Emperyalizmin Doğası
Malatya, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve Gazi katliamlarında öldürülen insanlarımızı, tahrip edilen ve yakılan konutları ve işyerlerini gördük. Gazi katliamı, olanca çarpıcı ve sarsıcı sonuçlarıyla günler boyu televizyonlarımızdan evlerimize yansıdı. Üniversitelerde bombalı saldırılardan ölen, yaralanan yüzlerce gencin çığlıkları halen kulaklarımızda yankılanmaktadır. Gözleri şişle oyulan yaşlı kadınlar, kurşunlanarak öldürülen ve eziyet edilen gebe kadınlar, boyunları satırla koparılan üç aylık bebeler, belleğimizde canlı birer anı olarak kalacak.
Yıllar boyunca ülkemizde, yolcu otobüsleri tarandı, onlarca yolcu öldürüldü. Sorgulama merkezlerinden insanların ölüsü çıktı. İşkenceden geçirilen yüzbinlerce yurttaşın çoğu sakat kaldı. Binlerce faili meçhul cinayet işlendi. Milyonlarca yurttaş zorla göç etttirildi. Zindanlar doldu-boşaldı, kin tohumlarıyla kardeş kardeşe, komşu komşuya düşman edildi. Katillere “Yurtseverlik ve kahramanlık” pâyesi verilirken; bilim adamları, aydınlar, demokrasi güçleri zindanlara dolduruldu. Bilimsel ve demokratik eğitim kösteklenirken; ortaçağ modeli Türk-İslam sentezini temel alan eğitim programlarıyla gencecik beyinler dumura uğratıldı. Onurlu üreticiler olarak ülke ekonomisine katkı verebilecek durumdaki yüzbinlerce insan yoksullaştırılarak çöplüklerden yiyecek toplar hale getirildi. 12 Eylül 1980 öncesi 5388 kişinin öldürüldüğünü yetkililer açıkladı.
Yeraltı yerüstü kaynakları bakımından zengin bir ülkede yaşayan insanlarımız neden çöplüklerden yiyecek toplayacak duruma getirildi? Tarih boyunca yanyana dostça yaşayan çeşitli topluluklara mensup insanlarımız, niye birbirini boğazlamaya kalkıştı? Çevrenin kirlenmesi, teknolojinin başdöndürücü gelişmesi mi çıldırttı bu insanları? Yoksa perde arkasında, yine insanlardan oluşan bir senaryo yazarı ya da başrol oyuncusu mu gizlenmekteydi?
Bütün bunlar, aldatıcı bir becerikli elin marifetiydi.
Adına “Emperyalizm” denilen bu becerikli el, sömürgeleştirmek için koca bir Çin halkını zorla uyuşturucu müptelası yapan, işgal ettiği onlarca ülkenin halkına onlarca yıl kan kusturan, ülkeleri ve toplumları birbirine düşüren, iç savaşlar çıkartan, dünya savaşlarının doğrudan kaynağı olan bir güç ve dinamiktir.
Emperyalizm, en kaba yöntemlerle en sinsi ve incelikli yöntemleri sömürü ve yağma faaliyetlerinde bir arada kullanmayı becerebilen, demokrasi süsüyle kandırdığı insanların başına faşizmin en alasını bela eden bir güçtür. Emperyalist ülkeler, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında uyguladıkları işgal yoluyla sömürme yolunu bir yana bırakmaya, kendisine müstakbel pazar olarak gördüğü ülkelerde işbirlikçiler bularak, siyasal iktidara onlar aracılığıyla egemen olmaya yöneldiler. Bağımlı ülkelerde sömürü koşulları elveriyorsa biçimsel bir demokrasi uygulamakta sakınca bulmayan emperyalistlerin, çıkarlarının tehlikeye girdiğini hissettikleri ilk anda, bu ülkelerde, işbirlikçileri eliyle faşizmi devreye sokmakta tereddüt ettikleri görülmemiştir.
Faşizmin etraflı bir anlatımını yapmak yerine, Muzaffer İlhan ERDOST’un faşizm üzerine değerlendirmelerini aktarmayı uygun bulduk:
“Faşizm, mali sermayenin (Finans-Kapitalin) en gerici, en şoven, en emperyalist unsurlarının diktatörlüğüdür... Faşizm, Birinci Dünya Savaş’ında yenik düşen iki emperyalist ülkede (İtalya’da, Almanya) doğar. Faşizm, Emperyalist yayılmacılığın doğal sonucudur... Faşizm, burjuva demokrasisinin, parlamenter demokrasiyi ortadan kaldırarak sürdürülmesidir. Faşizm, ırkçılığı, şovenizmi ve gerici ideolojileri geliştirerek canlanır. Faşizm, demokrasiye, demokratik örgütlenmeye, aydınlara karşıdır. Faşizm, işçi sınıfına ve emekçi yığınlarına karşı olduğu halde, bu kitleleri kendi sınıfları aleyhine kullanmaya çalışır... Ancak yeni faşizm, ilke olarak Anayasal kurumları, demokratik kurumları, biçimsel olarak koruyan, ama bu kurumların demokratik işlerliğini demokratik olmayan yollarla açık deyişle zor yoluyla ortadan kaldırır. Faşizm diktatörlüğünü, kitle temeline dayandırmak için iki yol izler. Ya geniş bir kitle tabanı yaratarak iktidara gelir. Ya da ‘Devletin silahlı’ güçlerine dayanarak gelir. Bununla birlikte devlet organlarını da kullanarak temelini geliştirmeye çalışır. Bağımlı, yarı bağımlı ülkelerde ABD kökenli faşizm, bu iki
yolu da zincirleme olarak kullanmaktadır. Çünkü faşizm, artık ve özellikle yabancı ülkelerde parlamentoyu ve öteki demokratik kurumları “Kurum” olarak muhafaza ederek açık kanlı diktatörlüğünü sürdürme olanağını bulmuştur. Bu nedenle de bazı ülkelerde faşist iktidarları sürekli koruyabilmek için genel oya gereksinme duyulmaktadır…” 1
2. ABD Emperyalizmi Türkiye’de
Türkiye, ABD’ye yarı bağımlı bir ülkedir. Türkiye’deki cinayetlerin, katliamların perde arkasındaki güçlere baktığımızda; ABD (CIA), MİT, Kontr-Gerilla, işbirlikçi sermaye ve faşist partileri görüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı 1945’de sona erdi. Bu savaşta faşist ittifak (Almanya-İtalya) yenilmiş; kapitalist ve sosyalist blok ittikafı galip çıkmıştır. Böylece dünya, Kapitalist Blok, Sosyalist Blok ve Üçüncü Dünya ülkeleri (geri kalmış, gelişmekte olan ülkeler) olmak üzere üç gruba bölünmüş oluyordu.
Kapitalist blokun Avrupa kanadı, savaş nedeniyle ekonomik yönden ağır zararlar görmüş, insan kaybına uğramıştı. Kapitalistlerin içinde en güçlüsü ABD idi. ABD, Avrupa ülkelerine yaptığı milyarlarca dolarlık ekonomik ve teknik yardımla Avrupa’yı da güdümüne almıştı. NATO’nun kuruluşuyla bu egemenlik daha da pekişti. ABD’nin tek korkusu SSCB idi. ABD, Sovyetler Birliğinin sıcak denizlere inmesini, geri kalmış Afrika ve Asya ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkiler geliştirmesini engellemeyi ön planda tutuyordu.
ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya hakimiyetini tesis etmek için oldukça kapsamlı bir faaliyete girişti. Hakimiyet alanının başlıcaları Üçüncü Dünya diye bilinen geri bıraktırılmış ülkelerdi. ABD emperyalizmi, yıllardır depolarında bekleyen süt tozunu, eti ve çeşitli gıda maddelerini, modası geçmiş savaş artığı silah ve teçhizatını Üçüncü Dünya ülkelerine hibe ediyor, bu ülkelere büyük miktarlarda krediler açıyor, ülke ekonomilerini ve yönetimlerini emperyalist ağına düşürüyordu. Bu geniş çaplı operasyonda CIA uzmanlarının rolü ve ilgili ülkelere yerleşmesi çok önemliydi. Türkiye bu süreçte, ABD’nin önemli ‘çalışma’ alanlarından biri olarak öne çıkıyordu. Türkiye, onyıllar boyunca ve halen, ABD’nin ve diğer emperyalistlerin tertiplerinin önemli bir merkezi olmuştur.
CIA ajanları tarafından çıkarıldığı bilinen bir dergide yer alan değerlendirme ve bilgiler oldukça çarpıcıdır: “1970 yılı ortalarında Türkiye sadece CIA’nın başlıca haberleşme merkezlerinden biri olmakla kalmıyor, NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı)’nın bütün askeri haber alma işlemlerinde ana karargahı oluşturuyordu. Bütün Ortadoğu ülkelerinde yaklaşık on bine yakın ajan bulunduğu, bunun 1500’e yakınının ise Türkiye’de faaliyet gösterdiği belirtiliyor. Ajanların Türkiye’deki kurum ve kuruluşların içine sızmak için çok titiz yöntemler kullandığını belirten ilgili kaynaklar özellikle aşırı sağ ve sol örgütler, üniversiteler, işveren kuruluşları, ajanslar, çiftçi ve esnaf kuruluşları, işçi sendikaları ve gençlik örgütlerinde faaliyet gösterdikleri... Ajanların yerli destekleyicileriyle birlikte üniversitelerdeki eğitimden anarşiye, işçi-işveren ilişkilerinden siyasal hayata kadar her konuda olay yaratma çabası içinda olduklarını ileri sürmektedirler. ABD’nin, dostu olan ülkelerde anarşi yeterli değilse özel ajanlarıyla anarşi yarattıkları bilinir hale geldi.” 2
1970’de Türkiye’de 1500 ABD ajanı bulunuyor. Bunlar, en azından binlerce ev sahibi ajan da yetiştirmişlerdir. Anarşik olayların tırmandırılmasında, ev sahibi ajanlar yetersiz kaldığı zaman CIA’nın kendi ajanlarını devreye soktuğu bildirilmektedir. Böylece bağımlı ülkenin ekonomisi ve siyasal yönetimi üzerindeki denetim korunmakta ve derinleştirilmektedir.. Artık ABD, dünyada kapitalist sistemin tek lideridir. Kapitalizme bağımlı Üçüncü Dünya ülkelerinde gelişen ulusal kurtuluş hareketlerini kanla bastırıyor, bağımsızlık ve demokrasi yanlısı yönetimleri darbelerle değiştiriyordu. Yani bu ülkelerde, ABD’nin bilgisi dışında hiçbir şey yapılamamaktaydı.
ROCKEFELLER Grubunun hazırladığı bir raporda şöyle denilmektedir: “Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler, içerden yapılmak istenen değişme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar bazen iç harb şeklinde bazen demokratik akımlar ve reformlar biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda Yunanistan bize birinci örneği, Vietnam ikinci örneği ve nihayet Ortadoğu olayları üçüncü örneği verdi. Bizim amacımız bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır.” 3 Görüldüğü gibi ABD, kendisine bağımlı yönetimler dışındaki uyanışı ve demokratik gelişmeyi tehlikeli görmekte ve dirilişe yönelen ulusları susturmaktadır.
CIA nedir?: Devitvise ve S. ROSS, CIA’yı şöyle tanımlamaktadır: “Bugün ABD’nde iki hükümet var: biri görünen, diğeri görünmeyen. Birinci hükümet, yurttaşların gazetelerden, çocukların yurttaşlık bilgisi kitaplarından öğrendikleri hükümettir. İkincisi ise, soğuk savaşta ABD’nin politikasını yürüten, birbiri içine geçmiş, gizli mekanizmadır. Bu ikincisi istihbarat toplar, casusluk yapar ve bütün dünyada gizli hareketler planlar ve bu planları uygular...
“Görünmeyen hükümet, sadece CIA’dan ibaret değildir. İstihbarat ailesi diye bilinen dokuz örgüt (Milli Güvenlik Kurulu, Savunma Haber Alma Örgütleri, Milli Güvenlik Örgütü, Kara Kuvvetleri İstihbaratı, Dışişleri Bakanlığı Haber Alma ve Araştırma Bürosu, Deniz Kuvvetleri İstihbaratı, Hava Kuvvetleri İstihbaratı, Atom Enerjisi Komisyonu, Federal Araştırma Bürosu) ve buna benzer birçok örgüt bulunmaktadır. 4
ABD’ye bağımlı ülkelerde, hükümet darbelerini, iç savaşları organize eden; ırk, din, mezhep çelişkilerini körükleyen; bağımlı ülkelerde taşeron örgüt ve siyasi partiler kurduran, faşistleri devlet bürokrasisinde ve kurumlarında kadrolaştıran; bilimsel ve demokratik eğitimin yerine ırkçı-dinci eğitimi koyan; demokratik örgütenmeyi yasaklayan veya anti-demokratik yasalarla sınırlandıran; kaçakçılığı, mafyayı meşrulaştıran güç, ABD’nin görünmeyen hükümetidir. Yani CIA’dır.
Türkiye ve CIA: :Türkiye, Anadolu Kurtuluş Savaşı ile işgalci emperyalist güçleri kovmuş; 600 yıllık Osmanlı Saltanatına son vererek Cumhuriyeti ilân etmiştir. 1946 yılına kadar, dış ülkelere olan Osmanlı borçları sıfırlanmış; birçok yabancı şirket de devletleştirilmiştir. Diğer bir anlatımla Türkiye, kendi bağımsızlığını korumaya çalışmıştır. Ancak, 1945’de imzalanan bir anlaşma ile ABD’den askeri yardımla borçlanmanın yolları açıldı. Bu tarihten sonra ABD uzmanları Türkiye’ye yerleşmeye başladılar.
1950’de iktidar olan DP, ABD ile içli-dışlı oldu. Adnan MENDERES başbakanlığındaki DP iktidarı, TBMM’nin kararına gerek duymadan bir telefon görüşmesiyle Kore’ye binlerce asker gönderdi. Dönemin Cumhurbaşkanı Celal BAYAR, “Yakında Türkiye küçük Amerika olacaktır” diyordu.
Gerçi Türkiye bağımsızlık, sanayi ve ekonomi yönünden küçük Amerika olmadı. Ama CIA, ülkenin her tarafına yerleşerek kendine bağımlı örgütler aracılığıyla siyasal iktidarları istediği doğrultuda yönlendiriyordu. Türkiye CIA’nın ikinci bir yurdu ve adresi olmuştu.
Bütün bu gelişmeler olurken, iktidarının son dönemlerinde Başbakan Adnan MENDERES, ABD’nın tutumundan kuşku duyar. Başbakanlık Müşteşarı Ahmet Salih KORUR’a; “Amerikalılar, Milli Emniyete hakim. Para veriyor; örgüte nüfuz ediyorlar. Milli Emniyetin bütün dosyaları CIA’nın kontrolünde. Bunları denetle” diye görev verir. Ahmet Salih KORUR, incelemesini yapar ve topladığı bilgileri Başbakana iletir: ”İstanbul’da Milli Emniyete ait bir okul, servisin İstanbul örgütü olduğunu görüyor. İstanbul Bölge Örgütü Başkanlığına doğrudan doğruya para ödüyorlar. Karşılığında iş istiyorlar...” 5 Ama iş işten geçmiştir, hiçbir şey yapılamaz.
CIA’yla ilgili olarak Tabii Senatör Suphi GÜRSOYTRAK, Cüneyt ARCAYÜREK’e şunları söyler: ”Ordunun büyük küçük bütün birimlerine giren Amerika, kuşkusuz istihbarat elemanlarını da yerleştirmiştir. Sürekli rapor alıyordu Amerika. Ordu dışındaki devlet kademelerinde de aynı durum olduğuna göre, CIA bir yandan ABD Büyükelçiliğiyle birlikte, soluk alışımızı bile saptıyorlar.” 6
Tabii Senatör Haydar TUNÇKANAT da, Senato grubunda şu açıklamayı yapar: “... Bu devrede müttefikimiz Amerika’nın CIA teşkilatının da gelip Milli Emniyet’in içine yerleşmesi ve bizim hakkımızda elde etmek istedikleri (...) istihbaratı yine bizim teşkilatımız aracılığı ile ve kendi paralarıyla sağlamaları da Milli Emniyet Teşkilatı’nı dış istihbarattan ziyade iç güvenlik faaliyetlerine zorlamış ve bunda da başarı sağlamışlardır. Bilhassa teşkilatta önemli mevkiler işgal edenlerin, Amerikalılar tarafından tertiplenen dış seyahatlara katılmaları ve hibe şeklindeki bazı yardımlar, Milli Güvenliğimiz aleyhine geniş imkanlar sağlamalarına neden olmuştur.” 7
Artık CIA’nın girmediği, etkin olmadığı kurum ve kuruluş kalmamıştır. İşçilerin, memurların, öğretmenlerin, gençlik ve köylülerin arasına sızdırdığı ajanlarının aracılığıyla halkın birliğini ve dirliğini ırksal, dinsel, bölgesel ve etnik ayrışımlarla bozmaya çalışıyordu. Ezilen kesimlerin ve sınıfların etkinlikleri ve siyasal mücadeleleri de provoke ediliyordu. Ayrıca EÜ için bir ordu talimatnamesi hazırlanarak uygulamaya konulmuştur. CIA’nın ordu için hazırladığı talimat şöyledir:
a) EÜ ordu birliklerini sızmalara ve başkaldırıya sempati duyan unsurların ya da ABD düşmanı olan kişilerin etkilenmesinden korumak,
b) EÜ ordusu üyelerinin geleceklerini garanti altına almak, isteklerinden ötürü başkaldıran gruplarla ilişki kurmalarını önlemek,
c) EÜ’nün ordusunda ABD’ye yakınlığıyla tanınan subayların terfi etmelerine çalışmak,
d) Aynı tür koruma görevini EÜ’nün ABD istihbaratı sahasına giren tüm örgütlerinde yürütmek.8
CIA, bağımlı siyasi partilerin aracılığıyla parlamentoyu kısır çekişmelerle boğup çalıştırmamakta, parti liderlerini ve hükümeti istediği zaman değiştirebilmektedir. 1964’de İsmet İNÖNÜ’nün hükümeti bu yöntemle düşürüldü. Bilindiği gibi İsmet İNÖNÜ, yarım yüzyıldan fazla devletin siyasetinde en üst düzeyde (Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı, ana muhalefet partisi liderliği) görev yapmıştır. 1961-1964 yılları arasında Başbakandır. Kıbrıs sorunu gündemdedir. Bakanlar Kurulu Kıbrıs sorununu görüşmek üzere toplanmıştır. İnönü, Bakanlar Kurulunda şunları söyler: “Daha bağımsız ve şahsiyetli dış politika izlenmesini istiyoruz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlerime havale edeceğim. Onlar etraflı çalışma yapacaklar, teklifler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin etrafında uzman denilen yabancılar dolu, iğfal etmeye çalışıyorlar; muvaffak olamazlarsa işi sürüncemeye bıraktırmaya çalışıyorlar. O da olmazsa karşı tedbir alıyorlar. Bir görev veriyorum. Neticesi bana gelmeden Washington’un haberi oluyor. Sonucu memurumdan önce elçimden öğreniyorum... Peygamberler edası ile size dünyaları vaad ederler. İmzayı attın mı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir. Üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök, gitmezler... Fakat zannetmeyin ki kolay bir iştir. Savuşturulan
iki iç badire bunun yanında çok kolay kalır. Teşebbüs ettiğimiz zaman başımıza neler gelebileceğini kestiremem…” 9
İnönü, Kıbrıs’a müdahaleyi düşünmektedir. ABD Başkanı Johnson, İnönü’ye çirkin ifadeli, tehdit edici bir mektup gönderir. Johnson’un mektubu üzerine İnönü; “Dünya yeniden kurulur. Türkiye içinde yerini alır” diye bir açıklamada bulunur. Dünya yeniden kurulmadı. Ama dostumuz ABD, General PORTER’i gönderir. Porter, Türkiye’de önemli kişilerle görüşür, araştırmasını tamamlar. İsmet İnönü yurtdışında gezide iken, ortakları hükümetten çekilirler, hükümet düşer.
Genel Başkan Ragıp GÜMÜŞPALA’nın ölümü nedeniyle; AP’ye Genel Başkan seçilecektir. Süleyman DEMİREL, ABD’nin bursu ile Amerika’da okurken; ABD’nin Başkanı Johnson tarafından kabul görmüş ve takdir edilmiştir. Ayrıca Amerikan MORRİSON Şirketinin temsilciliğini yapmaktadır. AP’nin Genel Başkanlığı’na seçilmesi gerekiyordu ve seçildi de. 10 Ekim 1965’de yapılan milletvekilli genel seçimlerinde, ABD de, AP’nin iktidar olmasına ışık yakıyordu. Ön hazırlıkların yapılması için Albay Jackson Türkiye’ye gönderilir. Jackson, uzun uzun çalıştıktan sonra bir rapor hazırlayarak ABD yetkililerine sunar. Raporda sol ve sol eğilimlerin birlik oluşturmasının sakıncalarından sözederek bu kesimlerin gelişmesinin önlenmesini; ayrıca tehlikeli gördüğü yüzlerce politikacı ve bilim adamının da etkisizleştirilmesini önermektedir. 10
Seçim sonucu AP çoğunlukla tek başına iktidar, Süleyman DEMİREL de Başbakan oldu. AP ve CIA uzun süre iktidar balayını birlikte sürdürdü. Bir süre sonra AP CIA’dan rahatsızlık duymaya başladı. AP iktidarında 7 yıl Dışişleri Bakanığı yapmış olan İhsan Sabri ÇAĞLAYANGİL, CIA’dan rahatsızlığını şöyle belirtmektedir: “Hiçbir istihbaratçı herhangi haberi doğru her yere götürmez. Dışişleri Bakanlığı’na başka söyler, devlet reisine başka söyler. Genel Kurmay Başkanına başka söyler. Benim istihbarat şefim kandisi farkında bile olmadan CIA benim altımı oyar... Amerika şuna aldırmaz. Bir memlekette demokratik idare olmuş, şoven idare olmuş, faşist idare olmuş ona hiç bakmaz. Amerika, o memleketin kendisine ne ölçüde tabi olduğuna, kendi politikasına ne dereceye kadar uydu haline gelebileceğine bakar...” 11
ABD uzmanlarının yoğunlukta olduğu kurumlar ise; DPT, Devlet Personel Dairesi, DİF, Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü, İktisadi Devlet Teşekkülleri Yeniden Düzenleme Komisyonu, Jandarma Genel Komutanlığı, Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, Atatürk Üniversitesi, ODTÜ, Teknik Öğretmen Genel Müdürlüğü, Kız Teknik Öğretmen Genel Müdürlüğü, Eğitim Araçları Genel Müdürlüğü, Orta Öğretim Genel Müdürülüğü, Demiryolları ve Limanlar İnşaat Reisliği, Karayolları Genel Müdürlüğü, İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi, DSİ, Nüfus Planlaması Genel Müdürlüğü, Çalışma Genel Müdürlüğü, Maden Teknik Yardım Komisyonu, MTA, Sümerbank, MKE, Ziraat Bankası, Tarımsal Araştırma İdaresi, Türkiye Ticaret ve Sanayi Odaları, Borsalar Birliği’dir. Yani mevcut tüm bakanlıklarda Amerikalı uzmanlar görev yapmaktadırlar. 12
ABD, kapitalist ülkelerin en güçlüsüdür. Kapitalist Bloka yarı ve tam bağımlı ülkelerin yönetilmesini, denetim altında tutulmasını başarıyla sürdürmektedir. Ne var ki, kapitalizmin karşısında Sosyalist Blok bulunmaktadır. Sosyalist Blokun en güçlü ülkesi ise Sovyetler Birliği’dir. Sovyetler Birliği, sıcak denizlere ulaşmanın özlemi içindedir. En azından bu denizlerin bağımsız ülkelerin denetiminde olmasını istemektedir. Ayrıca Sovyetler Birliği, kapitalizme bağımlı ülkelerde bağımsızlık mücadelesi veren güçlere, devrimci uyanışlara destek oluyordu. ABD de Sovyetler’in bu amaçlarının gerçekleşmesini engellemeye çalışıyordu. ABD bunun için, Sovyetler’e karşı Türkiye’den Pakistan’a kadar uzanan ve “Yeşil Kuşak” adıyla anılan bir güvenlik bölgesi oluşturdu. Yeşil Kuşak Bölgesinin içinde Türkiye, Irak, İran, Afganistan, Pakistan yer alıyordu. Bu ülkelerin katılımıyla “Bağdat Paktı” kuruldu. ABD, görünümde paktın üyesi değildi; ama bu kuruluşu, Amerika’nın görünmeyen hükümeti (CIA) yönetiyordu. Bağdat Paktı, Sovyetler’e karşı ABD’nin jandarmalığını üstleniyordu. Bu ülkelerin halkını, komünizme karşı koşullandırmak ve kışkırtmak için dini (İslami) eğitime, cami yapımına, Kuran kurslarına, din adamı yetiştiren okulların açılmasına, tarikatların yaygınlaşmasına önayak oldu. ABD, dini (islami) eğitime ve dini kurumlara her türlü ekonomik, politik desteği veriyordu.
14 Temmuz 1958’de Irak’ta, General Abdülkerim KASIM, ihtilalle Kral 2. Faysal’ı devirdi; Krallık yerine Cumhuriyet ilân edildi. Böylece Bağdat Paktı’nın bir ayağı kopmuş oldu. Bu kez, Bağdat Paktı’nın adı “CENTO” olarak değiştirildi. CENTO da CIA’nın denetimindeydi. ABD; Türkiye, İran ve Pakistan’da da Irak ihtilali gibi girişimler olabilir korkusu ile bir anlaşma imzaladı. 5 Mart 1959’da imzalanan anlaşmaya göre; “Türkiye’nin siyasal bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne yapılacak her türlü tehdidi, gayet ciddi bir şekilde tetkik edecek. Buna karşılık, Birleşik Devletler, doğrudan ya da dolaylı saldırı, sızma, yıkıcı faaliyetler, sivil saldırı durumlarında Türkiye’ye müdahalede bulunacak, ya da yardım edecektir...” 13
Bu anlaşmayla, Türkiye’de emek, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi yıkıcı faaliyet olarak görülecek, ABD de derhal müdahale edecek, bağımlı yönetim işbaşında tutulacaktır. ABD ile yapılan anlaşmalar ve önlemler, kuşkusuz ABD’nin çıkarlarının korunmasına yöneliktir.
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesiyle, DP iktidardan uzaklaştırıldı. 1961 Anayasası hazırlandı. 1961 Anayasası, bazı temel hak ve özgürlükleri içeriyordu. İşçilerin lokavtla
birlikte grev hakkını ve sınırlı da olsa, kamu çalışanlarının (memurların) sendikalaşma hakkını getirmiştir. Memurlar, kısa sürede sendikalaştılar. Özellikle öğretmenler TÖS’ü kurdular. 150 bin öğretmenin 100 bini TÖS’e üye olmuştu. Öğretmenler, bağımsızlık, özgürlük ve insan haklarından söz ederek sömürüye, baskıya karşı seslerini yükseltiyorlardı. Üniversitelerde öğrenci örgütleri kuruldu. Emeği, özgürlükleri savunmaya; emperyalizme karşı çıkmaya başladılar.
13 Şubat 1961’de kurulan Türkiye İşçi Partisi (TİP) bağımsızlık, emek, iş ve özgürlük ilkesiyle halkla kaynaşıyordu. TİP, 10 Ekim 1965’de yapılan Milletvekili Genel Seçimlerinde 15 milletvekili çıkararak, TBMM’de grup kurdu. TİP milletvekilleri, ABD ile yapılan gizli anlaşmaları, ABD’nin Türkiye’deki üs ve tesislerini ortaya çıkardılar. ABD’ye bağımlı siyasi iktidarların anti-demokratik uygulamalarına karşı çıkarak emekçileri savunmaya, bilgilendirmeye, uyarmaya yöneldiler. Bu uğraşların sonucu, ABD’nin kanlı ve çirkin yüzü yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Anti-emperyalist bilinç yaygın bir şekilde gelişiyordu. Bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi yanlısı güçler, meydanlarda, üniversitelerde, köylerde “Hoş Amerika-Puşt Amerika” sloganlarıyla ABD’yi protesto ediyorlardı. ABD 6. Filosu limanlarımıza geldikçe, sert tepkilerle karşı çıkılıyordu. ABD Ankara Büyükelçisi KOMMER’in arabası ÖDTÜ’de yakılmıştı.
Türkiye’deki uyanış ve devrimci gelişmeler, ABD’yi korkutuyordu. Türkiye’nin siyasi iktidarıyla ve kurumlarıyla kaynaşmış olan CIA, yeni Amerikan faşizmini uygulamaya yöneldi. Üniversitelerde devrimci gençlere karşı faşist örgütler (MTTB, Ülkü Ocakları, Akıncılar, Komünizmle Mücadele Dernekleri) kurdurarak öğrenciler arasındaki çatışmayı körükledi. Üniversite öğrencisi Taylan ÖZGÜR, bu çatışmanın ilk kurbanı olmuştur.
Barış Gönüllüleri adıyla ajanlarını, ülkenin etnik ve mezhepsel çeşitliliğin yoğunlukta olduğu bölgelere göndererek araştırma yaptırdılar. Bu bölgelerde iç içe yaşayan değişik etnik ve mezhepsel (Alevi-Sünni) kökenlere sahip toplulukları karşı karşıya getirmeye, iç kavga yaratmaya çalıştılar. Malatya, Çorum, Sivas, Elazığ, Erzincan, Adıyaman, Tunceli, İstanbul Gazi olayları bu körüklemenin sonuçlarıdır.
TİP’i etkisizleştirmek, parlamento dışı bırakmak amacıyla baskılar arttırıldı. TİP’in binalarına, üyelerine saldırılar yoğunlaştırıldı. Sola ve sol partilere karşı demokratik görünümlü ırkçı-dinci partiler (MHP ve MSP gibi) kuruldu. Faşistler, devlet bürokrasisine ve kurumlarına yaygın olarak yerleştirildiler. Provokasyon ve işkence yapacak, faili meçhul cinayet işleyecek gizli birimler, örgütler (Kontr-Gerilla) oluşturuldu. Faşist örgütler ve önlemlerle devrimci mücadele engellenemeyince, bu kez askeri müdahale planlandı. 12 Mart 1971 askeri müdahalesi, bu plânın ürünüdür. Darbelerle ilgili değerlendirme ileriki sayfalarda yapılacaktır. Şimdi, taşeron olarak kullanılan faşist ve dinci örgütlere bakalım.
3. Emperyalizmin Taşeronları
a) MHP ve Ülkü Ocakları
MHP, Alpaslan TÜRKEŞ’in siyasal ve idelojik öncülüğünde kurulmuş bir partidir. Türkeş’in ideolojik oluşumunun temeli esas olarak 1940’larda atılmıştır. Türkeş, 1917’de Lefkoşe’de (Kıbrıs) doğmuştur. Daha sonra Alpaslan TÜRKEŞ olarak değiştireceği esas adı Hüseyin Feyzullah’dır. İlk ve orta öğrenimini Kıbrıs’ta yapmıştır. Sonra Türkiye’ye göç ederek 1933’de Kuleli Askeri Lisesini, 1936’da Harb Okulunu bitirerek subay olur. Lise ve Harb Okulu yıllarında “Türk Nazi” dergilerinde takma adla yazdığı şiirleri, yazıları yayınlanır. Turancı olarak bilinen Nihal ATSIZ’la ilişkileri gelişir. 1944’de Turancıların davasında tutuklanarak yargılanır. Savcının iddianamesine göre Türkeş, “Türkiye’de yalnız Türk soyundan gelenlerin yaşama hakkı olduğunu, büyük bir Türk Birliği kurmanın zaruri” olduğunu söylüyordu. Türkeş, 4 Nisan 1944’de Nihal ATSIZ’a gönderdiği mektupta ona bağlılığını belirtiyor ve “Türk milletinin içinde bulunduğu tehlikelerden kurtulmanın mümkün olacağını umuyorum. Adsız’ın kılıçtan keskin olan kalemi bu işi herhalde başarıya ulaştıracaktır” diyordu. 14
Türkeş, yargılandığı davadan beraat eder; kurmay olur. 27 Mayıs 1960 Askeri Darbesini yapanların içinde yer alır. 27 Mayıs askeri hükümetinde Başbakanlık Müsteşarlığını üstlenir. Tüm istihbarat birimlerini kendine bağlar. Daha sonra, CIA ile ilişkilerinin arttığı, faşist bir darbenin hazırlığında olduğu söylentisiyle Milli Birlik Komitesinin bir bölümüyle araları açılır. Türkeş, kendisiyle aynı görüşü paylaşan 14 Milli Birlik Komitesi üyesiyle birlikte yurtdışına müşavir olarak gönderilir.
Türkeş, yurtdışından (Delhi) döndükten sonra, yandaşlarıyla birlikte CKMP’ye girer. CKMP, küçük toprak sahibi ve esnafın temsilcisi olarak görünüyordu. Sağ görüşlü bir parti ve Genel Başkanı Osman BÖLÜKBAŞI idi. 1961 seçimlerinde 54 milletvekili, 16 senatör çıkarmıştı. İsmet İNÖNÜ’nün kurduğu hükümetlere bakan vererek ortak olmuşlardı. Türkeş, CKMP’nin üyesi olduktan sonra partiyi ele geçirerek genel başkan oldu. 8-9 Şubat 1969’da yapılan kongrede partinin adı “Milliyetçi Hareket Partisi” olarak değiştirildi. Partinin programı ve çalışma yöntemi İtalyan Faşizminin “Korporatif” sistemine benzer hale getirildi. Milliyetçilikle dinciliği sentezlemeye yönelen, “Türk-İslan Sentezi”ni ortaya koyan bu yaklaşım tarzıyla dünyadaki Türkleri birleştirmek (Turan İmparatorluğu) hedeflenmektedir. Kuramsal tasarının yolunun, Türkiye’de iktidarı ele geçirme ile gerçekleşeceğine inanıyorlardı. Faşizmin, demokratik
ortamda ve demokratik kurallarla iktidar olma şansı azdır. Kaldı ki, demokratik ortam ve kurallar, faşizmin özüne de terstir. Bu zorlukların bilincinde olan Türkeş ve MHP teorisyenleri kendileri gibilere yardım etmek bakımndan deneyimli olan ABD’yle sıkı ilişkilere girdiler. ABD’ye bağımlı sağ iktidarların desteğini ve güvencesini alarak “Komando Kampları” açmaya, silahlı militan yetiştirmeye başladılar. Kamplarla ilgili gelişme ve uygulamalardan kuşku duyan Emniyet Genel Müdürlüğü, 1970’de bir raporla durumu Başbakan Süleyman DEMİREL’e sunar. Raporun içeriği şöyledir:
“Komando Kampları, Hitler Almanya’sındaki SS ve Fırtına Birlikleri isimli Nazi Teşkilatının benzeridir. Türk Milliyetçiliği, Türkçülük maskesi ile yurdumuzda tatbik edilmek istenen NASYONAL SOSYALİZM, yani mevcut düzeni yıkmayı öteden beri milli hududlar içinde yaşamakta olan Türk tabiyetindeki azınlıkları sınırdışı etmeyi ve başka devletlerin siyasi hududları içinde yaşamakta olan Türkleri yine başka devletlerin toprakları içinde kalan (Turan ismi verilen) çok geniş bir toprak parçası üzerinde birleştirmeyi öngören emperyalist ve saldırgan bir siyasettir.
Raporda MHP’nin yan kuruluşları dört başlık altında inceleniyor:
“Dernekler, teşkilatlar, partiler ve komando kampları. Bu örgütlerin içinde en faal olanı Ülkü Ocaklarıdır. MHP ile tamamen bağlantılıdır. Bi de Genç Ülkücüler Derneği, Türkiye’de Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milliyetçi Türk Kadınlar Derneği, Eski Harbiyeliler Yardımlaşma Derneği...
“Komando Kampları, bu derneklerin, gençleri fikri ve fiziki yönden geliştirmek ve onlara Turancılık Ülküsü aşılamak amacıyla 1968 yılı yaz aylarından itibaren yurdun çeşitli il ve ilçelerinde kuruldu.” 15
Raporda, komando kamplarının yerleri şöyle belirtilmiştir:
* 1968 Ağustos ayı içinde İzmir İlinin Gümüldür Akreptepe mevkiinde eski Mardin MHP Milletvekili Rıfat BAYKAL’ın arazisi üzerinde takriben 150 - 200 gencin katıldığı bir komando kampı açılmıştır.
* 03. 08. 1968 tarihinde Ankara - Eskişehir Yolu üzerinde kurulan komando kampını MHP Genel Yönetim Kurulu üyelerinden Dündar TAŞER yönetmiştir. Emekli askerlerin de ders verdiği kampa 100 kişi katılmıştır. Kampın çadırları Kızılay’dan temin edilmiştir.
* Gaziantep İli Merkez İlçeye bağlı Erikçe Köyü’nde 20. 07. 1970 günü 20 kişinin katıldığı bir komando kampı açılmıştır... Kampta MHP İl Başkanı Cengiz GÖKÇEK ve Abdülkadir ÖZSİMİTÇİ’nin atış kulübünden temin ettikleri üç adet tüfek ve iki adet susturucu takılmış tabanca ile atış talimleri yapılmıştır.
* 29. 07. 1970 günü Adana Namrun Yaylasında MHP’ye bağlı gençleri eğitmek amacıyla Ülkü Ocakları Birliği, Genç Ülkücüler Teşkilatı tarafından Güney Bölgesi Komando Kampı adı altında bir kamp kurulmuştur. 10 adet Simitvelson tabanca, 7 adet Kırıkkale yapısı tabancanın bulunduğu saptanmıştır.
* 29. 06. 1970 günü Bursa’nın Mudanya İlçesi Kumkaya Köyü hududları içindeki Yıldıztepe mevkiinde daha önce kurulması tasarlanan komando kampının yerini görmek gayesiyle MHP Genel Başkanı Alpaslan TÜRKEŞ Bursa’ya gelmişti. Ziyaret sonrası kamp 12. 07. 1970 günü faaliyete geçti.
* 22. 07. 1970 günü Ankara’da Esenboğa Yolu üzerinde şehre 10 km mesafede Ülkü Ocakları Birliği, Türk Ocakları ve Genç Ülkücüler Teşkilatı yöneticileri tarafından 14 çadırlık bir kamp kurulmuştur. Kampa 60-70 kişi katılmıştır.
* 20. 07. 1970 tarihinde Adana’nın Yumurtalık İlçesi Ayaş Mevkiinde 150 kişilik komando kampı kurulmuştur. Emekli binbaşı Ruhi Ünal ile Teknik Ressam Hüseyin Günel tarafından yönetilmiştir.
* 13. 10. 1969’da Mersin Kampı; 22. 07. 1969’da Kayseri Kampı; 29. 07. 1969’da Sakarya Kampı; 08. 08. 1969’da Konya Kampı; 16. 08. 1969’da Tokat Kampı; 1969’da Malatya Kampı; 1970’de Trazon Kampı; 25. 07. 1970’te Denizli Kampı 16 açılmıştır...
Emniyet Genel Müdürlüğünün Başbakan Süleyman DEMİREL’e sunduğu raporda, MHP’lilerin silahlanmasından da söz edilmektedir. Keza komando kamplarında eğitilen militan Seyit BOSTANCI, karıştığı bir eylemden dolayı Akşehir Cezaevinde tutukludur. Örsan ÖYMEN’e yazdığı mektupta şunları anlatır:
“Komando Kampına yemekler bir jiple şehirden özel olarak geliyordu. Tüm yaşamım boyu ben ve ailem böyle yemek yememiştik. Eğitim çalışmalarımız belirli dalları kapsıyordu. Seminer çalışmaları, spor çalışmaları ve askeri eğitim. Askeri eğitim çalışmalarımızı albay ve yüzbaşı yönetiyordu. Biri izinliydi. Onlar olmadığı zaman eğitimi Cengiz GÖKÇEK yönetiyordu. (Cengiz GÖKÇEK daha sonra Sağlık Bakanlığı yaptı.H.N.Ş.) Silahlı eğitim, çalışmalarımızın en önemli koluydu. Hedeflerde hep insan modellerini seçerdik. Vurunca da ‘Aferin sana komünisti beyninden vurdun’ diye mükafatlandırılırdık...” 17
Türkeş, 12. 10. 1969 seçimlerinden sonra Milliyet Gazetesi Yayın Müdürü Abdi İPEKÇİ’ye şunları anlatır:
“Gençlik kolları çeşitli sportif ve kültürel faaliyetlerde bulunuyordu. Bu arada kendilerine judo öğretiliyor. Komünistlere memleketi sahipsiz sanıp da sokak hakimiyetini vermeyiz. Onların anlayacağı dilden konuşacağız. Memleketçi, milliyetçi çocuklar vardır. Bunun için gençlerimizi mücadeleci olarak yetiştiriyoruz.
“Ülkücüler polise ve devlet kuvvetlerine saygılıdırlar. Bu yüzden polisle aralarında çatışma çıkması mümkün
değildir. MHP gençlik sayısını 300 bin tahmin ediyorum… Türkiye’de yaygın, Milliyetçi teşekküller olarak 1150 gençlik teşkilatımız vardır. Memlekette yayılma istidadı gösteren komünist faaliyetlerine, komünist fikir hareketine karşı teşkilatlandırmak, uyandırmak maksadını güdüyoruz. Ve bu arada tabii ki, bunların varlığını partimizin iktidar istikametindeki çalışmalarında faydalanmak için kullanmayı düşünüyoruz. Ülkücülerin mücadelesi kendi halindeki öğrencilerle değil, komünist militanlarladır.” 18
Faşist örgütlerin niçin kurulduğunu, komando kamplarının silahlı eğitim yaptıklarını, Emniyet Genel Müdürlüğü rapor ederek Başbakan Süleyman DEMİREL’e veriyor. Eylemlerde yakalanan militanların ifadeleri ortada. Basın sürekli yazıyor. Bunlara ek olarak MHP Genel Başkanı Türkeş, Ülkü Ocaklarının kuruluşunun, kamplarda silahlı eğitim yapmanın nedenini açık açık söylüyor. Devlet erkini elinde tutan güçler ve siyasi iktidarlar ses çıkarmıyor. Tam tersine gelişmelerine her türlü desteği veriyorlar.
Ülkü Ocaklarında ve komando kamplarında yetiştirilen faşist militanların bir bölümü, İçişleri Bakanlığı (Emniyet) ve Milli Eğitim Bakanlığı başta olmak üzere devlet kurumlarında görevlendirildi. Devlet kurumları ise, MHP’ye zaten destek veriyorlardı.
İşte bir örnek: Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bağlı bazı binaların MHP’ye verilmesi için, MHP Genel Başkanlığı’na bir yazıyla bilgi verilmektedir.
T.C.
Vakıflar Genel Müdürlüğü (Kayseri: 04.06.1079)
Kayseri Vakıflar Bölge Müdürlüğü
Servis: Emlak
Sayı: Makam, özel: 1-1
MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ GENEL MERKEZİNE
B. Evler / ANKARA
Bölge Müdürlüğümüze ait eski eser niteliğindeki ilimiz Çifte Medreseler (Gıyasiye-Şifaiye) binalarının kullanım hakları Bakanlar Kurulunun 12. 12. 1976 tarih ve 7/12872 sayılı kararnamesiyle Kayseri Valiliği emrine verilmiştir.
İlimiz Tapu Müdürlüğü’nün 240 ada, 5 parsel, 22 pafta ve 337 kütük sayısında kayıtlı bulunan Selçuklu Devrine ait Çifte Medreseler hacim yönünden çok geniş bir alanı kapsadığından Ülkücü Gençlerin yetişmesi için davamıza hizmet yönünden büyük fayda ve yarar sağlayacaktır. Milliyetçi-ülkücü fikrin gelişmesi ve gençlerin barınması yönünden adı geçen Medreseler çok idealdir.
Mezkür binayı daha önce Kayseri Valiliğinden habersiz olarak Akıncılar Derneğine 10 yıl süreyle kullanma hakkı verilmişti. Kayserimizin sayın ve güzide Valisi Celal KAYACAN ile birlikte çalışarak ve ilgili mahkemenin hakimlerini görerek Akıncılar Derneğinin elinden almış bulunmaktayız.
Değerli Ülkücü-Milliyetçi Valimiz Celal KAYACAN ile çalışkan Devlet Bakanımız Enver AKOVA’nın görevlerinden ayrılmadan Kayseri Gıyasiye-Şifahiye Medreselerini, İlimiz MHP örgütünün Ülkü-Bir Teşkilatına devretmeyi ve bir protokola bağlamayı uygun buluyoruz.
Kayseri ve civarında ülkücü akıma büyük yararı dokunacak olan bu medreselerle ilgili, sayın Genel Başkanımız Türkeş ile partimizin ileri gelen grup üyelerinin görüş ve tensiplerini acele olarak Kayseri Bölge Müdürlüğümüze bildirilmesini ve gereğini yüksek görüşlerinize arz eder, emirlerinizi tezelden beklemekteyim.
St. Mç. (30/5) İmza Mustafa ÇELİK (Bölge Müdürü - İmza) 19
Görüldüğü gibi devletin binalarını, tarihi eserlerini, dinci ve ülkücü örgütlere peşkeş çekmek için yarış yapılmaktadır. Ülkücüler ve Akıncılar Derneği böyle korunuyor ve destekleniyordu.
AP Hükümeti, MİT ve Kontr-Gerilla faşistlerin saldırılarına, okulları işgal etmelerine yardımcı oluyordu. Öyle ki, saldırılar, orta okul ve liselere değin yaygınlaştırıldı. Faşist saldırganlar korunurken; saldırıya uğrayan solcular gözaltına alınıyor, işkence görüyorlardı.
Bunca cinayet ve katliam, CIA, MİT, Kontr-Gerilla ve AP iktidarı ile MHP’nin bilgisi ve korunmasında yapılıyordu. Ancak bunca baskıya rağmen, fabrikalardaki işçi direnişlerini engelleyemediler, üniversitelere egemen olamadılar, toplumsal muhalefetin boyutlanarak yaygınlaşmasını önleyemediler.
Sıkıyönetim ve MHP
MHP, saldırı ve katliamlarını daha başarılı, güvenli ve korumalı sürdürmek istiyordu. Böyle bir güvencenin ise, ancak sıkıyönetim ilan edilmesiyle sağlanabileceği düşüncesindeydiler. Sürekli olarak sıkıyönetim ilanı istiyorlar, bu arada tüm olanaklarını kullanarak saldırılarını yoğunlaştırıyorlardı. Sıkıyönetimle, devrimciler, solcular ve demokratik kitle örgütlerinin yöneticileri baskı altına alınacak, faşistler için engelsiz bir ortam oluşmuş olacaktı. Böyle düşünüyorlardı...
Birikim Yayınlarının 1979’da çıkardığı Maraş’tan Sonra isimli kitapçıkta, sıkıyönetim ve MHP şöyle değerlendirmektedir.
“Lehine bir askeri darbeden umut kesen bir MHP’nin sıkıyönetimin sosyalist harekete yönelik bastırma girişimleriyle teselli bulacağı düşünülebilir. Sıkıyönetimin eskiden olduğu gibi ‘ülkücü’ canileri bir yana bırakıp, hatta
onlara ‘devleti savunan milliyetçi gençler’ payesi verip, olanca gücüyle sosyalistlere yüklenmesi, bunca marifetleri yanına kâr kalan bir MHP için hayli sevindirici, ferahlatıcı bir durum gibi nitelenebilir. Ayrıca bu durumun MHP’nin öteden beri bayraktarlığını yaptığı ‘anarşi kömünistlerin eseridir’ tezine kamuoyunda güç kazandırıp onun ideolojik başarısına katkıda bulunacağı da eklenebilir.
“Ancak ne faşist hareket bu ‘ortalama iyi’ ile yetinebilecek durumdadır ve ne de ulusal ve uluslararası ortam sıkıyönetim uygulamalarının yukarıdaki gibi olmasına elverir. Sıkıyönetim önlemleri faşist cinayetler portföyünün bunca kabarık hale geldiği durumda, en azından ‘mızrağı çuvala sokamayacağı’ için faşistlere de yönelmek zorundadır. Dozu şu veya bu ölçüde olabilir, ama faşist hareket bu kez sıkıyönetim önlemlerinden ister istemez bir miktar nasibini alacaktır.
“Bir miktar ‘nasiplenme’nin bile faşist hareket saflarında nelere yol açacağını biraz olsun tahmin edebiliriz. ‘Ülkücü’lerin fazla sıkıntıya gelemedikleri yakalananların verdiği ifadelerden anlaşılmaktadır. Saldırırken gayet kararlı olup, onlarca insanı acımasız biçimde öldürürken elleri titremeyen ‘ülkücü kahramanlar’ savunmaya zorlandıklarında iyice titremeye başlamakta, pişman ve kullanılmış olduklarını anlayıp ‘kendilerine dönmekte’dirler çoğunlukla.
“Fakat ‘dönecek’ yerleri kalmamış olan ve şimdi kendilerini ateşle çevrilmiş akreplerin ruh hali içinde hissedip, ateş almamış son yerden fırlamayı, zehirini ‘düşman’larına boşaltıp kurtulmayı düşünme noktasına gelmiş olan faşist hareketin merkezi, bu son yere atılmak, ‘son koz’ oynamak, içsavaş yolunu, ‘askeri darbe’ ile olmasa da kendi güçleriyle açmak imkanını deneyecektir. Çok güçlü bir ihtimalle faşist hareketin merkezine egemen olan anlayışın bu olduğunu söyleyebiliriz.
“Sıkıyönetimin faşist teröre bulanmış kesimleri de içermek zorunda olan uygulamaları, ‘hareket’in saflarında gedikler açmadan önce faşist hareket, eğer ‘askeri darbe’ imkanının tümden yittiğine karar verirse bu kez sıkıyönetimi de karşısına almayı hesaplamış bir seri eyleme girişebilecektir.
“Bu eylemlerin sıkıyönetimi, onun kadrolarını hedef alması gerekmez. Sıkıyönetim sorumlularının önlemekte aciz kaldıkları eylemler düzenleyerek, kamuoyunda ‘sıkıyönetimin de çaresiz kaldığı’ yargısını yerleştirmek yeter. Solcuların yaptığı izlenimi verecek bombalamalar, kişilere yönelik sistemli cinayet ve terör eylemlerini de programına dahil eden bir faşist kampanya, kendi doğal hedeflerini de vurmayı ihmal etmeyerek bu yargının doğduğu ortamı hazırlayabilir. Geniş topluluklarda düzenin son umudu ordunun da başarısız kaldığı kanısı yaygınlaşır. Dolayısıyla genel bir otorite bunalımını doğurmaya yönelik bu kampanya amacına varır, geniş yığınlar var olan kurum ve kuruluşların tümünden umut kestikleri bir kaosa itilirse, faşist hareket, organize gücüyle ‘sağ cephe’yi toparlayabildiği gibi, ‘düzen isteyen’ ve bunun için faşizme bile ‘ehveni şer’ diyebilecek epeyce bir ‘sessiz çoğunluğun’ bile onayını bekleyebilir.
“İkinci bir yol, yine ‘sıkıyönetime rağmen’ düzenlenebilecek Malatya, K. Maraş türü eylemlerdir. Özellikle K. Maraş olayının yörede uyandırdığı ve resmi beyanlara, çağrılara rağmen kolay kolay dinmeyecek olan tepkiler ve bu olayla hızlanan etnik-dinsel saflaşmalar, en ufak bir kışkırtmayla belki K. Maraş olayı boyutlarını aşabilecek olan olaylara neden olabilir. K. Maraş’da yalnızca dinsel etkenler harekete geçirilerek uygulanan tertipler, Bingöl, Muş, Van, Elazığ gibi aynı zamanda etnik ayrılıkların da keskin biçimde varolduğu illerde daha üst boyutlara vardırtılabilir ve üstelik bunlar kolayca yaygınlaşabilir.
“Şüphesiz ihtimallerdir bunlar. Ve bu ihtimalleri kullanmak şu içinde bulunduğumuz tarihi evrede, faşist hareketin vereceği politik kararlara sıkı sıkıya bağlıdır. Toplumda varolan politik güçler ve eğilimlerden hiçbiri, faşist hareket gibi bir ‘son koz’ kullanma noktasında değildir. Her biri ‘geleceğin’ kendisine daha iyi imkanlar bahşedebileceğini düşünebilecek durumdadır. Yalnızca faşist hareket ‘ya şimdi ya da hiçbir zaman’ deme noktasındadır. Bugünkü idelolojik-politik kimliği ile, kadro ve taraftarlarının niteliği ile Türkiye’deki faşist hareket, MHP, varoluşunu belirleyecek kararı alma noktasındadır.
“Başarı umudunun nesnel olarak çok zayıf olduğu durumlarda, faşist hareketlerin o zayıf ihtimali kesin zafer olarak görebildikleri ve bunun sonucunda harekete geçerek devasa bir kan ve ateş denizinden geçmesine yol açtıklarının örnekleri var. Hatta bazen zafer umudunun hiç olmadığını bile bile, sırf faşistlere özgü bir Nihilizmle, sırf ‘kendilerinden olmayan’ bir dünyaya duydukları hayvani kinle ellerindeki son imkanı acımasız bir hunharlıkla kullandıkları da olmuştur.
“Bunlar tarihi deneyler, dersler olarak ortadayken, Türkiye faşist hareketinin, hiç de az olmayan bir iç savaş potansiyelini harekete geçirmeye dayalı bir yol izlemeyeceğini sanmak, bu ihtimale güvenmek yalnızca dar görüşlülük değil, ihanetten öte bir tutum olur.
“Faşist hareket bu yolu tutabilir veya tutmayabilir. Ama özellikle sosyalistler her iki ihtimale de hazır olmak zorundadırlar. Bir yandan sıkıyönetimlerin ağırlaşacak baskıları, bir yandan ‘demokratik düzen’e özgü çeşit çeşit güçlerin tecrit eylemleri ve öte yandan faşist hareketin muhtemel bir iç şavaşa yönelik girişimleri sürerken Türkiye sosyalist devrimci öğeleri, üstelik bunca zaaf içindelerken, bütün bunlara karşı aynı anda savaşmanın imkansız denecek ölçüde zor olduğunu görüp, tarihin bu içerikte, bu
kapsamda önlerine koyduğu sorun ve görevlerden yüzgeri edemezler, etmemelidirler.
“Şu anda zor da olsa, fazlasıyla yoksa da ve imkanlar kısıtlıysa da sosyalist hareket her şeyi oluruna bırakma tavrını benimseyemez. Kendisine şu tarihi anda anlamsızlığı iyice açık bir ‘sıkıyönetime hayır’ sloganı seçip, eylemini bununla kısıtlayamaz. Bu edilgen, edilgen olduğu kadar da dar görüşlü konumda kalamaz. Yukardan beri anlatılmasına çalışılan koşullar ortadayken, tarihi görevini ‘sıkıyönetime karşı çıkmak’ ekseninde tespit eden bir hareket, yalnızca affedilmez bir dar görüşlülükle malul değildir, ayrıca önündeki bir tarihi imkanı da ‘harcamış’ olacaktır. Çünkü eğer kendi politik-toplumsal anlayışına gerçekten sahip çıkan bir tutumla ve buna uyarlı eylem perspektifiyle harekete geçebilme yeteneğini, gücünü gösterebilirse, tüm bu olumsuzlukları aşabilecek, güç de olsa bir zafere bile erişmesini sağlayabilecek potansiyellere sahip olduğunu görecektir.”
(Maraş’tan Sonra, Birikim Yayınları, s. 27)
Türkeş Sıkıyönetim Mahkemesi’nde Yargılanıyor
12 Eylül 1980’de yapılan faşist askeri darbede, MHP Genel Başkanı Alpaslan TÜRKEŞ bir süre saklandı. Sonra Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi Savcılarına teslim oldu. Ankara’da 4. Kolordu denetiminde kurulu bulunan Sıkıyönetim 1 Numaralı Askeri Mahkemesi’nde MHP ve Ülkü Ocakları hakkında dava açıldı. Yapılan yargılama sonucu MHP ve Türkeş’le ilgili gerekçeli kararda şöyle deniliyordu:
“MHP ile yan kuruluşları olan Ülkücü Dernekler içinde oluşan silahlı faşist ve ırkçı çetenin, yasadışı uğraş ve çabaları ile ülkücü görüşü, milli görüş yapmak amacı ile oluşturulan örgütün TCK’nın 141/3 maddesinde açıklandığı biçiminde, milli ve kendi deyimleri ile ülkücü görüşün egemen olduğu, karşı görüş ve düşüncelere hak tanımayan, demokratik kurallara aykırı; özgürlük kavramına yabancı bir devletin kurulması için eğitim, bilinçlendirme, sindirme, yıldırma, silahlanma ve kadrolaşma aşamalarından sonra düşünce ve amaca uygun eylemlerde bulunduğu...
“MHP’nin parti maskesi altında oluşan örgüt vasıtası ile görüşünü devlet görüşü yapmayı hedef sayarak, devletin tek lider olarak Alpaslan TÜRKEŞ tarafından yönetilmesini ve devletin tüm gücünün egemen ve etkin ülkücü milliyetçilerde bulunmasını amaçlayarak, yasaya aykırı bir cemiyetin ve devletin tek bir fert ve tek bir zümre tarafından idaresini arzulayan bir hale dönüştüğü; oluşturulan çetenin disiplinli, organize ve hiyerarşik bir düzen içinde, amaçlanan gayeye elverişli ve bunu gerçekleştirebilecek ve toplum için tehlike doğurmaya yeterli sayıya sahip bulunduğu...
“Devlet ve Anayasal düzeni kendi görüşleri doğrultusunda değiştirmeye yönelik amaçları uğruna, hiç tanımadıkları veya kendi deyimleri ile komünist olarak niteledikleri kurum ve kişilere karşı yönelik kıyıma varan eylemlerin, Alpaslan TÜRKEŞ’in liderliğinde ülkücü görüşün tümüyle egemen olduğu bir devlet düzeni sağlamaya ve böylece gerçekte demokratik hukuk devletine ve Anayasaya karşı işlenen zor ve şiddete dayalı bir saldırı niteliğinde olduğu;
“Çeşitli semtlerde karşıt görüşte olduğuna inanılan veya inandırılan kişilere karşı kurşunlama, bombalama, yaralama, tehdit, gasp ve öldürme gibi eylemleri işlemek suretiyle karşıt görüşteki kişilerin yıldırıp sindirilerek semtten göç ettirilmeleri veya göç etmeye mecbur bırakılmaları neticesinde semt veya mahallede ülkücü görüşün hakimiyetini sağlamak...
“AlpaslanTÜRKEŞ’in Merkeziyetçi, yukarıdan aşağıya kademelendirilmiş, otoriter, organize vaziyetteki bir teşkilatlanmanın başı olduğu ve bu cümleden olarak yurtiçi ve dışındaki çeşitli kişi ve kurumlardan gerek isteyerek gerekse manevi baskılar ile toplanan paraların sarfını ve teşkilat içindeki gizli harcamaları bizzat yaptığı, teşkilat içindeki insan unsurunu dışarıya karşı ‘Dokuz Işık’ diye isimlendirilen fikirlerle, içeriden ise tek yönlü eğitimle koşullandırdığı ve bu insani unsuru geniş mali olanaklarla, silah, mühimmat, araç ve gereçlerle donattığı, kendi görüşü dışında farklı düşünen herkese karşı koşullandırılan ülkücüleri bazı kişileri komünist veya Alevi gibi ayrı gruplar şeklinde koşullandırılarak belirlenen amaç doğrultusunda toplu kıyıma varan şiddet olaylarına ittiği ve bu amaçla vermiş olduğu...” 20
Türkeş’in, mahkemedeki savunmasında “İdeolojimiz iktidarda biz içerideyiz” demesi, 12 Eylül’ün ideolojisini de belirtmiş oluyordu.
MHP ve ÜGD davasıyla ilgili mahkeme kararı, Askeri Yargıtay’da uzun süre bekletilmiş, sonunda zaman aşımı nedeniyle dava kendiliğinden düşmüştür.
b) Dinci Partiler
İkinci Dünya Savaşını izleyen onyıllar boyunca ABD, Akdeniz ve Ortadoğu ülkelerini, SSCB’ne karşı karakol olarak kullanmak için “Yeşil Kuşak” plânı adıyla bir tampon bölge oluşturuyordu. Hatta ABD, Uzak Asya ülkelerini de denetimine almayı ve ABD-Avrasya İmparatorluğu kurmayı amaçlıyordu. Ne var ki plan yeterince tutmuyor ve Uzakdoğu’nun bazı ülkelerinde (Kore, Vietnam, Kamboçya) emperyalizme karşı bağımsızlık ve özgürlük savaşımı veriliyor ve ABD yenilgi üstüne yenilgi alıyordu.
ABD’nin belirlediği “Yeşil Kuşak” içinde yer alan ülkelerde inanç olarak İslâm dini egemendi. İslâm ülkeleri içinde laikliği benimsemiş tek ülke ise Türkiye idi. Türkiye’de demokratik gelişmeyi, toplumsal uyanışı engellemek gerekiyordu. Engellemenin yöntemlerinden biri ve en önemlisi dini öne çıkarmak ve yaygınlaştırmaktı. Türkiye Milli
Eğitim Bakanlığı’nda çalışan Amerikalı uzmanlar ile ABD’nin yürüttüğü ortak bir proje sonucunda, Türk hükümetine 1962’de bir öneri paketi sunulur. Bu projede, toplumsal muhalefetin yükselişini durdurmanın yöntemlerinden biri olarak, dinci örgüt ve partilerin kurulması, geliştirilmesi, etkin bir konuma getirilmesi önerilmektedir. 21 Proje uygulamaya konuldu.
Türkiye Birlik Partisi
Bu projeye bağlı olarak Alevi oylarını soldan ayırmak, mezhep çelişkisini körüklemek amacıyla 12 Ekim 1966’da “Birlik Partisi” kuruldu. Partinin amblemi, bir karenin ortasında bir aslan ve etrafında on iki imamı simgeleyen on iki yıldızdı. Partinin kurucu genel başkanlığına, uzun yıllar Amerika’da kalmış emekli General Tahsin BERKMAN getirilmişti. Daha sonra Millet Partisi’nden transfer edilen Hüseyin BALAN genel başkan oldu. Birlik Partisi, 1969 milletvekili seçimlerinde 8 milletvekili çıkarmış, bu milletvekillerinin bir bölümü AP’ye geçmiştir. 1969’da partinin genel başkanlığına Mustafa TİMİSİ seçildi. 22
Alevi toplumu, BP’ye 1973-1977 milletvekili seçimlerinde destek vermedi. 12 Eylül 1980 askeri darbesi döneminde diğer partiler gibi TBP de kapatıldı.
Milli Nizam Partisi (MNP)
Siyasal İslâmcılar, DP içinde toplanmışlardı. Daha sonra DP’nin devamı olan AP’yi desteklemişlerdi. DP ve AP çizgisi, merkeziyetçi ve laikleştirici bürokrasiye karşı, mevcut muhalefetle dinsel muhalefeti kaynaştırıyor ve İslâmcı muhalefetin oy potansiyelinden yararlanıyordu. DP ve devamı AP, metropol kentlerde (İstanbul, İzmit, İzmir, Ankara, Adana, Bursa) kümelenmiş büyük sermayeyi temsil etmekteydi. Orta ve küçük sermayenin çıkarları gözardı ediliyordu. İslâmcı gruplar, Anadolu’nun imalatçı ve küçük sermaye alanında daha etkinlerdi. Büyük sermaye ile küçük ve orta sermaye arasındaki çelişki giderek artıyordu. ABD bu ayrışımlardan yararlanarak İslâmi temele dayalı bir partinin kurulmasını plânladı. 26 Ocak 1970’de Milli Nizam Partisi (MNP) kurduruldu.
MNP bir yandan “Adil düzen, Milliyetçi Mukaddesatçı bir Türkiye” sloganıyla halka inerken; öte yandan Nizamülmülk’ten Abdülhamit’e kadar birçok devlet adamı, sultan ve tarikat şeyhini partinin kurucuları arasında sayarak İslâmı simgeleştirmeye, İslâmcılara mesaj vermeye çalışıyordu. Sağ basının kimi organları (Bugün ve Sabah Gazeteleri), MNP’nin tüm Müslümanların ve Türkiye’nin tek umudu olduğunu savunuyorlardı. MNP’nin altyapısı (camiler, tarikatlar, Kur’an kursları, imam-hatip okulları) hazırdı. Kısa sürede örgütünü tamamladı. Kuruluş kongresini 8 Şubat 1970’de Ankara’da “Allahüekber, amin, inşallah” sesleri arasında yaptı. 23
12 Mart 1971 darbesi sırasında TİP’in kapatılmasına karşı denge sağlasın diye MNP de kapatıldı. Anayasa Mahkemesi, 25. 05. 1971’de TİP ve MNP’nin kapatılması kararını verdi.
Milli Selamet Partisi (MSP)
ABD’nin Yeşil Kuşak projesinin içinde İslâmcı partinin kurulması öngörülmüştü. MNP kapatılınca; 12 Mart generalleri sıkıntıya düştü. Çözüm aramaya yöneldiler. Müdahalenin perde arkası güçler, yeniden İslâmcı bir parti kurulmasını öneriyorlardı. 12 Mart müdahalesinde Necmettin ERBAKAN yurtdışında (İsviçre) idi. Genel Kurmay Başkanı Memduh TAĞMAÇ ve ekibi, Orgeneral Turgut SUNALP’ı gizlice İsviçre’ye göndererek Erbakan’la görüştürdüler. Erbakan, hemen Türkiye’ye döndü. 11. 10. 1972’de Erbakan’ın, Süleyman Arif EMRE’nin başkanlığında MSP’yi kurması sağlandı. MSP ilk kongresini 21. 01. 1973’de yaptı. Partinin Genel Başkanlığı’na Necmettin ERBAKAN getirildi.
MSP kısa süre içinde örgütlenmesini tamamlayarak 14. 10. 1973 Milletvekili Genel Seçimlerine katıldı ve yüzde 11.8 oy alarak 48 milletvekili çıkardı. Bu seçimde hiçbir parti tek başına hükümet kuramıyordu. Zorunlu olarak koalisyona gidilmişti. CHP ile MSP ortak hükümeti kuruldu. CHP MSP ortaklığı 7 ay sürdü. Bu kez Süleyman DEMİREL’in Başkanlığı’nda AP, MSP, MHP, CGP ortak (1. MC) hükümeti kurulmuş oldu. MSP 1973’den 12 Eylül 1980’e kadar devlet bürokrasisinde ve kurumlarında kadrolaşma politikası izledi. İslâmi eğitime yönelik İmam-Hatip Okullarının, Kur’an kurslarının açılmasına, cami yapımına hız verdi. Öte yandan da ekonomik altyapısını oluşturmaya ve güçlendirmeye çalıştı. Yurt içinde ve dışında şirket kurmaya, çeşitli iş alanlarını ele geçirmeye yöneldi.
MSP bir yandan örgütlenme ve kadrolaşma çalışmaları sürdürüyor; diğer taraftan şeriat kurallarının egemen olduğu İslâm ülkeleriyle işbirliği yolları arıyordu. Pakistan’da (14. 03. 1976) yapılan I. SİRET-İ NEBİ kongresine MSP de katıldı. Bu kongrede alınan kararların bir bölümü şöyleydi:
* İslâm ülkelerindeki anayasal müesseseler, İslâmi esaslara uygulanmalı ve Arapça halka indirilmelidir.
* İslâmi olmayan kanunlar kaldırılmalı ve şeriata uygun kanunlar güçlendirilmelidir.
* Bütün daire ve işyerlerinde anlaşma ve nizamlar dua ile birlikte takdim edilmeli ve bu yerlerde bir imam bulunmalı ve mescit açılmalıdır.
* Tamamen şeriata dayalı modern İslâm devleti kurabilmek için gerekli girişimlerde bulunulmalıdır... 24
MSP, Siret-i Nebi Kongresinde alınan kararların doğrultusunda ortak olduğu veya dışarıdan destek verdiği hükümetler üzerinde ağırlığını koyarak devlet dairelerinde ve kuruluşlarında mescitler açılmasını sağladı. Devlet dairelerinde çalışan kadınların bir bölümünün başlarını
örtmesi sağlandı. Bugün sorun haline getirilen türban, Siret-i Nebi kararlarının ürünüdür. Cuma gününün resmi tatil olmasına ilişkin hazırlanan yasa tasarıları birkaç kez TBMM’ye sunuldu. Camilerde, Kur’an kurslarında, imam-hatip okullarında şeriata yönelik eğitim serbestçe yapılmaya başlandı. Tarikatlar aracığıyla şeriat hükümlerinin uygulamasının propagandası yoğunlaştırıldı. Öyle ki TBMM’nin dua ile açılmasını önerildi…
Cezayir Milli Eğitim Eski Bakanı Prof. Dr. Ahmet CABBAR, Cezayir’de irticanın nasıl geliştiğini; demokrasiyi, laikliği ve insan haklarının nasıl yok edilmek istendiğini deneyimlerine dayanarak şöyle açıklıyordu:
“...Bağımsızlık hareketinden sonra dini okullar açıldığını ve Ortadoğu ülkelerinden getirilen öğretmen ve profesörlerin ‘ideolojik’ profiline dikkat edilmediğini, bazı batılı devletlerin de bağımsızlığını Ulusal Kurtuluş Savaşı ile elde eden tek Arap ülkesi Cezayir’in bölgedeki gücünü kırmak için köktendinciliğe destek verdiğini...
“Cezayir, ilk olarak hem kız hem erkek öğrencileri için 10 yıllık zorunlu temel eğitime karar verdi (1962 yılında). Çünkü savaşlar ve sömürgecilik, Cezayir’de sadece 10 ulusal okul bırakmıştı. Bu nedenle hızlı bir eğitim seferberliğine girildi. 1980’lere kadar 16 bin okul açıldı. 8 milyon öğrenciyle Tunus’un tüm nüfusu kadar bir potansiyel yaratıldı. Cezayir’de bu büyük öğrenci kitlesi karşısında yeterli sayıda öğretmen yoktu. Bu nedenle Ortadoğu ülkelerinden Müslüman profesörler, öğretmenler getirildi. Ancak bunların ideolojik kökeni denetlenmedi. Böylece çok sayıda gerici okullara sokulmuş oldu. Bu noktada da tuzağa düşürüldü...
“Cezayir, Arap ülkeleri arasında her açıdan bir semboldü. Ulusal Bağımsızlık Savaşını kazanmış ve ekonomik kurtuluş için de mücadele veren bir ülkeydi. Ayrıca SSCB’ne de yakındı. Bazı batılı ülkeler bu sembolü kırmak ve Cezayir’in Arap ülkeleri içindeki lider vasfını yıkmak istedi. Yani milliyetçilik yerine, ümmetçiliğe dayalı teokratik devlet, onların işine daha çok geliyordu. Çünkü şeriata dayalı İslâm dünyasının lideri Suudi Arabistan, Pakistan gibi ülkelerdi. Yani İslâm dünyasında Cezayir lider olmayacaktı...
“Kimi zaman şiddet kullanılarak harekete geçerler. Bu amaçla savaş başlattılar. İkinci strateji olarak da ekonomik krizden yararlanarak sosyal kuvvetler harekete geçirilir ve halk ayaklanması yaratılır. Üçüncü olarak demokratik kurumları kullanarak teokratik devleti kurmak isterler. Demokrasiyi kullanarak demokrasiyi yıkarlar. Onlar için önemli olan milletin değil, Allah’ın istediğini yerine getirmek de şeriatla olur düşüncesiyle demokrasiyi yok ederler...” 25
Cumhuriyetin 75. yılında Ankara’da “Batı ve İrtica” konulu bir konferans düzenlendi. Bu konferansa Mısırlı Araştırmacı Dr. Hetata ile Cezayir’li Gazeteci Mulud Ben Muhadded de katılmışlardı. Bu iki konuşmacı kendi ülkelerinde ve diğer İslâm ülkelerinde siyasal İslâmi (şeriatçı) örgütlerin nasıl geliştirildiğini şöyle anlatıyorlardı:
Mısırlı Şerif HETATA: ”Camileri propaganda merkezi olarak kullanıyorlar... Belediyeleri elde eden köktendinciler, demokratların unuttuğu kent varoşlarına yakın ilgi gösteriyorlar. Sağlık ve sosyal servisleri ile yoksullara büyük olanaklar sağlayarak kendi militanlarını yaratıyorlar... Mısır’da 1946’dan beri demokratik-liberal-sol güçlerin yok etmeye çalışıldığını, oluşturulan politik boşluktan irticai güçler yararlanarak ülkede büyük bir güç haline geldiler... Devletin unuttuğu köy kökenli yurttaşlara özel ilgi gösteriyorlar. Çünkü kentlere göç, köylünün uyum sorununu gündeme getiriyor. Müslüman güçler kent kenarlarındaki varoşlarla ilgileniyor ve onları kazanıyor. Onlara sosyal hizmet ve sağlık servisleri sunuyorlar... Televizyonlar devletin elinde, devlet şeriatçıların, gericilerin konuşmasına izin veriyor. Ama bize konuşma hakkı verilmiyor...”
Cezayirli Mulud Ben MUHAMMED: ”Şeriatçı güçler, kazandıkları belediyelerin araç, telefon ve her türlü kaynaklarını kendi çıkarları için kullandılar. ŞeriatçıParti (FIS) sürekli takiye yapıyordu. FIS lideri ile 1990’da söyleşi yapmak istedim. Evi çok lükstü. Ancak fotoğraf çekmek istediğimde, yere oturmak ve öyle poz vermek istedi. Niyeti çok açıktı, seçmenleri aldatmak istedi. Kendisini yoksul ve bir peygamber gibi göstermek istiyordu. Söyleşinin ardından da bana ‘Bizim çok paramız var, yanımızda yer al ve bizim çalışmalarımızı anlatan yazılar yaz’ teklifini yaptı, köktendincilerin iktidara gelmesinin ardından şeriatçı uygulamalar başladı...” 26
Bu anlatımlar, emperyalizmin, sömürmek istediği tüm ülkelerde uygulanan planlardır. Bu anlatımlar, Türkiye’deki uygulamalarla tamamen benzeşmektedir.
Siyasal İslamcıların gelişmesini hazırlayan resmi kurumlar
* 90 bin cami, bu camilerde 110 bin görevli personel,
* 581 İmam-Hatip Okulu (Her yıl 600 bin öğrenci öğrenim görmektedir.)
* Diyanet İşleri Başkanlığı’nın denetiminde 1765 kız, 755 erkek, 2474 karma olmak üzere 4994 Kur’an Kursu; bu kurslarda her yıl 6 bin diplomalı hafız yetiştirilmektedir.
* Tarikatların özel olarak açtığı Kur’an Kurslarının sayısı 10 binin üstündedir.
* Akşam ve yaz Kur’an Kurslarında okuyan öğrenci sayısı 1.390.929’dur.
* Sayısı 25’i geçen İlahiyat Fakültesi ve Yüksek İslâm Enstitüsü,
* Devletin resmi okullarında (ilk, orta, lise) din derslerinin zorunlu okutulması (12 milyon öğrenci zorunlu din eğitimi görmektedir.)
Siyasal İslamcıların gelişmesini hazırlayan özel kurumlar: Diyanetin, İmam-Hatip Okullarının ve Kur’an Kurslarının dışında, tarikatların ve bazı dinsel grupların kurduğu özel vakıflar ve dersaneler de siyasal İslâmın gelişmesine katkı sağlamaktadır.
Milli Görüş: Bu akım, Nakşibendi tarikatına bağlıdır. İşçi, esnaf, öğrenci, işveren ve kültür kesiminde örgütlüdür. 60 öğrenci yurdu bulunmaktadır. Avrupa’da 34 Bölge Başkanlığı, bu başkanlıklara bağlı 200 şube; yine 16 özel televizyon, 28 radyo, 26 yayın organı; yurt içinde 30, yurtdışında 480 olmak üzere 510 dernek, 40 vakıf, 70 şirket, 6 özel okulu bulunuyor.
Nurcular: 16 yayın organı, 23 dernek, 220 vakıf, 24 pansiyon, 70 dersane, 96 şirket.
Süleymancılar: 6 yayın onganı, 210 dernek, 14 vakıf, 1750 pansiyon, 28 şirket.
Fethullahçılar: 200 vakıf, 13 dernek, 47 özel okul, 82 şirket, 346 dersane, 448 öğrenci yurdu, 1 üniversite, radyo, televizyon, çok sayıda yayın organı.
Özel şahısların yaptırdığı dinsel okullar:
Anaokulu 108
İlkokul 59
Lise 56
Şirketlerin yaptırdığı dinsel okullar:
Anaokulu 28
İlkokul 208
Lise 251
(Kaynak: Seyfi OKTAY (Adalet Eski Bakanı), “CHP’ye Sunulan Rapor (1996)”dan aktaran; Nazan KULOĞLU, “Şeriata Adım Adım”, 2000’e Doğru)
Devletin ekonomik ve politik desteği ve korumasıyla oluşturulan bu kurumlarda, siyasal İslâma (şeriata) yönelik eğitim yapılmaktadır. Bu okullarda, demokrasiye, laikliğe, bilimsel ve demokratik eğitime karşı, şeriatın dışındaki değişik inanç topluluklarını baskıyla sindirmeye, göçe zorlamaya çalışacak milyonlarca militan yetiştiriliyor.
MSP, kırsal bölgelerden (köylerden) kentlere göç edenlerin yerleştiği varoşlardaki yurttaşlarla ilişki kurmakta; sosyal gereksinmelerini (kömür, odun, giysi, gıda, sağlık vb) karşılamaya çalışırken; diğer yandan da tarikatların, Kur’an Kurslarının aracılığıyla şeriatın alt yapısını oluşturmaya çalışmakta, militan yetiştirme çalışmalarını yürütmektedir.
MSP’nin Batı’ya ve ABD’ye karşı çıkışları içtenlikli değildir. Türkiye’de İslâmi bir partinin kurulmasını ABD istemiş ve kurdurtmuştu. 12 Mart askeri müdahale de, MNP’nin kapatılması ardından, yeni bir partinin (İslâmi) kurulması için Org. Turgut SUNALP’ı İsviçre‘deki Erbakan’a gönderen, MSP’yi kurdurtan da ABD’dir.
12 Mart Askeri müdahalesi döneminde solcuların demokrasiye, laikliğe, özgürlüklere yönelik açıklamaları “Komünizm” propagandası olarak nitelenerek ağır hapis cezaları verilmişti. Oysa 12 Mart muhtırasını veren generaller, kendilerini Atatürkçü olarak tanıtıyorlardı. Atatürk’e, laikliğe açıktan hakaret eden siyasal İslâmcıların (şeriatçıların) öncülerinden sayılan ve bir tarikat öncüsü olan Kadir MISIROĞLU, Milli Türk Talebe Birliği’nde verdiği konferansta şunları söylüyordu:
“İnkılap dünya tarihinde bir defa azametle yapılmıştır. O da kainatın Fahr-i Ebedisinin, batılı mutlak bir hakimiyete mahkûm ederek yaptığı inkılaptır. Yani İslâm inkılabıdır. Ondan sonra bir daha inkılap olmamıştır ve olmayacaktır. Eğer olacaksa, vaktiyle 1400 yıl daha evvel büyük peygamberimizin yaptığı inkılabın devamı mahiyetinde ve onu muvafakıyetsizliğe uğratmak için aramıza girmiş bulunan birtakım bâtıl molozların kaldırılması nevinden ve yine inşallah bir defa yapılacaktır...
“İnkılap bitti. Yüz numaramıza kadar değişti. Yüz numaramız garbın (batının) yüz numarası oldu. Cumamız Pazar oldu. Değişmeyen hiçbir şeyimiz kalmadı. Artık tavizi onlar vereceklerdir. Saha inkılapçıların değil, inkılap aleyhtarlarına açıktır. Yolumuz açık olsun, gazamız mübarek olsun” 27
Bu konuşmanın davası, Eskişehir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesinde görülüyordu. Askeri Savcı takipsizlik kararını verir. 1. Ordu Komutanı Org. Faik TÜRÜN’dür. Bu karara itiraz etmez. Ama Türün Paşa, Ziverbey Köşkünde gazeteci İlhan SELÇUK’a, diğer solculara yapılan işkencelere katılır...
12 Eylül Faşist Cuntasının generalleri, komünizme ve irticaya karşı olduklarını, Atatürk’ün ve laikliğin savunuculuğunu yaptıklarını sık sık vurguluyorlardı. 1976’da Pakistan’da yapılan “Siret-i Nebi” konferansında alınan kararlar doğrultusunda 1982 Anayasası’na devletin resmi okullarına zorunlu din derslerini koydular. Yurtdışına gönderilen din görevlilerinin (imamların) maaşı (1982-1984), ABD’ye tam bağımlı Suudi Arabistan Krallığınca ödendi. Yine Suudi Arabistan Krallığı, TBMM’de yapılan camiye 20 milyon TL, ODTÜ’de yapılan camiye de 210 milyon TL yardım yapmıştır. Cuntanın generalleri, “İmamların maaşını niçin veriyorsunuz, camiye yardımı niçin yapıyorsunuz?” diye sormamışlardır. Soramazlardı, çünkü bu ABD’nin önerisiydi. Türkiye’de şeriatın yaygınlaşmasını, güçlenmesini istiyorlardı. Bütün bu gelişmelere, ABD’ye karşı olduğunu söyleyen MSP de karşı çıkmadığı gibi, karşı çıkanlar damgalanıyordu.
12 Eylül 1980 askeri darbesi; tüm siyasi partileri kapattı. 1983’te sözde sivil yönetime geçilmişti. MSP’nin devamı olarak Refah Partisi kuruldu. RP, 1987, 1991 ve
1995 milletvekili genel seçimlerine katıldı. 24. 12. 1995’de yapılan milletvekili genel seçimlerinde yüzde 21.4 oy oranıyla (158 milletvekili) birinci parti oldu. Daha sonra Necmettin ERBAKAN, RP ile DYP’nin kurduğu ortak hükümette başbakan oldu.
RP, Anayasa Mahkemesince kapatılınca, RP’nin yönetici kadrosu, milletvekilleri topluca Fazilet Partisine (FP) katılırlar. Yalnız Necmettin ERBAKAN yasaklı olduğu için dışarıda kaldı.
RP’nin kapatılmaması için, Erbakan ve partinin önde gelenleri, ABD yetkilileriyle görüşmüş ve baskı yapılmasını istemişlerdi.
Keza RP muhalefetteyken Çekiç Güçe, İMF’ye karşıydı. Hükümet olduklarında Çekiç Güç’ün süresinin uzatılmasına blok oy verdiler. İMF’nin önerdiği reçetelere uydular. Siyasal İslam çizgisi, ne kadar takiye yaparsa yapsın, ABD’nin koruması altındadır.
MSP ve devamı RP’nin 1972’den 1995 seçimlerine kadar gelişmesi:
* 14 Ekim 1973 Milletvekili seçimlerinde aldığı oy 1.265.771, oy oranı yüzde 11.8, milletvekili sayısı 48.
* 24 Aralık 1995’te yapılan milletvekili seçimlerinde aldığı oy 6.012.450, oy oranı 21.4, çıkardığı milletvekili sayısı 158. 28
Siyasal İslâmcılar, bu güçleriyle İslâmı kurallara dayalı bir düzen kurmayı, demokrasi, laiklik yanlısı güçleri sindirerek göçe zorlamayı amaçlamışlardır. Türkiye’de işlenen cinayetler ve katliamlarda siyasal İslâmcıların katkısı büyüktür.
4. Bir Yakın Tarih Turu
ABD, kurdurttuğu ve desteklediği ırkçı-şeriatçı örgütlerle, gelişen toplumsal muhalefeti önleyemedi. ABD ve bağımlı işbirlikçi sermaye, toplumsal muhalefetten korkuyordu. Ayrıca iktidarda olan Süleyman DEMİREL hükümeti, kendine özgü dengeler kurmaya yönelmişti. Bu gelişmelerden Batılı emperyalist ülkeler de tedirgindiler. Nitekim Batılı ülkeler, Türkiye’nin yetkililerine, “Memleketiniz sosyalizme gidiyor. Hükümetiniz bigâne kalıyor; yatırım konusunda güvenemiyoruz” diyorlardı. ABD’nin Lübnan’a asker göndermesinde Türkiye’deki üslerin kullanılamayacağını söylemişti Süleyman DEMİREL. ABD ve bağımlı sermaye güçleri, yeni çözüm yöntemlerini aramaya yöneldiler. Artık, askeri denetimli bir hükümetin işbaşına gelmesi gerekiyordu. Generaller muhtıraya zorlandı ve 12 Mart 1971 müdahalesi gerçekleşti.
a) 12 Mart Askeri Müdahalesi
Genel Kurmay Başkanı Memduh TAĞMAÇ “Demokratik ve toplumsal muhalefet, siyasi ve ekonomik durumun önüne geçmiştir” diyor; askeri müdahalenin işaretini veriyordu. Beş kuvvet komutanı ortak imzalı muhtırası, 12 Mart 1971 günü saat 13.00’de radyoların haber bülteninde okundu. 1965’ten beri iktidarda olan Süleyman DEMİREL, özenle koruduğu şapkasını alıp, başbakanlıktan ayrıldı. CHP Milletvekilli Nihat ERİM, partisinden istifa ettirilerek bağımsızlaştırıldı. Arkasından hükümeti kurmakla görevlendirildi.
Nihat ERİM hükümeti, 5 AP, 2 CHP, 1 CGP’li milletvekili ile TBMM dışından 14 teknokrattan oluşmuştu. Nihat ERİM’in hükümet programı oldukça sert önlemler almayı vaadediyordu:
“... Dernekler, toplantı ve gösteri yürüyüşü özgürlüğü, grev ve lokavt hakkında kanunlara tam saygı sağlanacak, uygulamadaki boşluklar giderilecektir. Sendikalar kanunu ile toplu sözleşme, grev ve lokavt kanunları birlikte ele alınarak birbirini tamamlayan bu iki kanun arasındaki çelişmeler giderilecektir. Ulusal ekonomiye zarar veren sosyal patlamalara sebep olan aksaklıklar öncelikle hukuki tedbirler yoluyla giderilecektir. Eylem yapıyoruz, devrimciyiz, gibi sözlerle devlet düzenine karşı zorlama davranışlarını sürdürenler, devleti bütün heybetiyle karşılarında bulacaklardır....” 29
Askeri muhtıranın ve Nihat ERİM hükümetinin amacı ilk baştan anlaşılıyordu. Erim hükümetinde görev alan teknokratların bir kısmı Dünya Bankasında, bir kısmı İMF’de, bir kısmı OYAK’ta uzman olarak çalışan kişilerdi. Yani sınıfsal yapıları belliydi. Gizli güçler tarafından bakanlıklara önerildikleri söylentisi yaygınlaşmış, basının haber bültenlerinde yer almıştı.
Nihat ERİM hükümetinin ilk uygulaması, 1961 Anayasası’nın birçok maddesini değiştirmek oldu.Anayasaya on bir geçici madde eklendi. Bu değişikliklerin içeriği şöyle:
* Temel hakların kullanılmasına sınırlamalar getirilmiş; bu amaçla genel bir yasak eklenmiştir.
* Gözaltında tutma süresi 7 günden 15 güne çıkarıldı.
* Memurların sendikalara üye olmaları yasaklandı.
* Hükümete kanun gücünde kararname çıkarma yetkisi tanındı.
* TRT’nin özerkliği kaldırıldı.
* Üye seçiminde hükümetin etkin olduğu DGM kurulması öngörüldü.
* Gazete ve dergilerin toplatılması hakimlerin kararına bağlı hükmü kaldırılarak yerine, yetkili mercilerin toplatabileceği eklendi. 30
Askeri müdahale ve Nihat ERİM hükümetinin anti-demokratik uygulamaları birbirini izledi. Türkiye Öğretmenleri Sendikası (TÖS) kapatıldı. Tüm yöneticileri gözaltına alınarak Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde yargılandılar. İşçi sendikalarının çalışmaları anti-demokratik yasalarla sınırlandırıldı. DİSK yöneticileri yargılandılar. TİP ve sol
partiler kapatıldı. Yöneticileri tutuklanarak yargılandılar. Sol yayınlar (kitap, dergi, gazete) toplatıldı, yayınlar yasaklandı. Onbinlerce öğretmen, işçi, memur işlerinden atıldılar.
Devrimcilere, demokratlara baskı ve işkence edilirken, sol örgütler kapatılırken; MHP, MİSK, Milliyetçi Öğretmenler Derneği, Ülkü Ocakları örgütsel çalışmalarını serbestçe yapıyorlardı.
İdamlık suç işlememiş Deniz GEZMİŞ, Hüseyin İNAN, Yusuf ASLAN’a idam cezası verildi; ceza hızla yerine getirildi. (6 Mayıs 1972’de idam edildiler.)
Böylece gizli uygulamalarıyla varlığını sürdüren faşizmin yüzü ortaya çıkmış oluyordu.
Nihat ERİM hükümetindeki teknokratlar, bu koşullarda ancak 8 ay çalışabildiler. Teknokratların istifasıyla (11 kişi) hükümet düşmüş oldu. Nihat ERİM, yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi. Ne var ki, yönetim gücü, askerlerin elindeydi. Erim hükümeti biçimsel ve yetkisizdi. Sonuçta Erim de zorlama sonucu Başbakanlıktan istifa etti. Başbakanlığa CGP’den Ferit MELEN getirildi. Ferit MELEN, 12 Mart askeri müdahalesinin faşist uygulamalarına haklılık kazandırmak için kendince senaryolar uyduruyordu. Ferit Melen diyordu ki: “Eğer 12 Mart olmayıp da anarşistler başarı kazansaydı, 35 milyon Türk’ü Sibirya’ya süreceklerdi. Sibirya’daki komünistleri de Türkiye’ye getireceklerdi...” 31
Böyle bir göçün, mantıksal olasılığı yoktu. Ruhsal hastalar bile böyle söylemlerde bulunmazlar ve inanmazlar. Ferit MELEN de bunun bilincindeydi. Ama kendisini başbakanlığa getirenler böyle konuşmaya zorluyorlardı. Sıkıyönetim ve DGM’deki solculara ait dava dosyalarının çoğunluğu, Sibirya’ya göç söylemine benzer senaryolarla doludur...
b) 12 Mart sonrası
12 Mart askeri müdahalesi ile 1961 Anayasası’nın temel hakları içeren maddeleri değiştirildi. Sol ve devrimci kişiler zindanlara konuldu. Sol partiler, memur ve öğretmen sendikaları, gençlik örgütleri de kapatıldı. Irkçı ve dinci örgütler korunarak geliştirildi. Büyük ölçüde faşizmin alt yapısı oluşturuldu. Dışa karşı, demokratik görünümü sürdürmek amacıyla seçim kararı alındı.
14 Ekim 1973’de yapılan milletvekili genel seçimlerine sol kanattan yalnızca CHP; sağ kesimden AP, MHP, MSP, CGP partileri katılıyordu. Seçim sonucu AP yüzde 29.8 oyla 149, CHP yüzde 33.3 oyla 185, MHP yüzde 3.4 oyla 3, MSP yüzde 11.8 oyla 48 milletvekili çıkardılar. 1973 seçimlerinde sağ oylar bölünürken; sol oylar CHP’de birleşmişti. CHP, 185 milletvekiliyle birinci parti olmasına karşın tek başına hükümet kuracak 226 sayıyı bulamıyordu. Süleyman DEMİREL, bölünmüş sağ oyları AP’de toplamak amacındaydı. Bu nedenle CHP ile ortak hükümet kurmaya yanaşmıyordu. Zorunlu olarak CHP ile MSP’nin ortak hükümeti kuruldu. MSP, Anadolu’nun orta kesim sermayesini temsil etmekle birlikte dine (şeriata) dayalı bir düzenin özlemini taşıyordu.
CHP, 12 Mart’ın açtığı yaraları sarmak, acılarını kısmen de olsa dindirmek amacıyla genel af tasarısını gündeme getirdi. Bilindiği gibi, 12 Mart yönetimi ve yargılaması, sol güçleri örgüt kurmakla; sağcıları ise adi suçla yargılamıştı. Genel af tasarısının parlamentoda görüşülmesinde, MSP, sağ eylemcileri içine alan adi suçlarla ilgili maddelere olumlu oy verirken; solcuları ilgilendiren af maddesinde, diğer sağ partilerle işbirliğine girdi ret oyu kullandı. Böylece ceza almış olan ve yargılaması devam eden solcular af kapsamının dışında bırakıldı. CHP, af yasasını, eşitlik ilkesine uymadığı gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine götürdü; ilgili maddeler iptal edilerek solcular da aftan yararlanmış oldular.
MSP, protokolü gözardı ederek, kendi siyasi amacı doğrultusunda yatırımlar yapmaya, devlet kurumlarında, bürokraside kadrolaşmaya başladı. Bu sırada Kıbrıs olayı gündemde idi. 20. 07. 1974’de Kıbrıs çıkartması yapıldı. Bülent ECEVİT, hem Kıbrıs çıkartmasını oya dönüştürmek, hem MSP ortaklığından kurtulmak için koalisyonu bozdu.
Süleyman DEMİREL, sağın oylarını birleştirmeden erken seçimden yana değildi. Diğer sağ partiler de erken seçimden yana olmadılar. Hükümeti de kurmuyorlardı. Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK, Kontenjan Senatörü Prof. Dr. Sadi IRMAK’ı hükümeti kurmakla görevlendirdi. Ancak Irmak hükümeti, parlamentoda güvenoyu alamadı. Cumhurbaşkanı, bu kez hükümeti kurma görevini Süleyman DEMİREL’e verdi. Süleyman DEMİREL, AP, MSP, MHP ve CGP ile ortaklık hükümetini kurdu. Bu hükümete 1. Milliyetçi Cephe hükümeti adı verilmişti. 2 Nisan 1975’de güvenoyu alan MC hükümeti, cinayetlerin, katliamların ve saldırıların yoğunlaşmasının işaretiydi. MHP, AP’nin desteğiyle Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere devletin kurum ve kuruluşlarında kadrolaşmaya başladı. Özellikle Eğitim Enstitülerini ele geçiren MHP’liler, bu okullarda silahlı eğitim yapıyorlardı.
MSP ise, kendine bağlı bakanlıklarda kadrolaşmaya yöneldi. Ayrıca amaçları doğrultusunda eğitim yapacak İmam-Hatip Okullarının, Kur’an Kurslarının açılmasına, cami yapımına, ekonomik alt yapısını oluşturmaya önem veriyorlardı. Böylelikle biçimsel de olsa var olan demokratik yapı faşistleştirildi. Bireysel ve toplu katliamlar artıyordu. Memur sürgünleri, açığa alınmalar ve işten atılmalar, MC’nin öncelikli uygulaması oldu.
CHP, “Hakça düzen, su kullananın, toprak işleyenin; halk nereye kadar solda ise biz de o kadar soldayız; Kontr-Gerilla’dan ve katillerden hesap soracağız...” sloganı ve söylemleriyle sol güçleri CHP’ye destek vermeye
çağırıyordu. At izi ile it izinin birbirine karıştığı bir ortamda 1977 milletvekili seçimlerine gidildi.
c) 1977 Seçimleri
CHP, devlet partisidir ve sermaye ağırlıklıdır, ama faşist değildir. CHP, bu yapısıyla ola ki faşizmin ve şeriatın önünü keser; tahrip edilmiş kurum ve kuruluşları yeniden demokratik duruma getirir, inancı yaygınlaşmıştı. Sol ve demokratik güçler, demokratik kitle örgütleri, sol söylemlerine güvenerek CHP’yi desteklemeye karar verdiler.
5 Nisan 1977’de yapılan milletvekili genel seçimlerinde: CHP yüzde 41.4 oyla 213; AP yüzde 20.2 oyla 189; MHP yüzde 6.4 oyla 16; MSP yüzde 8.6 oyla 24 milletvekili çıkardılar. Bu seçimde solun desteğiyle CHP birinci parti olurken; AP tüm çabalarına karşın oylarını koruyamadı. 1973’deki yüzde 29.8 oranındaki oyunu bu seçimde yüzde 20.2’ye düşürmüştü. MSP de 1973’de aldığı oyları koruyamadı. Sağ partilerden oyunu arttıran sadece MHP idi. 1977 seçimleri, sağ ve solun ayrışımının kesin belirtisidir.
CHP, 213 milletvekiliyle, tek başına hükümeti kuracak 226’yı bulamıyordu. Sağ partiler de koalisyona yanaşmıyorlardı. Nitekim Süleyman DEMİREL, “Milliyetçi Partiler topluluğu iktidarı sola teslim etmemelidir” diye bağırıyordu. Sonuçta Süleyman DEMİREL’in başkanlğında AP, MHP, MSP ortaklık hükümeti kuruldu. Böylece 2. MC iktidar oldu.
2. MC Hükümetinin kuruluşu, biçimsel olarak var olan demokrasinin demokratik kurumlarının, özgürlüklerin, insan haklarının iyiden iyiye yok edilişinin ve faşizmin iktidara tırmanışının belirtisiydi. Faşistler, üniversitelerde, yüksek okullarda, ortaokul ve liselerde, fabrikalarda, mahallelerde yaşam hakkını tümden yok etmek için toplu katliamlara yöneldiler. Silahlı, bombalı saldırılar yoğunlaştı. 02. 12. 1977’de ODTÜ’de öğrenciler üzerine atılan bomba ile 24 öğrenci ağır yaralandı. 15. 12. 1977’de ADMM öğrencilerinin toplandığı Albayrak Kırathanesine patlayıcı madde atıldı, iki öğrenci öldü, birçoğu da yaralandı. 04. 01. 1978’de öğrencilerin bindiği otobüs silahla tarandı, şoför öldü, 6 öğrenci ağır yaralandı. 16. 03. 1978’de İstanbul Üniversitesi merkez binasında ve polisin denetiminde topluca çıkan öğrencilerin üzerine bomba atıldı, 7 öğrenci parçalanarak ölürken; 100 öğrenci yaralandı. 08. 10. 1978’deTİP’li 7 öğrenci evleri basılarak hunharca öldürüldü. Temmuz 1978’de 15 öğrenci, 4 işci, 2 memur, 5 öğretmen öldürüldü. Faşistlerin saldırısıyla ilgili yüzlerce örnek verilebilir. Bu saldırı ve katliamlarda yüzlerce genç yaşamını yitirdi, binlercesi yaralandı. Can korkusuyla onbinlercesi de okulunu terk etmek zorunda kaldı.
Devlet daireleri, ülkücü-şeriatçı faşistlerin karargahı haline getirilmişti. Solcular, demokratlar devlet dairelerinde işlerini izleyemez oldular. Bunca cinayetin, katliamın ve baskının karşısında Başbakan Süleyman DEMİREL, “Bana sağcılar cinayet ve suç işliyor dedirtemezsiniz” diyordu.
Prof. Aydın YALÇIN, faşistlerin cinayet ve saldırılarıyla ilgili olarak Demirel’le bir görüşme yapar. Demirel, “Canım onlar bizim çocuklar, azıcık ölçüyü fazla kaçırmış olsalar da ziyanı yok. Onlar milliyetçi ve anti-komünist çocuklar. Onlardan büyük zarar gelmez. Üç aşağı beş yukarı MHP de bizim safımızda sayılır; hem zaten bize mesele çıkarmayan tek siyasal kuruluş onlar” diyor, açıktan açığa canileri kolluyordu. 32
CHP faşist gelişmelerden endişelenmektedir. MC hükümetinin düşürülmesi arayışına yönelmiştir. AP’den 12 milletvekili istifa eder. CHP, istifaları şaibeli ve tartışmalı olan 12 milletvekiliyle hükümeti kurma girişiminde bulunur. Gensoru ile 2. MC hükümeti düşürüldü. Türkiye’de ilk kez gensoru ile düşürülen hükümet 2. MC hükümeti oluyordu.
Bülent ECEVİT, AP’den istifa eden milletvekilleriyle hükümeti kurdu. Ecevit hükümeti, başlangıçta bazı olumlu uygulamalara yönelmişti. Ecevit, muhalefetteyken CIA, MİT, Kontr-Gerilla örgütleriyle ilgili söylediklerini anımsamadığı gibi, CHP’ye destek veren sol ve demokrat güçleri de “Gölge etmeyiniz, başka bir şey istemiyorum” diyerek dışlıyordu.
Ecevit, muhalefette sık sık “Kontr-Gerilla”nın varlığından şikayetçi olurdu. 1973 seçimlerinde (Giresun’da) yaptığı bir konuşmada şöyle demişti:
“12 Mart sonrası dönemde, adı sanı ortaya çıkan ve tedbirlerin, hatta soruşturmaların hukukiliğine de, insanlığa da gölge düşüren Kontr-Gerilla adlı örgütün, bu resmi görüntülü, fakat gayrı resmi örgütün, niteliği ve amacı üzerindeki örtü kaldırılmıştır.” (33) Yine 7 Mayıs 1977’de Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK’e gönderdiği mektupta şunları belirtiyordu: “... söz konusu örgüt, gerilla ve kontr-gerilla savaşları için ve her türlü yeraltı faaliyetleri için planlar yapar ve insan yetiştirir... Gizlilik içinde çalışır, demokratik hukuk dışındadır...
“Çünkü bu eylemlerden bazıları görünürdeki çoluk-çocuk tarafından değil, ancak güçlü bir örgüt tarafından düzenlenebilecek niteliktedir. Özellikle 1 Mayıs 1977 Taksim Olayı bu izlenimi vermektedir.
“Bu örgütte görev almış, yönetici olarak çalışmış kimselerden bazılarının, emekliye ayrıldıktan sonra da bilgilerini ve yetiştirdikleri elemanları siyasal nitelikteki eylemler için kullandıklarını gösteren belirtiler vardır...” (34)
Kontr-Gerilla örgütünden şikayetçi olan Ecevit, hükümet olduktan sonra bu konu üzerine gidememiştir. Nihat ERİM hükümetinde başbakan yardımcısı Sadi KOÇAŞ, Kontr-Gerilla’yla ilgili olarak şunları söylüyordu:
“… Bunu tertipleyenler vardı. İç ve dış mihraklı, isteyenler vardı… Kontr-Gerilla, gerillaya karşı biz Kontr-Gerillayız diyen birtakım insanlardan oluşan bir örgüt. Bunların, gerilla, komando oldukları kendilerinden menkûl, ama bunlar bir makamdan yetki alıyorlar. Nedir o makam? Belki Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın emri var, bilemiyorum, ama Milli İstihbarat Teşkilatı olduğu kesindir… Bazı isimleri tanıyorum, bunların içinden o zaman bu işleri yapan binbaşı, yarbay ve yüzbaşı gibi rütbeli kimselerden bahsedilirdi. Hatırladıklarım, MİT’de çalışıyorlardı… Ama asıl suç, emri verenlerindir…” 35
Bülent ECEVİT hükümeti, cinayet örgütlerinin, bu örgütlere destek veren perde arkası güçlerin üzerine gidip ortaya çıkaramadı. Devlet bürokrasisinde ve kurumlarındaki ırkçı, şeriatçı kadroları da ayıklayamadı. MİT ve emniyet güçleri, kendisine bilgi vermedikleri gibi, emirlerini de uygulamıyorlardı. Katliamlar katlanarak yaygınlaşıyordu.
Ecevit, sözde ABD’nin baskısını azaltmak amacıyla SSCB ile yapılan anlaşmayı tepkiyle karşıladı. ABD’nin dışişleri bakan yardımcısı Warren Christopher, Bülent Ecevit’le görüşür. Görüşmeden bir bölüm:
“- Warren : Sovyetler Birliği’nin anlaşmaya uyup uymadığını denetlememiz gerekli. İran’daki istasyonlar kapatıldıktan sonra durum güçleşti. Zira, uydulardan alan iyi görülemiyor. Bunun tek yolu, Türkiye’den casus uçuşları yaparak U-2’lerle bu denetimi gerçekleştirmemizdir. Sizden bu uçuşlara izin vermenizi istiyorum.
- Ecevit : SSCB ile salt anlaşmasını biz yapmadık, siz ikiniz yaptınız. Bu konuyu onlarla konuşmadınız mı? Onlarla anlaşınız...
- Warren : Eğer bu isteğimiz reddedilirse, Türk-Amerikan ilişkilerinin tonu değişir ve şunu iyi bilin ki, beklediğiniz yardımlar gerçekleşmeyebilir...
- Ecevit : (Ayağa kalktı) ‘Mademki siz yardım ile bu uçuşlar arasında bir ilişki, bağı kuruyorsunuz, bana da görüşmeyi kesmekten başka yapacak bir şey kalmıyor.”
Ecevit’in yanıtı, Washington’a ulaştığında, Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Zbigniew BRZEZINSKI, “Bu adam ne yapmak istediğini bilmiyor. Gidip düşmandan izin alındığı görülmüş müdür?” diyordu. 36
Keza Genelkurmay Başkanı Kenan EVREN, ABD ziyaretinde, ABD’nin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Brzezinski, Evren’e “İstikrarlı bir Türkiye istiyoruz. Gelişmeler ise bu yönde gitmiyor” diye Ecevit’e olan güvensizliğini anlatmaya çalışıyordu. ABD Ecevit hükümetini düşürmeye kararlıydı.
ABD (CIA), Süleyman DEMİREL hükümetiyle, toplumsal muhalefeti ve devrimci uyanışı önlemeye çalışmış, ama başaramamıştı. Ecevit’e güvenmiyorlardı. Yeni planlara yöneldiler. Öncelikle Ecevit hükümetini düşürmek sonra faşist bir askeri darbenin alt yapısını oluşturmanın yollarını aradılar. ABD’nin bu planına, işbirlikçi sermaye de katıldı. Özel sektör tarafından üretilen (tüp, gaz, şeker, yağ gibi) maddeleri bloke ederek, piyasada suni bir yokluk yarattılar. Gazete ilânlarıyla Ecevit hükümetinin beceriksizliğini sergilemeye ve onu düşürmeye çalıştılar. CIA, MİT, Kontr-Gerilla ve faşist örgütler de cinayetlerini, saldırılarını yoğunlaştırmaya başladılar. Katliamlar, üniversitelerin dışına taşındı. Malatya, Kahramanmaraş, Erzincan, Adıyaman, Elazığ olayları bu planın halkalarıdır.
Boş bulunan milletvekillikleri ile kısmı senato üyelerinin seçimi bu ortamda yapılacaktı. Ecevit, sol güçleri dışlamış; sol güçler de CHP’ye verdikleri desteği çekmişlerdi. Sağ partiler (AP, MHP, MSP), işbirlikçi sermaye güçleri, faşist örgütler, CHP’yi hükümetten düşürmek için seçim yapılacak illerde saldırılarını ve cinayetlerini tırmandırıyorlardı. Seçim yapılacak illerdeki törer olayının bilançosu şöyle:
İlin Adı Olay Sayısı Ölü Sayısı
Ağrı 27 4
Amasya 44 3
Artvin 30 5
Antalya 76 8
Balıkesir 77 5
Bitlis 6 Yok
Burdur 22 Yok
Çanakkale 12 2
Erzincan 8 2
Erzurum 11 2
Hakkari 6 Yok
Hatay 100 19
Isparta 47 1
İstanbul 765 110
Kars 120 10
Kütahya 17 10
Mardin 59 6
Muş 4 1
Rize 38 2
Samsun 153 31
Siirt 13 4
Tokat 38 5
Van 10 Yok
Yozgat 37 1
Aydın 56 3
Edirne 33 2
Konya 165 5
Manisa 251 22
Muğla 14 Yok
Toplam 2.239 305 37
Seçim sonucu CHP’nin oy oranı yüzde 41.4’den yüzde 29’a düştü. Böylece seçimlerden yenik çıkan Ecevit, hükümetten çekilmek zorunda kaldı.
12 Kasım 1979’da Süleyman DEMİREL, MHP ve MSP’nin desteğiyle yeniden başbakanlığa getirildi. Demirel’in azınlık hükümetinin işlevi ve özü MC hükümetiyle farksızdı. Bu hükümet, sola ve demokratlara karşı acımasızdı. Yanlı uygulamalarla terör tırmanıyor, faşist terörün ve katliamların sorumluları olarak solcular gösteriliyordu.
d) Katliam Alevilere Yöneliyor
Anadolu Alevi toplumu, faşizme ve şeriata karşıdır. Bu nedenle MHP ve MSP, Aleviler içinde taban bulamıyordu. Ayrıca Aleviler, oylarını hep sol partilere veriyorlardı. Faşist ve şeriatçı baskılar arttıkça Alevilerin oyları, sosyal demokrat olan CHP’de toplanmaya başlandı. Oysa CIA, MİT, Kontr-Gerilla gibi gizli örgütler, solu ve CHP’yi zayıflatarak faşist ve dinci partileri iktidar etmeyi amaçlıyordu. Aleviler, yoğun olarak bulundukları illerde (Adıyaman, Amasya, Çorum, Elazığ, Erzincan, Hatay, Kars, Kırşehir, Malatya, Kahramanmaraş, Ordu, Tokat, Tunceli) baskı altına alınarak göçe zorlandı. Değişik kentlere göç eden Alevilerin blok oyları dağılacağı gibi; geçim kaygısına düşen Aleviler siyasal oluşumlardan uzak kalacaklardı. Perde arkası gizli örgütlerin planı böyle çizilmişti.
CIA, MİT, Kontr-Gerilla’nın ortak hazırladığı katliam planı, 1977’den itibaren uygulamaya konuldu. Üniversite ve okullara yönelik faşist saldırı ve cinayetler, bu kez Alevilerin yoğunlukta olduğu kentlere yöneltildi. Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Çorum katliamları; Adıyaman, Elazığ, Tunceli, Erzincan, Kırşehir, Amasya, Tokat, Kars’taki saldırılar, bu planın sonuçlarıdır.
7 Nisan 1978’de Ankara’dan, ağırlıkları, ambalajları, özellikleri aynı olan dört bombalı paket Malatya Belediye Başkanına, Pazarcık CHP İlçe Başkanına, Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcısına, Adana’da bir işadamına postalanır. Malatya Belediye Başkanı Hamit FENDOĞLU, adına gönderilen paketi 17 Nisan 1978 günü alır, açtığında patlama sonucu kendisi, gelini ve iki torunu yaşamını yitirir. Pazarcık’a gönderilen paketin alıcısı Memiş ÖZDAL kuşkulanır ve paketi almaz. Paketi açan PTT memurlarından biri ölürken, diğeri ağır yaralanır. Adıyaman ve Adana’ya gönderilen paketlere ise sahiplerini bulmadan el konulur.
Başbakan Bülent ECEVİT ile İçişleri Bakanı İrfan ÖZAYDINLI, bombaların Ankara Nükleer Araştırma Merkezi’nde imâl edildiğini, MHPile ilgili olduğunu açıkladılar. Süleyman DEMİREL ve TÜRKEŞ, bu açıklamaya sert tepki gösterdiler. Daha sonra Ecevit ve İrfan ÖZAYDINLI, bu açıklamaların arkasında durmadı; bombaların nerede imâl edildiğini, kimlerin gönderdiğini de ortaya çıkarmadılar. Çıkaramazlardı, çünkü perde arkasındaki örgütlerin gücü, hükümeti aşıyordu. Keza Malatya ve Kahramanmaraş katliamlarından önce devlet yetkilileri uyarıldığı halde, neden önlem alınmadığı da oldukça düşündürücü ve anlamlıdır…
Çorum katliamı, daha da düşündürücüdür. MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK, 27 Mayıs 1980’de Ankara’da öldürüldü. 28 Mayıs’ta Çorum’da saldırı ve katliam başlatıldı. Gün SAZAK’ın Çorum’la yakından uzaktan bir ilgisi yok. Neden katliam Çorum’da başlatıldı? Sorusu, Nazilerin Avusturya’yı işgal yöntemini hatırlatmaktadır. Hitler, Avusturya’yı işgal etmeyi amaçlamıştı, ama bir gerekçe de gerekiyordu. Sonunda bir gerekçe bulunur: “Berlin’deki resmi makamlardan Avusturya’daki Nazilere gönderilen emirde ‘Bizim uygun görüp bildireceğimiz günde, bizim Viyana Elçimizi öldüreceksiniz. Bunun üzerine Almanya, kendi elçisini Avusturyalıların öldürdüğü gerekçesiyle Avusturya’yı işgal edeceklerdir.” 38
Gün SAZAK’ın öldürülmesi, Hamit FENDOĞLU’na bombalı paket gönderilmesinde, Kahramanmaraş’ta Çiçek Sinemasına patlayıcı madde atılmasında, Nazilerin yönteminden esinlenmiş olunmasın?
ABD Ankara Büyükelçiliğinin 2. Katibi Robert Alexander PECK (CIA görevlisi), K. Maraş katliamından önce Maraş’a gidiyor, sağ partilerin il yöneticileriyle, bazı işadamlarıyla görüşüyor. Birkaç gün sonra katliam oluyor. Aynı kişi Çorum’a da gidiyor, AP ve MHP İl Yöneticileriyle, CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’yla görüşüyor. Vali’den bilgiler alıyor. Kısa süre sonra Çorum’da da katliam oluyor. 39
Hiçbir devlet yetkilisi (Başbakan, İçişleri Bakanı, Vali, Emniyet), “Sen Kimsin, hangi sıfatla ve yetkiyle Aleviler-Sünniler, sağ-sol hakkında bilgi topluyorsun” diye sormamıştır. Tam tersine konuk edilmiş ve istediği bilgiler verilmiştir. Kesin olan odur ki, bu adamın gittiği her yerde olaylar çıkmaktadır.
Bu katliamların nedenleri arasına, katliamların gerçekleştiği illerdeki ticaret erbabının pazar kaygılarını da eklemek gerekir. Katliama uğrayan Aleviler zorunlu olarak göç etmişlerdir. Bu göç sonucu solun oylarında önemli ölçüde düşüş olurken; sağ partilerin oylarında ve özellikle MHP ve MSP’nin oylarında yükselme olmuştur. Bunu Malatya, K. Maraş; Çorum ve Sivas örneğiyle somutlaştıralım.
Malatya 1973 1977 1995
AP 20.224 (%13.8) 32.247 (%17.0) 23.503(%8.1) DYP
CHP 64.422 (%44.1) 99.107 (%52.3) 40.252 (%14.0)
MHP 2.688 (% 1.8) 17.371 (% 9.2) 24.031 (% 8.3)
MSP 29.138 (%19.9) 38.516(%20.4) 107.218(%37.2) RP
ANAP …………………. …………………. 66.262
DSP …………………. …………………. 11.400
K. Maraş 1973 1977 1995
AP 27.774 (%17.8) 57.250 (%26.5) 60.434(%6.4)–(DYP)
CHP 51.043 (%32.0) 74.282 (%34.4) 33.813 (% 9.3)
MHP 8.669 (% 5.6) 33.470 (%15.5) 38.253 (%10.5)
MSP 41.454 (%26.7) 33.772 (%15.6) 134.331(%36.8)-(RP)
ANAP ………………….. ………………….. 72.368
DSP ………………….. ………………….. 9.792
Çorum 1973 1977 1995
AP 29.282 77.754 47.453 – (DYP)
CHP 47.276 74.884 57.987
MHP 4.374 26.414 34.855
MSP 3.450 17.120 92.056 – (RP)
DSP ……………. …………….. 16.138
ANAP ……………. …………….. 41.041
Sivas 1973 1977 1995
CHP 63.259 (%32.9) 106.082 (%42.9) 42.860 (%14.2)
MHP 8.629 (% 4.5) 32.539 (%13.2) 17.573 (% 5.8)
MSP 49.532 (%25.7) 34.701 (%14.4) 118.437(%39.3)– RP
ANAP …………………. ……………………. 70.648
AP (DYP) 32.437 58.044 31.972
DSP …………………. ……………………. 11.707
(Devlet İstatislik Enstitüsü)
Tabloda görüldüğü gibi, sağ partilerin oyları artarken; Sosyal Demokrat Partilerin oylarında önemli ölçüde düşüş görülmektedir. Sosyal Demokratların oy düşüşünün birçok nedeni bulunmaktadır. Bir kez sol dağınık. Sosyal Demokrat Partiler ilkesiz, programsız, kararsız, üretkenlikten yoksun, demokratik kitle örgütleriyle bağları kopuk, kendi içlerinde demokratik kuralları uygulamayan bir aymazlığın içindeler.
Sağ partiler de öyle. Ama onlar umutlarını ABD’nin güvencesine, dini kullanmaya, terör, çete ve mafya gibi örgütlere bağlamışlardır. Kısacası, ülke, bağımsız, çağdaş, demokratik, özgürlükçü, eşitçi bir düzenden yoksun bırakılmıştır.
1975’den 12 Eylül 1980’e kadar 20 bine yakın olay meydana gelmiş, bu olaylarda 5388 kişi yaşamını yitirmiş, onbinlerce kişi yaralanmış, onbinlerce işyeri ve konut tahrip edilmiş, onbinlerce öğrenci okullarını bırakmak zorunda bırakılmıştır. Böylece faşist bir darbenin altyapısı da hazırlanmış oluyordu.
e) 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi
ABD’nin görünmez hükümeti CIA, Türkiye’de gelişen ve yaygınlaşan devrimci ve toplumsal muhalefetin önünü kesmek için, 12 Mart askeri müdahalesi ile 1961 Anayasası’nın temel hakları içeren maddelerinin değişmesini sağlamıştır. Bu uygulamayla, öğretmenlerin, memurların sendikal hakları yasaklandı. Sol partiler, devrimci örgütler kapatıldı. Yüzlerce bilim adamı, aydın, binlerce işçi, öğretmen, genç işkencelerden geçirildi, zindanlara konuldu. Yine de bağımsızlık ve demokrasi yanlısı güçlerin mücadelesini engelleyemediler. Sağ partilerin (AP, MHP,MSP) ortak hükümetleri de (MC), devrimci ve toplumsal muhalefeti durduramadı. Bülent ECEVİT hükümetini de denediler. Olmuyor, olmuyordu.
ABD (CIA), faşist darbede karar kıldı. 1978’de Ecevit hükümeti döneminde darbeyi düşündüklerini Org. Bedrettin DEMİREL, Cüneyt ARCAYÜREK’e anlatır:
“ Benim kanaatim, 1978’de hele 1979’da açık açık söyledim… Sayın Evren, bütün bu olumsuz durumu görüyordu, kabul ediyordu. Fakat bir ordu müdahalesi için zamanın iyi seçilmesi kanaatinde idi. “ 40
Darbe, altyapı yeterince oluşturulmadığı, kamuoyunun desteği yeterince sağlanamadığı için ertelendi. Yukarıda belirtildiği gibi, binlerce insan öldürülmüş, yaralanmış, binlerce ev ve işyeri tahrip edilerek yakılmış. Okullarda okunamaz, işyerlerinde çalışılamaz, sokaklarda gezilemez olmuştu. Terörün görünen yüzüne sağ-sol, Alevi-Sünni çatışması konulmuştu. Yaşamından umudu kesilen halk, bir kurtarıcı beklentisine sokuldu. Oysa kurtarıcıyı CIA önceden belirlemişti. Darbe bildirisi, 12 Eylül 1980 günü 04.00’de Genelkurmay Başkanı Org. Kenan EVREN, Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Nurettin ERSİN, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Tahsin ŞAHİNKAYA, Deniz Kuvvetleri Komutanı Nejat TÜMER, Jandarma Genel Komutanı Sedat CİLASUN’un ortak imzalarıyla, TRT’nin ilk haberi olarak yayınlandı. Senaryonun bilincinde olmayanlar, ilk anda faşist darbeyi alkışladılar. Bu bilinçsiz alkışlar, faşist cuntanın liderlerini etkilemiş olacak ki, kendilerini 2. Atatürk görmeye Atatürk’ü taklit etmeye başladılar. Bununla da yetinmediler, Şeyhülislamlar gibi dualı nutuklar, ayetli açılış törenleri düzenlediler. Terör ve cinayetler bıçakla kesilmişcesine durdu. Yeni doğan çocuklara “EVREN” adı konuluyordu. “EVREN” tabelalı işyerleri ve okullar açılmaya başlamıştı.
Faşist cuntanın uygulamaları, bağımsızlık, emek, özgürlük yanlısı sol güçlere yönelikti. Siyasi partiler kapatıldı, genel başkanları gözaltına alındı. DİSK ve bağlı tüm sendikalar kapatıldı, mallarına, paralarına el konuldu. DİSK’in Genel Başkanı (Abdullah BAŞTÜRK) ve üst yöneticileriyle bine yakın işyeri temsilcisi gözaltına alınarak işkence edildi ve tutuklandılar. TÖB-DER kapatıldı, mallarına, paralarına el konuldu. Yöneticileri ve yüzlerce üye öğretmen gözaltına alınarak işkence edildi; ağır hapis cezaları verildi. Barış Derneği ve diğer devrimci kuruluşlar kapatıldı. Yöneticileri gözaltına alındı. Onbinlerce devrimci ve sol görüşlü genç, gizli örgüt senaryosuyla gözaltına alındı, tüyler ürpertici işkencelerden geçirildi, zindanlara konuldu. Onbinlerce işçi işyerlerinden atıldı; yüzbinlerce sol içerikli kitap toplatıldı. Bir bölümü yakıldı, bir bölümü SEKA’ya
gönderildi. Sol yayınların tümü yasaklandı. Cumhuriyet’in ilanından beri Kemalizmi savunan Cumhuriyet Gazetesi’nin yayını bile defalarca yasaklandı.
Faşist cuntanın gözleri öyle dönmüştü ki, 17 yaşındaki çocukları bile (Erdal EREN) idam ettiler. Cuntanın lideri Kenan EVREN, “Asmayalım da besleyelim mi?“ sözleriyle katı yürekliliğini ve acımasızlığını dışa vuruyordu. Özellikle solcuların, Alevilerin yoğunlukta olduğu mahalleler, köyler sık sık aranıyor, insanlara hakaret, işkence ediliyordu.
Üniversitelerin özerkliği kaldırıldı. Üretmeyen, yaratmayan, düşünmeyen kuşaklar yetiştirmeye yöneldiler. 1961 Anayasası’nı kaldırdılar; yerine temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran ve anti-demokratik hükümlerle donatılmış 1982 Anayasası’ın kabul ettirdiler. Ola ki bir gün faşist uygulamalardan dolayı hesap sorulur korkusuyla, 1982 Anayasası’na “12 Eylül yöneticilerinden hesap sorulamaz” diye ek 15. Maddeyi koydular. Bugüne değin bu maddenin değiştirilmesini göze alamadılar. 1982 Anayasası’yla ilk ve orta öğretimde din dersleri zorunlu hale getirildi.
12 Eylül faşist cuntası, demokrasi güçlerine, devrimcilere, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine yönelik bunca işkenceye, baskıya karşın faşist ve şeriatçı saldırganlara, örgütlere daha hoşgörülü davranıyordu. Bu örgütlerden gözaltına alınanlar göstermelik olarak adi suçla yargılanıyorlardı. Örgütün önemli kişileri devletin hassas birimlerinde görevlendiriliyor, yeşil ya da kırmızı pasaportlar veriliyor, yurtdışına görevli olarak gönderiliyorlardı. O gün korunan faşistler, çete ve mafya lideri oldular. Başbakanından milletvekiline kadar devletin önemli mevkilerinde bulunan kişilerle senli-benli ilişki içine girdiler. Başbakan Mesut YILMAZ, “Devletin en önemli sorunu çete-mafyadır. Zamanında yanlışlık yapılmış. Bunlar devleti kullanıyorlar. Haklarından gelemezsem Başbakanlık bana haram olsun” diyordu. Diyordu ama, yakalanan olmadığı gibi, rastlantı sonucu yakalananlar da delil yetersizliğinden serbest bırakılıyordu.
Bugün Türkiye’de ekonomi ve siyaset yaşamına egemen olan çeteler ve mafya örgütleri, kendiliğinden ortaya çıkmadı. Bunların insan rezervi, CIA, MİT, Kontr-Gerilla ve sağ iktidarlar tarafından korunan komando kamplarında yetiştirilen faşist militanlardır.
12 Eylül faşist cuntası dönemindeki uygulamaların kara listesi:
- 650 bin kişi gözaltına alındı.
- 1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
- 210 bin dava açıldı, 1230 bin kişi yargılandı.
- 517 kişiye idam cezası verildi.
- 49 kişi asıldı (Erdal EREN 17 yaşındaydı).
- 71 bin kişi, 141, 142, 163. maddelerden, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılandılar.
* 388 bin kişiye pasaport verilmedi.
- 30 bin kişi sakıncalı olduğu gerekçesiyle işten atıldı.
- 14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı.
- 30 bin kişi, siyasi mülteci olarak yurtdışına gitmek zorunda kaldı.
- 171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi.
- 42 kişi cezaevlerindeki uygulamaları protesto amacıyla yaptıkları açlık grevleri ve ölüm oruçlarında yaşamlarını yitirdiler.
- 937 film sakıncalı bulunarak yasaklandı.
- 23 bin 667 derneğin faaliyeti yasaklandı.
- 3 bin 854 öğretmen, 120 öğretim görevlisi, 47 hakimin görevine son verildi.
- 7 bin 233 devlet görevlisi bölgelerinin dışına sürüldü.
* 1402 Sayılı Yasayla 9 bin 400 kişi kamu görevinden alındı, sürüldü.
- 600 kişi faili meçhul cinayete kurban gitti.
- Gazetecilere toplam üçbin 315 yıl 6 ay hapis cezası verildi.
- 13 büyük gazete için 303 dava açıldı.
* 3 gazeteci öldürüldü, 300 gazeteci saldırıya uğradı.* 39 ton gazete, dergi, kitap sakıncalı bulunarak imha edildi. (41)</code></pre></li>
Bunca uygulamanın sorumlusu görülen cuntanın lideri Kenan EVREN’le ilgili fıkralar anlatılıyordu. Fıkranın biri şöyle:
“Bir gün Evren Paşa, yaveriyle berbere gider. Berber, saç tıraşı sırasında sağ tarafa geçtiğinde, ‘Paşam ne zaman demokrasiye geçeceksiniz?’ diye sorar. Evren Paşa’dan ses çıkmaz. Berber, sol tarafına geçtiğinde yine, ‘Paşam ne zaman demokrasiye geçeceksiniz?’ diye sorar. Evren Paşa’ dan yine ses çıkmaz. Berber arka tarafında yine ‘Paşam ne zaman demokrasiye geçeceksiniz?’ diye sorar. Paşa’ dan yine ses çıkmaz. Tıraş biter, yaver Evren’in paltosunu tutar. Dışarı çıkarken yaver geri döner. Berbere ‘Be birader bir defa sordun, cevap vermedi. Niye sık sık aynı soruyu soruyorsun?’ diye çıkışır. Berber, ‘Demokrasi lafını duyunca Evren Paşa’nın saçının kılları diken diken oluyordu, o zaman saç tıraşı kolaylaşıyordu. Tıraşın iyi yapılması için sık sık sordum. Yoksa demokrasiden bana ne?’ der…”
- Sonuç
Türkiye’de işlenen cinayetler, katliamlar, saldırılar, 15-20 yaşlarındaki gençlerin kurduğu örgütlerin işi değildir. Bunca otomatik silahı ve bombayı temin etmek, bunca cinayet işlemek ve katliam yapmak ama yakayı ele vermemek, yakalandığında kurtarılmak, cezaevlerinden kaçırmalar organize etmek, gençlerin kurduğu örgütlerin harcı olamaz. Bunları örgütleyen, katliam ve saldırıları planlayan, silah sağlayan, suç işleyenleri koruyan perde arkası örgütler ve güçler bulunmaktadır. Perde arkası örgüt ve güçlerin bir ucunun devlet erkini elinde tutan siyasi güçlere ve bir ucunun da ta ABD’ye (CIA) dayandığını, yukarıda örnekleriyle açıklamaya çalıştık.
Faşist örgütlerin elleri, yüzleri ve gözleri kanlıdır. Ama bunların ipi kimin elindedir? CIA, MİT ve Kontr-Gerilla gibi gizli örgütlerin, gelişmeleri perde arkasından yönettikleri, daha çok muhalefetteyken olmak üzere, çeşitli partilerin sözcüleri ve eski kıdemli politikacılar ve askerler tarafından öteden beri dile getirilmektedir. Ama hiçbir iktidar söz konusu güçlerin üzerine gitme kudreti gösterememiştir.
Malatya, Kahramanmaraş, Çorum, Sivas katliamları, Alevilerle Sünniler arasında olmuş birer çatışma olarak nitelenemez. “Alevi-Sünni çatışması”, perde arkasındaki güçlerin hem topluma egemen olmak, hem de kendi rollerini gizlemek için kullandığı ve yaydığı bir aldatmacadır.
Cinayet ve katliamlarla, şu şekilde maddeleştirilebilecek amaçların güdüldüğü söylenebilir:
1) ABD’nin, geri bıraktırılmış ülkeler ve Türkiye’deki çıkar ve egemenliğini korumak,
2) Emekçilerin sınıfsal uyanışını ve mücadelesini engellemek, sermaye egemenliğinin sürmesini sağlamak,
3) Sol parti ve devrimci kuruluşların kitlesel gücü niteliğinde olan Alevilerin topluluk niteliğini parçalamak ve onları, kimliksiz yığınlara dönüştürmek üzere yerinden yurdundan etmek,
4) Zaman zaman hedeflerine pürüzsüz ulaşmalarına engel çıkaran parlamento oyununa bir son vermek, demokratik kitle örgütleri ve işçi sendikaları gibi bağımsızlık, demokrasi ve özgürlük yanlısı güçleri en etkin bir şekilde yok edecek faşist darbenin meşruiyetini oluşturmaktır.
Dileğimiz, sol ve devrimci güçlerin, acı tarihsel deneylerden akılcı yöntemlerle dersler çıkarmasıdır.
Kaynaklar
1) Muzaffer İlhan ERDOST, Faşizm ve Türkiye
2) Günaydın Gazetesi, 2 Ekim 1979
3) Süleyman GENÇ, Bıçağın Sırtındaki Türkiye, s. 21
4) Süleyman GENÇ, a.g.e., s. 29
5) Cüneyt ARCAYÜREK, Demokrasi ve Gizli Servisler, s. 43
6) ARCAYÜREK, a.g.e., s. 53
7) Suat PARLAR, Gizli Devlet, (C. Senatosu tutanaklarından alıntı), s. 248
8) PARLAR, a.g.e., s. 318
9) Süleyman GENÇ, a.g.e., s. 97-98
10) A.g.e., s. 101-105
11) İsmail CEM, Tarih Açısından 12 Mart, s. 299
12) Süleyman GENÇ, a.g.e., s. 98-99
13) Muzaffer İlhan ERDOST, a.g.e., s.: 96
14) Suat PARLAR, a.g.e., s. 291
15) Aydınlık Gazetesi, 20. 01. 1978
16) Aydınlık Gazetesi, 21. 10. 1978
17) Örsan ÖYMEN, Milliyet Gazetesi, 31. 10. 1978
18) Cumhuriyet Gazetesi, 21. 08. 1978
19) Cumhuriyet Gazetesi, 24. 08. 1979
20) Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı 1 numaralı Askeri Mah. 1981/176, K: 1987/14, Cilt: 4
21) Suat PARLAR, a.g.e., s. 288
22) İbrahim AKSOY, Hükümlü Yazılar, s. 78
23) Ali Yaşar SARIBAY, Türkiye’de Modernleşme, Din ve Partiler, s. 98
24) Uğur MUMCU, Rabıta, s. 140
25) Cumhuriyet Gazetesi, 12. 10. 1998
26) Cumhuriyet Gazetesi, 13.10.1998
27) Uğur MUMCU, a.g.e., s. 68
28) DİE Yıllığı
29) İsmail CEM, a.g.e., s. 279
30) Mete TUNÇAY, Türkiye Tarihi, C: 4, s. 232
31) İsmail CEM, a.g.e., s. 279
32) Yeni Forum Dergisinden aktaran Suat PARLAR, a.g.e., s. 33
33) Süleyman GENÇ, a.g.e., s. 231
34) Cüneyt ARCAYÜREK, Demokrasi Sonbaharı,
s. 358
35) Oğuzhan MÜFTÜOĞLU, Türkiye Gerçeği, s. 218
36) İsmail CEM, a.g.e., s. 97-98
37) Hürriyet Gazetesi, 17. 09. 1979
38) İsmail CEM, a.g.e., s. 34
39) Cüneyt ARCAYÜREK, Darbeler ve Gizli Servisler
40) Cüneyt ARCAYÜREK, 12 Eylül’e Doğru Adım
41) Cumhuriyet Dergi, Sayı: 651 (13. 09. 1998)
KAYNAKÇA
KİTAP
1) Hıfzı Veldet VELİDEDEOĞLU, 12 Eylül: Karşı Devrim, Evrim Yay., İstanbul 1989
2) Muzaffer İlhan ERDOST, Faşizm ve Türkiye, Onur Yay., Ankara 1995
3) Muzaffer İlhan ERDOST, Üç Sivas, Onur Yay., Ankara 1996
4) M. Ali BİRAND, 12 Eylül, Karaca Yay., İstanbul 1984
5) Cüneyt ARCAYÜREK, Darbeler ve Gizli Servisler, Bilgi Yay., Ankara 1995
6) Cüneyt ARCAYÜREK, Demokrasi Dur, Bilgi Yay., Ankara 1986
7) Süleyman GENÇ, Bıçağın Sırtındaki Türkiye, Der Yay., İstanbul
8) İsmail CEM, Tarih Açısından 12 Mart, Cem Yay., İstanbul 1978
9) F. DURALI, Aleviler ve Gazi Olayları, Ant. Yay., İstanbul 1995
10) 68 Yargılıyor, 68’ler Birliği Vakfı Yayını, Ankara 1998
11) Ali SİRMEN, On İkiden On İkiye Türkiye, Çağdaş Yay., İstanbul
12) Uğur MUMCU, Papa-Mafya-Ağca, Tekin Yay., İstanbul 1984
13) Uğur MUMCU, Saklı Devletin Güncesi, Um:ag Yayını, Ankara 1997
14) Uğur MUMCU, Rabıta, Um:ag Yayını, Ankara
15) Tayfun MATER, Devrimci Yol Savunması, Simge Yay., Ankara1989
16) Ali Yaşar SARIBAY, Türkiye’de Modernleşme, Din ve Parti ve Partiler, Alan Yay., İstanbul 1985
17) Talat TURHAN, Kontr-Gerilla, Tüm Zamanlar Yay., İstanbul 1993
18) Suat PARLAR, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, Spartaküs Yay., İstanbul 1994
19) H. Nedim ŞAHHÜSEYİNOĞLU, Demokrasi, Laiklik ve Özgürlük Mücadelesi PSAKD Yayını, Ankara 1997
20) İbrahim AKSOY, Hükümlü Yazılar, Deng Yay., İstanbul 1996
21) Ahmet REFİK, Onaltıncı Asırda Râfızılık ve Bektaşilik, Ufuk Yay., İstanbul 1996
22) Mete TUNÇAY ve Arkadaşları, Türkiye Tarihi, C:4, Cem Yay., İstanbul 1989
23) Oğuzhan MÜFTÜOĞLU, Türkiye Gerçeği, Patika Yay., İstanbul 1989
24) Sadık ERAL, Çaldıran’dan Çorum’a Anadolu’da Alevi Katliamları, Yalçın Yay., İstanbul 1995
25) Mahmut MAKAL, Karanlığı Zorlayanlar, Başak Yay., Ankara 1992
26) Besim ATALAY, Maraş Tarihi
27) Zeki COŞKUN, Aleviler-Sünniler ve Öteki Sivas, İletişim Yay., İstanbul 1995
28) Sivas Kitabı, Edebiyatçılar Derneği Yayını, Ankara 1994
29) Çetin YİYENOĞLU, Ölü Ozanlar Kenti, Ekin Yay., Ankara 1994
30) Ali YILDIRM, Ateşte Semaha Durmak, Yurt Yay., Ankara 1993
31) Ali BALKIZ, Sivas’tan Sydney’e Pir Sultan, Prospero Yay., Ankara 1994
32) Lütfü KALELİ, Sivas Katliamı ve Şeriat, Alev Yay., İstanbul 1994
33) Bilinmeyen Yönleriyle Sivas Katliamı, Ayyıldız Yay., Ankara 1994
34) Öner YAĞCI, Sivas’ı Unutmadık
35) Serdar DOĞAN, Yaşamak, Martı Kanadında Rüzgar Taşımaktır, Aral Yay., Ankara 1997
36) Maraş’tan Sonra, Birikim Yay., İstanbul 1979
37) Orhan APAYDIN, Kim Öldürüyor, Niçin Öldürüyor?, İstanbul 1978
DERGİLER
1) Nokta Dergisi, Sayı: 22 (1986)
2) Yeni Gündem, Sayı: 70 (1978)
3) TÖB-DER Dergisi, Sayı: 90, 91, 94, 95, 102 (1975)
4) Ülke, Sayı: 8
5) Birikim, Sayı: 39
6) Pir Sultan Abdal Kültür ve Sanat Dergisi, Sayı: 8, 9, 10, 12, 13, 15, 16, 20, 23, 24
7) İlke, Sayı: 58 (1978)
GAZETELER
1) Cumhuriyet
2) Milliyet
3) Hürriyet
4) Tercüman
5) Sonhavadis
6) Aydınlık
7) Sabah
8) Ortadoğu
9) Akşam
10) Akit
11) Zaman
12) Türkiye
13) Demokrat
14) Günaydın
15) Çorum (Çorum – Yerel)
16) Gayret (Malatya)
17) Görüş (Malatya)
MAHKEME KARARLARI
1) Adana DGM, 1975 / 24
2) Adana Sıkıyönetim Mah. (K. Maraş) 1980 / 92
3) Ankara DGM (Sivas) 1993 / 106
4) Ankara SYTM, 1981 / 176
5) Yargıtay 9. Ceza Dairesi : 1996 / 688
6) TBMM Araştırma Komisyonu Raporu
KISALTMALAR
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
ANAP : Anavatan Partisi
AP : Adalet Partisi
AID :
BP : Birlik Partisi
CHP : Cumhuriyet Halk Partisi
CGP : Cumhuriyetçi Güven Partisi
CIA : ABD Merkezi Haberalma Servisi
CKMP : Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
DGM : Devlet Güvenlik Mahkemesi
DGB : Devrimci Gençlik Birliği
DP : Demokrat Parti
DYP : Doğru Yol Partisi
DSP : Demokratik Sol Parti
DSİ : Devlet Su İşleri Müdürlüğü
EÜ : Ev Sahibi Ülke
FP : Fazilet Partisi
İMF : Uluslararası Para Fonu
MİT : Milli İstihbarat Teşkilatı
MSP : Milli Selâmet Partisi
MAYÖD : Malatya Yüksek Öğrenim Derneği
MC : Milliyetçi Cephe
MHP : Milliyetçi Hareket Partisi
MKE : Makina Kimya Enstitüsü
MNP : Milli Nizam Partisi
MTTB : Milli Türk Talebe Birliği
MÜSİAD : Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği
NSA : Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı
ODTÜ : Orta Doğu Teknik Üniversitesi
PTT : Posta, Telefon, Telgraf İşletmesi
PSAKD : Pir Sultan Abdal Kültür Derneği
RP : Refah Partisi
SYÖD : Sivas Yüksek Öğrenim Öğrencileri Derneği
SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği
TÖB-DER : Tüm Öğretmenler Birleşme-Dayanışma Derneği
TİP : Türkiye İşçi Partisi
TÜM-DER : Tüm Memurlar Derneği
TÜDET : Türkiye Teknik Elemanlar Derneği
TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi
TÖS : Türkiye Öğretmenler Sendikası
ÜGD : Ülkücü Gençlik Derneği
ÜYD : Ülkü Yolu Derneği