Uzun zamandır sahnelerdeyim. Yaptığım seminerlerin, imza günlerinin sayısını unuttum. Yine de, her etkinlikte çocukça bir heyecan sarar beni. Salona girdiğimde ya da sahneye çıktığımda, beni bekleyen canlar, gülen yüzler, uzatılan eller, verilen selamlar…
Hepsi birbirinden değerli.
Hepsi birbirinden sevgi dolu.
Önceleri bu geçmeyen heyecanıma bir anlam veremezdim ama zaman geçtikçe anladım ki, bu heyecan benim insana verdiğim önemden, cana duyduğum sevgi ve saygıdan kaynaklı. Salonda bir kişi de, yüz kişi de olsa, bu benim için değişmeyen bir kural.
Sevgiyi kazanabilmek.
Saygıyı hakedebilmek.
Umutları kırmamak ve boşa çıkarmamak beklentileri…
Yıllar önce bir öykü dinlemiştim.
Bir Alevi dedesinin torunu varmış ve bu torun dede gibi toplumda yer edinmeyi, onun gibi sevilip sayılmayı ve onun gibi değer görmeyi çok ister, dost meclislerine, cemlere, konu komşu toplantılarına, dede nereye giderse, beraberinde gitmek için ısrar edermiş.
Durumu fark eden dede, bildiği ne varsa, torunuyla paylaşmış. Onu bir öğrenci gibi yetiştirmiş ve bir gün “Bilirim, uzun zamandır içinde yanan bir ateş var. Sen de bu ateşi artık durduramıyorsun. Sayılıp sevgi görmek istiyorsun. Adın sanın bilinsin, hakkında güzel sözler söylensin istiyorsun.”
Torun heyecanla dedenin sözünü kesmiş.
“He ya dedem. İnan dediğin gibi. Ben senin yoluna kurban olayım. Ben de aynı yolu yürüyeyim istiyorum. Hakk şahidim olsun ki, çocukluğumdan beri tek derdim budur.” demiş.
Dede gülümsemiş.
“İnsanın özü hamdır. Arifler ateşinde yanmadan ve aşkın narında pişmeden, yola çıkmak olmaz. Senin özün sana ne der? De bakayım, ham mısın, piştin mi yoksa çoktan pişip yandın mı?”
Torun dedenin dediğine pek anlam verememiş, sadece “Oldum ben tamamım. İzin ver, bunu sana kanıtlayayım dedem.” demiş.
Dede torununa itiraz etmemiş ve beraber düşmüşler yola.
Bir dergâhın önüne varmışlar.
Torun dedesine dönmüş.
“Bak dedem” demiş “Bak da gör, şimdi ben bu eşikten içeri girdiğimde, neler olacak.”
Dede kapının önünde beklerken, torun kapıyı açıp dergâha girmiş. İçerdekiler geleni görünce, hep birlikte ayağa kalkmışlar.
Torun geriye dönmüş, gururla dedesine bakmış. “Görüyor musun dedem?” demiş “Bana duydukları saygıyı sevgiyi görüyor musun?”
Dede hiç cevap vermemiş.
Torun diğer canlar gibi, kendine bir yer bulup oturmuş.
O anlatmış canlar dinlemiş. Ama tam canlar da konuşmaya kalktığında, onların sözünü kesip tekrar anlatmaya devam etmiş.
Dede de sabırla kapının önünden olup bitenleri izlemiş.
Derken saatler geçmiş, ayrılık vakti gelmiş.
Torun canlardan izin isteyip kalkmış. Kapıya vardığında, gururla dedesinin gözlerine bakmış.
“Ben sana demiştim dedem. Ben sana ‘oldum’ demiştim.”
Dede yine sevgiyle gülümsemiş torununa.
“Eyvallah imanım.” demiş. “Doğrudur, senin suretin kapıda göründüğünde, içerideki canların hepsi ayağa kalktı, seni saygıyla ve sevgiyle selamladı. Peki, ya sen içerden çıkarken?”
Torun şaşırmış.
“İçerden çıkarken mi?”
Başını sallamış dede.
“Sen bir yere girdiğinde, ayağa kalkanın, selamlayanın, hal hatır soranın çok olur. Bu karşılama çoğunlukla insanın suretinedir, hırkasına, heybesinedir. Asıl saygı, asıl sevgi, sen canlar sofrasından kalkıp gitmek istediğinde ortaya çıkar, O canların kaçı tekrar ayağa kalkar, kaçı seni yolcu etmek ve uğurlamak için kapıya kadar eşlik eder? Önemli olan budur. Kimi insan tanındıkça azalır, kimi insan da bilindikçe büyür çoğalır. Şimdi dön de bir arkana bak.”
Dedesinin ne demek istediğini anlamasa da, kaygıyla geriye dönüp odaya ve odanın içindeki canlara bakmış. Dergâhtaki canlar hararetle bir şeyler konuşuyorlarmış ve biraz önce biri mi gelmiş, biri mi gitmiş, hiç umurlarında değilmiş.
Torun o vakit dedesinin sözlerini anlamış. Dede, gözleri dolan torununa sarılmış.
“Üzülme imanım.” demiş. “İşte pişmek de, yanmak da bu yoldan geçer. Düşeceğiz ama kalkmasını bileceğiz. Hatadır olur. Öğreneceğiz. Bu yol öyle bir yol ki, insan önce kendi özünü dara çeker. Acıyla, kederle ve zorlukla arınır kötülüklerden. Gün gelecek, seni uğurlayanın kapıda karşılıyanından çok olacak. İşte o vakit, sen sadece dostun eşiğinden değil, aşkın eşiğinden de içeri girmiş olacaksın.”
Dedim ya,
sevdiklerimiz bizi heyecanlandırıyor, sevdiklerimiz bizi umutlu kılıyor ve inancımızı harlıyor. Bu yüzden seviyorum heyacanımı.
Kendi kendime “Daha bozulmamışsın Tamer efendi, şükür.” diyorum.
Duisburg’daki canlarla birlikteyken, yine o aynı çocukça heyecan üstümdeydi. Yaklaşık iki-üç saat sohbet ettik, güldük, hüzünledik, düşündük, yaşadıklarımızı gözden geçirdik.
Semineri en önden izleyen bir dedemiz de vardı.
Mahmut dede.
Dede saatlerce yerinden bile kalkmadan, pür dikkat gevezeliklerimi dinledi, sorular sordu, anlattıklarıma eklemeler yaptı. Çok güzel ve özel cümlelerle katkılarda bulundu.
“Aşk biter mi?” diye sordum.
“İki kişi biter demeden, bitmez.” dedi.
“Nasıl bu kötülüklerle baş edeceğiz.” diye sordum.
“Gönül gözüyle bakacağız.” dedi.
“Dünya bozuk.” dedim.
“İnsan bozuk, dünyanın ne suçu var.” dedi.
Seminer bitti.
Ben kitaplarımı imzalamaya başladığımda, dedem de yanıma geldi ve kitabını imzalattı. Sonra fotoğraf çektirdik.
Bir baktım trendeyim ve evime dönüyorum. Üç buçuk saatlik yolum var. Bari seminer fotoğraflarına bakayım dedim ve fotoğrafların arasında bu paylaştığım kareyi gördüm.
Dedenin bana bakışı!
Hani deriz ya “Bazen bir bakış, bir romana bedeldir.” diye.
İşte öyle bir bakış bu.
Sonra yukarıda anlattığım öykü aklıma geldi.
“Kimi insan tanındıkça, bilindikçe, büyür ve çoğalır.”
Benim için, Duisburg Alevi Toplumu’nda göz göze, gönül gönüle geldiğim canlar öyle. Ben de onları tanıdıkça, gözümde ve gönlümde büyüyorlar ve çoğalıyorlar.
Ve ben, sosyal medyada canıma, kanıma, aileme, sevenlerime musallat olan, iftira, hakaret ve küfürlerle beni bitirmeye çalışan çakallara inat, bir dedenin ya da bir çocuğun, annenin, canı n bakışında böyle güzelleşebiliyorsam…Nasıl denilir bilmiyorum…
Sadece “Bana da, bakana da, yazıma eşlik edenlere de aşk olsun.” diyebilirim. Aşk olsun.
“Göze girmek kolaydır imanım. Asıl mesele gönüle girebilmektiir.”
Özünüze rast gelesiniz.
Sevgiyle…
t a m e r d u r s u n