirler. Yine Dersim’deki aşiretlerden Şeyh Hasan, Balaban, İzol, Hormek, Şadi, Kureyşan, Bameseran aşiretlerinin Zazaca konuşan Alevi Türkmenler olduğu, bu aşiretlerin yüzyıllar önce, bir Türkmen diyarı olan ve halen de Güney Türkmenistan diye anılan Horasan’dan geldikleri belirtilmekte ve bu görüş özellikle bölgedeki temel seyit soyları tarafından kabul edilmektedir. Bingöl, Muş, Varto’da yaşayan çoğu Hormek, Lolan ve Balaban aşiretine mensup Aleviler de kendilerini Türk kabul etmektedirler. (31)

Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevilerin Türk / Türkmen kökenli olduklarını savunan önemli kişiliklerden biri de aslen Pülümür kökenli dikme dede Pir Ahmet Dikme’dir. “ Haykırıp Duyuramadıklarım “ adlı kitabında bu husustaki görüşlerini çok çarpıcı biçimde açıklamaktadır. Dersim bölgesindeki Alevilerin Horasan’dan gelen Türkmenler olduğunu söyleyen Pir Ahmet Dikme, söz konusu aşiretleri Harzemşahlılarla ilişkilendirmektedir. (32)

Bu konuda öne çıkan diğer araştırma ve çalışmalardan zikretmemiz gerekenler; Cevdet Türkay’ın “ Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatlar “ adlı kitabı ve toplumbilimci Mehmet Eröz’ün “ Doğu Anadolu’nun Türklüğü “ isimli çalışmasıdır. Yine konu ile ilgili çok önemli bir belge de Dersim Milletvekili Hasan Hayri Bey’in 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı tarihsel konuşmadır. Hasan Hayri Bey bu konuşmasında;

Harzem’den gelen ve Türkçe konuşan atalarına Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat’ın buralara yerleşme izni verdiğini, Yavuz Sultan Selim zamanında Harzemli Alevi Türklerin can güvenlikleri nedeniyle Dersim dağlarına çekilmek zorunda kaldıklarını ve bu tecrit sonucunda kendilerini gizlemek için Kürtçe öğrendiklerini, süreç içinde Türkçeden uzaklaşarak Kürtleştiklerini belirtmektedir. ( 33 )

Alevilerin Etnik Kimliği adlı çalışmasında Cemal Şener; Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevilerin özellikle yaşlı kesiminin, kendilerinin Türk olduklarını, Horasan’dan geldiklerini söylediğini nakletmektedir. Fakat genç kesimin son yıllarda güçlenen Kürtçülük hareketi ve sol rüzgarlar nedeniyle kendilerini Kürt addettiklerini oysa bunun siyasal bir Kürtlükten başka bir şey olmadığını belirtmektedir. ( 34 )

Alevi / Bektaşi toplumunun büyük çoğunluğunun Türk / Türkmen olduğunu bu çalışma boyunca defalarca yineledik. Zazaca ve Kürtçe konuşan Alevilerin de gerçekte Türk / Türkmen oldukları, yapılan bilimsel araştırmalarla ortaya çıkmaktadır. Bu durum, aslında Alevilikle Türklüğün sosyolojik ve tarihsel olarak nasıl özdeşleştiğini de gözler önüne sermektedir. Ancak bu sözümüz, bizim Aleviliği, sadece Türklere özgü bir dinsel yapılanma biçiminde değerlendirdiğimiz anlamına gelmemelidir. Tekrar ifade edelim ki, Alevilik evrensel bir inançtır. Her ulustan insanın benimseyebileceği dinsel bir sistemdir.

Nitekim ülkemizde ve ülkemizin kültürel bir uzantısı olan Balkanlarda Türk kökenli olmayan az sayıda da olsa Alevi / Bektaşi topluluklar bulunmaktadır. Arnavut, Boşnak, Sırp, Bulgar, Rum gibi değişik halklara mensup Alevi / Bektaşiler, Aleviliğin Türklere özgü olmadığının bir göstergesidir. Ülkemizde, özellikle Adana, Hatay gibi illerimizde yaşayan ve kendilerini “ Alawi “ olarak niteleyen, Arapça konuşan ve Nusayri adı verilen bir topluluk da bulunmaktadır. Nüfusları yaklaşık olarak 500 bin civarında olan Nusayriler, Anadolu Alevi / Bektaşilerinden çok farklı özelliklere sahiptirler. Sözgelimi onlarda Anadolu Aleviliğinin en önemli özelliklerinden olan semah, yedi ulu ozan, Hünkar Hacı Bektaş Veli gibi dinsel, kültürel figürler bulunmamaktadır. “Kitab’ul Mecmu’” adında bir kitapları da vardır ki bu kitabın Anadolu Aleviliği açısından kaynak olma bağlamında bir işlevi yoktur. Kutsal günler bakımından da çok büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ancak yine de Nusayriler, Anadolu Alevi / Bektaşilerine en yakın topluluklar arasında yer almaktadırlar.

Türkiye’de Alevilerin nüfusunun ne kadar olduğu konusunda elde sağlıklı bir veri yoktur. Ancak yine de kimi tahminler yapılmaktadır. Bu tahminler, 10 milyondan başlayıp 25 milyona kadar çıkarılan sayılarla ifade edilmektedir. Türkiye’ye müzakere tarihinin verildiği Avrupa Birliği belgelerinde 12 – 15 milyon şeklinde bir tahmin dile getirilmektedir. Bizce bu sayının 20 milyondan az olması olanaksızdır. Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğunun hala kimliklerini gizleme ihtiyacı hissettikleri düşünülürse gerçek sayının tespitinin ne derece zor olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu aslında asimile olarak Sünnileşmek zorunda kalan Alevilerden oluşmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde Anadolu ahalisinin çoğunluğunun Alevilerden oluştuğu tarihçiler tarafından belirtilmektedir. Osmanlı tarih yazarı Jorga’nın yapıtında kaydettiği bir Venedik belgesinde bu konuda dikkat çekici bir bilgiye rastlamaktayız. 8 Şubat 1514 tarihli bir kayda göre Osmanlı Anadolusunda halkın yaklaşık beşte dördünün / yüzde sekseninin Şii / Alevi olduğu ortaya çıkmaktadır. ( 35)

Bu oranın 18. – 19. asra değin pek değişmediğini tahmin etmekteyiz. Ama o tarihlerden bu yana oranın hızla Alevilerin aleyhine değiştiği, asimilasyonun Osmanlı’nın son dönemlerinde; özellikle de Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından Bektaşilere karşı uygulanan baskı, sürgün ve sindirme hareketleriyle iyice hız kazandığı muhakkaktır. Asimilasyonun Cumhuriyet döneminde de sürdüğü bilinmektedir. Atatürk’ün tüm laik, çağdaş, cumhuriyetçi politikalarına karşın özellikle onun ölümünün ardından ve büyük kentlere yaşanan göçlerin sonrasında ciddi sayıda Alevinin asimile olduğu / Sünnileştiği tahmin edilmektedir. 1980 ihtilali sonrası Alevilere yönelik asimilasyoncu politikanın eşine az rastlanır biçimde hız kazandığı malumdur.

Tüm bu çabalara karşın hala Türkiye’de çok ciddi sayıda Alevi nüfus bulunmaktadır. Alevi olmadığı halde belki de Alevi bir geçmişe sahip olmalarından ötürü Aleviler gibi yaşayan Sünnileri de hesaba kattığımızda Alevilerin nüfusu ve gücünün tahmin edilenden çok daha fazla olduğu görülecektir.

Alevi / Bektaşilerin etnik kimliği bu denli apaçık bir biçimde ortadayken onları azınlık olarak nitelendirmeye çalışmak vahim bir hata değilse ihanetten başka bir şey olamaz. Türkiye Cumhuriyeti, ulusal kimlik temelinde kurulmuştur. Dinsel, mezhepsel kimlik temelinde değil. Alevi / Bektaşilerin ulusal kimliği de Türklük olduğuna göre hangi sebeple azınlıktan söz edilebilir ? Alevi / Bektaşiler, Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan Türk / Türkmen kökenli sosyal gruba mensuptur. Yani çoğunluğun bir parçasıdır. Bu devlet, sadece Sünni Türklerin değil, Alevi / Bektaşi Türklerin de devletidir. Daha doğrusu devlet, ne sünnilerin ne de Alevi / Bektaşilerin devletidir. Bu devlet Anadolu Türk ulusunun devletidir. Ayrıca belirtelim ki, hiçbir Alevi / Bektaşi kendini azınlık olarak görmemektedir.

Gelelim Alevi nüfusun yaşadığı illere…

Türkiye’de Alevi nüfusun yoğun olarak yaşadığı iller; Tokat, Çorum, Amasya, Yozgat, Nevşehir, Kırşehir, Sivas, Erzincan, Tunceli, Elazığ, Malatya, Adıyaman, Kahramanmaraş’tır. Bu illerin dışında Türkiye’nin hemen hemen her bölgesinde Alevi nüfus bulunmaktadır. Trakya, Ege ve Akdeniz bölgesinde ciddi oranda Alevi nüfus meskundur. Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde ise oldukça az sayıda Alevi yaşamaktadır. Kırdan kente göç nedeniyle özellikle büyük kentlere ( İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Mersin, İzmit ) Anadolu’dan büyük kitleler halinde Alevi nüfusun geldiği bilinmektedir. Yurt dışında; Avrupa, ABD ve Avustralya’da da Türkiye’den giden gurbetçi tabir edilen Alevi Türkler de bulunmaktadır. Yine ayrıca Balkan ülkelerinde ciddi sayıda Alevi / Bektaşi Türk, Arnavut, Boşnak vb. topluluklar vardır. İran’da ise Şiilerden ayrı ehlihak adı verilen Alevi bir topluluk vardır. Afganistan’da kendilerini Kızılbaş olarak niteleyen bir Türk topluluğu mevcuttur. Son olarak da Irak’ta, Kerkük ve çevresinde az sayıda da olsa Bektaşi nüfusun bulunduğunu belirtelim.

Dipnotlar:

Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk?, s. 11.

Erdoğan Aydın, age, s. 31.

Kur’an – ı Kerim, Hicr Suresi, 29. ayet, Secde Suresi 9. ayet, Sad Suresi 72. ayet.

Orhan Türkdoğan, Alevi – Bektaşi Kimliği, s. 72.

Ramazan Şeşen, Onuncu Asırda Türkistan’da Bir İslam Seyyahı İbn Fadlan Seyahatnamesi Tercümesi, s.30.

Yaşar Çoruhlu, Türk Mitolojisinin ABC’si, s.21 – 53.

W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, s.30, Aktaran: Orhan Türkdoğan, Türk Tarihinin Sosyolojisi, s. 191.

Mehmet Eröz, Eski Türk Dini ( Gök Tanrı İnancı ) ve Alevilik – Bektaşilik, s. 10.

Cemal Şener, Türklerin Müslümanlıktan Önceki Dini Şamanizm, s. 74 – 75.

Faruk Sümer,” Türkler İslamiyete Nasıl Girdiler ? “, And, sayı 7, 3 Aralık 1983, s. 5.

Cemal Şener, age, s. 75.

Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı, s. 44.

Cemal Şener, age, s. 80.

Cemal Şener, age, s. 77.

Cemal Şener, age, s.79.

Cemal Şener, age, s.79.

Kur’an – ı Kerim, İsra Suresi, 1. ayet.

Kur’an – ı Kerim, Bakara Suresi, 183. ayet.

Aktaran: Namık Kemal Zeybek, Türk Olmak, s. 66.

Ali Sevim, Ravzat’ül – Küttab, s. 56 – 60,217 – 224.

Aktaran: Namık Kemal Zeybek, age, s. 68.

İsmail Onarlı, Alevilik’te Nevruz Nedir ?, s.18.

İsmail Onarlı, age, s. 11 – 14.

İsmail Onarlı, age, s. 48.

İsmail Onarlı, age, s. 63.

Martin Van Bruınessen, “ Alevi Kürtlerin Etnik Kimliği Üstüne Tartışma”, Birikim Dergisi, s. 88, s. 38, Aktaran: Cemal Şener, Aleviler’in Etnik Kimliği, s. 19.

İrene Melikoff, Uyur İdik Uyardılar, Cem Yayınları, İstanbul 1999.

Ziya Gökalp, Kürt Aşiretlerinin Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Sosyal Yayınları, 1992, Aktaran: Cemal Şener, age, s. 30.

Abdullah Öcalan, Savunma, Mem Yayınları, İstanbul 1999, Aktaran: Cemal Şener, age, s.31.

Cemal Şener, age, s. 26 – 29.

Cemal Şener, age, s. 23.

Pir Ahmet Dikme, Haykırıp Duyuramadıklarım, Ant Yayınları, İstanbul 1999, Aktaran: Cemal Şener, age, s. 22 – 23.

TBMM Gizli Celse Zabıtları, Ankara 1980, c.2, s. 252 ( 3 Teşrinievvel 1337 ), Aktaran: Cemal Şener, age, s. 34 – 35.

Cemal Şener, age, s. 36 – 38.

Turgut Akpınar, Tarih ve Toplum Dergisi, sayı 82, s. 16.

Enver Behnan Şapolyo, age, s.351.

Ümit Özdağ, Yeniden Türk Milliyetçiliği, s.16.

www.turkcutoplumcu.com

  1. BÖLÜM

ALEVİLİK VE TÜRK KÜLTÜRÜ

Alevi / Bektaşi yolunun mensupları ezici çoğunluk itibariyle Türk kökenlidir. Dolayısıyla, içinde gayri Türk unsurlar da bulunmakla birlikte Alevilik, Türk kültürünün baskın olduğu bir dinsel / kültürel / toplumsal yapılanmadır. Toplumların inançları, onların binlerce yıllık geçmişlerinden derin izler taşır. Bir toplum, tarihi boyunca pek çok kez din değiştirmiş olsa bile gerçekte inanç bağlamında asli karakterini büyük oranda korur ve sürdürür. Yeni seçilen din, kadim inançlarla ve kadim kültürel kimlikle yoğrularak ulusal bünyeye zerkedilir ve uyarlanır. Bunun böyle olduğu toplumbilimsel bir gerçektir. Hatta din ve inanç değiştirmeler, kimi zaman yüzeysel değişikliklerden öteye gitmez. Toplum, yeni dini seçerken kimi nedenlerle hareket eder. Bunlar daha ziyade siyasal ve ticaridir. Yani hiçbir toplum aslında “ hidayete ermek için” inanç değiştirmez. Ayrıca yüzyıllardır sürdürülen inançlar bir çırpıda, tam bir içtenlikle ve üstelik tüm öğeleriyle birlikte asla terk edilemez. Çünkü bu, sosyolojik gerçeklere taban tabana zıttır. Ve tarih böyle bir şeye hiçbir zaman tanık olmamıştır.

Dünyanın en eski halklarından olan Türkler de pek çok kez din değiştirmişler ve bu değişimlerin tümünde de girdikleri yeni dini kendi kültürel özellikleriyle yoğurmuşlardır; böylece kabul ettikleri her yeni din Türklere özgü bir hal almıştır. Bilindiği gibi Türkler, tarihleri boyunca, ulusal inançları olan Gök Tanrı İnancı’ ( Şamanizm olarak da adlandırılmaktadır.) ndan sonra Budizm, Maniheizm, Hristiyanlık, Musevilik gibi dinleri benimsemişlerdir. Halen bu dinlere mensup küçük Türk toplulukları bulunmaktadır. Tüm bu dinler Türklerde ulusal bir kimliğe bürünmüş ve sonuçta Türk tarzı bir Budizm ( Sözgelimi, Türk tarzı Budizme Burkancılık denmektedir.), Türk tarzı bir Maniheizm vb.meydana gelmiştir. Yine bilindiği gibi günümüzde dünya Türklerinin ezici bir çoğunluğu İslam dinine mensuptur. Türklerin yüzde doksandan fazlası Müslümandır. Türkler İslamlığı seçerken de kimi siyasal ve ticari / ekonomik nedenlerle hareket etmişler, bireysel ve lokal “ihtida / hidayete erme” örnekleri bulunmakla birlikte daha ziyade ve baskın bir biçimde hakanların, beğlerin vb. siyasal ve ticari / ekonomik kaygıları sonucu İslamlaşma başlamış, sürmüş ve tamamlanmıştır. Türklerin İslamlaşma sürecinin yaklaşık dört yüzyılık bir zamana tekabül ettiği gerçeği göz önüne alındığında İslamlaşmanın ihtidadan çok çıkarlara dayandığı savı kesinlikle güç kazanmaktadır. Ayrıca kimi Türk topluluklarının İslamlaşmaya karşı büyük bir direniş gösterdikleri, bu uğurda büyük katliamlara uğramak pahasına da olsa bu direnişi uzun bir zaman sürdürdükleri tarihsel olarak bilinen bir gerçektir. ( 1 ) İslamlaşma sırasında Türklere yönelik büyük katliamlara girişen Arap – İslam komutanı Kuteybe b. Müslim’in Horasan ve Türkistan’da ( Baykent, Buhara, Talkan vd. şehirlerde ) yaptıkları Türklerin İslam’a karşı göstermiş olduğu direnişin en çarpıcı ve ürkütücü kanıtlarındandır.( 2 ) On binlerce Türk’ün İslamlaşmayı reddettiği için katledildiğini bilmekteyiz. Türklerin büyük bir arzu ile, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan Müslümanlaştıkları savı tam anlamıyla bir komediden ibarettir. Bu sav daha ziyade “ Türk – İslam Sentezcisi “ çevrelerce dillendirilmektedir. Ancak son yıllarda kaleme alınan eserler ve yapılan tarihsel / sosyolojik araştırmalar artık bu savı iyice geçersizleştirmiş ve gülünçleştirmiştir. Hemen ifade edelim ki, ihtida dışı İslamlaşma, ilk kuşaklar için geçerlidir. Bir zaman sonra ilk kuşakların torunları olan yeni nesiller İslam’ı gerçekten bir ihtida olayı biçiminde kabullenmişlerdir. Türkler İslamlaşırken eski inançlarını tümüyle bırakmış değillerdir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi bu, zaten olanak dışıdır. İslamlaşma sonucu Türkler arasında yine İslam orjinli iki temel dinsel yapılanma oluşmuştur. Türk Sünniliği ve Türk Aleviliği. Bu iki temel yapılanmanın dışında aslında kimi bakımlardan Türk Sünniliğine, kimi bakımlardan da Türk Aleviliğine ait özellikler taşıyan Türk Şiiliği de vardır ki, bu yapılanma Azerbaycan Türkmenleri / Türkleri arasında yaygındır. Günümüzde Türk Şiiliği ( ki buna Caferilik de denmektedir.) özellikle Güney Azerbaycan’da Fars Şiiliği ile iyice benzeşir bir durum almıştır. Gerçi Güneyi ve Kuzeyi ile tüm Azerbaycan’da Şiilik dışında Türk Aleviliğine benzeyen Ehli hak inancına mensup topluluklarla, Sünni inanca bağlı Türk kökenli gruplar da bulunmaktadır. Ayrıca günümüzde gerek Kuzey Azerbaycan’da gerekse Güney Azerbaycan’da Şeriatçı Şii İran rejimine karşı gelişen bir tepki sonucu laiklik yanlısı ve Türk ulusçuluğu koşutunda yükselen bir akım vardır. Bu akımın taraftarları arasında Anadolu Aleviliğine yönelik Şah İsmail figürü etrafında bir sempati hareketi de gelişmektedir.

  1. ALEVİLİĞİN ESKİ TÜRK İNANÇLARI İLE İLİŞKİSİ

Aleviliğin eski Türk inançları ile ilişkisine geçmeden önce Aleviliği İslam dışı diğer inançlarla bağlantılandırmaya çalışan savları ele almak istiyorum. Bilindiği gibi yeryüzündeki bütün inançlar az veya çok birbirlerinden etkilenmişlerdir ve bu etkileniş halen sürmektedir. İnançlar her ne kadar dogmatik / nassa dayalı olsa da değişimin ve etkileşimin sirayet etmediği hiçbir alan yoktur. Yani dogmatik dahi olsa inançlar da birbirlerinden etkilenmekte ve bu etkileşim zamanla değişimi de beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda Alevilik de yüzde yüz özgün ve statik bir inançsal yapılanma değildir. Elbette ki başka inançların izlerini taşımaktadır ve elbette ki zamanla yeni unsurlarla gelişerek inancın el verdiği ölçüde değişime uğramaktadır.

Aleviliğin Zerdüştilikle İlişkisi Nedir?

Zerdüştlük, eski İran dinidir. Binlerce yıllık bir geçmişi vardır. Özünde ateşin kutsallığı yer almaktadır. Bu din İranlıların eski, tarihsel ve etnik bir inancı olmakla birlikte Zerdüşt adlı bir düşünürün görüşleri doğrultusunda yeniden düzenlenerek bu ismi ( Zerdüştilik ) almıştır. Zerdüştilik; Musevilik, Brahmanizm ve diğer kimi Ortadoğu din ve inançlarının bileşiminden oluşmuştur.

Zerdüşt’ün babasız dünyaya gelmesi ve yaşamı ile ilgili öbür söylenceler dikkate alındığında anlaşılmaktadır ki, bu din daha ziyade Hristiyanlığa benzemektedir. Yedi kademeli eğitim anlayışı da Hint orjinli dinlere ( Brahmanizm ve Budizm ) benzemektedir. Oysa Anadolu Alevi / Bektaşi inancında dört kapı kırk makam biçiminde bir eğitim süreci vardır. Zerdüştilik ile Alevi / Bektaşi inancındaki bu eğitim süreci arasında hiçbir bağ yoktur.

Zerdüştilik dinindeki ateşin kutsallığı olgusu ile Alevi / Bektaşi inancı arasında da bir bağ bulunmamaktadır. Çünkü Alevi / Bektaşi inancında kutsal olan ateş değil, ocaktır. Yani çevresinde toplanılarak insanların kutsal yemek olan “ lokma “ pişirdikleri ve üzerinde bereketin simgesi olan “ kara kazanın “ bulunduğu bir bütünün yalnızca bir parçası olan ateş değildir kutsal olan. O bütünün tümüdür. Yine Cem ayinlerinde uyandırılan çerağı temel alarak bağ kurmaya çalışmak da tümüyle zorlama bir yorumdur. Çünkü çerağ uyandırmada esas olan ateş değil, ışıktır. Işığın aydınlatma özelliğidir. Başka bir deyişle çerağ uyandırma toplumsal aydınlığın ve aydınlanmanın bir simgesidir. Zerdüşt ateşi tapınaklarda sürekli yakılan, hiç söndürülmeyen ve kendisine tapınılan bir ateştir. Oysa Alevi / Bektaşi inancındaki çerağı, ayinin sonunda söndürmek dinsel ritüelin ayrılmaz bir parçasıdır. Ayrıca Alevi / Bektaşi inancında ışığa ve ateşe tapınılmaz.

Ateşi temel olarak iki inanç arasında bir bağ kurmaya çalışmak olanaksızdır. Ateş, pek çok din ve inançta doğrudan doğruya dinsel ritüellerin bir parçası olarak kullanıldığı gibi kimi din ve inançlarda ise kendisine tapınılan kutsal bir olgu hüviyetindedir. Söz gelimi, eski Yunan mitolojisinde ateş tam anlamıyla kutsaldır ve ateş Tanrısı adı verilen bir tanrı bulunmaktadır. Yine pek çok şaman ayininde ateşi dinsel ritüellerin bir parçası olarak görmekteyiz.

Zerdüştilik’te Tanrı’nın bir insan kimliğinde bulunması ile Alevilerin Hazreti Ali’ye uluhiyet atfetmesi arasında da bir bağ yoktur. Kaldı ki bu yaklaşım, yani insana uluhiyet atfetme hadisesi pek çok dinde vardır. Söz gelimi Hristiyanlıkta hazreti İsa’ ya atfedilen tanrısallık gibi. Ayrıca insanda ilahi bir yön bulunması, birey birey her insanda değil ama soyut insan kavramında Tanrısal bir öz olduğuna inanma olgusu İslam dışı bir inanç değildir. Çünkü Kur’an’da yüce Allah, insanı yarattıktan sonra ona yani insanın içine kendi öz ruhundan üflediğini buyurmaktadır.(3) Hallac – ı Mansur’un, “ enel hak “ deyişindeki sır da buradan kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda bakıldığında Alevi / Bektaşilerin Hazreti Ali efendimize tanrısallık atfetmelerinin kaynağı doğrudan doğruya Kur’an’ın kendisidir ve bu inanç tam anlamıyla İslami bir inançtır.

Güneş, Ay gibi doğadaki kimi varlıkları kutsal kabul etmeyi de Zerdüştiliğe bağlamaya çalışan çabalar bulunmaktadır. Oysa bu gibi varlıklar hemen hemen her dinde kutsaldır. Özellikle de İslam öncesi Türk İnancında doğadaki varlıklara kutsallık atfetmek çok güçlü bir dinsel öğedir. Bugün Anadolu Aleviliğindeki Güneşe, Aya ve diğer tabii varlıklara kutsallık atfetme olgusunun temelinde Zerdüştilik değil, tamamen Gök Tanrı İnancı yatmaktadır. Anadolu Alevileri ve Bektaşileri, Güneşin doğumu sırasında, Ayı gördüklerinde vb. dua etmektedirler. Sözgelimi; Anadolu’nun bazı yörelerinde Ay ilk görüldüğünde eller göğe doğru açılarak şöyle dua edilmektedir:

“ Ay’ı gördüm elhamdülillah,

Ay, Mübarektir, sevdiğim Allah.” ( 4 )

Zerdüştilik’teki sütkardeşliği ile Alevilik’teki musahiplik de birbiriyle ilgisizdir. Musahiplik geleneğinin kaynağı Türkmenlerdeki anda olma adeti ile Hazreti Muhammed’in Medine’de ensar ile muhacirini kardeş ilan etmesi ve kendisinin de Hazreti Ali ile Musahip olmasıdır.

Zerdüştiliğin kutsal kitabı olan Avesta’dan kimi lirik parçaların ezgisel olarak çalgılarla okunması geleneği ile Alevi / Bektaşilerin cemlerinde Türk’ün binlerce yıllık kutsal çalgısı olan kopuzun / bağlamanın eşliğinde nefes / deyiş okunmasını da birbiriyle ilintilendirmek de olanaksızdır. Çünkü Alevi / Bektaşilerin ayinlerindeki müzik olgusunun kaynağı da yine eski Türk inançlarıdır. Üstelik hemen hemen her dinde ibadet sırasında az veya çok müziğe yer verme uygulaması bulunmaktadır. Yani bu özellik Zerdüştlüğe özgü bir şey değildir. Yine ayinlerde dem almak da Kırklar Ceminde Hazreti Muhammed’in elinden engür suyu içilmesinin canlandırılmasından başka bir şey değildir. Yine anımsayalım ki, Gök Tanrı İnancında kam ayinlerinde kımız içilmesi geleneği vardır. Geçmişteki kımızın yerini bir anlamda bugün dem / dolu almıştır.

Alevilik’teki “ eline, diline, beline sahip ol” ilkesinin kaynağı olarak da Zerdüştiliği göstermek tamamen maksatlı ve gülünçtür. Eline, diline, beline sahip olma anlayışı bütün dinlerin önemle üzerinde durduğu bir ahlak ilkesidir. Bu sözün ve anlattığı ahlak ilkesinin bir dine özgü olması olanak dışıdır.

Alevilik ile Zerdüştilik arasında bağ kurmaya çalışmanın hatta Aleviliğin, Zerdüştiliğin bir devamı olduğunu ileri sürmenin amacı siyasaldır. Zerdüştiliğin, Kürtlerin sözüm ona milli dini olduğunu iddia eden ayrılıkçı Kürtçüler Alevi / Bektaşileri kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmek için böylesi gerçek dışı bir yola başvurma gereği duymaktadırlar. Ezici çoğunluğu Türk / Türkmen olan Anadolu Alevi / Bektaşileri hiçbir zaman böyle oyunlara gelmemiştir, bundan sonra da gelmeyecektir.

Aleviliğin Maniheizm ve Budizm ile ilişkisi Nedir?

Daha evvel de söylediğimiz gibi dünyadaki bütün dinlerin ortak noktaları vardır. Bu ortak noktalar onların birbirlerinin devamı veya türevi olduğu anlamına gelmez. Bütün dinler ahlaki bir toplum ve örnek insan amacını gerçekleştirmeye çalışırlar. Fakat bu amaca giden yolda farklı yöntemler ve farklı eğitim süreçleri takip ederler. Şekli ve içeriği farklı olmakla birlikte bütün dinlerde kutsal kabul edilen soyut veya somut nesneler vardır. Bütün dinler doğaüstü / meta fizik bir arka zemine dayanırlar. Bütün dinlerde tapınma veya ibadet adını verdiğimiz ritüeller vardır. Bu ritüellerin biçimsel anlamda farklılıklar içermesi bütün dinlerin aynı öze dayandığı gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Alevilik ile Maniheizm ve Budizm arasında var olduğu savunulan ortak noktalar da bu bağlamda değerlendirilmesi gereken özelliklerdir. Ancak Aleviliğin özgün eğitim süreci ve dayandığı inançsal özellikler dikkate alındığında Maniheizm ve Budizm’den son derece farklı bir kimliğe sahip olduğu görülmektedir. Budizm’deki din adamlarının toplumdan soyutlanma ilkesi, çalışmamaları ve geçimlerini dilenerek veya başkalarının yardımları ile sağlamaları düşünüldüğünde onun Alevilik’ten ne derece uzak olduğu ortadadır. Alevilik’te toplumdan soyutlanma diye bir şey asla olmadığı gibi dinsel önderlerin ( dede / baba ) çalıştığı, iş sahibi olduğu ve toplumla iç içe olduğu gerçeği de herkesçe malumdur. Budizm’in bir kolunda et yenmemesi olayı da dikkati çekmektedir. Oysa Alevi / Bektaşi inancında böylesi bir durum yoktur. Tam tersine kurban kesme ve etlerini pişirip kutsal yemek olarak ( lokma ) tüketme olayı vardır. Alevilik’te çalışmak, üretmek, toplumdan kopmamak, kazandıklarını / ürettiklerini toplumla paylaşmak esasdır. Budizm temel felsefe olarak uysallığı, durgunluğu, abartılı bir sakinliği ve her koşulda savaşa karşı olmayı önerirken Alevilik, mensuplarından mücadeleci, devingen / muharrik / dinamik insanlar olmayı, zulme karşı savaşmayı, adaleti egemen kılmak için gerektiğinde baş kaldırmayı öğütlemektedir.

Budizm’deki “ Sekiz dilimli Yol “ adı verilen eğitim süreci ile Alevi / Bektaşi öğretisindeki dört kapı kırk makam adıyla anılan eğitim süreci arasında da bir benzerlik yoktur.

Maniheizm ise, temel düşünce ve felsefe olarak Alevi / Bektaşi inanç ve yolunu etkileyecek kadar büyük bir inanır kitlesine ve etkinliğine sahip olamamıştır. Ne Budizm ne de Maniheizm, hiçbir biçimde Alevi / Bektaşi inancını etkilemiş değildir. Çünkü böylesi bir güce ve tarihsel role sahip değildirler. Alevi / Bektaşi yolu Türk kültürünün ürettiği özgün bir inanç yoludur. İslam’ın özüdür. Binlerce yıllık Türk inancının yüce İslam dini ile bütünleşerek ve temeline ehlibeyt sevgisini koyup, Tanrı elçisi Hazreti Muhammed’in kutsal iletisinin / mesajının Türk ulusu nezdinde ( Her ne kadar köken itibariyle az sayıda da olsa gayri Türk Alevi / Bektaşiler bulunsa da, – ki bu toplulukların Türk kökenli büyük Alevi / Bektaşi kitle ile hiçbir sorunu yoktur – bütün Alevi / Bektaşiler hangi etnik kökenden olurlarsa olsunlar inanç kardeşidirler. ) aldığı görkemli bir tinselliktir / maneviyattır.

Aleviliğin Hristiyanlıkla İlişkisi Nedir?

Alevilik ile Hristiyanlık arasında bağ kurmaya çalışan çevrelerin hedefleri Hristiyan misyonerliği çerçevesinde Alevi / Bektaşileri Hristiyanlaştırmaya çalışmaktır. Sözüm ona Alevi / Bektaşiler, Anadolu’da Türkler gelmeden önce bulunan Hristiyan halkın devamı imişler. Yine bunlar, İslam’a direnmişler, bu direnişin sonucunda Hristiyanlık ile İslam’ın karışımından Alevilik / Bektaşilik doğmuş. Alevi / Bektaşilere yapılan bu yoğun propagandanın Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasıyla ivme kazandığı bilinmektedir. Hristiyan misyonerler, 2020 yılına değin Türkiye nüfusunun yüzde onunu Hristiyanlaştırmayı hedeflemektedirler. Hedef kitle olarak da Alevi / Bektaşileri seçmektedirler. Ancak Alevi / Bektaşilerin inançlarına olan o efsanevi bağlılıkları dikkate alındığında bu çabaların hiçbir sonuç doğurmayacağı ortadadır. Alevi / Bektaşiler yüzyıllar boyunca sayısız katliama, sürgüne ve türlü – çeşitli asimilasyon politikalarına karşı yılmadan ve hiçbir zaman boyun eğmeden direnmişler, yollarından dönmemişlerdir. Elbette ki istisnai olmak üzere kimi düşkünler çıkacaktır. Nitekim geçmişte de çıkmıştır. Ancak Alevi / Bektaşiler hiçbir zaman yollarından dönmeyecektir. Alevi / Bektaşilerin yolu “ Allah, Muhammed, Ali yolu” dur. Bu yolu Hristiyanlaştırmaya çalışanların çabası beyhudedir.

Alevi / Bektaşiler bu art niyetli kimselerin ileri sürdüğü gerçek dışı savları çok iyi bilmelidirler. Kötü amaçlar karşısında inancı ve yolu koruyabilmenin tek yolu budur. Bu cümleden olarak Hristiyanlık ile Alevi / Bektaşi yolu arasında bağ kurmaya çalışanların kullandığı unsurlar şunlardır:

Hristiyanlıktaki “ Baba, Oğul, Kutsal Ruh “ biçimindeki üçleme ile Alevi / Bektaşi inancındaki “ Allah, Muhammed, Ali “ üçlemesi arasında benzeşim olduğu savı.

Hristiyanlıktaki “ On iki Havari “ ile Alevi / Bektaşilerdeki On iki İmam inancının birbirinin benzeri olduğu yönündeki sav.

Alevi / Bektaşilerdeki dede / babalık kurumu ile Hristiyanlıktaki ruhbanlık arasında benzeşim olduğu savı.

Alevi / Bektaşilikteki “ Baş Okutma “ ile Hristiyanlıktaki “ günah çıkarma “ nın birbirine benzediği savı.

Alevi / Bektaşi cem / muhabbet ayinlerinde dem / dolu içilmesi ile Hristiyanlıkta Hazreti İsa’nın kanını simgelemek üzere şarap içilmesi ve şarabın kutsanması.

Şimdi bunları sırasıyla ele alalım:

Hristiyanlıktaki üçlemenin üç unsuru da birbiri içine geçmiş bir bütünü temsil eder. Hristiyan öğretisine göre Tanrı üç biçimde tecelli eder. Hazreti İsa Tanrı’nın oğludur. Ama aynı zamanda İsa, Tanrı’nın insan suretinde görünmesidir. Hristiyan öğretisine göre bu üç unsur, birbirinden bağımsız, farklı ve özgün varlıklar değildir. Üçü de birin içinde olan öğelerdir. Alevi / Bektaşi öğretisinde Muhammed, Allah’ın oğlu falan değildir. Muhammed, vahiy kapısını, risalet ve nübüvveti temsil eder. Hazreti Ali ise, velayet kapısını temsil eder. Allah, Muhammed ve Ali, her biri ontolojik olarak, birbirinden ayrı ve bağımsızdır. Bir’in üç ayrı görünümü ve temsili değildir. Görüldüğü gibi bu konuda Hristiyanlık ile Alevi / Bektaşi inancı arasında var olduğu ileri sürülen benzerlik şekilsel benzerlikten öte hiçbir anlama sahip değildir. Bu biçimsel benzerlikten anlamlar çıkarmaya çalışmak kötü niyetli ve kasıtlı çabalardır.

Hristiyanlıktaki, On iki Havari, Hazreti İsa’nın öğrencisidir. Hepsi aynı zamanda yaşamıştır. Hepsinin tek ortak noktası Hazreti İsa’ya olan bağlılıkları ve imanlarıdır. Aralarında soy bağı yoktur. Oysa On iki İmam’ın hepsi birbirinin devamı olan ve aralarında soy ilişkisi bulunan kişilerdir. Çoğu Hazreti Ali ile zamandaş değildir. On iki imamlar birbirinin ardından gelmişlerdir. On iki imamlık, manevi bir velayet kavramının ifadesidir. Kaynağını Kur’an’daki pek çok ayetten ve İslam tarihinde yaşanan olaylardan almaktadır. Görüldüğü gibi bu konuda da iki inanç arasında bir bağ yoktur. Benzerlik tümüyle biçimseldir.

Hristiyanlıktaki Ruhban sınıfı ile Alevi / Bektaşi yolundaki Dede / Babalık kurumu arasında da bağ aranması maksatlı ve saçmadır. Dedeler / Babalar, görevlerini yaptıktan sonra kendi işlerini yaparlar ve yaşamdan / toplumdan kopmazlar ve halkın içinde yaşarlar. Kendi geçimlerini kendileri sağlarlar. Halkın kendilerine getirdiği “ Hakkullah “ adı verilen bedeller ise bir yerde toplanarak beşe bölünür. Bu beş kısımdan birini yoksullar, birini yetimler, birini yolcular, birini de kimsesizler alır. Beşte biri ise ocağa gelen konukların ağırlanması için ve ocağın giderlerinin karşılanması için ayrılır. Bütün Alevi / Bektaşi erenlerinin yaptığı bir iş vardır. Sözgelimi, Hünkar Hacı Bektaş Veli, buğday yetiştiricisidir. Tahıl üretiminin piri kabul edilir. Hasan Dede karpuz yetiştiricisidir. Çoban Baba, ünvanından da anlaşılacağı üzere çobandır. Gül Baba ise en güzel gülleri yetiştirmekle ünlüdür. Bütün Alevi / Bektaşi dede / babaları halkın içindedir. Alevi / Bektaşilikte halktan koparak sürekli tecrit ve sürekli halvet yoktur. Oysa Hristiyanlıktaki ruhani önderler, halktan kopukturlar. Manastırlarına çekilmişlerdir. Sadece dinsel işlerle ve ibadetle meşgul olurlar. Geçimlerini ise halkın bağışlarıyla sağlarlar.

Alevi / Bektaşilikteki “ Baş Okutma “ / Birbirleriyle küsmüş, incinmiş kimselerin barıştırılması töreni ile Hristiyanlıktaki günah çıkarma olayını birbirine benzetmek de tümüyle yanlıştır. Baş okutma bir hizmet yenileme olayıdır. Hizmet yenileme olayı, toplum halinde yaşama bilincini güçlendirmek, toplumsal dayanışmayı artırmak için başvurulan bir yöntemdir. Baş okutma bütün topluluk önünde yapılan bir törendir. Bu törendeki amaç günahların affedilmesi değildir. Baş okutma, kişinin işlerinin düzgün gitmesi için deden talep ettiği manevi desteği ifade eder. Cem ayini sırasında gerekli görüldüğü zaman dede veya bir başkası herkesin önünde yaptıkları nedeniyle kişiyi dara çeker. Divan kurulur ve kişi herkesin önünde yargılanır. Günah çıkarma ise gizli bir olaydır. Günah çıkaranla din adamı arasında bir sırdır. Amaç günahların affedilmesidir. Yani Baş Okutma ile kıyaslandığında yapılışı ve amacı son derce farklıdır.

Cem ayinlerinde dem / dolu içilmesi ile Hristiyanlıkta Hazreti İsa’nın kanını simgelemek üzere ayin sırasında şarap içilmesi arasında benzerlik aramak da saçmadır. Alevi / Bektaşiler cem ayinlerinde içtikleri demi / doluyu Kırklar Ceminde içilen üzüm suyuna bağlamaktadırlar. Alevi / Bektaşi inancına göre, Hazreti Muhammed, Miraç’a çıktığında yolda bir arslanla karşılaşır. Allah’ın emriyle parmağındaki yüzüğü arslanın ağzına verir. Arslan yolundan çekilir.

Hazreti Muhammed, Miraç’tan dönüşünde yine Tanrının buyruğu ile Kırklar Meclisi’ne girer. Onu meclisin önderi olan Hazreti Ali karşılar. Hazreti Ali Miraç’a çıkışı sırasında karşısına çıkan arslana verdiği yüzüğü Hazreti Ali’nin parmağında görür. Böylece o arslanın Hazreti Ali olduğunu anlar. Hazreti Ali’nin Allah’ın arslanı olarak nitelenmesinin kaynağı da bu tinsel / manevi / metafizik olaydır. Hazreti Ali, Allah’ın resulu olan Hazreti Muhammed efendimize Kırklar Meclisi’nde bulunan kırk kişiye paylaştırması için bir üzüm tanesi sunar. Tanrı’nın verdiği esinle / ilhamla / vahiyle Hazreti Muhammed, üzüm tanesini avucunun içinde ezerek suyunu Kırklara verir. Kırklardan birinin dudağı o suya değdiğinde kırkı birden kendinden geçer ve semaha dururlar. İşte Alevi / Bektaşilerin dolu içmesinin kaynağı bu tinsel / metafizik olaydır. (Yeri gelmişken tekrar ifade edelim ki, Kur’an’da alkollü içkinin yasaklanması nedeniyle cemlerde dolu içilmesini İslam dışı sayan kimi bağnaz Sünni çevreler, Alevi / Bektaşi teolojisinden habersiz ve bu teolojiyi kavramaktan uzak oldukları için kendi kalıplarıyla başka bir inancın mensuplarını yargılamaktadırlar. Alevi / Bektaşiler, Sünnilerin tüm inançlarına saygı göstermekte ve onları yargılamamaktadırlar. Çok tabii olarak aynı medeni tavrı Sünnilerden de beklemektedirler. Kur’an’daki içki yasağının nedeni malumdur.

İbadet sırasında alkollü ve sarhoş oldukları için ayetleri yanlış okuyan kişilerin sergiledikleri; ibadetin amacıyla bağdaşmayan bilinçsiz tavırlar bu yasağın nedenidir. Oysa Alevi / Bektaşiler de Kur’an’ın içki yasağını kabul etmektedirler. Fakat dolu içmek başka bir şeydir. Dolu içmek dinsel bir ritüeldir ve simgesel bir anlamı vardır. İbadet sırasında sarhoş olunmadığı müddetçe İslam’a aykırı bir durum yoktur. Alkollü içkinin insan sağlığına zararlı olması dolayısıyla alkole karşı olmak zaten her çağdaş insanın ödevidir. )

Eğer illa dolu içme olayı sözde İslam dışı bir kaynağa bağlanacaksa bu kaynak asla Hristiyanlık olamaz. Olsa olsa eski Türk inancı olan Kamcılık / Şamanizm olabilir. Bilindiği gibi Kam ayinleri sırasında Türklerin kendilerine özgü içkileri olan kımız içilmektedir. Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğunun soyca Türk oluşları göz önüne alındığında kaynağın eski Türk inançları olması kuvvetle muhtemeldir.

Aleviliğin Yezidilik ile İlişkisi Nedir?

Yezidiler, Ali’yi insan suretine bürünmüş Tanrı olarak görürler. Onlara göre, Hazreti Muhammed’i peygamber olarak gönderen Hazreti Ali’dir. Yezidiler, tanrısal varlığın iyilik ve kötülük olmak üzere ikiye ayrıldığını kabul ederler. Tanrı’nın iyiliği, Şeytan’ın kötülüğü temsil ettiğine ve Tanrı ile Şeytan arasında sürekli bir çekişme olduğuna inanırlar. Tanrı ile Şeytan arasındaki çekişmeye, Tanrı’nın başlangıçta kendisiyle eşit niteliklerde bulunan Şeytan’ı kıskandığı için onu kutsal niteliklerden ve cennetten kovmasının yol açtığını ileri sürerler. Bundan dolayı Şeytan’a aşırı bağlılık gösterir ve onun gücünün artarak Tanrı’nın gücünü alt edeceğini savunurlar. “ Melik Tavus “ adını verdikleri Şeytan’ı yüceltirler. Bu nedenle Yezidiler Şeytan’a tapanlar olarak bilinmektedir. Ancak bu topluluğun son dönemde bilinen “Satanist / Şeytancı “ akımlarla bir ilgisi yoktur. Yezidilerin kutsal kitabı “ celde “ adını taşır. Yezidiler bugün dağınık biçimde Halep, Bağdat ve Irak’ın kuzeyinde, Azerbaycan’da, Türkiye’nin Garzan, Hasankeyf, Kurtalan, Beşiri gibi yerleşim birimlerinde yaşarlar. Tahmini olarak 500 bin civarında nüfusları olduğu sanılmaktadır.

Yezidilik; orta doğudaki din ve inançlardan etkilenmiş ve karmaşık inançlarla örülmüş ancak temelde İslam’dan kopma bir dindir. Yezidilikte, Zerdüştlüğün, Şamanizmin, Sabiliğin, Maniheizmin, Museviliğin, Hristiyanlığın izleri vardır. Yezidiler etnik olarak çoğunlukla Kürt kökenlidir. Bir kısım Kürtçüler, Yezidiliği, Zerdüştlüğün bir türevi olarak görmekte ve Kürtlerin ulusal dini olarak tanıtmaya çalışmaktadır. Hazreti Ali öğesini temel alarak da Anadolu Aleviliği ile bağ kurmaya çalışmaktadırlar. Özellikle Kürt kökenli Alevi / Bektaşileri bu inanca çekmek için çaba harcamaktadırlar. Ancak görüldüğü gibi iki inanç arasında yüzeysel ve biçimsel benzerliklerin ötesinde mahiyet bakımından ciddi hiçbir ortak nokta yoktur. Yezidiliğin herhangi bir dini, inancı etkileme gücü yoktur. Gerek nüfus itibariyle, gerekse yayıldığı coğrafi alan dikkate alındığında bunun olanaksız olduğu ortadadır. Yezidilikte, gömme adetleri, dinsel bir ritüel olarak raks şamanizmi anımsatmaktadır. Sünnet olma ve domuz eti yasağı İslam’ı ve Museviliği, eski ve yeni ahdin kutsal sayılması ve İsa’nın yeniden geleceği inancı ile her yıl İsa adına kurban kesilmesi ise Hristiyanlığı anımsatmaktadır. İçerik olarak farklı olmakla birlikte; Hristiyanlıktaki “ Baba, Oğul, Kutsal Ruh “ , Alevilikteki “ Allah, Muhammed, Ali “ biçimindeki üçlemeyi anımsatır şekilde “ Tanrı, Melik Tavus, Şeyh Adi “ üçlemesi vardır. Şeyh Adi bin Misafir, Yezidiliğin kurumlaştırıcısı sayılmaktadır. Yezidilikte, doğadaki kimi varlıklara tapınma ve onları kutsal sayma özelliği de Şamanist öğeler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Görüldüğü gibi Yezidilierin ve Yezidiliğin biçimsel ve yüzeysel anlamda Alevilikten ve Alevilerden çok etkilendiği ortadadır. Yani iddia edildiği gibi Alevilik burada etkilenen değil, etkileyendir. Yezidilikteki çok önemli özelliklerden biri de misyonerliğe kapalı olmasıdır. Yani Yezidi olabilmek için mutlaka Yezidi bir anne – babadan dünyaya gelmiş olmak gerekmektedir. Bu özellik dolayısıyla Yezidilik, nüfus itibariyle hızla erimektedir. Çünkü Yezidi anne – babadan doğan herkes Yezidi inancını benimsememekte ve başka inançları benimseyenlerin sayısı artmaktadır. Gidişat onu göstermektedir ki Yezidilik, kısa zaman sonra sönecek ve yok olacaktır.

Bir kısım Alevilerde de, Alevi olabilmek için, Alevi bir anne – babadan doğmak gerektiği biçiminde ilkel bir inanç ve yaklaşım vardır. Bu yaklaşım Aleviliğin asla lehine değil, aleyhinedir. Son dönemde bu yaklaşımı reddeden Alevi kökenli aydınların ve dedelerin sayısı hızlı artmaktadır. Bu kitabın yazılış amaçlarından biri ve hatta en önemlisi Aleviliği misyonerliğe açmaktır. Aleviliğin yayılması, onun taşıdığı güzelliklerin ve üstün ahlaki niteliklerin de yayılması demektir. Hiçbir samimi Alevi buna karşı çıkamaz. Aksi takdirde kendi inancına ve inançdaşlarına kötülük etmiş olur.

Türklerin Eski İnançları ve Alevilik ile ilişkisi

Türkler dünya tarihinin en eski halklarından biridir. Türk adının bu halka ad olması daha yakın dönemlere ait bir tarihsel olgu ise de Türk dili konuşan toplulukların geçmişi yaklaşık beş bin yıl geriye kadar götürülmektedir. Türklerin sahip olduğu inançsal özellikler onların yaşayış biçimlerinin sonucu olarak doğa temellidir. Doğadaki varlıklarda ruh olduğuna inanma ve onlara tapınma biçimindedir. Başta göğün, güneşin, ayın, dağların, ırmakların vb. hepsinin kutsandığı bir inançsal yapılanma ile karşı karşıyayız. Bu inançsal yapılanma aslında eski Türklerin kendilerini doğanın bir parçası olarak gördüklerinin ve kendilerini doğadan ayrı / doğaya egemen bir topluluk biçiminde düşünmediklerinin göstergesidir. Ayrıca Türklerde atalara tapınma olgusu da son derece önemlidir. Nitekim bu konuda İbn Fadlan Şöyle demektedir:

“ Hiçbir şeye ibadet etmezler. Aksine büyüklerine rab ( Allah ) derler.” (5)

Türklerde doğadaki somut varlıkların yanında soyut tanrılara da tapınma söz konusudur. Gök Tanrı / Kayra khagan, Ülgen, Yayık, Suyla, Kutsal Yer Su, Erlik, Yağız Yer, Yo Kan, Talay Kan, Umay vd. adlarla anılan tanrılar, ruhlar / tözler / idoller / putlar vardır. ( 6 )

Ancak tüm bu özelliklere karşın öne çıkan kavram Gök Tanrı kavramıdır. Gök Tanrı, en büyük Tanrı veya Tanrılar Tanrısı gibi bir özelliğe sahiptir. Gök Tanrı’nın bu yeri dolayısıyla kimi araştırmacılar, eski Türklerin Tek Tanrı inancına sahip olduğunu, Tanrı’ya Gök Tanrı adını verdiklerini, bunun yanı sıra tanrı olmayan fakat kutsal kabul edilen kimi somut veya soyut varlıkların da bulunduğunu hatta İslami terminolojiyi esas alarak Gök Tanrı dışındaki kutsal varlıkların “ melek “ olduğunu iddia etmişlerdir. Buradaki temel amaç, İslam ile eski Türk inançları arasında benzeşim kurmaya çalışma çabasıdır. Bilimsellikten uzak bu çabaların özneleri olarak yine Türk – İslam Sentezcilerini görmekteyiz.

Ancak özellikle Gök Türkler döneminde Gök Tanrı kavramının zamanla soyut ve tek bir tanrı anlayışına doğru evrildiği de görülmektedir. Bunu Gök Türk yazıtlarında çok açık bir biçimde görmek mümkündür.

Türklerin ulusal inancı / dininden bahsedilirken Şamanizm kelimesinin kullanılması bir gelenek haline gelmiştir. Gerçekte şaman sözcüğü Türkçe değildir ve Türkçede karşılığı bulunmaktadır. Şaman kelimesi Tunguzcadır. Bilimsel literatüre Tunguzcadan geçmiştir.( 7 ) Bu sözcüğün Türkçe karşılığı “ kam “ kelimesidir. Ruhlarla temasa geçen kişi, büyücü, kahin gibi anlamlara gelen bu sözcük, Türklerin İslamdan önceki dini olan Şamanizmdeki din önderlerine verilen addır. Kam sözcüğünün yanı sıra “ baksı “ sözcüğü de kullanılmaktadır. Biz burada Şamanizm sözünden ziyade onun Türkçesi olan kamcılık tabirini kullanmaya çalışacağız.

Kamcılık inancına ve kültürüne mensup olan toplulukların başka inanç ve dinlerin yoğun etkisine maruz kaldıkları bilinmektedir. Bu nedenle saf bir kamcılık anlayışı yoktur. Ancak yine de kamcı toplulukların meydana getirdiği ürünlerden; masal, dua, efsane vb. Kamcılığa ilişkin sistematik bir fikir edinme olanağına sahip bulunmaktayız. Bu cümleden olarak Kamcı dünya görüşüne göre dünya; gök, yeryüzü ve yeraltı olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Altay Türklerinde “ Aydınlık Alemi”, yukarıdaki dünyayı yani gök yüzünü, Tanrı Ülgen ile ona bağlı iyi ruhları temsil etmektedir. Yeryüzünü ise insanlar oluşturmaktadır. Yeryüzüne “ Orta Dünya “ da denmektedir. Yeraltı dünyasını ya da başka bir deyişle “ Aşağıdaki Dünya “ yı ise Tanrı Erlik ile ona bağlı kötü ruhlar oluşturmaktadır.

Yakut Türklerinde ise bu kavramlar başka biçimde ifade edilmektedir. Yakutlara göre; görünen, görünmeyen dünyalar; “ yukarı “, “ orta “, “ aşağı “ diye üçe ayrlmaktadır.

Kamcılıktaki ritüellerin ve inançların bugün Anadolu Alevi / Bektaşileri tarafından, uygulanan tüm baskı ve eritme çabalarına karşı yaşatılmakta olduğunu görmekteyiz. Anadolu Alevi / Bektaşilerinin idrakindeki İmam Ali ile Kamcı Türklerdeki Gök Tanrı inancının birbirine benzediği, hatta Gök Tanrı inanışının İslami bir kimliğe bürünerek devam ettiği tarzında bilim çevreleri tarafından ileri sürülen bir sav vardır ki, bu savın en ünlü temsilcilerinden biri de İ. Melikoff’ tur.

Toplumbilimci Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türk kültürünün İslamlık ile tanışmasından sonra ortaya çıkan durumu şöyle anlatıyor:

“ Göçebe Türkler, eski dinlerinde olduğu gibi şimdi de kadın erkek bir arada bulunuyor ve ayinlerini büyük bir vecd ve heyecan içinde, müzik ve raks ( sema ) ile yapıyorlardı. Bu hususu çok iyi bilen Yesevilik, Orta Asya göçebeleri arasında hızla yayılma başarısı gösterdi.”( 8 )

Türklerin İslamlaşması sonucu mistik bir yol olarak Yesevilik tarikatının ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu tarikat Türk kültürü ile İslam’ın kaynaşması ve birleşmesi sonucu oluşmuştur. Kurucusu Hoca Ahmet Yesevi’dir. Hoca Ahmet Yesevi ise, Yusuf Hemedani’nin öğrencisi, Hacı Bektaş Veli’nin hocası olan Lokman Perende’nin ise, hocası, yol göstericisi, mürşididir. Horasan erenlerinin serçeşmesidir, piridir.

İslamlığın, Türk kültürü ile yoğrulup kaynaşmasını ve milli bir kimliğe bürünmesini, arkasından da zorunlu göç nedeniyle Horasan üzerinden Anadolu’ya gelip Anadolululaşmasını toplumbilimci Mehmet Eröz şöyle anlatıyor:

“ Alevilik ve Bektaşiliğin ana kaynağı Türk kültürü ve eski Türk dinidir.” Yine Mehmet Eröz, şöyle devam ediyor:

“Anadolu’da karşımıza Alevilik ve Bektaşilik olarak ortaya çıkan oluşumun kaynağı eski Türk dini olan şamanizmdir.”

Türklerin eski inançlarının mistik yapıda olduğu bilinmektedir. Türk toplumunun karakteristik özelliği ile yakından ilgili olan mistik yönelimi İslamlaşma sırasında da görmekteyiz. İslam’ın Türkler arasında yayılması tamamen mistik yolla olmuştur. Yesevilik bunun en açık kanıtlarındandır. Türkler, Emevilerin resmi din anlayışını yaymaya çalışan misyonerlere ve ordulara karşı koymuşlardır. Emevilerin İslam’ı, şeriat ve Arap kültürünün yoğurduğu bir İslam anlayışıdır. Oysa Türkler, katı Şer’i kurallara itaat etmeyecek derecede farklı yaratılışta bir topluluktur. İşte bu nedenle İslam, Türkler arasında sufilerce yayılmıştır. Sufiler, İslam’ı şer’i katılıklardan arındırarak ve eski Türk inançlarıyla yoğurarak yaymışlardır. Göçebe ve yarı göçebe Türkmenlerin yaşadığı bölgelere gezgin sufi dervişler tekkelerini açmış ve halkı ocakları etrafında toplamışlardır. Yani Türklerin Müslümanlığı benimsemesinde esas olarak tasavvuf akımının ve onun yarattığı tarikat temsilcisi sufi dervişlerin etkili olduğunu görmekteyiz.(9)

{Ancak yukarıda bahse konu olan durum tamamen büyük göçebe halk yığınları ile ilgilidir. Türklerin elit ve aristokrak kesimi geniş halk yığınlarından daha kolay ve çabuk Müslümanlaşmıştır. Bu kesimin bu denli kolay ve çabuk Müslümanlaşmasında etken olan nedenler siyasal ve ticaridir. Nitekim tarihçi Faruk Sümer, Türkler ve Araplar arasındaki ticari ilişkilerin Türklerin İslamlaşmasındaki en önemli etkenlerden olduğunu belirtmektedir. (10) }

Araştırmacı yazar Cemal Şener, Türklerin mistik yolla İslamlaşmasıyla ilgili olarak şöyle bir saptamada bulunmaktadır:

“ 9. – 10. yüzyılda Türkistan’ı adım adım arşınlayan dedeler, babalar, atalar tıpkı şaman dedeler gibi ilahiler okuyan veya Budist din adamları gibi menkıbeler, nasihatler anlatan, halkı etkileyen ve halk üstünde sevgi ve saygıdan kaynaklanan nüfuzları olan kimselerdi.

Daha sonra bu dedeler, babalar göçlerin başında uzun ve yorucu yolculuklar sonucu Anadolu’ya ulaştılar. Bu kimseler Anadolu’da dede, baba, abdal, gazi gibi benzer ad ve unvanlarla Orta Asya’daki misyonlarını sürdürmek için dergahlarını açıp 72 millete, 18 bin aleme seslenmeye başladılar. Anadolu’da oluşan; Hacı Bektaş Veliler, Abdal Musalar, Sarı Saltuklar, Taptuk Emreler, Yunus Emreler bu coşkun ırmağın Anadolu’daki kollarıdır.” ( 11 )

İslamlaşan göçebe ve geniş halk yığınlarından oluşan Türklerin hemen hemen tamamına yakını başlangıçta tasavvufi içerikte ve aynı zamanda muhalif bir İslam ekolü olan Yesevilik – Alevilik – Bektaşilik – Kızılbaşlık çizgisindeydiler. Bunun apaçık kanıtlarından biri de Dede Korkut Öyküleridir. Dede Korkut Kitabı’ndaki Alevi inancına dair derin izler İslamlaşan ilk Türklerin Alevi / Batıni çizgide olduğunu göstermektedir. Nitekim Kazan Oğlu Uruz, ağaçla şöyle söyleşir:

“ Ağaç ağaç der isem sana, üzülme ağaç,

Erlerin şahı Ali’nin düldülünün eyeri ağaç,

Zülfikar’ın kını ile kabzası ağaç,

Şah Hasan ile Hüseyin’in beşiği ağaç.” (12)

Emevi – Abbasi – Arap İslam anlayışı çok küçük bir azınlık olan aristokrat, elit ve tüccar sınıf arasında yayılmıştır. Bu azınlık grup ellerindeki parasal, ticari ve siyasal gücü kullanarak geniş halk yığınları üzerinde egemenlik kurup onları da kendi İslam anlayışlarına çekmek için olağanüstü çaba harcamışlar, bunu gerçekleştirmek için de devlet erkini kullanarak büyük baskılar uygulamışlardır. Bu baskıların sonucunda kimi Türkmen toplulukları zahiren Sünnileşmiş ve fakat gerçekte Alevi / Batıni kimliklerini gizliden gizliye de olsa korumuşlar ve sürdürmüşlerdir. Bugün dahi Anadolu’nun kırsalında yaşayan Sünni Türkler ile Alevi Türkler arasında inanç ve gelenek açısından ciddi bir fark yoktur. Kentlileşen Sünnilerin eski Şamani izlerden hızla sıyrıldığı, özellikle Diyanet İşleri’nin ve kimi İslamcı cemaat ve tarikatlerin olağanüstü baskı ve propagandalarıyla Arap – Emevi – Abbasi / Vahhabi İslam anlayışına doğru sürüklendiği görülmektedir. 1980 sonrası hız verilen köylere cami yapılması hareketi ile Diyanet’in atadığı imamların Sünni Müslüman Türkleri “ şirk ” diyerek Şamani geleneklerden arındırma çabası ne acı ki etkili olmaktadır. Anadolu halkı yüzyıllardır sürdürdüğü şamani geleneklerini İslam’a aykırı olduğu yönündeki Diyanet telkinleri nedeniyle terk etmektedir. Anadolu halkı bin yıldır yaşattığı geleneklerini 21. yüzyıla kadar dirençle ayakta tutmuş, Alevisi Sünnisi ile Türklük değerlerine sahip çıkmıştır. Diyanet’in imamları, dilek ağacına bez bağlamanın, kurşun döktürmenin, yatırlara mum dikmenin, eşiğe oturmamanın, mezar ziyeretlerinin, mezar taşlarına ölenin resmini koymanın, büyük dağ ve taşları kutsamanın vb. İslam’a aykırı olduğunu telkin ederek Türk ulusunu binlerce yıllık köklerinden koparmaya çalışmaktadır. Bu çalışmanın varacağı yer Araplaşmaktır. Açıkça ifade edelim ki, Diyanet’in yaptığı bir kültür katliamıdır. Bu bir insanlık suçudur. Diyanet, Türklüğü katletmektedir. Diyanet imamlarının büyük çoğunluğu gönüllü Arap misyoneridir.

Diyanet İşleri’nin İslam’a aykırı dediği tüm bu kültürel unsurlar, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar bütün Türk dünyasında yaşatılan Türklüğün ulusal değerleridir. Türk ulusu bu çabalara karşı büyük bir direniş sergilemektedir. İmamların saçma sözlerine karşın dilek ağaçlarına bez bağlamaya, kurşun döktürmeye, büyük dağ ve taşları kutsamaya, ölünün ardından bir şaman geleneği olarak yedinci, kırkıncı günlerde ve yıl dönümünde anma törenleri düzenleyerek, mevlüt okutmaya, mezar ziyaretlerine önem vermeye, yatırlara mum dikmeye vb. devam etmektedir. Ancak üzülerek belirtelim ki, Sünni Türklerdeki direniş Alevi Türklere göre daha zayıftır. Aleviler direniş noktasında çok daha kararlı ve güçlü bir yapıya sahip bulunmaktadır. İşte bu yüzden Alevilik, Türklüğün Anadolu’daki yüz akıdır. Alevilik, Türklüğün sığınağı ve korunağıdır. O halde Aleviliğe sahip çıkmak Türklüğe sahip çıkmak demektir.

Şimdi Anadolu Aleviliği ile eski Türk inançları arasındaki bağları daha net bir biçimde ortaya koyalım.

Anadolu Alevilerindeki semahın kaynağı teolojik olarak Kırklar Meclisidir. Ancak kültürel olarak ibadet sırasında raks etmenin kökeni tamamen Şamanidir. Kamlar / Şamanlar ayin sırasında bugün Anadolu Alevilerinin yaptığı semah gibi raksederlerdi. Hoca Ahmet Yesevi’nin Divan -ı Hikmet’inde, Yesevi tarikatı dervişlerinin okunan şiirler ve çalınan kopuzlar eşliğinde ibadet sırasında raks / sema ettikleri belirtilmektedir. Bugün hala Altay’da kamlar, ayin sırasında semah dönmektedirler.

Anadolu Alevilerinin cem ayini sırasında mum ve ateş yakmalarının da kaynağı kamcılık inancıdır. Altay’da, Hakasya’da, Tuva’da, Yakutistan’da, Çuvaşistan’da Türk kamları ateş yakarak ve ateşin etrafında semah dönerek / raks ederek ayin yapmaktadırlar. Ateşe dua etme geleneği de kamcılıkla ilgilidir.

Alevi / Bektaşi cemlerinde içki içilmesi / dolu / dem alınmasının teolojik kökeni yine Kırklar Meclisidir. Dem almanın teolojik kökenine daha önceki bölümlerde değinmiştik. Demin kültürel kökeni elbette ki kamcılıktır. Kam ayinlerinde Türk Tanrıları için, koruyucu ruhlar için “arak / rakı ” dan veya kımızdan saçı saçılır ki bu da kansız kurban sayılırdı. Anadolu Alevi / Bektaşileri cem sırasında içilen içkiye, içki, rakı, şarap vb. adlar vermeyip doğrudan doğruya dolu / tolu veya dem adını vererek onu kutsamaktadırlar. Kam ayinlerindeki içkiler de kutsanmakta ve kurban hükmünde değerlendirilmektedir. Alevilerde her tören için kurban kesilmesi koşuldur. Bu kurban, kesilen havyan dışında kansız lokmalar da olabilmektedir. Bunlar evden getirilen yiyecekler ile bağış olarak verilen paralardır. Eski Türklerde, süt, kımız, yağ, buğday, darı, şarap, tüccar topluluklarda ise para vb. kurban ( saçı ) olarak verilirdi. Her dinsel törende eski Türlerde olduğu gibi Anadolu Alevilerinde de mutlaka kanlı veya kansız kurban koşuldur. Eski Türklerde en makbul kurban attır. Attan sonra ise koyun gelmektedir. Alevilerde ise koç kurban etmek yeğlenir. Kesilen kurbanların kanlarının yere damlatılması eski Türklerde olduğu gibi Anadolu Alevilerinde de günah kabul edilmektedir.

Kamcılık ile İslam’ın bir bireşimi olan Yesevilikte de kurbanın kemikleri kanı ile birlikte derin bir çukura gömülmekteymiş. Kurban töreninin son kısmında ise; içki sunma ve büyük bir yemek ziyafeti olurmuş. Bu sırada muazzam büyüklükteki tulumlar dolusu kımız içilirmiş.( 13 )

Anadolu Alevileri de kesilen hayvanın kemiklerini kırmayı günah saymaktadır. Çünkü hayvanın canının kemiklerinde barındığına inanılmaktadır. Eski Türklerde olduğu gibi Anadolu Alevilerinde de kurbanın kemikleri kanı ile birlikte derin bir çukura gömülmektedir.

Anadolu Alevi / Bektaşilerinde ibadet sırasında ve yaşamın her alanında kadın erkek birlikteliği esastır. Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin kurduğu Yesevilik tarikatında da egemen İslam anlayışına göre yasak olan kadın erkek birlikteliği esastır. Yesevi dervişleri kadın erkek birlikte sema ederek / raks ederek Tanrı’yı anmak için zikir törenleri yapmışlarıdır. Hatta Yesevilerin bu nedenle dönemin egemen İslam anlayışını savunan çevrelerce dışlandıkları, haklarında bugün Anadolu Alevileri için hala söylenmekte olan iğrenç iftiraya benzer iftiraların üretildiği bilinmektedir. Kadın ve erkeğin aynı anda ve mekanda birlikte bulunmalarına ve Tanrı’ya ibadet etmelerine tahammül edemeyen egemen İslam anlayışına mensup çevrelere cevap oluşturmak üzere Pir Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin bir tutam pamuğun içine bir ateş parçası / köz koyduğu ve bunu o iftiracılara gönderdiği, pamuğun içindeki ateşin / közün pamuğu yakmadığı ve bunun Pirin kerametiyle vaki olduğu anlatılmaktadır. Bilindiği gibi şeriatçı çevreler bugün hala kadın ve erkeği ateş ile baruta benzetmekte, birlikte olurlarsa mutlaka ateşin barutu yakacağını söylemektedirler. Bu benzetmeden hareketle kadın ile erkeği sadece ibadet sırasında değil, hemen hemen yaşamın her alanında mümkün olduğunca birbirinden koparmaktadırlar. Ama şuna bir türlü yanıt verememektedirler. Sünni İslam anlayışına göre gerçekleştirilen hac ibadeti sırasında Kabe’nin çevresinde kadın erkek birlikte, aynı safta namaz kılabilmektedirler. Nedense oradaki birliktelikte bir sakınca görmemektedirler. Eski Türk töresinde ve inancında kadın ve erkeğin daima birlikte olduğunu, aralarında bir ayrım olmadığını hatta kimi zaman kadınların daha ön planda bulunduğunu bilmekteyiz. İşte Anadolu Alevi / Bektaşileri atalarından devraldıkları bu Türklük özelliğini sürdürmektedirler. Ayin sırasında kadın erkek birlikte Tanrı’ya niyaz etmektedirler. Semaha durup hep bir ağızdan deyişler söylemektedirler. Anadolu Alevi / Bektaşilerinde insanlar kadın veya erkek oldukları için değil, sadece insan oldukları için, ya da bir başka deyişle can oldukları için değerlidirler. Bundan dolayıdır ki, yaşamın her alanında olduğu gibi ayin sırasında da birliktedirler. Yine Anadolu Alevi / Bektaşileri kadını kara çarşaflar veya onun özgürlüğünü kısıtlayan kimi örtüler içine hapsetmeyi de reddetmekte, Türk kültürünün gereklerine uygun bir giyim kuşamı yeğlemekte, bu giyim kuşamı günlük yaşamlarında ve ibadet sırasında kullanmaktadırlar. Kentlileşen Alevi / Bektaşiler de kente yaşamının gereği olan çağdaş giyim kuşamı benimsemektedirler.

Alevi / Bektaşiler, müziği ibadetlerinin ayrılmaz bir parçası olarak görmektedirler. Alevi / Bektaşi Cemlerinde çalınan bağlama ve saz Türklüğün tarihsel ve ulusal çalgısı olan kopuzun devamıdır. Alevi / Bektaşiler, bağlama / saz / kopuz için ” telli Kur’an” tabirini kullanmakta ve onu kutsamaktadırlar. Eski Türklerin de ibadet sırasında müziğe yer verdikleri, kopuz ve davul çaldıkları bilinmektedir. Kamların davul ve kopuzlarının da kutsal addedildiği tarihen sabittir. Dede Korkut Öykülerinde gördüğümüz Türk Bilgesi elinde kopuzuyla deyişler söylemekte ve halka öğütleriyle yol göstermektedir. Telli Kur’an’ın Alevi / Bektaşilerin yaşamındaki yeri o derece büyük bir öneme sahiptir ki, hemen hemen her Alevi / Bektaşinin evinde bu telli Kur’an’dan bulunmakta ve Alevi / Bektaşiler yeni yetişen kuşaklara bağlama / saz / kopuz çalmayı özenle ve büyük bir önem atfederek öğretmektedirler. İşte bu özellik de binlerce yıllık görkemli Türk kültürünün Alevi / Bektaşilerce yaşatılmakta olduğunu gösteren eşsiz örneklerden biridir.

Alevi / Bektaşi inancı ile eski Türk inançları arsındaki derin izlere ve güçlü bağlara bir diğer örnek de cenaze / ölü gömme biçimidir. Özellikle Tahtacı Türkmen Alevileri hala eski Türk inançlarındaki gibi ölülerini kimi eşyasıyla birlikte gömmektedirler. Ege ve Akdeniz bölgesindeki Tahtacı Türkmen köylerinde cenazeler yatak ve yorganla ve kıyafetleriyle birlikte defnedilmektedir. Bilindiği gibi Kamcı Türkler de ölüyü yeniden dirileceği inancının bir gereği olarak eşyasıyla birlikte gömmekteydiler.

Alevi / Bektaşi yolunun manevi liderleri olan dede / babaların eski Türklerdeki kam / baksı / dede ( Dede Korkut’u anımsayalım.) / şamanların devamı olduğunda hiç kuşku yoktur. Tıpkı Alevi / Bektaşilerdeki ( babagan kolunda uygulama farklıdır.) dedelik gibi eski Türklerde de istisnai durumlar olmakla birlikte kamlık soydan geçmekteydi. Türk oymakları şamanlara / kamlara yaptıkları hizmetler karşılığında armağanlar verirlerdi. Kamlar ne verilirse kabul ederlerdi. Anadolu Alevi / Bektaşileri de taliplerinden tamamen gönüllülük esasına bağlı olarak “ hakkullah “ veya “ çıraklık “ adı altında mal ve para alırlar, bunları ocağın / dergahın giderleri için ve kimi hayır işlerinde kullanırlar. Tıpkı kamlar / şamanlar gibi dedeler de tümüyle hafızaya dayanarak binlerce nefes / deyiş / dua gibi Türk halk kültürüne ait sözlü birikimi kuşaktan kuşağa aktarırlar. Dedelerin cem törenlerinde kullandıkları “ asa “ veya “ tarik “ de kamların / şamanların ayin sırasında kullandıkları asayı anımsatmaktadır. Alevi cemlerinde adına; serdeste, tarik, erkan, zülfikar ve alaca değnek denilen asa bulunur. Dede bu asa ile taliplere dua eder.( 14 )

Bektaşi babalarındaki özel giysiler de kamların özel giysilerini anımsatmaktadır. Şamanlar ayinlerde kırmızı kumaştan hazırlanmış külahlar giyerler. Anadolu’da da bazı yörelerde dedeler cem törenlerinde kırmızı renkli börk, taç veya başlık giyerek cem ayinini yürütür. Taç dışında hırka da Şamanlarda ve Bektaşilerdeki ortak giysilerden biridir. Bektaşilerdeki hırkalar özel olarak hazırlanır; dikişleri ve her bir unsuru dinsel ve ahlaki bağlamda kimi simgesel anlamlara sahiptir. Şamanların giysileri de dinsel anlamı bulunan kıyafetlerdir.

Anadolu Alevi / Bektaşilerinin gülbenkleri ( dua ) de kam duaları gibidir. Aralarındaki benzerliğin görülmesi açısından bir kam duası ile bir gülbenki verelim:

“Sizden medet diliyorum. Kara bıyıklı ata evliya ! Hu … ey ! Bektav Ata, Bekata Behiç Ata yardım et ! Çakmak Ata evliya, Koçkar Ata evliya, sizden medet diliyorum. Hu…ey ! Evliya Ata Evliya… Sizden medet diliyorum. Tekdurmuş Ata evliya. Karahan Baba yardım et ! Hu… ey ! “ ( 15 )

Aradan geçen yüzyıllara karşın hala devam eden muhteşem biçimsel ve yazınsal / edebi benzerliğe dikkat edelim. İşte bir Alevi dedesinin taliplerine verdiği dua:

“ Allah.. Allah.. Hizmetleriniz kabul ola, muratlarınız hasıl ola, Muhammed Ali ehlibeyt katarından, didarından ayırmaya… Adlarını zikrettiğimiz 12 İmamların himmeti üzerinizde ola. Diliniz dert görmeye. Dil bizden, nefes Hz. Hünkar’dan ola… Gerçeğe hu…” ( 16 )

Kamcılıkta görülen; iradi olarak kendini kurban etme ve simgesel ölümler, “ Ölmeden önce ölmek” ve “ kendini manevi olarak kurban etme “ biçimine bürünerek Anadolu Aleviliğine taşınmıştır. Türk – Moğol boylarından Buryatlardaki; genç kam adayının keçe üzerine oturtulup havaya kaldırılması ve bu tören sonucu kam adayının kam kabul edilmesi geleneği benzer biçimde Antalya – Isparta Tahtacı Alevilerinde “ mürebbi ” seçilmesi töreniyle yaşatılmaktadır. Mürebbi seçilen kişi “ ak keçe “ üzerine oturtulup üç kez havaya kaldırılır. Bu sırada “ Allah, Muhammed, Ali “ denilir.

Burada sadece bir bölümünü verebildiğimiz eski Türk inançları ile Anadolu Aleviliği arasındaki benzerlik, benzerlikten öte bir özdeşlik noktasındadır. Bu özdeşliği Anadolu Alevilerinin yaşamlarının her anında apaçık bir biçimde gözlemlemek mümkündür. Bu benzeşim ve özdeşliği yadsıyan, reddeden, başka biçimde yorumlayan veya görmezlikten gelenlerin güneşi balçıkla sıvamaya güçleri yetmeyecektir. Anadolu Aleviliği, binlerce yıllık şanlı ve görkemli Türk kültürünün egemen Arap / Emevi / Abbasi İslam’ına karşı direnişidir. Bu direnişin yoğurduğu ve doğurduğu Alevi / Bektaşi kültürü sadece Türk halklarının değil, bütün insanlığın evrensel kültür mirasıdır. Özünde yüce İslam dininin yüksek ahlak ve insan sevgisini, Türk halklarının insancıl / hümanist geleneğini taşıyan Alevi / Bektaşi inancı ve kültürü tüm insanlığın özlemle beklediği küresel barışın ve kardeşliğin adresidir. Bu nedenledir ki, her Alevi / Bektaşi yüzyıllardır süren baskıların getirdiği gizlenmenin kabuğunu kırıp tüm baskı ve katliamlara karşın kahramanca ve mümince yaşattığı inancını ve kültürünü artık büyük bir kararlılık ve özgüvenle tüm dünyaya tanıtmak için uğraş vermelidir. Bu; insansal, dinsel ve ulusal bir görevdir.

  1. BÖLÜM

ALEVİLİK VE SİYASET

ALEVİLİĞİN SİYASAL ÖZÜ

Aleviliğin siyasal yönünü ifade etmek üzere tarihsel süreçte ortaya çıkan kavram Kızılbaşlıktır. Kızılbaşlık, Alevi inancının ve felsefesinin yön verdiği bir toplum düzeni inşa etme amacına yönelik olarak yürütülen her türlü çalışmanın ve bu çalışma sonunda ulaşılması hedeflenen siyasal düzenin adıdır. Kızılbaş olmak, önce Alevi olmayı gerekli kılmaktadır. Alevi olmak demek, Alevi bir anne babadan dünyaya gelip bir dede / babaya ikrar vermek, nasip almak biçiminde tanımlanamaz. Alevi olmak için Allah’a kul, Hazreti Muhammed’e ümmet, Hazreti Ali’ye talip olmak gerekir. Alevi bir anne babadan olup da Allah, peygamber ve Hazreti Ali ile hiçbir inançsal bağı olmayanlar, sırf anne ve babaları Alevidir diye Alevi olarak tanımlanamazlar. Çünkü Alevilik bir inançtır. Etnik köken veya kavmi bir yapılanma değildir. Anne ve babası Alevi olmadığı halde, Allah’a kul, Hazreti Muhammed’e ümmet, Hazreti Ali’ye talip olan ve bunların bir ifadesi olarak da bir dede / babanın şahsında yolun önderlerine sevgi ve saygı bağlarıyla bağlanan, Aleviliğin dinsel ritüellerine sahip çıkıp onları dinsel yaşamlarına egemen kılan herkes Alevidir.

Alevi inanç ve felsefesinin siyasal düzlemdeki izdüşümü, Kızılbaşlık siyasetinin ilkelerini oluşturmaktadır. Buna göre, Alevi inanç ve felsefesinin siyasal yönünü oluşturan temel öğeler şunlardır:

1.İnsancıllık / hümanizm: Alevilikte insan sevgisi en temel unsurlardandır. Tanrı – İnsan ve Tanrı – evren birliği Alevi insancıllığının özüdür. Bu cümleden olarak; her insan, Tanrı’dan bir parçadır. Hallac – ı Mansur’un “ ene’l – Hakk “ deyişindeki sır budur. İnsanı sevmek Tanrı’yı sevmenin ön koşuludur. Yunus Emre’nin;

“ Yaradılanı severiz, Yaradandan ötürü…” ve “ Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan bizden değildir.” şeklindeki sözleri bu koşulun en güzel ifade biçimlerindendir. İnsana verilen değerin ve onu yolun merkezine yerleştirmenin bir göstergesi olarak öne çıkan en dikkat çekici ritüel insana secde kılmaktır. Nitekim, Hünkar Hacı Bektaş veli;

“ Ellerin kabesi var,

Benim kabem insandır.

Kuran da, kurtaran da insanoğlu insandır.”

demek suretiyle insanın yolun merkezinde bulunduğunu en özlü bir biçimde ifade etmiştir. Yine Hünkar’ın; “ Okunacak en büyük kitap insandır.” Sözü de aynı özelliği dile getiren bir diğer vecizedir.

“ Çalış, kazan, ye, yedir.

Bir gönül ele getir.

Yüz Kabe’den yeğrektir,

Bir gönül ziyereti.”

Büyük Türkmen ozanı Yunus’un yukarıdaki sözleri Alevi inanç ve felsefesinin edebi anlamda anıtsal sözleridir. İnsan sevgisinin bu denli işlendiği ve merkezi öneme sahip olduğu başkaca bir inanç ve felsefe yoktur. Elbette ki her inanç ve dinde insana büyük önem verilir. Ancak Alevilikte bu durum, hiçbir inanç ve dinle kıyaslanamayacak bir derecededir. “ İncinsen bile incitme ! “ diyen bir inanç, insanlığın gereksinim duyduğu kardeşlik ve barışın da biricik yolunu göstermektedir.

Alevilikte insanı sevmek bir ibadettir. Çünkü Tanrı, insandadır. İnsan, Tanrı’nın yeryüzündeki tecellisidir. İnsanda Tanrısal özellikler vardır. Bu nedenle İnsanların rızasını kazanamayan hiçkimse Tanrı’nın da rızasını kazanamaz. Bundan dolayıdır ki, insanları sevgiyle kucaklamak, tüm insanlığı kardeş telakki etmek Alevi siyasetinin yani Kızılbaşlığın temelidir. Irk, cinsiyet, renk, dil, din, bölge, coğrafya farkı gözetmeden tüm insanları, Tanrı’dan bir parça oldukları için sevmek Kızılbaşlığın başat özelliğidir.

  1. Eşitlik: Her insanın, insan olmak bakımından diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. Makam, mevki, güzellik, çirkinlik, soyluluk vb. özelliklerle insanlar ayrımcılığa maruz bırakılmaz. Binaen aleyh, eşitliği gözetmek Kızılbaşlığın koşullarındandır. Tüm kurallar, insanların barış ve kardeşlik içinde yaşamalarını temin için olmalıdır. Bu bağlamda her insan hukuk karşısında tam anlamıyla eşit olmalı, insan olmanın ötesinde sahip olduğu başkaca özellikler nedeniyle her hangi bir ayrımcılığa tabi tutulmamalıdır. Kurallar, herkes için hakça uygulanmalıdır. Varsıl için farklı, yoksul için farklı kural vazetmek eşitliğin çiğnenmasi demektir. Kayırma, rüşvet ve kişiye özel davranış insanlık onuruyla bağdaşmaz. Bu türeden ahlak dışı işler Kızılbaşlıkta, hemen hemen her siyasal düzende olduğu gibi yasaktır.

Alevi inanç ve felsefesinde eşitlik anlayışının en belirgin yansıması cinsiyet konusundadır. Alevilerin toplumsal yaşamlarında olduğu gibi dinsel yaşamlarında da kadın erkek birlikteliği temel ilkelerdendir. Bütün dinsel ritüellerde kadın erkek birliktedir. Bunun doğal bir yansıması olarak da Kızılbaşlıkta kadın hakları ve kadına verilen değer başat niteliktedir. Bu hususta Hacı Bektaş Veli’nin şu anıtsal sözleri yol göstericidir:

“ Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde

Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde

Bizim nazarımızda kadın erkek farkı yok

Noksanlık,eksiklik senin görüşlerinde”

Bugün çağdaş yaşamın en temel gereklerinden olan kadın hakları konusunda Alevilerin sahip olduğu bu insancıl yaklaşım, Alevi inancının çağlar ötesinden gelip günümüz toplumsal yaşamına ışık tutan ve insanlığın ufkunu aydınlatan bir felsefi öze sahip olduğunu göstermektedir.

  1. Hakça paylaşım / Toplumculuk : Hakça paylaşım ve adalet duygusu insan olmanın temel özelliklerindendir. Yani insanı insan yapan birincil özelliklerden biri de adalet ve hakça paylaşımdır. Alevi inanç ve felsefesindeki hakça paylaşım esasının ne denli önemli olduğunu anlatan bir söylence olarak “ Rıza Şehri “ olgusu bir ütopya gibi gözükse de aslında çağlar boyu süregelen toplumculuk özleminin insanlığın vicdanında ve ortak ülküsünde çok büyük yer sahibi olduğunun göstergelerinden biridir. Toplumculuk özlemi, anlaşıldığı gibi belki de hiçbir toplumun ve inanç topluluğunun ruhunda akis bulmadığı kadar Alevi toplumunun toplumsal vicdanında yankılanmıştır. Aynı zamanda emeğe ve emeği ile geçinmeye verilen önem de son derece büyüktür. Hünkar’ın; “ Emeği ile geçinmeyen bizden değildir. “ sözü Aleviliğin toplumcu karakterini yansıtması bakımından gerçekten dikkat çekicidir. Herkesin emeği ile geçindiği yani emeğin egemen olduğu bir toplumsal düzen Aleviliğin ilkesi olduğu gibi aynı zamanda Alevilerin de en büyük toplumsal ülkülerindendir. Bu bağlamda, Kızılbaşlık siyasetinin esasları arasında toplumculuğu ve emek yanlısı siyasal bir duruşun mevcudiyetini görmekteyiz. Alevilikteki müsahiplik / yol kardeşliği ve halkın rızalığı, canı cana, malı mala katma gibi kavramlar ile toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın öncülüğünü yürüten dergah / tekke / cemevi gibi kurumlaşmalar toplumcu karakterin en bariz unsurlarındandır.
  2. Özgürlükçülük: Alevilik bir inançtır ve her inanç doğasında bir dogmatizm barındırmaktadır. Hiçbir çağda ve hiçbir toplumsal ve coğrafi alanda değişmesi olanaklı bulunmayan temel inanç ilkelerine sahip olmak bakımından Alevilik de diğer inançlar gibidir. Ancak Alevilikte yine de çok farklı bir yaklaşım vardır. Bilimin önderliği ve bunun getirdiği özgürlük, Aleviliğin katı şeriat kuralları ile kuşatılmasına engeldir. Bu bağlamda Alevilikte Sünni İslam’daki gibi bir şeriat yoktur. Alevilik asla değişmez hukuk kuralları vazetmemektedir. Yani inancın din referanslı hukuk kuralları ile toplumu baskı ve denetim altında tutması söz konusu değildir. Bu da kendiliğinden bir devingenlik / dinamizm doğurmaktadır. İnsanın özgürleşmesi bilimle olur. Büyük Atatürk’ün de dediği gibi bilim, yaşamdaki en gerçek yol göstericidir. Aynı şekilde Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “ Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” tarzındaki sözü Alevilikte bilimin yerini göstermesi bakımından yaşamsal önemde bir sözdür. Alevilikteki özgürlükçü yaklaşımın köklerini bu sözde ve bu sözün yarattığı toplumsal etkide aramak gerekir.

Toplumsal yaşamın koşulları değiştikçe toplumu düzenleyen kuralların da değişmesi bir kaçınılmazlıktır. Bu kaçınılmazlığı cebri tutumlarla dizginlemeye çalışmak her devirde büyük sorunlara yol açmıştır. Nitekim din orjinli cebri tutumlar nedeniyle insanlık çok büyük acılar yaşamış, özgürlük ve değişim yolunda büyük bedeller ödemiştir. Alevi toplumu, tarihi boyunca din orjinli durağan / statik ve dogmatik hukuk kurallarına karşı özgürlüğü ve değişimi savunan bir toplum olagelmiştir. Bu uğurda büyük bedeller ödemiştir. Bu bedelellerin en büyüklerinden biri de Emevi saltanatına ve dogmatizmine karşı İmam Hüseyin’in Kerbela direnişidir. İmam Hüseyin, Kerbela’da saltanata ve Emevi despotizmine karşı ezilenlerin hakkını savunmuş ve bu yolda çağlar boyu unutulmayacak, kendisinden sonra gelen nesillere yol gösterecek şanlı bir kıyam gerçekleştirmiştir. Alevi inancındaki özgürlükçü karakterin kaynaklarından biri de bu şanlı kıyamdır. Aynı kıyamın İmam Hüseyin’den güç alarak sonraki dönemlerde pekçok kez tekrarlandığını görmekteyiz. Emevi valisi Kuteybe’nin Horasan ve Türkistan’da yaptığı zulümlere karşı direnen ve Emevi İslam’ına teslim olmamak için ölümlere yürüyen Türkler, İmam Hüseyin’in direnişini gelenekleştirmiş, sonraki devirlerde yaşanan Türkmen kıyamları ile de egemen / şeriatçı / Emevi İslam anlayışına karşı ehlibeytin ve binlerce yıllık Türk kültürünün savaşçıları olmuşlardır. Babai, Karamanoğlu Mehmet Bey, Şeyh Bedrettin, Şahkulu, Celali kalkışmaları ve Çaldıran direnişi gibi İslamlaşma sonrası Türk tarihinin zulme isyan noktasında abideleşen olaylarının tümü İmam Hüseyin geleneğinin devamıdır.

Aleviliğin tarihsel süreçte gördüğümüz bu yapısı yakın dönem dünya ve ülke siyasetinde de etkisini göstermiş ve Aleviler bir anlamda Kızılbaşlığın modern yüzü olan, laiklik, demokrasi, cumhuriyet ve sosyal adalet kavramlarının çevrelediği bir siyasal duruşa sahip olmuşlardır. Özellikle Cumhuriyet sonrası dönemde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin günümüze değin hemen hemen her evresinde laiklik, cumhuriyet ve sosyal adaletten yana sergilenen tavır Alevilerin çağlar boyu sürdürdükleri Kızılbaşlık siyasetinin tam anlamıyla birebir devamı mahiyetinde tezahür etmiştir.

SAFEVİ KIZILBAŞ TÜRKMEN DEVLETİ

Kızılbaşlığın devlet deneyimi olan Safevi Türkmen Devleti, 9 Eylül 1502 tarihinde Şah İsmail tarafından Anadolu ve Kafkasya’daki Türkmen aşiret ve boylarının desteği ile Tebriz’de kurulmuştur. Safevi Devleti, Türk / Türkmen Alevilerinin tarihteki biricik devletidir. Bu anlamda Aleviliği, Kızılbaşlık olarak ilk kez siyasal düzen ( devlet ) haline getiren yani devletleştiren büyük kahraman, büyük Türkmen başbuğu, Türk tarihinin en yüce şahı Şah İsmail Hatai Hazretleridir. Bundan dolayıdır ki, onun adı Alevi toplumu arasında çok seçkin bir yere sahiptir. Dikkat çekici bir diğer nokta da Şah Hatai’nin devlet kurduğunda 15 yaşında olmasıdır. Şah İsmail, devleti ilan ettiğinde 12 imam adına hutbe okutmuş, pastırdığı paralara 12 imamların adını yazdırmıştır. İslam’a girmek için söylenen “ Kelime – i Şehadet “ in sonuna “ ve eşhedü enne Aliyyen veliyyullah “ ifadesini ilave etmiştir. Ebu bekir, Ömer, Osman, Muaviye ve Yezid gibi isimleri yasaklamıştır. Hazreti Muhammed ve onun ehlibeytine büyük bir sevgi ve saygı bağlarıyla bağlandığını tüm icraatlerinde göstermiştir.

Şah İsmail Hatai, dedesi ( babasının dedesi ) Şeyh Safi’nin adına izafeten devlete Safevi adını vermiştir. Safevi Devleti, tam anlamıyla bir Türk Devletidir. Anadolu ve Kafkasya’daki Türkmen aşiretlerinin desteği ile kurulmuştur. Bu devlette Türkler, İslam sonrası hemen hemen hiçbir Türk devletinde olmadığı kadar devletin kaderine hakim idiler.

Safevi Kızılbaş Türkmen Devleti’nin sınırları Dicle ve Fırat ırmakları ile Orta Asya’daki Ceyhun Irmağına kadar olan coğrafi alanı kapsıyordu.

Devletin resmi dili Türkçedir. Türkçe hem bir kültür ve debiyat dili hem de resmi yazışma dili olarak kullanılmıştır. Türkçe’nin resmi dil olma özelliği Safevi sarayının İsfahan’a taşındığı zamanda bile devam etmiştir. ( 1) Safevi Devleti’nde Türkçe’nin ve Türk kültürünün öne çıkması ve büyük bir gelişme sahası kazanması Türk tarihi için emsalsiz bir örnek oluşturmaktadır. Safevi Devleti’nde Türkçe şiirler yazan birçok şair yetişmiştir. Başta devletin kurucusu olan Şah İsmail Türkçeye çok büyük değer vermiş ve Türkçe şiirler kaleme almıştır. Bu şiirlerin pek çoğu bugün Alevi cemlerinde bir ibadet şuuruyla nefes / deyiş olarak okunmaktadır. Şah Hatai’nin Türkçe şiirlerinden oluşan divanı vardır.

Şah Hatai’nin kurduğu devlet, Osmanlı’nın aksine Türkmenlere kucak açmıştır. Osmanlı’nın ağır vergilerinden bunalan Anadolu Türkmenleri akın akın İran’a doğru gitmişler, Safevi Devletine sığınmışlardır. Türk kültürünün, Türk dilinin sığınağı ve korunağı olan Safevi Türkmen Devleti’nin hızla güçlenmesi Osmanlı’yı endişeye sevketmişti. Şah İsmail’in Kızılbaş ordusu zaferden zafere koştukça ve Anadolu’daki pekçok yöreyi Anadolu Türkmenlerinin coşkun desteği ile ele geçirdikçe Osmanlı’daki endişe had safhaya ulaşmıştı. Bundan dolayı 2. Beyazıt birçok Türkmen Aleviyi Mora, Girit vb. yerlere sürgün etmişti.

Beyazıt’tan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selim, babasını devirip kardeşlerini saf dışı bıraktıktan sonra büyük bir ihtirasla seferler düzenlemeye girişir. Ancak öncelikle Anadolu’daki Alevileri ezmek için nüfuslarını tespit amacıyla adamlarını gönderip sayım yaptırır. Bu sayımda 40 bin Alevi olduğu saptanır. İran seferine başlamadan önce defterlere yazılan bu 40 bin Alevinin katledilmesini emreder. Böylece büyük bir katliam yaşanır. Bu katliamdan kurtulabilmek için binlerce Alevi Türkmen, kuş uçmaz kervan geçmez tabir edilen dağlara çekilir.

Yavuz’un Alevilere karşı Bektaşilerle işbirliği yaptığı iddia edilir. Bu maksatla Balım Sultan’dan el alıp Bektaşi olduğu savunulur. Hatta Hacı Bektaş Veli’nin türbesini yaptırdığı ve Bektaşilere çok iyi davrandığı da ileri sürülür. Bunları yapması bile aslında Yavuz’un Bektaşilerden ne denli çekindiğinin bir göstergesidir. Bektaşilerin kendi inanç ve yaşamlarıyla uyuşmayan bir Sünni İslam anlayışını savunan Osmanlı’ya gönüllü olarak yandaşlık yaptıklarını ileri sürmek mantıken olanaksızdır. Bektaşilerin, inanç kardeşi olan Alevilere yandaş oldukları fakat bu yandaşlığın eyleme dönüşmediği veya dönemin koşulları gereği dönüşemediği muhakkaktır. Nitekim, Bektaşiliğe bağlı olan Yeniçeriler İran Seferine karşı çıkmışlar ve bu maksatla birçok kez ayaklanıp Yavuz’u öldürme teşebbüsünde bile bulunmuşlardır. Yeniçerilerin bu sefere karşı koydukları kesindir. Buna karşı Yavuz’u destekleyenlerin de bulunduğunu gösteren her hangi bir belge yoktur. Hatta ulema bile Yavuz’u destekleme anlamında bir tutum sergilememiştir. Bu durumu tarihçi Faruk Sümer, “ hayret verici “ olarak nitelemektedir. ( 2 )

Biri Sünni, diğeri Kızılbaş olan iki Türk hükümdarının orduları Çaldıran’da savaşa tutuşur. Savaşan iki ordu da Türklerden müteşekkildir. Bu savaşta Osmanlı ordusunun mevcudu 120 bindir. Ordunun 80 bini sipahi, 10 bini de Yeniçeri idi. Şah İsmail’in ordusu ise sayıca Osmanlı ordusunun yarısı kadardı. Üstelik Safevi ordusu ateşli silahalardan da yoksun idi. ( 3 )

Savaşı Osmanlı ordusu kazanır. Hatta savaşta Şah İsmail’in eşi Taclı Hatun tutsak düşer. Çok sayıda Kızılbaş Türkmen asker şehit edilir. Çaldıran yenilgisi Şah Hatai’de manevi bir çöküntüye yol açar. Bu yenilgi sonrası Safevi Dveletinin Anadolu’daki genişlemesi engellenmiş olur. Safevi Devleti’nde de yeni bir safha başlar. Şah Hatai 1524 yılında Hakk’ a yürür. Yerine Şah Tahmasb geçer. Şah Tahmasb zamanında 1555 yılında Amasya Barış antlaşması yapılır. ( 4 )

Ancak Anadolu’daki Alevi ayaklanmaları ve Türkmenlerin İran’a göçü Şah Tahmasb zamanında da devam eder. Safevi Devleti, 26 Şubat 1737 tarihinde Afşar aşiretinden bir Türk olan Nadir Şah’ın ihtilali ile sona erer. Nadir Şah Safevi hanedanının aksine Sünni inançta idi.

Safevi Devleti’nin Türklüğü konusunda Doğan Avcıoğlu şöyle demektedir:

“ Safevi devleti, onaltı Türk devleti arasında yer alan Gazne ve Hindistan Babür İmparatorluklarından, hatta İran Büyük Selçuklu Devletinden daha çok Türk devletidir.” ( 5 )

OSMANLI DEVLETİ VE ALEVİLER

Osmanlı devleti, Türkler tarafından kurulan devletlerin en uzun ömürlü olanlarındandır. Bu devlet, sadece Türk tarihi açısından değil, dünya tarihi açısından da son derece önemlidir. Yaklaşık 600 yıllık bir tarihi bulunan bu devlete ilişkin bilimsel araştırmalar ve tartışmalar halen sürmektedir. Gerek kuruluşu, gerek gelişmesi, gerekse yıkılışı üzerinde farklı görüşlerin serdedildiği Osmanlı devleti, sahip olduğu siyasal toplumsal ve ekonomik düzen açısından kimi kendine özgülükler içerdiği gibi kimi bakımlardan da Türk devlet geleneğinin devamı mahiyetindedir. Hatta kimi bakımlardan Bizans’a ve Anadolu’da kurulan gayri Türk devletlere ait özelliklere sahiptir. Bu hususlarda tarihçilerin tartışmaları sona ereceğe benzememektedir. Aynı durum Alevi – Osmanlı ilişkileri konusunda da mevcuttur. Bu konuya geçmeden evvel Osmanlı’nın kuruluşunu bir nebze de olsa irdelemek gerektiği kanısındayım.

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşuna Dair

Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi de tartışma konusudur. Yaygın görüş 1299 yılıdır. Fakat farklı görüşler de mevcuttur. Sözgelimi, tarihçi Halil İnalcık’a göre, Osman Bey komutasındaki Türkmenlerin Bizans’a karşı kazandıkları “ Bapheus “ savaşının tarihi ( 27 Temmuz 1301 ) Osmanlı Devleti’nin kesin kuruluş tarihidir. Yine kimi görüşlere göre de devletin kuruluş tarihi, Osman Bey’in karakeçili aşiretine Bey olduğu tarih olan 1281 yılıdır. ( 6 )

Yine Osmanlıların Selçuklu’ya değil İlhanlılar’a bağlı bir beylik olduğu da iddia edilmektedir. Bu bağlamda Osman Bey’e sancak ve nakkarenin İlhanlı hükümdarı Gazan Han tarafından verildiğine ilişkin kayıt bulunduğu bildirilmektedir. ( 7)

Osmanlıların Selçuklular ile değil de daha çok İlhanlılar ile resmi ilişki içinde bulunduğuna dair görüşler Osmanlıların ilk dönemlerinde Şii / Alevi / Batıni bir yapının mevcudiyetinden güç almaktadır. Bilindiği gibi İlhanlı hakanı Gazan Han ve halefi Olcaytu Şiiliği kabul etmiş ve itikaden de Şii bir muhit oluşturmuşlardır. Bu hususta Fuat Köprülü şölye demektedir:

“ Olcaytu devrinde bir aralık şi’a – i isna aşeriyye’yi devlet dini olarak kabul eden İlhanlı saraylarında ve Moğol ümerasının maiyyetinde büyük mevki kazanan bazı Türkmen Babaları’nın mevcudiyetini bildiğimiz gibi, Moğolların himayesine dayanarak müritleriyle beraber Anadolu’ya gelip propagandalarına devam eden bazı Türk dervişlerinden de haberdarız. Bu Türkmen Babaları, artık yalnız köylerde ve göçebeler arasında kalmayarak, Selçuk saraylarında ve uç beylerinin yanlarında bulunuyorlardı… Her halde 15. asır başlarında, garbi Anadolu beyliklerinden bazılarında bu Türkmen Babaları’nın ve Şii propagandasının oldukça nüfuzu olduğu Aydın Oğulları’ndan Khıdr Bey’in 1348 tarihli bir muahedesinde, Şiiliğini gösteren açık kanıtlar bulunmasıyla ve ilk Osmanlı hükümdarlarının Heterodoxe dervişlere karşı himayekar vazıyeti ile açıkça anlaşılıyor.” ( 8 )

Görüldüğü gibi Osmanlı’nın ilk devirlerinde Sünni İslam değil, Alevi / Batıni bir yaşayış egemendir. Bu da gösteriyor ki, Osmanlı’nın kuruluşunda Alevi / Batıni dervişlerin ve Türkmen Babaları’nın çok büyük katkıları vardır. Dönemin derviş ve Babaları genelde Alevi / Batıni meşreplidirler. Bu derviş ve Babaları söyleyecek olursak büyük tarihi şahsiyetlerle karşılaşırız. Aşık Paşaoğlu, Orhan Bey zamanında Alevi olarak bilinen kişilikleri şöyle sıralamaktadır: “ Dervişlerden Kara Hoca, Aşık Paşam Hazreti, Geyikli Baba, Yunus Emre, Şeyh Taptuk Emre, Ahi Evren ve Karaca Ahmet Sultan… Bunlar kerametleri zahir olmuş, duaları kabul olunan azizlerdi.” ( 9)

Osmanlı Devleti denildiğinde hep Sünni İslam anlayışının ödünsüz savunulduğu bir devlet akla gelir. Oysa gerçek öyle değildir. Özellikle kuruluş yıllarında Alevi / Batıni dervişlerin ve Türkmen Babaları’nın yönetimde çok etkin oldukları hatta fetihler sırasında gösterdikleri yararlılıklardan dolayı bu dervişlerin devlet tarafından ödüllendirildikleri dahası bu ödüller arasında Sünni İslam’ın asla kabul etmeyeceği fıçılar dolusu şarabın bulunduğu da nakledilmektedir. Sözgelimi, “ Orhan Gazi’ye ait bir vakfiyede, Bursa’nın zaptında büyük himmeti ve askeri coşturarak zaferde katkısı olan heterodoks derviş Geyikli Baba’ya bir kısım arazi ile iki yük şarap ve iki yük rakı verilmesi kaydı “ vardır. ( 10 ) Bu kayıt sünni olduğu ileri sürülen bir Osmanlı sultanının dinsel yasaklara riayet derecesi ve bir Batıni / Alevi dervişe gösterdiği saygı bakımından son derece dikkat çekicidir. Aynı zamanda bu durum, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Alevi / Batıni dervişlerin devlet nezdindeki konumunu da göstermektedir.

Osman Bey’in Adına Dair

Osmanlı Devleti’nin kurucusu olarak kabul edilen Osman Bey’in adı da tarihçiler tarafından tartışma konusu yapılmaktadır. Buna göre Osman adının sonradan alındığı, aslında Osman Bey’in adının önceden “ Otman, Utman ya da Tuman “ olduğu iddia edilmektedir.

Osmanlı belgelerinde Osman adına ilk olarak Orhan Bey’in cülusunun üçüncü yılında zamanın hükümdarlık belirtisi olarak görülen Bursa’da kendi adına bastırdığı gümüş akçede rastlanılır. ( 11 )

Osman Bey’in aslında müslüman olmadığı, müslümanlığı Bey olduktan sonra kabul ettiği ve bu nedenle Otman / Utman olan adını Osman şeklinde değiştirdiği ileri sürülmektedir. Onun aslında hala şamani özellikleri ve inançları sürdüren biri olduğu belirtilmektedir. ( 12 )

Nitekim, Osman Bey’in adı, Şıhabeddin el – Ömeri ‘nin Mesalik’ül – Ebsar ‘ında “ Tuman “(13) , Yazıcızade Ali’nin Tarih – i Al – i Selçuk adlı yapıtında “Otman” (14) , Macar tarihçisi Gyala Moravcsik’e göre 14. yüzyıl Bizans kaynaklarında ise “ Atuman / Ataman “ olarak yazılmıştır. Aynı Bizans kaynaklarında Halife Osman’ın adı ise “ Osman “ okunacak şekilde yazılmıştır.(15)

Osmanlı Hanedanının Türkmenliğine Dair

Bilimadamlarının büyük çoğunluğu Osmanlıların Oğuz soyundan / Türkmen olduklarını söylemektedirler. Osmanlıların 24 Oğuz boyundan Kayılara mensup oldukları ve Horasan – Azerbaycan yoluyla Orta Asya’dan / Türkistan’dan göç edip Anadolu’ya geldikleri konusunda ittifak düzeyinde yaygın bir kanı vardır. Ancak farklı görüşler de mevcuttur. Anadolu’nun büyük halk kitlesi olan Oğuz / Türkmen halkı arasında itibarlı / saygın bir yer sahibi olabilmek için Osmanlıların kendilerini Oğuzlara mensup gösterdikleri ve bu düşüncenin yayılması için 2. Murat’tan itibaren çaba gösterdikleri ileri sürülerek Osmanlıların aslında Oğuz soyundan olmadıkları iddia edilmektedir. ( 16 )

Osmanlıların mensup olduğu Kayı aşiretinin aslında Kıpçak kökenli olduğu rivayet edilmektedir. Cengizlilerle aynı soydan geldikleri, Moğol kökenli oldukları vb. iddialar mevcuttur. Hatta çok daha uç bir iddia olarak söylemek gerekirse Osmanlıların aslında Bizans kökenli oldukları bile iddia edilmiştir. Ancak bilim camiasında bu türden görüşler fazla taraftara sahip değildir. Osmanlıların Oğuzların Kayı boyundan oldukları konusunda bir ittifak vardır. Diğer görüşler ciddi delillerden yoksun addedilmektedir. Osmanlıların kendilerini ısrarla Oğuz soyundan kabul etmeleri dikkat çekicidir. Bunun bir saygınlık kaygısıyla yapıldığı yönündeki görüşe de bilim camiasında, görüldüğü üzere fazla itibar edilmemektedir. Bizce Osmanlıların Türklerin hangi boyundan / kolundan oldukları konusunun bir önemi yoktur. Önemli olan onların Türk kökenli oluşlarıdır. Osmanlının Türkmen ve Alevi politikasına dair yaptığımız tüm eleştirlere karşın Osmanlıların Türklüğünü önemsiyoruz. Tıpkı Safevilerin Türk / Türkmen kökenli oluşunu önemsediğimiz gibi… Türk tarihi Türk ulusunun hafızasıdır, köküdür. Ulusal tarih bilinci her çeşit kabilevi ve mezhepsel / dinsel / inançsal aidiyetlerin üzerinde olmalıdır. Osmanlı yönetimine Fatih Sultan Mehmet’ten sonra egemen olmaya başlayan dönme devşirme zümresinin Türklük / Türkmenlik karşıtı uygulamalarına karşın devletin kimliği daima Türk kalmıştır. ( 700 yıl boyunca göreve gelen yaklaşık 235 sadrazamın / vezir – i azamın 150 si dönme devşirme iken sadece 85 tanesi Türktür. ) Nitekim hemen hemen bütün tarihçiler Osmanlı Devletini Türk addetmişlerdir. Türklük ve Türkçülük açısından Osmanlı’da eleştirilmeyi hak eden çok önemli unsurlar bulunsa da bu durum, Osmanlı’nın Türklüğünü inkara hiçbir şekilde zemin oluşturamaz.

Osmanlılar ve Bektaşiler

Osmanlılar ve Bektaşiler arasındaki ilişki söz konusu edildiğinde hemen akla Yeniçeriler gelmektedir. Bilindiği gibi Yeniçeriler Bektaşi Dergahı’na bağlıdırlar. Bu bağlılığın Abdal Musa ile sağlandığı rivayet edilmektedir. ( 17 ) Bununla birlikte Yeniçerilerin Alevi / Bektaşi inanç tarzında oluşları, dergaha bağlanmadan evvel, eğitilmek ve Türkçe öğrenmek üzere verildikleri Türk ailelerin Alevi / Bektaşi oluşlarından kaynaklandığı nakledilmektedir.

Bilindiği gibi Yeniçeriler, Hristiyan kökenli halkın çocuklarıdır. Türk ailelere verilmek suretiyle Türkleştirilmiş ve Müslümanlaştırılmışlardır. Yeniçerilerin Hacı Bektaş Veli ile bir ilgileri yoktur. Çünkü Yeniçeri Ocağı’nın resmi olarak kuruluşu 1363 tarihidir. Hacı Bektaş Veli ise 1270 / 71 ‘de Hakk’a yürümüştür. Hacı Bektaş Veli’nin 1337 tarihinde öldüğü şeklindeki görüşe itibar edilmemektedir.

Bektaşilerin Alevi / Şii / Batıni inanışta oldukları tartışma götürmez bir gerçekliktir. Her ne kadar Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin aslında sünni olduğu ileri sürülse de Bektaşiliğin Balım Sultan ya da Abdal Musa tarafından kurulduğu iddiası ile birlikte düşünüldüğünde Hünkar’ın sünni olup olmamasının da fazla bir önemi kalmamaktadır. Ancak bizce Hünkar’ın sünniliği de doğru değildir. Dönemin koşulları gereği Makalat’ta sünniliği çağrıştıracak sözlerin ve görüşlerin bulunması onun Batıni / Alevi / şamani hususiyetlere sahip bir Türkmen Babası olduğu gerçeğini değiştiremez.

Bektaşilik ile Alevilik arasında inançsal anlamda hemen hemen hiçbir farklılık yoktur. Fakat kurumlaşma açısından Aleviler ile Bektaşilerin 1826 yılında Bektaşiliğin yasaklanmasına kadar ayrı ve farklı oldukları malumdur. Bektaşi – Alevi bütünleşmesi 1826’dan sonra başlayan süreçte sağlanmıştır.

  1. Beyazıt döneminde Balım Sultan’ın devletçe sarayda ağırlanması ve padişahın Balım Sultan’dan el alıp Bektaşiliğe intisap etmesi her ne kadar siyasal bir tavır olsa da Bektaşi – Osmanlı İlişkileri açısından son derece önemlidir. Yine 2. Beyazıt’ın tahttan indirilmesinin ardından kendi isteği ile Dimetoka’ya gönderilmesi de ( Yolda ölmüştür.) dikkat çekicidir. Hatta Yavuz Sultan Selim’in Bektaşilere karşı davranışları da gerçekten ilgi çekicidir. Yavuz’un, Bektaşi olduğu, bu nedenle kulağına Balım Sultan küpesi ( Mengüç ) taktığı rivayet edilmektedir. Herşeyden önemlisi Osmanlı ordusunun bir parçası olan Yeniçerilerin Bektaşi Dergahı’na bağlı oluşları, Yeniçerilerin okudukları gülbanklarda Hacı Bektaş’a ve Alevi / Batıni inanca bağlılılkarının ifadesi, padişahların Bektaşi tekkelerine yaptıkları yardım ve gösterdikleri himaye Osmanlı’nın Alevilerle olan münasebetleri düşünüldüğünde gerçekten çok şaşırtıcı gelebilir. Hacı Bektaş’taki baba öldüğünde yerine geçen yeni babanın İstanbul’a gelmesi, Bektaşi Ocağı’na bağlı Yeniçerilerce karşılanması, Yeniçeri ağasının babalık tacını yeni babanın başına geçirmesi ( Bektaşi tacı on iki imamları simgelemek üzere on iki dilimlidir. ) daha sonra babanın Yeniçeri alayı tarafından Bab – ı Ali’ye götürülmesi Osmanlı – Bektaşi ilişkilerinin anlaşılması bakımından son derece önemlidir.

Yeniçerilerin Bektaşilikle ilgilerini anlatan en bariz kanıtlardan biri de bir Yeniçeri Duası ( Gülbank ) dır. Dua şöyledir:

“ Allah Allah, İllallah, baş üryan, sine püryan…Kulluğumuz padişa ayan; üçler, beşler, yediler, kırklar, gülbank -ı Muhammed, nur – u nebi, Kerem -i Ali, pirimiz, sultanımız Hünkar Hacı Bektaş – ı Veli demine devranına hu diyelim, huuu…”

Alevilerle aynı inanca sahip oldukları halde Bektaşiler, Osmanlı’dan neden himaye ve yardım görmüşlerdir? Bu soru aslında sorunun inanç olmadığını ortaya koyuyor. Sorun siyasidir. Anlaşıldığı kadarıyla Osmanlı kendine siyasal olarak itaat eden zümrelerin inançlarına müdahale etmemiştir. Ne zaman ki itaat ortadan kalkıp isyan sözkonusu olmuştur, birden inanç devreye girivermiştir. İşte o zaman Osmanlı aslında umursamadığı inancı kendi siyasal amaçları için kullanmıştır. Bunun en önemli kanıtlarından biri de 2. Beyazıt’ın ayaklanma vuku bulmadan evvel Şahkulu tekeli ile bile çok iyi münasebetler içinde bulunduğudur.

Yine bilmekteyiz ki, Yavuz Sultan Selim dönemine dek Osmanlı sarayından Erdebil dergahına her yıl “ çerağ akçesi “ adı altında bağışlar gönderilmiştir.( 18 ) Bu da bir diğer dikkat çekici husustur.

Osmanlı ile Bektaşilerin yaklaşık 400 yıllık iyi münasebetleri 1826 yılında Yeniçeri ayaklanmasını desteklemeleri nedeniyle Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile birlikte Bektaşiliğin de yasaklanmasıyla sona ermiş ve amansız bir düşmanlık başlamıştır. Bektaşilere karşı büyük bir zulüm hareketi başlatılmış, Bektaşi tekkelerine Nakşi şeyhleri atanmış, Bektaşi çelebileri, dede / babaları sürgün edilmiş, ileri gelen Bektaşiler idam edilmiştir.

Osmanlı padişahının ( 2. Mahmut. Lakabı gavur padişahtır.) isteği üzerine sünni tarikat şeyhleri ve sünni ulema Bektaşiler hakkında fetva vermek üzere toplanmış ve Şehülislam ile birlikte şu karara varmışlardır:

“ … İslam’ın şartlarına riayet etmedikleri, namaz kılmadıkları ve oruç tutmadıkları, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a ağır sözler söyledikleri için öldürülmeleri vaciptir.” ( 19 )

Bu fetva üzerine Bektaşi ileri gelenlerinden Kıncı Baba, Üsküdar’da, İstanbul Ağasızade Ahmet Efendi, Tophane’de, Salih Efendi ise Bab- ı Hümayun’un önünde idam edilir.

Görüldüğü gibi o güne değin Bektaşilerin namaz kılmamalarını, oruç tutmamalarını ve halife Ebubekir, Ömer ve Osman’ın hilafetini kabul etmemelerini sorun etmeyen Osmanlı, birden bunu sorun etmeye başlamıştır. Çünkü itaat sona ermiş, isyan başlamıştır. Bu da, bizim savımızı kanıtlamaktadır. Yani Osmanlı için ona itaat ettiğin sürece neye inanıp inanmadığın önemli değildir.

Bu olaydan sonra Aleviler ile Bektaşilerin hızla bütünleştiği görülmektedir. Pekçok Bektaşinin Alevi bölgelerine ve ocaklarına sığındığı bilinmektedir. Bu bütünleşme bugün tam anlamıyla bir birlikteliğe dönüşmüş durumdadır. Tarihsel süreç içerisinde Alevilerin Bektaşileri, Bektaşilerin de Alevileri pekçok açıdan etkiledikleri bir gerçektir. Bizce Bektaşiliğin Aleviliğe en büyük etkisi Aleviliğin Şiileşmesini önlemesidir. Eğer Bektaşilik olmasaydı Anadolu Alevileri büyük ölçüde Şiileşebilirlerdi. Nitekim İran ve Azerbaycan’daki Alevilerin hemen hemen tümü Şiileşmiştir. Çünkü İran ve Azerbaycan’da Bektaşi tesiri olmamıştır.

Osmanlı ve Aleviler

Osmanlı’nın kuruluş döneminde Alevi / Batıni dervişlerin çok büyük rol oynadığını belirtmiştik. Osmanlı padişahları Fatih ve 2. Beyaz dönemine değin Alevi / Batıni dervişlere karşı oldukça himayekar davranmışlardır.

Şeyh Bedreddin olayında da Şehzade Musa Çelebi’nin Şey Bedreddin’den yana tavır aldığı ( ki Şeyh Bedreddin tam anlamıyla batınidir.) ve Musa Çelebi’nin saltanat mücadelesini yitirmesinin ardından Şeyh Bedreddin’e ve müritlerine karşı yapılanlar malumdur. Bu konuyu daha evvel ele almıştık.

Osmanlı’nın Alevi / Batıni dervişlerle ilişkisinin yaklaşık 100 – 150 yıllık bir süreçte oldukça iyi bir düzeyde bulunduğu bilinmektedir. Alevilerin devletleşme olayı gündeme geldiğinde ise yani Şah İsmail faktörü devreye girdiğinde büyük bir değişimin başladığını görmekteyiz. Şahkulu kalkışmasıyla birlikte ilişkilerin tersine döndüğü ve siyasal egemenlik savaşımına dönüştüğü bilinmektedir. Bu savaşımla birlikte Osmanlı’nın sünni İslam anlayışına doğru evrildiği görülmektedir. Şahkulu kalkışmasından evvel Alevilerin inançlarını sorun etmeyen Osmanlı’nın sonradan inancı, siyasal egemenlik mücadelesinde kullanmaya başladığını görmekteyiz. Şeyhülislamların Alevi / Kızılbaşlar hakkında verdikleri fetvaların Alevi katliamlarına İslami ( ! ) bir meşruiyet kazandırma çabası olarak devreye sokulduğuna inanmaktayız. Bizce Osmanlı’nın Alevi / Kızılbaşlarla mücadelesi tamamen siyasal bir mücadeledir. Kesinlikle dinsel / mezhepsel bir mücadele değildir. Bu mücadelede din / mezhep faktörü çok önemli bir argüman olarak kullanılmıştır. Fakat mücadelenin asli karakteri asla mezhepsel / dinsel değildir. Yani Osmanlı, Alevileri, Alevi oldukları için değil, ayrı bir devlet kurmak veya başka bir devlete ( Safevi Devleti ) bağlanmak istedikleri için düşman addetmiştir. Alevilerin ayrı bir devlet kurmak veya başka bir devlete bağlanmak istemelerinin nedeni de inançsal farklılıktan ziyade ekonomik durumdur. Osmanlı’nın ağır vergileri ve zaman zaman yönetime egemen olan dönme devşirme zümrenin Türkmen karşıtı tutumudur. Unutulmaması gereken çok önemli bir husus da şudur. Osmanlı sadece Alevi / Kızılbaşları değil, pekçok sünni Türkmeni de isyan ettikleri için katletmiştir. Eğer Alevi / Kızılbaşlar inanç farklılığından dolayı isyan ettilerse ( ki bizce neden ekonomiktir.) sünni Türkmenler niçin isyan etmişlerdir ? Tabi ki onlar da ekonomik nedenlerle isyan etmişlerdir.

Osmanlı İle Alevi / Kızılbaş Türkmenler arasındaki siyasal kavga sonucu onbinlerce Türk çok feci bir biçimde can vermiştir. Üzülerek belirtelim ki, tarihte pekçok kez olduğu gibi Osmanlı devrinde de din ve mezhep farklılığı kullanılarak ve istismar edilerek Türklüğün gücü kırılmıştır. O dönemdeki katliamları bugün Alevi olsun sünni olsun bütün Türkler hüzünle anmalıdırlar. Tarihten ders alarak hiçbir din ve mezhep farklılığının Türklüğün birliğini parçalamaması gerektiği fikrine ulaşılmalıdır.

Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, Osmanlı döneminde Alevi / Kızılbaş Türkmenlerin katledilmesi için verilen fetvaların altında çoğunlukla şafii Kürt şeyhülislamların ve ulemanın isimleri vardır. Bugün bu isimlerin radikal sünni İslamcı / ümmetçi çevreler tarafından hala saygıyla anılması başta sünni Türkmenler olmak üzere bütün Türk ulusçularını yaralamaktadır. Her türlü kimliğin üzerinde olması gereken Türklük kimliği açısından bakıldığında hangi inanç grubuna mensup olursa olsun Türk soyundan gelen bir topluluğun acısı bütün Türklerin acısı olmalıdır.

Osmanlı Şeyhülislamları ve Sünni Ulemaya Göre Alevi / Kızılbaşlar

Bir Türk devleti olan Osmanlı ile yine bir Türk devleti olan Kızılbaş Safevi Devleti arasındaki siyasal mücadelenin kurbanları olan Anadolu Türkmen Alevileri / Kızılbaşlarına dair Şeyhülislam ve ulemanın düşünceleri ve verdikleri fetvalar, deyim yerindeyse insanın kanını donduracak düzeyde zalimane hükümler içermektedir. (Aynı dönemde İran, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’daki sünni Türkmenlerin de benzer bir akıbete maruz kaldıklarını da üzüntüyle belirtelim. Safevi egemenliği altında kalan az sayıdaki sünni Türkmenlerin de öldürüldüğünü dürüstçe dile getirmeliyiz.)

Şimdi o malum fetvalardaki içeriğe göz atalım.

Ar, namus tanımazlar, bilmezler.

Şeriata aykırı düşünce ve inanç içindedirler.

Şeriatı küçümserler, Kur’an’ı istihfaf ederler.

İlk üç halifenin halifeliğini inkar ederler.

Ebubekir, Ömer ve Osman’a söverler.

Peygamberin eşi Ayşe’ye söverler.

Kafir ve ehl – i fesattırlar, dinden dönmüşlerdir.

Başlarına giydikleri, küfür ( kafirlik ) ve Kızılbaşlık işaretidir.

Hem dinsizdirler hem de sultana isyan ederler.

Kadınlarının ve erkeklerinin nikahları batıl ve geçersizdir. Bu nedenle çocuklarının herbiri zina ( veled – i zina ) çocuğudur.

Ehl – i din olan akrabalarından dolayı miras hakları yoktur.

Kestikleri hayvanlar murdardır, etleri yenmez.

Okla, köpekle, doğanla avladıkları dahi murdardır.

Topluca öldürülmeleri gerekir.

Onları öldürmek için yapılan savaş, en büyük, en kutsal savaştır.

Bu uğurda ölmek şehitliğin en ulusudur.

Tamamını öldürüp yok etmek müslümanlar için farzdır.

Onlara eğilim duyanlar, onlara katılmak isteyip de yakalananlar ve onlara yardımcı olanlar, onlar gibi kafirdirler, öldürülmeleri vaciptir.

Kızılbaşların malları, çocukları ve karıları müslümanlar için helaldir, ganimettir.

Kızılbaşların pişmanlıklarının, tövbelerinin, yalvarmalarının hiçbir değeri yoktur. Öldürülmeleri vaciptir.

Alevi / Kızılbaş Türkmenleri öldürmeleri konusunda askerleri teşvik etmek için “ yedi kızılbaş öldüren cennete gider.” Şeklinde telkinlerde bulunanların siyasal ikbal kaygısıyla dini nasıl kullandıkları gerçekten ibretlik bir olaydır. Vaktiyle Muaviye’nin askerlerinin Sıffın savaşında mızraklarının uçlarına Kur’an sayfaları takarak dini saltanata ve siyasete nasıl alet ettikleri düşünüldüğünde İmam Ali ve İmam Hüseyin’in kıyamlarının önemleri daha iyi kavranacaktır.

Yukarıdaki satırları okurken bir halkın uluslaşma sürecinde yaşadığı feci hadislerden bir kesit sunulduğu gerçeğini unutmamalıyız. Her ne kadar ulus kavramı modern dönemin ürünü olsa da halkımızın uluslaşma süreci cumhuriyetle başlamış değildir. Bu süreç yüzlerce yıllık bir süreçtir. Ta Osmanlı’ya, Safevilere, Selçuklu’ya hatta İslamlaşmanın başladığı döneme kadar uzanan bir süreçtir. Gerek Türkiye gerekse Türk dünyası bağlamında ele alındığında henüz bu süreç tamamlanabilmiş değildir. Bir halkın uluslaşma sürecinde maalesef işte böyle acı hatırlar da yaşanıyor.

Osmanlı – Alevi ilişkilerini de herşeye karşın bu perspektiften değerlendirmek zorundayız. Bu; Alevisi sünnisi ile halkımızın tümüne duyduğumuz eşsiz ve derin sevginin bir gereğidir.

  1. CUMHURİYET VE ALEVİLER

Cumhuriyet’ten evvel Kurtuluş Savaşı sırasında da Alevilerin çok önemli roller oynadıkları ve Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki Alevi siyasetinin bu rollerin bir yansıması olduğu bilinmektedir. Aslında Alevilerle devletin münasebetleri İttihad ve Terakki ile müspet bir mahiyet kazanmıştır. İttihad ve Terakki’nin Türkçü siyaseti Alevi / Bektaşilerin büyük çoğunluğunun Türk / Türkmen oluşları gerçeği ile örtüşmüştür. Müspet münasebetlerin kaynağını burada aramak gerekir. Nitekim bu müspet münasebetlerin göstergesi olarak, İttihatçı Talat ve Enver paşalar iktidara geldiklerinde Hacı Bektaş Dergahı’nı ziyaret etmişlerdir.

Kurtuluş Savaşında Alevi / Bektaşiler

Aleviler Kurtuluş Savaşında Ulusal mücadelenin ön saflarında yer almışlardır. Mustafa Kemal Paşa, Kurtuluş Mücadelesini başlatmadan önce Alevi / Bektaşi toplumunun desteğini almak için girişimlerde bulunmuş ve bu girişimlerine olumlu yanıt almıştır. Sivas Kurultayı’nda pekçok Alevi ileri geleni Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer almıştır. Paşa, Kurultaylar sonrası Hacı Bektaş Dergahı’nı ziyaret etmeye karar vermiştir. Hacı Bektaş Dergahı’nda o sırada postnişin Cemalettin Efendi ve Baba olarak da Salih Niyazi Baba bulunmaktaydı. Bu iki isim Anadolu Alevilerinin liderleri idi. O sırada Anadolu’da 6 milyona yakın Alevi bulunduğu ( 20 ) tahmin edilmektedir.

Mustafa Kemal Paşa, Hacıbektaş’ta bir gece kalmış, harem dairesinde ağırlanmıştır. 24 Aralık 1919 Cuma günü de Hacı Bektaş Veli’nin türbesini ziyaret etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Çelebi Cemalettin Efendi ve Salih Niyazi Baba arasında yapılan üçlü görüşmeyle Dergah Paşa’ya destek sözü vermiştir. Nitekim TBMM açıldığında Çelebi Cemalettin Efendi Kırşehir Mebusu ve TBMM başkan vekili olarak mecliste yer almıştır.

Çelebi Cemalettin Efendi’nin vefatının ardından Çelebi olan Veliyyettin Efendi 25 Nisan 1923 tarihinde yayımlanan ve Alevileri TBMM Hükumetini desteklemeye çağıran bildirinin sahibidir. Bildiri şöyledir:

“ Anadolu’da Bulunan Dedem Hacı Bektaş Veli Hazretlerine Samimi Sevgisi Olan Bütün Ocak Sahibi Sevenlerine,

Bu milleti tekrar dirilterek bağımsızlığımızı temin eden, varlıkları tüm İslam milletinin övünç kaynağı olan, Türkiye Millet Meclisi Reisi, Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerinin yayımlamış oldukları beyanname hepimizin malumudur.

Gazi Paşa’nın vatanın yüceltilmesive geliştirilmesi için bizlerden istemiş olduğu tüm arzularını yerine getirmek boynumuzun borcudur. Milletimizi kurtaracak ve bizleri mutluluğa eriştirecek, ancak onun yüce fikirleridir. Bunu inkar edenlerin bizimle kesinlikle ilgisi yoktur. Yüce tarikatımızın tüm mensuplarına, Gazi Paşa Hazretlerinin işaret ettiği adaylardan başkasına oy vermemelerini, vatanımızın kurtuluşunun ancak bu şekilde gerçekleşebileceğini özellikle tavsiye eylerim.

Bu vasiyetlerimi tutmayanlar bizden değildir. Hak erenler onlara hiçbir zaman yardım etmez. Yine söylüyorum ki, bu vatanı ve milleti kurtaracak ancak Mustafa Kemal Paşa’dır. Onunla beraber olanlar ise, mukaddes vatanımızın has evlatlarıdır. Hiçbir kimsenin sözünü dinlemeyiniz. Sözümden hiçbir şekilde dışarı çıkmayınız. Sizin mutluluğunuzu düşünen, sizi kölelikten kurtaracak olan, ancak Büyük Millet Meclisi Reisi ve hepimizin büyüğü olan Mustafa Kemal Paşa Hazretleridir.”

Aleviler, Kurtuluş Savaşı sırasında tüm dergahlarını ve tüm imkanlarını ulusal mücadele için seferber etmişler, Mustafa Kemal Paşa’nın yanında yer alarak Türk ulusunun bağımsızlığını kazanması için canla başla çalışmışlardır. Alevilerin Mustafa Kemal Paşa’ya bu denli gönülden ve yoğun desteğinin nedenleri arasında onun Bektaşi oluşu da gösterilmektedir. Bilindiği gibi Mustafa Kemal, Bektaşi dergahlarının çok etkin olduğu Selanik’te dünyaya gelmiştir. Babası Ali Rıza Bey’in de Bektaşi olduğu ileri sürülmektedir.

Mustafa Kemal Paşa’nın Bektaşi olduğunun kanıtlarından biri de Nutuk’tur. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bir Alevi deden bahsederken ( Kazım Dede ) onu çok saydığını ve asla kırmayacağını söylemektedir. Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıkları dikkate alındığında onun Alevi / Bektaşi olduğu yönündeki görüş güç kazanmaktadır. Gerçekten Alevi / Bektaşi olmasa bile yaptıkları ile aslında tam bir Alevi / Bektaşi gibi davranmıştır. Nitekim Alevi / Bektaşiler Atatürk’ten bahsederken “ O da bizdendir. “ demektedirler. Bu konuda daha detaylı bilgi için Cemal Şener’in Ant Yayınları tarafından yayınlanan “ Atatürk ve Aleviler “ adlı kitabına başvurulabilir.

Cumhuriyet Devri ve Alevi / Bektaşiler

Cumhuriyet, Türk halkının uluslaşma projesidir. Uluslaşmanın en temel özelliği de laikleşmedir. Laikleşme, uluslaşma için bir araçtır. Laikliğin pekçok yönü olmakla birlikte bizce en önemli yönü bir halkın din, mezhep ve tarikat gibi kurumlar nedeniyle düştüğü bölünmüşlüğü ortadan kaldırma ve ulusal kimliği her türlü dinsel ve mezhepsel kimliğin üzerinde bir işleve sahip kılmasıdır.

Atatürk döneminde yapılan bütün devrimlerde ana karakter olarak laikleşmeyi görmekteyiz. Hilafetin kaldırılışı, Şeriyye ve Evkaf Vekaletinin ilgası, Tevhid – i Tedrisat Yasası, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması, devletin laik olduğunun Anayasaya girmesi ve dinsel yargının kaldırılması gibi bütün devrimler, laik bir toplum amacına yönelik atılımlardır. Aleviler, bu atılımların yaşama geçirilmesinde Atatürk’e tam destek vermişlerdir. Yüzyıllarca sünni İslam şeriatından çektikleri zulümler düşünüldüğünde bu desteğin anlamı daha iyi kavranacaktır. Büyük Atatürk’ün bu düzenlemeleri meclisten geçirme mücadelesinde Alevi / Bektaşi kökenli milletvekilleri hep Atatürk’ün yanında yer almışlardır. Yüzyıllarca şeriat uleması tarafından kafirlikle suçlanan, haklarında katledilme fetvaları verilen Alevilerin, laikleşmeyi hararetle desteklemeleri doğaldır. Alevi / Bektaşi toplumunda büyük Atatürk’e karşı mevcut olan eşsiz sevginin kaynağı burada yatmaktadır.

Alevi / Bektaşiler, devrimlere o denli bağlıdırlar ki, Tekke ve Zaviyelerin kapatılması yasasına bile destek olmuşlar, kendi dergah ve tekkelerini bizzat kendileri kapatmışlar, Alevi / Bektaşi önderleri dergahlarının anahtarlarını kendi elleriyle TBMM’ye teslim etmişlerdir. Oysa sünniler, tekkelerinin kapatılışına direnmişlerdir. Bugün kimi çevreler, Alevi tekkelerinin de kapatılmasını Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün Alevilere zulmü ( ! ) olarak değerlendirebilmektedir. Atatürk’ün ulaşmak istediği laik toplum ideali, şeriatın yok edildiği bir toplum ideali olması bakımından Alevi / Bektaşi felsefesiyle tam anlamda örtüşmektedir. Çünkü Alevi / Bektaşi felsefesinde şeriat yoktur. Dinsel yargı yoktur. Alevi / Bektaşi cemlerinde yüzyıllardır uygulanagelen ve bir anlamda halk mahkemesi işlevi gören yargı biçimi laik ve modern yargı ile örtüşmektedir. Bu nedenle Alevi / Bektaşilerin Atatürk’e olan eşsiz sevgilerini yok etmeye çalışan çevrelerin laikleşmeden Alevilerin de zarar gördüğü tezini işlemeleri sonuç alınması mümkün olmayan bir uğraştır. Aslında Alevi / Bektaşilerin Cumhuriyete olan bağlılıklarından rahatsızlık duyulmasının altında yatan sebep kesinlikle Alevi / Bektaşi inancına veya felsefesine sahip çıkma kaygısı değildir. Gerçek neden, Alevi / Bektaşi toplumunu, Türk uluslaşma projesinden koparmak ve böylece güya Alevileri; gerci, ırkçı ve bölücü devinimlere kanalize etmektir.

Bu çevrelerin ileri sürdüğü bir diğer tez de şudur: Atatürk, Alevilerin tekkelerini kapattırmış fakat sünni islam doğrultusunda Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdurmuştur. Yani bu çevrelere göre Atatürk, son tercihini yine sünnilerden yana yapmıştır. Oysa bilmekteyiz ki, kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, dinci sünniler tarafından asla kabul edilmemiş, tam tersine mukavemetle karşılaşmıştır. İlk Diyanet İşleri başkanı olan Börekçizade Rıfat Efendi, laikleşme yanlısı aydın bir din adamıdır. Bundan dolayı da şeriatçı çevre tarafından hala lanetle anılmaktadır. Olaya nesnel yaklaştığımızda görmekteyiz ki, Atatürk’ün kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı, laik topluma giden yolda bir aşamanın geçilmesi için gerekli bir kurumdur. Her ne kadar sonradan bu kurum ilk kuruluş amacının hilafına hareket etse de ve şeriatçılar tarafından zamanla ele geçirilse de başlangıçta asla bugünkü işlevi için kurulmuş değildir. Bunu her dürüst araştırmacı ve bilimadamı teslim etmek zorundadır. Atatürk’ün dinsel alanda yapmaya çalıştığı devrimler ve yenilikler dinci, gerici sünniler tarafından hiçbir zaman kabul görmemiştir. Bu yeniliklerin neler olduğu anımsandığında görülecektir ki, Atatürk asla Sünniliği tercih etmiş değildir. Türkçe ezan, Türkçe namaz, Türkçe Kur’an vb. çalışmalar, dinsel eğitimin süreç içerisinde kaldırılışı vb. hatırlanmalıdır. Bunları sünnilerin kabul ettiğini kimse iddia edemez. Atatürk’ün döneminde Din ve Ahlak derslerinin eğitim öğretim programlarından kaldırılması, yerine Yurttaşlık ve Sosyoloji derslerinin konulması devletin sünnilerden yana tercih kullanması ve Alevileri dışlaması mıdır ?

1930’da İmam Hatip Okullarının, 1933’de ise İlahiyat Fakültelerinin kapatılması sünniliği tercih etmek midir ? Yoksa Alevilerin yüzyıllardır beklediği şeriatçı / dinci çevrelerin baskısının ortadan kalktığı laik bir toplumu inşa etmeye çalışmak mıdır ?

Şeyhlik, dervişlik, mürtlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. ünvanların yasaklanması da asla Alevilerin aleyhine bir düzenleme değildir. Bu gibi ünvanların resmi manada kullanılması, laikliği benimsemiş bir toplumda düşünülmesi bile olanaksız kabul edilmesi gereken bir durumdur. Doğru olan, bu ünvanların sadece halkın arasında kullanılmasıdır. Bilmekteyiz ki, seyitlik , şeriflik gibi ünvanlar nedeniyle Osmanlı döneminde adeta, vergiden muaf, askerlikten muaf bir kast yaratılmıştır. Modern toplumda böyle bir şeyin mevudiyeti düşünülemez. Hiçbir gerçek Alevi böyle bir şeyi isteyemez.

Atatürk’ün ölümün ardından başlayan yeni süreçte devrimler sürekli güç kaybetmeye başlamış, cumhuriyet kurumları kuruluş amaçlarının hilafına bir yapıya büründürülmüştür. 1947’de CHP Kurultayında okullara din dersi konulması kararı alınıp Köy Enstitüleri kapatılmış, İlahiyat Fakülteleri yeniden açılmıştır. Çok patili siyasal yaşama geçilmesinden sonra adeta bir karşı devrim yaşanmıştır. Ezan yeniden Arapça okunmaya başlanmış, dinsel eğitim tümüyle geri gelmiş, DP iktidarı, “ isterse hilafeti bile getirebileceğini” söyleyebilmiştir. İnönü devrinde tek parti iktidarının halka yaptığı zulümden maalesef Aleviler de paylarına düşeni almışlardır. Bu nedenle Alevilerin büyük bölümü DP’yi desteklemiş fakat bu desteğin yanlışlığını çok geçmeden kavramışlardır. Aleviler DP zulmüne karşı 27 Mayıs’ı, DP’nin mirasçısı olan AP’ye karşı da yeniden CHP’yi ve TİP’i desteklemişlerdir. BP deneyiminden sonra Aleviler tekrar kitlesel olarak CHP’ye yönelmişlerdir.

1980 ihtilali ile birlikte “ Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi “ derslerinin zorunlu dersler kapsamına alınması ve müfredatın tamamen sünni İslam anlayışına göre düzenlenmesinin, Alevi / Bektaşi çocuklarının asimilasyonunu amaçlayan zalimce bir uygulama olarak öne çıktığını ve bu zulmün halen sürmekte olduğunu üzüntüyle belirtelim. Ayrıca ihitilal sonrası dönemde Alevi köylerine zorla cami yapılmaya ve imam atanmaya başlanması Alevilere yönelik yürütülen baskı, sindirme ve asimilasyon çabalarının ulaştığı yeni bir boyut olmuştur.

Cumhuriyet döneminde Alevilerin yaşadığı iki talihsiz olay vardır. Biri Koçgiri Olayı ( cumhuriyetin ilanından önce vuku bulmuştur. 1920 Eylülü ile 1921 Haziranı arasında ) , öbürü Dersim Olayıdır. Dersim Olayı’nın tarihi 1937 – 1938 ‘dir. Her iki olayın da gerçekte Alevilik ile bir ilgisi yoktur. Her iki olay da Kürtçü tezgahtır. Aleviler, bu iki tezgahın da sonradan farkına varmışlardır. Özellikle Dersim Olayına rağmen Dersim halkının siyasal tercihi Alevilerin Atatürk’e bağlılığının sürdüğünü göstermektedir. ( O günlerden bugüne değin Atatürk’ün kurduğu parti olan CHP Dersim halkının siyasal tercihinde daima en önde yer almıştır. ) Dersim halkı yerel yöneticilerin kimi yanlış uygulamaları, feodal yapının doğurduğu rahatsızlıklar ve tüm bunları kullanan / istismar eden Kürtçülerin kışkırtmasıyla ayaklanmıştır. Ancak yaşanan acılara karşın Dersimliler yine de Cumhuriyete sadakat göstermişlerdir. Zaten sorunun halk ile Ankara Hükumeti arasında olmadığı bilinmektedir. Sorunun kaynağı yöredeki feodalitedir. Ağaların, merkezi yönetime başkaldırmalarıdır. Cumhuriyet sisteminde feodalitenin yeri olamaz. Bu nedenle çıkarlarından vazgeçmek istemeyen feodal beyler ve Kürtçü provakatörler Dersim Olayının müsebbibi olmuşlardır. Eğer Cumhuriyet idaresinin ve Atatürk’ün Alevi / Bektaşilerle bir sorunu olsaydı benzer olayların Alevi / Bektaşi nüfusun yoğun olarak yaşadığı diğer bölgelerde de görülmesi gerekmez miydi ? Oysa tam tersine Alevi coğrafyası cumhuriyet devrimlerinin en kolay uygulandığı coğrafya olmuştur. Dersim Olayının her zaman hüzünle anılacak unsurları arasında binlerce insanın yaşadığı yerden sürülmesi ve binlercesinin yaşamını kayabetmesi yer almaktadır. Bu elim olay Türk uluslaşma tarihinde bütün Türk halkı tarafından ibret alınması ve acıyla anılması gereken bir hadise olarak kalacaktır.

Son yıllarda yapılan bilimsel yayınların da etkisiyle Koçgiri yöresinde ve Tunceli’de Türklük bilinci hızla güçlenmektedir. Bu durum elbetteki yurtsever Alevi / Bektaşiler için mutluluk kaynağı olduğu gibi, bölücü akımlar açısından ise güç yitimidir.

Yetmişli yıllarda yaşanan sağ – sol kavgasında Alevi gençlerin büyük çoğunluğunun solda yer alması nedeniyle bu kavganın adeta bir Alevi – sünni kavgasıymış gibi gösterilmeye çalışıldığı malumdur. Her ne kadar bu çatışmanın böyle nitlenmesine zemin hazırlayan kim hadiseler yaşansa da olayların gerçek kimliğinin bu olmadığı zaman geçtikçe daha iyi anlaşılacaktır. Bu yıllarda özellikle Ülkücü gençlerin yanlış bir şartlandırma ve eğitimle Türklüğü sanki sünni müslümanlık gibi algılamarı nedeniyle, dahası milliyetçilik adı altında İslamcılık yapmaları yüzünden ve başkaca nedenlerle Alevi Türkmenlerin mecburen solda yer alması, üstelik solun da büyük ölçüde gayri milli bir çizgi takip etmesi sonucu kimi kentlerde ( Çorum ve Kahramanmaraş ) Alevilerin yaşadığı mahallelere yönelik saldırıların vuku bulması, olayın yer yer Alevi – Sünni kavgası gibi algılanmasına yol açmıştır. Bu olaylarda can verenlerin çoğunluğunun Alevi kökenli olmaları da olaya bu şekilde yaklaşılmasının nedenlerinden birini oluşturmuştur. Gerçekte o dönemde yaşanan olaylar Türk gençliğinin birbirine düşürülmesinden başka bir şey değildir. O yılların kötü mirasının artık geride kalması gerekmektedir.

Bu olayların altında yatan nedenlerin daha iyi anlaşılabilmesi için bilinmesi gereken sosyopolitik devinimlerden biri de MHP güdümlü “ Türk milliyetçiliği “ hareketidir. Bu konuyu, Aleviler ve Türk Milliyetçiliği başlığı altında daha ayrıntılı bir şekilde irdeleyeceğiz.

Yakın dönemde yaşanan ve bu nedenle Alevilerin hafızalarında tazeliğini koruyan iki elim olay daha vardır. Sivas’ta 37 aydının yakılarak öldürülmesi ve İstanbul Gazi Mahallesi olayları… Bu iki olayda da maalesef zulme maruz kalanlar, saldırıya uğrayanlar Aleviler olmuşlardır. Bu iki olayda da şeriatçı – gerici çevrelerin rolü bulunmaktadır. Çarpıklıklarına karşın Türkiye’deki laik sisteme yönelik tezgahların sahneye konduğu bu iki olayda da uluslar arası güçlerin dahli olma olasılığı da yüksek bulunmaktadır. Türk ulusunu birbirine düşürme amacının açık olduğu bu iki olay sonrası Alevilerin hızla örgütlenmeye başladığını görmekteyiz. Aslında “ her şerde bir hayır vardır “ sözünü doğrular şekilde bu elim olaylar böylesi bir hayırlı gelişmeyi de tetiklemiş ve hızlandırmıştır.

Belirtmemiz gereken ve çoğunlukla unutulan bir diğer husus da cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir Alevi / Bektaşi için, cem yaptığı, semah döndüğü, deyiş / nefes okuduğundan dolayı cezai bir işlemin, koğuşturmanın yapılmamış olmasıdır. Biliyoruz ki aynı dönemde pekçok dinci / şeriatçı, irticai faaliyetlerinden dolayı idam da dahil olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmıştır.

Bahsi kapatırken önemle belirtelim ki, Alevi / Bektaşilerin cumhuriyete ve Atatürk’e bağlılığının en somut göstergelerinden biri de hemen hemen her Alevi / Bektaşinin evinde asılı bulunan Hazreti Ali ve Hünkar Hacı Bektaş Veli resimlerinin yanında Mustafa Kemal Atatürk’ün de resminin bulunmasıdır.

Alevi / Bektaşi toplumu kesinlikle biliyor ki, laik, demokratik, Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin hala tek bir alternatifi vardır, o da teokrasidir. Teokratik sistem ise Aleviler için katliam, sürgün ve yıkım demektir.

ALEVİLER VE KÜRTÇÜLÜK

Türkiye’deki etnik muhalefetin dinsel muhalefetle birleştirilmeye çalışılması önemli bir siyasal gündem maddesidir. Bu bağlamda Türk ulus devletine yönelik etnik muhalfetin başını çeken kürtçülük hareketi etnik açıdan büyük çoğunluğu Türk / Türkmen olan Alevi / Bektaşileri devlete karşı kendi safına çekebilmek için çok çaba harcamıştır. Bu çabaların halen sürmekte olduğunu söylemeliyiz. Hatta bu çabaların çok lokal olmakla birlikte kısmen başarılı olduğunu da dile getirmeliyiz.

Alevileri, kürtçülüğe eklemleme çalışmalarının teorik alt yapısını hazırlamak için pekçok kitap yayımlanmış, pekçok tez ortaya atılmıştır. Teorik çalışmalar, Aleviliği ve Alevileri kürt etnisitesi ile irtibatlandırmayı hedef almıştır. Alevi inancının bir Kürt inancı olduğu, Kürtlerin sözde milli dini olan Zerdüştilik ve Yezidiliğin bir devamı ve türevi olduğu tezi ısrarla işlenmiştir. Bu iddiların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Buna rağmen bu yolda hayli mesafe kat edilmiş, pekçok Alevi Türk genci kendini Kürt addetmeye başlamış ve kürtçülüğe hizmet etmiştir ve etmektedir. Bunun tek sebebi Kürtçülerin çalışmaları değildir.

Bu yanlış yönelimde Kürtçülerle birlikte en büyük rol, başta devlet yetkililerinin inkarcı ve dışlayıcı tutumları olmak üzere Türk milliyetçiliği düşüncesinin sünni müslümanlık üzerine bina edilmesi anlayışının mimarlarına aittir. Alevilik ile Kürtlüğü aynı kefeye koyabilen ve tehlike sayan sözde milliyetçiler pekçok Türk çocuğunun kimliğini yadsımasına zemin hazırlamıştır. Yapılan feci yanlışlar yüzünden Kürtçüler, Alevilikteki baskın Türklük unsuruna rağmen Alevi gençlerini kürtçüleştirebilmişlerdir. Oysa Aleviliğin Kürtlükle ve Kürtçülükle hiçbir ilgisi yoktur. Tam tersine Alevilik, Türk kültürünün en özgün biçimlerinden biridir.

Aleviliği, Kürtlükle ve Kürtçülükle irtibatlandırmaya çalışanlara şunları anımsatmak isteriz :

Alevilerin büyük çoğunluğu etnik olarak Türktür, Türkmendir. Türkçe dışında bir dilleri yoktur.

Kürtçe veya Zazaca konuşan Alevilerin de çoğunluğu aslen Türkmendir.

İster Türkçe, ister Kürtçe veya Zazaca konuşsun hemen hemen bütün Aleviler cemlerini Türkçe yapmaktadırlar.

Bütün nefesler / deyişler / demeler ve gülbanklar Türkçedir.

Bütün Aleviler kendilerini Horasanlı olarak görmektedirler ve Horasan bir Türk / Türkmen yurdudur.

Alevilerin yedi ulu ozanının tümü Türkmendir.

Seyyid Nesimi Türkmendir.

Şah Hatai Türkmendir.

Fuzuli Türkmendir.

Yemini Türkmendir.

Virani Türkmendir.

Pir Sultan Abdal Türkmendir.

Kul Himmet Türkmendir.

Yedi ulu ozanın bir tek Kürtçe veya Zazaca şiiri yoktur.

Aleviliğe ait Kürtçe veya Zazaca hiçbir belge yoktur.

Kürt veya Zaza kökenli hiçbir Alevi / Bektaşi ulusu / önderi yoktur.

Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Şeyh Bedrettin Türkmendir.

Çok az sayıdaki Arnavut, Boşnak, Rum ve Bulgar’ın dışında Alevilerin hemen hemen tamamına yakını Türkmendir.

Alevi / Bektaşi inancı eski Türk inançlarından derin izler taşır.

Semahın, cemin, bağlamanın kökeni Türk kültürü ve İslam tarihidir.

Dede / babalar, Türklüğe binlerce yıldır yol gösteren bilgelerin / kamların / şamanların iz sürücüleridir.

Kürtlerin hemen hemen tamamına yakını Şafii Sünnidir.

Alevilerin katline fetva veren Ebussuudlar, İdris – i Bitlisiler de Şafii Sünni Kürttür.

Hal böyleyken Alevilik ile Kürtlüğün veya Zazalığın ne ilgisi vardır ?

Bu sözlerimiz yurduna ve devletine bağlı kürt yurttaşlarımıza değil, bölücü, ayrılıkçı güruhadır. Biz her etnik kimliğe saygılıyız. Sadece gerçeklerin çarpıtılmasına karşıyız. İçtenlikli bir yurtsever olduğumuz için Türk ulusunun ulusal birliğini hedef alan her hareketin karşısındayız.

ALEVİLER VE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ

Türkiye’de Türk milliyetçiliği denince akla MHP ve Ülkcü Hareket gelmektedir. Ne var ki, MHP, Türk milliyetçiliğini islamize ederek özünden uzaklaştırmış, sünni müslüman olmayı neredeyse Türk olmanın bir koşulu gibi görmeye başlamıştır. Türk – İslam sentezi veya Türk – İslam Ülküsü adı verilen bir ideoloji üretilmiş ve Türk ulusçuluğu dincilikle aynı çizgiye çekilmiştir. Çok çarpık bir biçimde Türk ulusçuluğu zaman zaman Osmanlıcılık şekline sokulmuş, bir hanedanı savunmak Türklüğü savunmakla eş tutulmuştur. Büyük Türk hükümdarları olan Cengiz Han, Timur ve Şah İsmail gibi Türk tarihinin övünç kaynakları Türk kimliğinin dışında addedilmiştir.

Türk dünyasındaki gayri müslim unsurlar göz ardı edilmiş, din ve mezhep temelli çarpık bir milliyetçilik anlayışı üretilmiştir. Bu anlayışın doğal bir yansıması olarak da Türkiye’de öz be öz Türk soyundan olan Alevi / Bektaşi / Kızılbaşlar zaman zaman milliyetçiliğin karşısında yer alan topluluklar olarak görülmüştür. MHP saflarında yer alan az sayıdaki Alevi / Bektaşi kökenli kişiler bizi yanıltmamalıdır. Bu kimseler tamamen asimile olup sünnileşmişlerdir. Alevi gibi yaşayan bir Alevinin MHP içinde yer alması zaten olanaksızdır. Bu olanaksızlığın altında yatan sebep MHP kadrolarının önemli bir kısmının tarikatçılık düzeyinde İslamcı bir karaktere sahip olmalarıdır. Alevileri Osmanlının gördüğü gibi kafir, dinsiz gören bir topluluğun onları asimile etmeden aralarına almalarına zaten imkan yoktur.

MHP’nin oluşturduğu bu yanlış sosyopolitik ortam, Alevi Türkmenlerin büyük çoğunluğunu Türklük kimliğinden uzaklaştırmış, özellikle genç kesim ülkücü harekete duyduğu tepki nedeniyle Türkçülüğe de muhalif olmuştur. Bu durumdan en çok enternasyonalist / gayri milli sosyalist devinimler ve yasa dışı bölücü ve yıkıcı örgütler faydalanmıştır. Pekçok Alevi genç bu örgütlere mensup olmuş, ulusal değerleri reddeden bir solculuk anlayışına destek vermiştir. Binlerce Alevi genç öz be öz Türk olduğu halde MHP’nin yanlış politikaları yüzünden “ Türküm ! “ demekten imtina etmiş, kendine başka etnik kimlikler aramıştır.

Sünni Türk gençlerinin büyük çoğunluğu Ülkücü Harekete, Alevi Türk gençlerinin büyük çoğunluğu da gayri milli sosyalist örgütlere katılarak birbirlerine adeta düşman kesilmişlerdir. Bu üzücü durum, bir kardeş kavgasına yol açmış ve Türk ulusu uzun yıllar boyu süren çatışmalar yüzünden binlerce evladını yitirmiştir.

Ancak son yıllarda İslamize edilmiş milliyetçiliği reddeden gerçek Türkçü ulusçular, MHP’ nin yol açtığı yaraları tedavi etmek adına Alevi toplumuna el uzatmış ve özellikle Alevi aydınlar bu eli tutarak müspet bir ortam yaratmışlardır. Bu müspet ortam, hem Alevi Türkmenlerdeki Türklük bilincini güçlendirmeye başlamış hem de Türk milliyetçiliğinin MHP’nin tasallutundan kurtulmasına olanak sağlamıştır. MHP’nin yıllar boyu izlediği çarpık milliyetçilik anlayışına MHP içinden de tepkiler gelmeye başlamıştır. Yeni nesil MHP aydınları, Türk milliyetçiliğini olması gereken, laik, çağdaş, kendine düşman olmayan diğer halklarla dayanışmayı esas alan ve anti emperyalist bir çizgiye çekebilmek için çok ciddi çabalar sergilemektedirler. Bu çabaların olumlu gelişmelere yol açacağı muhakkaktır. Zikrettiğimiz çabalara örnek göstermek bağlamında eski ASAM Başkanı ve Ülkücü Hareket’in önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın sözlerinden bir bölümü sunalım:

“… Türk milliyetçiliğinin dini yorumu hala ne yazık ki mezhep merkezlidir. Oysa Türk milliyetçiliği ne kadar büyük bir çoğunlukta olur ise olsun Türk milletinin sadece bir bölümünün mensup olduğu mezhebi değil, bütün Türk milletini kapsamalıdır. Avrasya bloğuna yayılan Türk milletinin çok büyük bir bölümü Müslüman olmakla beraber bünyesinde az da olsa Müslüman olmayan, Hristiyan, Musevi, Şaman, Budist ( Burkancı ) unsurlar da bulunmaktadır. Ayrıca gerek Avrasya kıta bloğunda gerekse Türkiye’de, Şii ve Alevi Türklerin sayısı hiç de küçümsenmeyecek kadar fazladır. Türkiye’den sonra en büyük Türk ülkesi olan İran’da Türk nüfusunun büyük bölümünün Şii olduğu gerçeği göz önünde tutulmalıdır. Türk milliyetçileri genel söylem bazında Alevi – Sünni sorununu aşmış görünseler dahi gerçek yaşamda bunun politik sosyal sıkıntıları ne yazık ki hala çekilmektedir. Bu da Türk milletine karşı gerçekleştirilen psikolojik operasyonlarda bir araç olarak Alevilik – Sünnilik karşıtlığının kullanılmasına imkan vermektedir. Türk milliyetçileri bu oyunun sona erdirilmesi ve sosyal bütünleşmenin sağlanması amacıyla ile Alevi – Sünni çatışması tuzağını ortadan kaldırıcı bir süreci başlatmak zorundadırlar. Dar mezhepsel yaklaşımlar sergileyenler, kendilerini Türk milliyetçisi zannetseler dahi eylemleri / düşünceleri ile Türk milletine ve milliyetçiliğine istemeseler dahi zarar vermektedirler…” (21)

MHP dışında oluşan ve MHP’yi reddeden yeni bir Türkçü Toplumcu devinim de söz konusudur. ( 22 ) Bu devinim, Türk ulusçuluğunu dinler ve mezhepler üstü bir anlayışla ele almakta, yeryüzündeki bütün Türkleri dinine, mezhebine bakmadan kucaklamayı ve anti emperyalist , Atatürkçü, bağımsızlıkçı, ezilen halkların dayanışmasını öngören bir kitle vücuda getirmeyi amaçlamaktadır. Bu yeni yaklaşıma göre; Alevisi, Sünnisi, Şamanisti, Hristiyanı, Caferisi, Budisti ile bütün dünya Türkleri demokratik, çağdaş, laik, anti emperyalist bir Türk Birliği etrafında kenetlenmelidirler.

Yaşattıkları ve yaşadıkları eşsiz Türk kültürü dikkate alındığında aslında Alevi / Bektaşiler, çağdaş bir Türk ulusçuluğu devinimin dinamosu olmaya aday bir topluluktur. Bu topluluğun dinamizmi ve tarihten gelen direniş geleneği sayesinde gerçek Türk ulusçuluğu önce çarpık milliyetçilik anlayışlarını ortadan kaldırabilir, daha sonra da Türk ulusçuluğunu halkın hizmetinde bir devinim konumuna taşıyabilir.

Bu bahsi Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’na ait Alevisi Sünnisi ile bütün Türklerin kardeşliğine vurgu yapan bir şiirle noktalayalım:

Ta ezelden hür milletiz,

Soyu sopu gür milletiz,

Kandan candan bir milletiz,

Bir temel, bir duvar, bir taş !

Alevi, Sünni, Kızılbaş !

(…)

Uyudun kaç asır boyu,

Uyan ey Oğuz’un soyu,

Dede, baba, amca, dayı,

Bibi, teyze, bacı, kardeş!

Alevi, Sünni, Kızılbaş !

(…)

Öz gardaşlar olmaz dargın,

Dargın olsa düşer yorgun,

Haykırır gece gündüz hergün,

Bayramdır bu gel kucaklaş !

Alevi, Sünni, Kızılbaş !

Bilsin bunu ar edenler,

Sözü cana kar edenler,

Soyunu inkar edenler,

Haramzadedir ey gardaş !

Alevi, Sünni, Kızılbaş !

Dipnotlar:

Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, c.5, s. 2247.

Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu, s. 37.

Cemal Şener, Alevilik Olayı, s. 70.

Cemal Şener, age, s. 77.

Doğan Avcıoğlu, ege, s.2247.

Erhan Afyoncu, Popüler Tarih Dergisi, Temmuz 2000.

Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, s. 488.

Fuat Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, s. 100.

Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: Atsız, s. 163.

Turgut Akpınar, Tarih ve Toplum Dergisi, sayı 82, s. 16.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.1. s. 125.

F. Babinger, Anadolu’da İslamiyet, Çeviren: Ragıp Hulusi, s. 17.

Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar 1, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1991.

M. Tayyip Gökbilgin, Osman 1. Maddesi, İslam Ansiklopedisi, c. 9, s. 434.

Gyala Moravcsik, Türklüğün Tetkiki Bakımından Bizantolojinin Ehemmiyeti, 2. Türk Tarih Kongresi, İstanbul 1943, s. 495 – 498.

Erhan Afyoncu, Popüler Tarih Dergisi, Temmuz 2000.

Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Hazırlayan: Atsız, s. 166.

Walther Hınz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Çeviren: Tevfik Bıyıkoğlu, s. 7.

Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, s. 340.

  1. BÖLÜM

ALEVİLERİN ASİMİLASYONA KARŞI DİRENİŞİ

Alevilik, bin yıldır var olan ve tarihi boyunca kendisine yönelen tüm saldırılara karşın mevcudiyetini sürdürebilen bir inanç ve felsefe olarak elbetteki ebediyyen yaşayacaktır. Bundan kuşku duymuyoruz. Ancak sadece yaşaması yetmez. Yayılarak güçlenmesi, kendinde mevcut olan tüm güzellikleri bütün insanlığa ulaştırması ve evrensel barışa duyulan özlemin tercümanı olarak barış inancı kimliğiyle çekim merkezi haline gelmesi gerekmektedir. Bu da ancak bilinçli ve özgüven sahibi Alevi / Bektaşilerce başarılabilir. Kendi kabuğuna çekilmiş olmaktan kurtulup dışa açılan, yaşamın her alanında varlığını gösteren, kitleselleşerek büyüyen yeni bir Alevi / Bektaşi bilinci oluşturulmalıdır. Bu bilincin oluşabilmesi için geçmişte yaşananların çok iyi bilinmesi ve geleceğe dair perspektifin bu çerçevede çizilmesi gerekmektedir.

Aleviler, yüzyıllardır dışlanan, aşağılanan, sürülen, katliama uğrayan bir topluluk olarak direniş kültürü güçlü bir karaktere sahiptirler. Bu direniş kültürü sayesindedir ki, tüm baskı, zulüm ve katliamlara rağmen hiçbir güç onları Hakk – Muhammed – Ali yolundan döndürememiştir. Babailerden, Şahkulu Tekelilerden, Nuarlilerden, Şah Hatailerden, Pir Sultanlardan gelen direniş, günümüzde çağın koşullarıyla yeniden sistematize edilerek geliştirilmelidir. Alevileri, Sünnileştirmek veya Şiileştirmek için İran’la işbirliği yapmayı bile düşünen bir Diyanet İşleri’ne, tek bir Sünninin bile olmadığı köylere cami yapılması zulmüne, Alevi / Bektaşi çocuklarına Sünni İslam’a göre din dersi verilmesi haksızlığına karşı ancak bu şekilde direnilebilir. Bu direnişte Alevilere yoldaşlık edecek iz’an sahibi pekçok Sünni de bulunmaktadır. Demokrat, cumhuriyetçi, laik, Atatürkçü, Türkçü fikre sahip milyonlarca Sünni, Alevilerin bu doğal hak taleplerine destek vermektedir.

1.Farklı Adlandırmalardan Kurtulmak

Alevi / Bektaşi toplumunun üzerinde bulunan baskının bir sonucu olarak birbirinden uzak coğrafi alanlarda yaşayan çeşitli Alevi / Bektaşi grupları zamanla farklı isimlerle anılır olmuşlardır. İletişim kopukluğu veya yokluğu böylesi bir sonuca yol açmıştır. Bu farklılıkların sadece isimlendirme düzeyinde kalmadığı malumdur. Ancak bütünleşmenin önce isimlendirmeden başlaması gerekmektedir.

Alevi / Bektaşi toplumunun değişik yörelerde değişik adlarla ifade edilmesi bütünleşmenin önünde yapay bir engel oluşturmaktadır. Zira farklı adlar, aynı inanca mensup insanların farklı gruplarmış gibi algılanmasına yol açmaktadır. Bu algılama zamanla farklı grup kimliklerinin oluşumuna zemin hazırlamaktadır. Bilmekteyiz ki, biribirlerinden çok uzak coğrafi alanlarda bulunmalarına ve iletişim sorunu yaşamalarına karşın Alevi / Bektaşi toplumuna mensup topluluklar yine de özde aynı inanca sahip olup farklılıklar ayrıntı düzeyinde kalmaktadır. Alevi / Bektaşiler bu durumu “ Yol bir, sürek binbir “ deyimi ile ifade etmektedirler. Yani farklılıklar sürek farklılığıdır. Yol farklılığı değildir. Buna rağmen yine de sürek farklılığı zamanla daha derin farklılıklara yol açabilme potansiyeline sahiptir. Bu da asimilasyoncuların lehine bir durum yaratmaktadır.

Türkiye’de Alevi / Bektaşi toplumu için genel ad olarak Alevi / Kızılbaş ve Bektaşi sözcükleri kullanılsa da yerel adlar da kullanılmaktadır. Bunlar; Türkmen, Yörük, Sıraç, Abdal, Çepni, Tahtacı, Bedreddini, Babai vb.dir. Tüm bu adlar alt kimlik adları olarak algılanmalı ve Alevi / Bektaşi / Kızılbaş sözcükleri yeğlenerek yaygınlaştırılmalıdır. Yaklaşık 20 milyonluk büyük, bütünleşik ve sistemli bir Alevi toplumunun inşası için ilk adım bu olmalıdır.

  1. Değişim ve Çağa Uyma Ya Da Alevi Misyonerliği

Alevilerin büyük bölümü yakın zamana değin kırsal kesimde yaşamaktaydı. Bu durum kentleşmeyle birlikte hızla değişmeye başladı. Artık Alevilerin çoğu kentlerde, özellikle de büyük kentlerde yaşamaktadır. Bu da Alevi / Bektaşi sosyal yaşamına yeni unsurlar kattığı gibi kimi unsurların da ortadan kalkması veya simgesel bir içerik kazanmasına yol açmaktadır. Aleviliğin, ritüellerinden kurumlarına dek büyük bölümünün kır yaşamına özgü niteliklere sahip olduğunu bilmekteyiz. Cemlerin yapılış biçimi, cemlerin yapıldığı mekan, ceme katılacakların durumu ve kimliği, cemlerin zamanı, musahiplik vb. tüm unsurlar kent yaşamında nasıl bir değişime tabi tutulmalıdır, gibi problemler Alevi toplumunun gündemindedir. Artık büyük kentlerde, kırsalda olduğu gibi herkesin birbirini tanıma imkanı kalmamıştır. Cemlere katılım için aranan koşulların kent yaşamına uyarlanması şarttır. Yani artık köylerde veya küçük kasaba ve mahallelerde olduğu gibi ceme katılan herkes biribirini tanıma imkanından mahrumdur. Dolayısıyla cemlere dileyen herkes katılabilmelidir. Eskiden cemlerin aynı zamanda bir mahkeme işlevi gördüğü de malumdur. Artık kent yaşamında bunun sürdürülmesi olanaksız hale gelmiştir. Ceme başlamadan evvel helalleşme ritüeli, dara durma vb. kimi ritüeller artık tamamen simgesel bir özellik kazanmıştır.

Aleviler, cemlerine Alevi olmayan kişilerin de katılabilmesine imkan vermelidirler. Bu, Alevi öğretisinin yayılabilmesi için elzemdir. Bu nedenle cemler tamamen halka açık hale getirilmelidir.

Ayrıca cemevlerinin sayısı da hızla çoğalmalı, büyük kentlerin her semtinde en az bir cemevi bulunmalıdır. Bunun ön koşulu da cemevlerinin devletçe ibadethane olarak tanınmasını temin etmektir. Bu, mutlaka ve her ne pahasına olursa olsun başarılmalıdır. Özellikle gençlerin cemevlerine çekilmesi ve cemlere katılımı sağlanmalıdır. Bu konuda izlenecek en uygun yol, cemevi bünyesinde saz, bağlama, semah ve hatta gitar kurslarının açılmasıdır. Bu kurslara sadece Alevi gençlerin değil, sünni ailelere mensup gençlerin de katılımı sağlanmalıdır. Bu, hem Alevi – Sünni kaynaşmasına hizmet edecek hem de Alevi öğretisinin yayılmasına zemin hazırlayacaktır.

Cemevlerinde siyasal etkinliklere izin verilmemeli, bir ibadethane olma kimliği gereği bütün siyasal düşüncelere aynı mesafede bulunulduğu bilincinin toplumca da kabulü sağlanmalıdır. Cemevleri dinsel bir mekan olmanın ötesinde bir bilim yuvası haline de getirilmelidir. Bu amaçla cemevlerinde konferanslar düzenlenmeli ve bu konferanslar din dışı konularda da gerçekleştirilmelidir. Böylece Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin; “ Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır. “ sözü pratize edilmelidir.

Aleviler üzerinde uygulanan asimilasyon politikasına verilecek en güzel yanıt Alevi öğretisini ve inancını Sünni kesim arasında yaymaktır. Bunun için de başta gençler olmak üzere tüm Sünniler cemevlerine davet edilmeli böylece Alevileri ve Aleviliği yakından tanımaları sağlanmalıdır. Bu yaklaşım asimilasyoncuların oyunlarını bozacaktır.

  1. Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri Kaldırılmalıdır

1980 ihtilali ile birlikte Alevi toplumuna yönelik ayrımcı, baskıcı ve asimilasyoncu politikalar büyük bir ivme kazanmıştır. Söz konusu politikalardan ikisi öne çıkmaktadır. Alevi köylerine zorla cami yapılması ve Alevi çocuklarını da kapsamak üzere okullara zorunlu din derslerinin konulması.

Camiyi kendi ibadethanesi olarak görmeyen, camiye gitmemeyi kendi kimliğinin önemli bir parçası sayan ve kendine yönelik saldırıların bir kısmının cami kaynaklı olduğunu bilen bir toplumun köylerine, mahallelerine cami yapılması en başta insan haklarına saygısızlıktır. Din ve inanç hürriyetinin çiğnenmesi demektir. Alevi / Bektaşi inancının aşağılanması demektir. Dinci çevrelerin güdümüne giren devletin bu konulardan dolayı Alevilerden özür dilemesi şarttır. Bu özrün bir ifadesi olarak Alevi köylerindeki camiler cemevine çevrilmelidir.

Zorunlu din dersleri de Aleviler üzerinde uygulanan asimilasyonun bir diğer aracıdır. 1982 Anayasasında zorunlu dersler kapsamında olduğu belirtilen din dersleri içerik itibariyle tamamen Sünni İslam dersleri halindedir. Hatta dersi veren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin büyük çoğunluğu bu dersi neredeyse Kur’an Kursu düzeyinde bir dinsel eğitim noktasına taşımaktadır. Alevi çocuklarına müfredatta olmadığı halde zorla Arapça namaz sureleri ezberletilmekte, sınıfta namaz uygulaması yaptırılmaktadır. Din derslerinde Aleviliğe dair hiçbir bilgi verilmemektedir. Alevi çocukları zorla sünnileştirilmek istenmektedir. Bu zulmün ortadan kalıdırılması şarttır. Din dersleri ya adında olduğu gibi tam bir kültür dersi olarak okutulmalı ( ki bu, öğretmenler nedeniyle uygulamada yine din dersine dönüşecektir.) ya da seçmeli hale getirilmelidir. Alevilerin taleplerini sulandırmak için Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders müfredatına konulan / konulması düşünülen Alevilik Fasikülü basında yer aldığı kadarıyla içerik itibariyle Anadolu Aleviliğinden tamamen uzaktır. Hatta sünni islam teolojisine göre düzenlenmiş gözükmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla asimilasyoncular Sünni Misyonerliğinden vazgeçmek niyetinde değildirler. Ne varki bu zulmün bu şekilde sürmesine imkan yoktur. Alevi / Bektaşiler, er veya geç bu yanlışın düzeltilmesini sağlayacaklardır. Bu yanlış düzeltilmezse Alevi – Sünni kaynaşması ve toplumsal barış tesis edilemeyecektir.

Alevi – Sünni kaynaşması ve toplumsal barış için;

Cemevlerine ibadethane statüsü verilmelidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesinden Alevi / Bektaşi toplumuna da pay ayrılmalı veya bu teşkilat kaldırılmalıdır.

Zorunlu Din dersleri ya seçimli hale getirilmeli ya da kaldırılmalı veyahut her inanç grubuna göre ayrı ayrı din dersleri düzenlenmelidir.

Alevi köylerine yapılan camiler cemevine çevrilmelidir.

Okullara müzik dersi kapsamında bağlama / saz ve semah kursları konulmalıdır.

Eğer Alevi / Bektaşi toplumu iyi örgütlenebilirse ve inançlarının arkasında güçlü bir biçimde durabilirse bunların hepsi bir gün gerçek olacaktır. Yüzyıllardır Alevi / Bektaşi toplumunun aleyhine işleyen asimilasyon süreci duracak hatta Alevi / Bektaşilerin lehine işlemeye başlayacaktır.

Daha evvelki bölümlerde dile getirdiğimiz gibi geçmişte Anadolu nüfusunun çoğunluğunu Alevi / Bektaşiler oluşturmaktaydı. Şiddetli asimilasyon ve katliamlar yüzünden Alevi nüfus azalmış ve buna paralel olarak Sünni nüfus çoğalmıştır. Bugün ataları Alevi olduğu halde kendisi koyu bir Sünni olan milyonlarca insan bulunmaktadır. Alevi / Bektaşiler bu insanları, kısmi ve izafi de olsa oluşan yeni özgürlük ortamından yararlanarak tekrar geri kazanmalıdırlar. Çünkü, Aleviliğin yayılışı Türk kültürünün yayılışı ve güçlenmesi demektir. Tersi ise, Emevi / Abbasi / Vahhabi İslam’ının egemenliği anlamına gelmektedir.

Aleviler bu ülkede laikliğin, cumhuriyetin, çağdaş yaşamın teminatıdırlar. Türk kimliğinin en güçlü olduğu sosyal kesim Aleviler ve Bektaşilerdir. O halde Alevi / Bektaşilerin her bakımdan çoğalması ve güçlenmesi; laikliğin, cumhuriyetin, çağdaş yaşamın ve Türk kimliğinin kökleşmesi demektir.

  1. Alevi Örgütleri / Kurumları

Alevi / Bektaşi toplumu hızlı bir örgütlenme süreci içerisinde bulunmaktadır. Tarihsel Alevi ocaklarının büyük çoğunluğu dernekleşme veya vakıflaşma yoluyla tekrar faaliyete geçmektedir. Yine büyük kentlerde pekçok semtte cemevi ve kültür merkezi adı altında örgütlenmelere tanık olmaktayız. Bu örgütlenmeler, Alevi / Bektaşi toplumunun bir derleniş ve toparlanış içerisinde olduğunu göstermektedir. Fakat bu derleniş ve toparlanışın farklı çizgilerde örgütlenmelerle gerçekleştiği de gözlemlenmektedir. Bu farklılaşmada siyasal tercihler, hemşehricilik gibi etkenler yanında Alevilerin devletle ilişkileri de rol oynamaktadır.

Yüzlerce dernek, vakıf vb. kuruluşlar içerisinde öne çıkan ve kitle desteğine sahip olan birkaç yapı bulunmaktadır. Bunlar; Cem Vakfı, Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Dernekleri gibi oluşumlardır. Bunların yanısıra federasyon ve konfederasyon düzeyinde örgütlenmeler de bulunmaktadır. Alevi / Bektaşi Federasyonu ve Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu gibi yapılanmalar bu kabildendir. Cem Vakfı öncülüğünde kurulan Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı da dikkat çekici bir oluşumdur.

Ayrıca kimi Alevi kökenli kişilerin öncülüğünde kurulan fakat Şiileşmiş ve Alevi toplumunu Şiileştirme amacına yönelik çalışan kurumlar da bulunmaktadır. Fermani Altun öncülüğünde kurulan Ehli Beyt İnanç – Eğitim ve Kültür Vakfı ile daha ziyade Çorum’da dar bir çevrede etkin olan “Ondört Musum Dergisi “ yoluyla seslerini duyurmaya çalışan örgütlenmeler bu kabildendir.

Yine internet yoluyla faaliyet gösteren yüzlerce web sitesi bulunmaktadır. Büyük kentlerde ve Anadolu’nun pekçok şehrinde Alevi / Bektaşi çizgisinde yayın yapan yerel radyo ve televizyonlar, haftalık ya da aylık dergiler, bültenler vb. yayınlar Alevi / Bektaşi toplumunun hizmetinde faaliyet göstermektedir.

Yirmi milyonluk bir kitle için aslında çok daha fazla örgütsel yapılanmanın bulunması gerekmektedir. Örgütlenme azlığının temel nedeni yasal engellerdir. Bir de yaşanan kısmi özgürlüğe rağmen hala milyonlarca Alevi / Bektaşi kimliğini gizleme gereksinimi duymaktadır. Bu da, insanların özgürce bir takım yapılarda yer almalarının önünde engel oluşturmaktadır. Bu engellerin hızla izole olacağını umut ediyoruz. Demokratikleşme süreci ilerledikçe Alevi / Bektaşi toplumunun da özgüveni artacak ve bu, örgütlenmeye de doğrudan etki edecektir.

Alevi – Sünni Karşılaştırması

Burada Sünnilerden kasdımız Türkiye ve Türk sünnileridir. Alevilerin ise zaten ezici çoğunluğu Türkiye’dedir ve etnik anlamda büyük çoğunluğu Türkmendir. Dolayısıyla Türkiye dışı ve gayri Türk Sünniler konumuz dışındadır.

Aleviler ve Sünnilerin ortak kimliği müslümanlıktır. Alevilik ve Sünnilik, İslam’ın iki farklı yorumudur. Her ikisi de İslam orjinli olduğu için Aleviler ve Sünniler arasında farklılıklardan ziyade aynı dine mensup olmanın sonucu olan ortak noktalar da azımsanmayacak düzeydedir. Öncelikle ortak noktaları sıralayalım:

Aleviler de, Sünniler de Müslümandır.

Allah’a ve onun birliğine inanmak bakımından aynıdırlar.

Hazreti Muhammed’e ve ondan evvelki peygamberlere inanmak bakımından da aynıdırlar.

Yaklaşım ve yorum farkı olsa da Kur’an’ın kutsal kitap olduğuna her iki toplum da inanmaktadır.

Ehlibeyti her iki toplum da sevmektedir. Ancak Ehlibeyte duyulan sevgi Alevilerde daha yoğundur.

Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre gibi Türkmen ulularını her iki toplum da sevmektedir.

Alevilerin de Sünnilerin de etnik kimliği ezici çoğunluk itibariyle Türk / Türkmendir.

Alevilerin ve Sünnilerin mezarlıkları aynıdır.

Farklılıklar

Sünnilerin ibadet yeri camilerdir. Alevilerin ibadet yeri cemevleridir.

Camilerde ibadet dili Arapçadır. Cemevlerinde ise Türk dilinde ibadet edilir.

Camilerde müzik ve çalgı yasaktır. Cemevlerinde müzik ibadetin bir parçasıdır. Bağlama kutsal çalgıdır.

Sünniler saf namazı kılarlar. Aleviler halka namazı ( cem ayini ve semah ) kılıp niyaz ederler.

Sünnilerin kıblesi Mekke şehrinde bulunan Kabe’dir. Alevilerin kıblesi insandır. İbadet esnasında insanlar halka biçiminde birbirlerine secde ederler.

Sünnilerde Kabe, Allah’ın evi olarak adlandırlır. Aleviler, Allah’ın evinin insanın kalbi olduğuna inanırlar. Bu yüzden taştan yapılma bir binaya değil insana secde ederler.

Sünniler Ramazan’da bir ay süreyle oruç tutarlar. Aleviler gerçek orucun nefse hakimiyet ve kötülüklerden uzak durmak olduğuna inanıp Ramazan’da oruç tutmazlar. Aleviler, Muharrem ayında Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının şehid edilmesinden dolayı 12 gün süreyle matem orucu tutarlar.

Zengin Sünniler hacca gidip Kabe’yi ziyaret ederler. Aleviler gerçek haccın insanların gönüllerini ziyaret etmek olduğuna inanırlar. Çünkü Alevi inancına göre insanın kalbi Allah’ın evidir. Bununla birlikte Aleviler; Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde bulunan Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin türbesini ziyaret etmeyi hac görevlerini yerine getirmek için kafi görürler.

Sünnilerde ibadet esnasında kadın ve erkek bir arada bulunamaz. Alevilerde kadın ve erkek yaşamın her alanında olduğu gibi ibadet esnasında da bir aradadır. Cem ayinlerinde kadın erkek birliktedir. Semahlar birlikte dönülür.Deyişler beraberce okunur.

Sünnilikte ( Sünnilerin büyük çoğunluğu uygulamasa da ) kadınlar için katı örtünme kuralları vardır. Alevilikte Türk örf ve adetleri çerçevesinde bir giyim kuşam vardır.

Sünnilikte birden fazla eşle evlenmeye cevaz vardır. Alevilikte ise tek eşlilik esastır.

Sünnilikte dinsel hukuk kuralları mevcuttur. Alevilik ise laiklik yanlısı ve aydınlanmacıdır.

Sünnilikte malın kırkta biri zekat olarak fakirlere verilir. Alevilikte ise kırkta bir kafi görülmez. Musahiplik, lokma paylaşımı vb. kurumlar aracılığıyla toplumsal yardımlaşma ve dayanışma had safhadadır.

SON SÖZ

Çalışmamızın sonunda vermek istediğimiz iletileri bir kez daha fakat daha yalın bir biçimde yinelemek istiyoruz. Yalınlığın temini için de spot cümleler kullanacağız.

Alevilik / Bektaşilik, İslam’ın ve İslam’dan önce gelen bütün göksel dinlerin özüdür. Alevi / Bektaşi inancını İslam dışı olarak nitelemek olanaksızdır.

Alevilik / Bektaşilik, İslam’ın Türke özgü yorumudur. Bir anlamda “ İslamiyetin Türkçe konuşmasıdır.” Kadim Türk inançlarının tanrısal vahiyle birleşimidir.

Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisinde Tanrı anlayışı, “ Vahdet – i Vücud “ felsefesine dayanır. Bu bağlamda insan Tanrı’ının yer yüzündeki tecellisi olduğu için ilahi / rabbani / tanrısal özelliklere sahiptir. İnsan sevgisi Tanrı sevgisi gibidir. İnsan Tanrı’dandır ve Tanrı insanda tecelli etmektedir. Bu nedenle İnsana verilen değer Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisinde merkezi öneme sahiptir.

Alevilik / Bektaşilik için tarikat, mezhep vb. terimlerin kullanımı Alevi / Bektaşi inancını tanımlamada yetersizdir. Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisi tarikat ve mezhep olmanın ötesinde bir derinliğe sahiptir. Ancak yine de zorunlu durumlarda mezhep tabiri kullanılabilmektedir.

Alevilik / Bektaşilik, evrensel bir inanç ve öğretidir. Her ne kadar Türk kültürüyle derin bağlara sahipse de Türklerin dışında daha pek çok halkın mensup olduğu bir inanç ve öğreti olarak evrensellik özelliğini taşımaktadır.

Türkiye ve Türkiye dışındaki Alevi / Bektaşilerin ezici çoğunluğu etnik anlamda Türk / Türkmendir. Bununla birlikte; Arnavut, Boşnak, Rum, Kürt, Zaza, Arap kökenli Aleviler ve Bektaşiler de vardır.

Alevi / Bektaşiler asla azınlık olarak tanımlanamaz. Çünkü, Alevi / Bektaşiler Türkiye nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan Türk / Türkmen toplumuna mensuptur. Dolayısıyla çoğunluğun bir parçası ve halkın asli unsurudur.

Alevilik / Bektaşilik yasal anlamda tanınmalı, cemevleri ibadet yeri olarak kabul edilmelidir. Devlet, diğer ibadet yerleine tanıdığı kolaylıkları cemevlerine tanımalıdır. Bilindiği gibi, cami, mescid, kilise vb. ibadet yerleri için yer / arazi tahsisi yapılmaktadır. Yine aynı ibadet yerlerinin su, elektrik vb. masrafları devletçe karşılanmaktadır. Bu haklardan cemevleri de yararlanmalıdır.

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri tamamen Sünni İslam anlayışına göre verildiği için zorunlu ders olmaktan çıkarılmalıdır. Alevi / Bektaşi inancı da okullarda doğru ve gerçeğe uygun bir biçimde ehil kişiler tarafından dileyen öğrencilere öğretilmelidir.

Alevi / Bektaşilere yönelik her türlü ayrımcılığa ve asimilasyon çabalarına son verilmelidir. Sünni misyonerlik çalışmaları durdurulmalıdır. Alevi – Sünni kaynaşması ve bütünleşmesi için bu şarttır.

Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisinin yayılması için Alevi / Bektaşiler çaba sarfetmelidirler. Yüzyıllar boyunca süren asimilasyon politikaları nedeniyle Sünnileşmiş olan milyonlarca aile yeniden Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisiyle buluşturulmalıdır. Alevilik / Bektaşilik yükselmeli, Alevi / Bektaşi nüfus çoğalmalıdır.

Cemevleri her dinden ve inançtan insana açılmalıdır. Böylece Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisi de daha yakından tanınmış olacak ve yayılacaktır.

Alevilik / Bektaşilik, temelinde insan sevgisi bulunan bir barış öğretisidir. Eşitlikçi, paylaşımcı, toplumcu karakteriyle insanlığın kardeşliğini temin projesidir. Aleviliğe yapılacak çağrı; barışa, kardeşliğe, eşitliğe, toplumculuğa yapılmış bir çağrı olacaktır. Bu çağrının yanıt bulacağı muhakkaktır.

Üniversitelerin bünyesinde Alevi / Bektaşi inanç ve öğretisinin öğretildiği teoloji fakülteleri ve enstitüler kurulmalıdır. Böylece Alevi / Bektaşi öğretisi en yüksek düzeyde bilimsellikle incelenip işlenmeli ve geliştirilmelidir.

Alevi / Bektaşilere yönelik Sünnileştirme çalışmaları kadar Şiileştirme çalışmaları da Türklüğe yapılan bir saldırıdır. Şiileşmek veya Sünnileşmek Alevi kimliğinin intiharı demektir. Aynı şekilde Şiileştirme ve Sünnileştirme çalışmaları bir kültürel katliam ve tarihin asla affetmeyeceği bir cinayettir.

Sözlerimizi Seyyid Nesimi’nin çağrısıyla noktalayalım:

Gel gel hey dost kamu müddeinin körlüğünü

Sana asan kılayım bunca bu düşvar nedir?

TÜRK evine gelesin, hem çü Nesimi olasın

Bir gün ola diyesin cübbe vü destar nedir?

Bugünün Türkçesiyle söyleyecek olursak;

Gel gel hey dost bütün iddiacıların ( şeriatçıları kastediyor ) körlüğünü

Sana kolay kılayım ( açıklayayım ) , bunca güçlük ( şeriat kaynaklı dinsel zorlukları kastediyor ) nedir?

TÜRK evine gel ve Nesimi gibi ol. İşte o zaman dersin ki bu sarık, bu cübbe de neymiş?

Diğer bir ifadeyle; TÜRK gibi ol, Türk gibi yaşa, Türk gibi giyin, diyor Nesimi. İşte KIZILBAŞLIK budur. Yani bir anlamda Emevi / Arap emperyalizmine karşı Türk kimliğinin direnişidir, varlık mücadelesidir. Bu mücadelenin güç ve direnç kaynağı gerçek İslam’ın temsilcileri hüviyetini haiz ehlibeyt soyuna mensup olan İslam ulularıdır.

Bu çağrıya uyanlara ne mutlu !!!

Ne mutlu ehlibeyt yolunda yürüyenlere…

Ne mutlu insan sevgisini Tanrı sevgisi bilenlere…

Ne mutlu gerçeğe baş eğenlere…

Ne mutlu yetmiş iki millete bir gözle bakabilenlere…

Aydınlığa ve barışa selam olsun !

KAYNAKÇA

Ahmet Yaşar Ocak: Babailer İsyanı, Dergah Yay., İstanbul 1996.

Ahmet Hilmi: Tarih – i İslam, Anka Yay., Ocak 2005.

Anton Jozef Dıerl: Anadolu Aleviliği, Ant Yay., İstanbul 1991.

Abdülbaki Gölpınarlı: Velayetname, İnkılap Kitabevi, İstanbul 1958.

Aziz Yalçın: Makalat – ı Hacı Bektaş Veli, Ankara 1991.

Abdullah Öcalan: Savunma, Mem Yay., İstanbul 1999.

Besim Atalay: Bektaşilik ve Edebiyatı, Çev. Vedat Atila Ant Yay., İstanbul 1991.

Cemal Şener: Alevilik Olayı, Etik Yay., İstanbul 2001.

Cemal Şener: Aleviler’in Etnik Kimliği, Etik Yay., İstanbul 2003.

Cemal Şener: Türklerin Müslümanlıktan Önceki Dini Şamanizm, Ad yay., İstanbul 1997.

Doğan Avcıoğlu: Türklerin Tarihi, c.5, Tekin Yay., İstanbul 1997.

Erdal Zeki Aslan: Toplumsal Barış Dergisi, sayı 3.

Erdoğan Aydın: Nasıl Müslüman Olduk?, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2000.

Erhan Afyoncu: Popüler Tarih Dergisi, Temmuz 2000.

Enver Behnan Şapolyo: Türkiye Yay., İstanbul 1964.

F. Babinger: Anadolu’da İslamiyet, Çev. Ragıp Hulusi, İnsan Yay., İstanbul 1996.

Fuat Köprülü: Osmanlı Devletinin Kuruluşu, T.T.K., Ankara 1984.

Faruk Sümer: “ Türkler İslamiyete Nasıl Girdiler? “, And, sayı 7, Aralık 1983.

Faruk Sümer: Safevi Devletinin Kuruluşu…, T.T.K. Yay., Ankara 1987.

Fahruddin Razi: E’t – Tefsiru’l – Kebir, C.1.

Faik Bulut: Alisiz Alevilik, Berfin Yayınları.

Gibb: Orta Asya’da Arap Fütuhatı, Çev. M. Hakkı, İstanbul 1930.

Gyala Moravcsik: Türklüğün Tetkiki Bakımında Bizantolojinin Ehemmiyeti, 2. Türk Tarih Kongresi, İstanbul 1943.

Hüseyin Bal: Alevi İslam Yolu, Cem vakfı Yay., İstanbul 2004.

İsmail Onarlı: Alevilik’te Nevruz Nedir?, Karacaahmet Sultan Derneği Yay., İstanbul 2003.

İsmail Onarlı: Toplumsal Barış Dergisi, sayı 8.

İsmet Kayaoğlu: Anadolu’da 13. Yüzyıl Derviş Tarikatleri ve Sosyal Zümreler Atatürk Kültür Merkezi Yay., Ankara 1997.

İrene Melikoff: Uyur idik Uyardılar, Cem Yay., İstanbul 1994.

İ. Hakkı Uzunçarşılı: Osmanlı Tarihi, C.1.

Kürşat Karacabey: Yeni Hayat Dergisi, Sayı 30 – 31- 33 .

Lütfi Kaleli: Toplumsal Barış Dergisi, Sayı 8.

M. Tevfik Oytan: Bektaşiliğin İçyüzü, İstanbul 1995.

Muharrem Ergin: Dede Korkut Kitabı.

Mehmet Eröz: Eski Türk Dini ve Alevilik Bektaşilik, İstanbul 1992.

Martin Van Bruınessen: “Alevi Kürtlerin Etnik Kimliği Üstüne Tartışma”, Birikim Sayı 88.

M. Tayyip Gökbilgin: Osman1. Maddesi, İslam Ansiklopedisi, C. 9.

Nihal Atsız: Aşıkpaşaoğlu Tarihi, Meb Yay., İstanbul 1992.

Namık Kemal Zeybek: Türk Olmak, Ocak Yay., Ankara 1997.

Osman Turan: Selçuklular Zamanı Türkiye, Boğaziçi Yay., İstanbul 1993.

Orhan Türkdoğan: Alevi Bektaşi Kimliği, Timaş Yay., İstanbul 1995.

Pir Ahmet Dikme: Haykırıp Duyuramadıklarım, Ant Yay., İstanbul 1999.

Pir Sultan Abdal Divanı Ant Yay., İstanbul 1994.

Ramazan Şeşen: İbni Fazlan Seyahatnamesi, Bedir Yay., İstanbul 1995.

Turgut Akpınar: Tarih ve Toplum Dergisi, Sayı 82.

Ümit Özdağ: Yeniden Türk Milliyetçiliği, Avrasya Bir Vakfı Yay., Ankara 2003.

W. Ebhard: Çin’in Şimal Komşuları, Aktaran: Orahan Türkdoğan, Türk Tarihinin Sosyolojisi, Turan Yay., İstanbul 1996.

Walther Hınz: Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Çev.Tevfik Bıyıkoğlu, T.T.K. Yay., Ankara 1992.

Yaşar Yücel: Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar 1, T.T.K. Yay., Ankara 1991.

Yaşar Nuri Öztürk: Kur’an’daki İslam, Yeni Boyut Yay., İstanbul 1993.

Yaşar Nuri Öztürk: Tarih Boyunca Bektaşilik, Yeni Boyut Yayınları, İstanbul 1990.

Yaşar Çoruhlu: Türk Mitolojisinin ABC’si, Kabakcı Yay., İstanbul 1999.

Ziya Gökalp: Kürt Aşiretlerinin Hakkında Sosyolojik Tetkikler, Sosyal Yayınları, 1992.

Zeki Velidi Togan: Umumi Türk Tarihine Giriş, Enderun Kiştabevi Yay., İstanbul 1981.

www.turkcutoplumcu.com

www.karacaahmet.com

www.hubyar.org

Cemil KILIÇ

LAİK TÜRKİYE İÇİN YÜKSELEN ALEVİLİK

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
İLGİLİ YAZILAR
spot_img

Bizden Seçmeler