Pîr Sultan’ın yaşamına ilişkin bilgiler vermeden önce, onun içerisinde vücut bulduğu ve adını taşıyan geleneği oluşturan ortamı satır başlarıyla anımsamakta yarar vardır.
Resmî tarihimiz XVI. yüzyılı “ön tevakkuf” devri olarak nitelendirir. Tevakkuf, “Durma, duraklama, eğleşme” demektir. Yüz yıl içinde dev bir imparatorluk haline gelen Osmanlı Devleti, 1500’lü yılların ortalarından itibaren niçin durma noktasına gelmiştir?
Yine resmi tarihimize göre, İmparatorluğun genişlemesi nedeniyle halkı arasında temelli bir manevi birlik oluşmamıştır. Devleti yükselten hanedan, imparatorluk yetkilileri, yeniçeriler, tımar ve zeamet mensupları Kanuni Sultan Süleyman döneminden itibaren bozulmaya başlamıştır. Eskisi gibi savaş ganimeti olmadığından, imparatorluk ekonomik sıkıntıya düşmüş, bunun yükü halka bindirilmiştir.
Yeniçerilerin disipline edilememesi, tımar ve zeametlerin yeteneksiz, yetkisiz ve beceriksiz kimselere verilmeye başlamasından sonra, Anadolu’da düzen ve güven ortamı kalmamıştır. Yer yer halk ayaklanmaları başlamıştır. Ayaklanmalar, başlarda bastırılırken giderek dizginlenemez duruma gelmiştir. Bu başkaldırıların başlıcaları arasında Canbulatoğlu, Kalenderoğlu, Abaza Mehmet Paşa, Vardar Ali Paşa sayılabilir.
Osmanlılar ve Safeviler başlangıçta Türkmen aşiret gelenekleriyle devletler kurmuşlardı. Ancak, Osmanlı’da “Düzenli Ordu”nun ve yerleşik kurumların “merkez”de gelişmesiyle birlikte, konar göçer Türkmenler “dışta” kalmış, giderek devletle yabancılaşmıştı. Buna karşılık, Safevi devletinde göçer Türkmenler, aynı duyguları taşıyan bir öndere kavuşmuş, ilgi, sevgi saygınlık görmüş, çeşitli makamlara getirilmişlerdi. Ustacalu, Varsak, Rumlu, Tekeli, Şumlu, Kaçar, Afşar ve Kamanlı Türkmenleri, Safevi süvari ordusunu oluşturuyordu. Osmanlı’daysa, Medrese’den ya da Enderun okulundan geçmeden böyle makamların Türkmenlere verilmesi ancak ayrıcalıklı bir durumda olabilmekteydi.
Şah Tahmasp zamanında “han” ve “sultan” gibi unvanlarla anılan askeri vali ve komutan konumundaki “amir”lerin sayısı yüzü aşmıştı. Bunların hepsi “Kızılbaş”, yani Anadolu kökenli “Alevî” göçer Türkleriydi. Öyle ki,: Sultan Selim ve Şah İsmail arasında gidip gelen öfkeli mektuplarda; Sultan Selim İran şahına kentli kültürlü çelebilerin dili olan Farsça’yla yazarken, Şah İsmail, Sultan’ Selim’e gönderdiği mektuplarda, kendi aşiret ve kökeninin dili olan Türkçe’yi kullanmıştı.
Osmanlı’da devletin ve kent hayatının kurumlaşması, medreselerin gelişmesiyle, Türkmen yaşam biçiminden uzaklaşılıyordu. Türkmenler yerleşik hayata geçmeleri ve vergi vermeleri için zorlanıyorlardı. Osmanlı’nın kural ve kuramlarını tanımayan yarı göçebe Türkmenlerde tek saygın otorite, kendi içlerinden çıkmış “baba”, “dede” gibi unvanlarla anılan derviş ve şeyhlerdi. Eski Türk Şaman’larını anımsatan bu “baba” lakaplı Türkmen şeyhleri, köylülerin ve göçebelerin manevi hayatlarının vazgeçilmezleriydi. Osmanlı’nın bu zaafını, Türkmen Safevi Şah İsmail iyi yakalamıştı.
Osmanlı, Frenk ülkelerinden devşirip getirdiği yabancıyı kendi safına kazanmıştı ama Türkmen’i kaybetmişti. Türkmen’in, baş, bey, oba, ülke, şah arama çabasının nedeni buydu.
ŞAH İSMAİL FAKTÖRÜ
Şah İsmail, gönderdiği temsilcileri aracılığıyla Anadolu’da eski Türk inançlarının ağır bastığı Müslüman Türkmen kültüründe ‘Ehl-i Beyt’ ve “12 İmam” gibi bazı “Şii İslam” unsurlarının güçlenmesini sağlamıştı. Anadolu Türkmenliği artık Alevî kültürü olarak yeni bir senteze yönelmişti. Osmanlı’ya yabancılaşmış olan Anadolu’daki Türkmen aşiretleri, bekledikleri “mehdi”yi Şah İsmail’de bulduklarını sanmışlardı. Öte yandan, ‘baba’lar Şah’ın lehine, Padişah’ın aleyhine propagandaya başlatmışlardı.
Safevi-Şah İsmail Devletini kuran ikinci en büyük oymak olarak, Ustacalu Boyuydu. Bu boy aslında başlıca Sivas Amasya Tokat bölgesinde yaşayan ve bazı oymakları Kırşehir’e kadar yayılan Ulu Yörük adlı büyük topluluğa mensuptu.
İran’da Safevi soyundan gelen bir Türk’tü. Erdebil’de doğdu. Ana tarafından Uzun Hasan’m torunu Bilki Aka’nın oğludur. Babası Haydar’ın ölümünden (1488) sonra dayısı tarafından iki kardeşiyle birlikte düşmanlarından kaçırılarak Şiraz’a gönderildi. Şah İsmail ilk öğrenimini özel bir öğretmenden gördü. Şah İsmail Kendisine katılan Türk oymaklarıyla birlikte yeterince kuvvet topladığını görünce ilk olarak babasının ve Şiilere yapılan eziyetlerin öcünü alma yolunu tutar. Tebriz’e gelip taç giydiğinde (1502), babasının öcünü almış, Baku’yü zaptetmiş, Nehcivan’da Elvend Bey’i yenmiştir. Şah İsmail’in bundan sonraki yaşamı Şiiliği yaymak, Safevi devletinin sınırlarını genişletmek için yaptığı savaşlarda geçer. Devletin sınırları genişleyip Şiilik Anadolu’ya doğru hızla yayılınca Osmanlılarla çatışır. Sonunda Çaldıran’da Yavuz’a yenilir (1514) ve kaçar. Bu yenilgiden sonra Tebriz’e döndüyse de eski gücünü yitirdiği gibi uğradığı ruhsal çöküntüyle de kendisini şaraba verir. Oğlu Tahmasb’ı yerine atabey olarak bırakır, her yılını ayrı bir kentte geçirerek yaşamını tamamlar. Azerbaycan’da iken ölür. Cenazesi Erdebil’e götürülür.
Şah İsmail’in Safevi devleti, hem din anlayışı, hem askeri yapısı ile Türkmen aşiret devleti olarak kurulmuştu. İsmail, kendisinde, ilahi bir imajı yaratarak, mistik duyguları kuvvetli olan göçer Türkmenlerini etkilemiş, savaşçı bir ordu oluşturmuştu.
ANADOLU HALKININ ÇİLESİ VE BAŞKALDIRILAR
II. Bayezid zamanında Şah Kulu isyanı ile Anadolu’daki olaylar büyüyünce Şehzade (Yavuz) Selim, babasını devirip tahta geçmişti. İran seferine hazırlanan Yavuz, beylerbeyi ve sancakbeylerine emir vererek Şah İsmail’e taraftar olan ve ayaklanma ihtimalleri bulunan kişileri deftere yazdırarak yok ettirdi.
Pîr Sultan’ın doğduğu Banaz köyü ve çevresi, 1511 “Şahkulu” ve 1512 “Nur Ali Halife” isyanları sırasında, Osmanlıların şiddet ve baskılarıyla karşılaşmıştı. Yavuz Sultan Selim, 1514 Yazında Şah İsmail ordusuyla savaşmak üzere yola çıkmadan önce, defter ettirdiği Kızılbaş, Rafızî Türkmenlerin defterlerini dürmek ve burada Yavuz karşıtı olarak çıkması olası hareketleri ezmek üzere Sivas Rum Eyaletinde 40 bin kişilik Osmanlı askeri bırakmıştı. Bu askerler çevreyi yakmış, yıkmış, yağmalamıştı.
Nitekim 1514 Yazındaki Türkmenlere karşı yapılan haksızlıklar baskıların aşırıya kaçtığını ve “kurunun” yanında önemli ölçüde Osmanlı yanlısı “yaş”ların da yandığını öğrenen Yavuz Selim, daha büyük olayları önlemek adına bu güçlerin komutanı Dukanin Oğlu Ahmed Paşa ve daha birçoklarının başını vurdurmak durumunda kalmıştı.
İkinci cana kıymalar, şiddet ve baskılar dalgası Kanuni Süleyman zamanında yaşanmıştı. Mohaç seferi sırasında Anadolu’da isyanlar ve Safevi akınları yüzünden kan gövdeyi götürüyordu. Kanuni, Mohaç’tan sonra İran seferine çıkmış, Anadolu Alevîleri Yavuz zamanından daha sert baskılara uğramıştı. Türkmenlerin İran’a, Sünni Kürtlerin Osmanlıya yönelmesi bölgenin etnik yapısını da etkilemişti. Türkmen ‘baba’larla iç içe yaşayan, ordusunu Hacı Bektaş ruhaniyetiyle takdis eden Osmanlı, bir yandan şiddet uygulayarak, bir yandan Şeyhülislam fetvalarındaki aşağılayıcı ifadelerle Alevîlerin karşısındaydı. Bu fetvalarda Alevî Türkmenler “zındık” vs. gibi itikadî terimlerle aşağılanmışlar, “mum söndü” gibi iftiralara uğramışlardı. Alevî metinlerinde ise, Sünniler “yezit”, “münkir”, “münafık” gibi sözlerle aşağılanmaktaydı.
Ancak, Osmanlı’da isyanların nedeni yalnızca mezhep ayrılığı ve zıtlaşması değildi. Öyle olsaydı Karamanlı ve Akkoyunlu gibi ‘Sünni’ Müslüman Türkmen boyları yerleşik ve merkeziyetçi Osmanlı’yla sert çarpışmalara girmezlerdi. Türkmen, Yörük, Kızılbaş gibi adlarla anılan göçerler, XVI. yüzyıl başlarında Anadolu nüfusunun yüzde 15’ini oluşturmaktaydı. Oysa yalnız göçer Türkmenleri değil, daha geniş halk kitleleri ayaklanmaktaydı. Konuya mezhep kavgası, diye bakmak yanlıştı. Sünniliğe karşı bir Şiilik Kızılbaşlık ayaklanması olsa idi, çoğunlukta olan Sünni halk karşı koymaya kalkar, iki mezhep arasında kanlı çatışmalar çıkardı. İsyancılar Alevî Kızılbaş Türkmenler olsa bile, çıkardıkları isyan bir mezhep ayrılığı kavgası değildi.
Halk ağır vergilerden, devşirme kapıkulu vali ve sipahilerin baskılarından bunalmıştı. Bu nedenle ayaklanmalara Sünniler de açık veya gizli destek vermekteydi.
Örneğin ayaklanan Kalender Şah’a Maraş’ta 20 bin kişi katılmış, devletin gönderdiği ordular yenik düşmüştü. Kanuni’nin Sadrazamı İbrahim Paşa, ellerinden tımar toprakları alınanların da isyana katıldığını fark etmiş ve toprakların iade edileceğini açıklayınca, isyancıların sayısı 20 binden 3-4 bine düşmüştü.
Osmanlı, göçer Türkmenleri “uç”larda (serhadlerde) gaza’ya sevk ederek akıncılar ve gaziler olarak baba ve dervişlerin, şeyhlerin dinamizminden yararlanmış, onlara destek vermişti. Ama merkezileşme ve kurumlaşma süreci ve “Düzenli Ordu” geliştikçe bu bağımsız ve gezgin gruplara gereksinim kalmamıştı. Sosyal ve ekonomik koşullar, Osmanlı ile Anadolu’daki göçer Türkmenleri ve yoksul köylüleri karşı karşıya getirmişti.
XV.yüzyıldan itibaren, vergi vermek yükümlülüğü olan raiyet sahibi çiftçi köylüler, yeni bir sorun olan bu durum karşısında zor duruma düştüler. “İl yazıcıları,” ip çekerek dönüm fazlasını, rüşvet karşılığında, topraksızlara verince, “raiyet çiftçileri”, vergilerini ödeyememiş, tefecilerin eline düşmüşlerdi. Borçlarını ödeyemeyen bu köylüler, vergilerini ödememek için çift bozmuşlardı.
Verdiğimiz genel bilgilerin dışında, Pîr Sultan Abdal’ın yaşadığı ve tanık olduğu bu halk hareketlerinden bazılarını özetleyelim:
Şah Kulu Sultan ayaklanması, 1509 ve 1511 yılları arasında gelişti. Şah İsmail Safevi’yi dayanarak başlamıştı. Kısa zamanda bağımsız halk hareketi haline geldi. Anadolu ve Rumeli’ye yayıldı. Osmanlı kuvvetleri bir süre başarısız oldu. Ancak Vezir Hadım Ali Paşa’nın yönetiminde, Sivas Gedikhan’daki çarpışmada Şah Kulu öldürüldü.
Nur Ali Halife ayaklanması, 1512 yılında Tokat, Amasya, Yozgat ve Çorum yörelerindeki Alevîler başlattı. Nur Ali, Şah İsmail’in temsilcilerindendi. Tokat’ta Şah İsmail adına hutbe okuttu. Şehzade Ahmet’in (Yavuz Selim’in kardeşi) isyanı bastırmakla görevlendirdiği Sinan Paşa’yı iki bin askeriyle öldürüp, Sivas’ı kuşattı. Şehzade Ahmet’in oğlu Murat, Nur Ali Halife’yle işbirliğine girmişti. Nur Ali, emrinde 10 bin kişilik kuvvet bulunan Murat’la, Kazova’da birleşti. Aynı yılın yazında Erzincan yakınlarında Göksu’da yapılan savaşta Nur Ali Halife birlikleri, Osmanlı ordusuna yenildi. Bıyıklı Mehmet Paşa, Nur Ali’nin başıyla birlikte 600 isyancının kellesini Yavuz’a İstanbul’a gönderdi. Bir başka rivayete göre, Nur Ali Halife kurtulup Erzincan’a dönmüş, Çaldıran savaşında Şah İsmail’in kumandanlarından biri olarak görev yapmıştı.
Çaldıran öncesi ve sonrası iki yıl içerisinde Anadolu’da Alevî kırımları yapılmıştı. Osmanlı’yla Safevi devleti arasında 1514 yılında yapılan Çaldıran savaşı, bir dönüm noktasıydı. Bu savaş sonrasında Anadolu Alevîlerinin Şah İsmail’den umutları kesildi.
Çaldıran’da Türkmen aşiret süvarilerinden oluşan Şah’ın ordusu kılıç, mızrak, gürz, ok gibi ‘ateşsiz’ silahlar kullanmışlardı. Osmanlı’nın yeniçerilerden oluşan “ağır piyade”, tüfek kullanan “hafif piyade” tümenleri ve “topçu birlikleri” vardı. Askerleri donanımlı, eğitimli ve disiplinliydi. Yavuz ve komutanları savaş planı yapmışlardı. Şah İsmail, “keşif” dahi yaptırmadan hücum emri vermişti. Şah’ın Türkmenlerinin kahramanca savaşlarının karşısında, “teknoloji” ile “sevk ve idare” vardı. O güne göre modern askeri teknoloji ile modası geçmiş bozkır usulleri çarpışmıştı.
Çaldıran savaşı ile “Şah İsmail”in yenilmezliği inancı yok olunca, bölge halkı eski kabile bağlılıklarına dönmüştü. Prof. Dr. Faruk Sümer’in de belirttiği gibi, Sünni ve Alevîlerde kabile bağnazlığı, mezhep inançlarından ve hanedana sadakat duygusundan daha güçlüydü.
Bir başka isyan Bozoklu Ce la li isyanı olarak tarihimize geçti. Bozoklu Celal, 1517 yılı ortalarında, Yavuz Selim’in Mısır seferi sırasında ayaklandı. Amasya ve Tokat bölgelerinin Alevî Türkmenlerini ayaklandırmıştı. Başkaldırısının tabanının oluşturan 20 bini aşkın yoksul halk ve köylüler, iki yıla yakın süre Osmanlı’ya baş kaldırdı. Ferhad Paşa yönetimindeki Osmanlı ordusunun üstlerine yürümesi karşısında, Bozoklu Celal ve yandaşları Turhal, Zile, Artova ve Sivas üzerinden İran’a yöneldi. Celal Erzincan’da yakalanıp kafası kesildi ve Yavuz’a gönderildi.
Yozgat’ta (Bozok) başlayan bir başka ayaklanmayı 1519’da Şah Ve li çıkarmıştı. Şah Veli, Çevresinde toplanan 4 binden fazla insanla Celal’ın öcünü aldı. Zile’de Sivas beylerbeyi Şadi Paşa’yı savaşa zorlayarak, birliklerini dağıttı. Çarpışmalarda Sivas defterdarı öldürüldü ve Şadi Paşa yaralandı. Bu olayla Şah Veli büyük ün kazandı.
Süklün ve Baba Zünnun ayaklanmaları da Alevî Türkmenlerin yoğun olduğu Bozok’da (Yozgat) çıkmıştı. Tokat, Sivas, Amasya, Maraş, Adana, Tarsus ve İçel yörelerine kadar yayılmıştı. Osmanlı’nın ağır baskıya dayanan toprak-vergi-köylü siyaseti, Alevîler ve Alevîlik inancına hor bakışı, Alevîleri “mülhid-rafızi olarak nitelemesi ve hakaretin ötesinde Alevîliği “ağır suç” kapsamında görmesi, ayaklanmaların ana nedeniydi.
Baba Zünnuncu Alevî yığınlar, Kayseri yakınlarında Hurrem Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetlerini perişan ettiler. Hurrem Paşa, İçel sancak beyi Ali bey, Kayseri valisi Behram bey ve daha birçok zeamet ve tımar sahibi beyler öldürüldü. Bu başarılarıyla taraftarları artan Baba Zünnun ise Artova ve Kazova’ya doğru ilerleyerek, Alevî köylü yığınlarını etrafında topladı. Osmanlı yönetimi bu kez Rumeli beylerbeyi Hüseyin Paşa’yı, Sivas beylerbeyi Hasan Paşa’yı ve Maraş beyi Mahmut’u isyanı bastırmakla görevlendirdi. Hüseyin Paşa tüm eyalet askerleriyle Zünnun’un üzerine yürüdü. Höyüklü’deki kanlı çarpışmalarda, Baba Zünnun’un kendisi ve yandaşlarından çok ölenler oldu, ama Alevîler
Osmanlı ordusuna pes etmediler. Dağlara çekilip toparlandılar. Vakit geçirmeden yeniden Osmanlı güçlerine saldırıp onları dağıttılar ve Hüseyin Paşa öldürüldü.
Baba Zünnuncu Alevî Türkmenler, daha sonra, güneyden gelen Diyarbakır beylerbeyi Hüsrev Paşa’nın Kürt birlikleri tarafından dağıtıldılar.
Aynı yıllar içinde, Atmaca ayaklanması, babasının öldürülmesiyle oymağının başına geçen Zünnunoğ lu; Maraş, Adana, Tarsus-İçel hattında Tonuzoğ lu ve Yenice Bey, yine Adana’da Ve li Halife, Seydi Bey ve İnciryemez Alevî kökenli halk ayaklanmaları, aynı zincirin halkalarıydı ve resmi tarihin “Yükselme Devri” adını verdiği Kanuni Süleyman’ın “Cihan İmparatorluğu’nu” temelinden sarsıyorlardı.
KALENDER ŞAH AYAKLANMASI
Baba Zünnun ölmüş, fakat yandaşları dağılmamış, mücadeleyi sürdürüyorlardı. Çünkü Hacı Bektaş torunlarından Kalender Şah, AnkaraKırşehir yöresinde ayaklanmış, Kazova’ya doğru gelmekteydi. Baba Zünnun’un harekete geçmesinden az bir süre sonra Kalender Çelebi’nin başkaldırması, iki ayrı cephede aynı beyleri ve vezirleri şaşkına çevirmiş, yenilgiden yenilgiye sürüklemişti.
Hacı Bektaş Veli’nin torunlarından, Balım Sultan’ın (1426-1518) kardeşi ya da oğlu olan, “Kalender Abdal”, “Civan Kalender”, “Kalender Çelebi” adlarıyla da tanınan Kalender Şah (1476-1527/8) iyi bir ozandı. Balım Sultan’dan sonra Pîr postuna oturmuş ve Hacı Bektaş Dergâhı’nın başındaydı.
Balım Sultan’ın barışçıl yumuşaklığına karşın, Kalender bu yola baş koymuştu. Söylenceye göre, dedesi Hacı Bektaş Veli’den manevi buyruk almıştı.
Anadolu Alevî-Bektaşî önderleri Seyyidler, Dedeler toplanarak, bir anlaşmaya varmış ve karar vermişlerdi. Kalender, Şah’ın arkasında yürüyeceklerdi. Yukarıda sözü edildiği gibi, Alevîlerin büyük umudu Şah İsmail büyük yenilgiden sonra toparlanamamış ve 1524’de ölmüştü. Anadolu Alevîlerini Erdebil Tekkesi’ne bağlayan, Hoca Ali’den (13921429) bu yana en büyük halka da kırılmış bulunuyordu. Anadolu’daki
Alevî-Bektaşî inançlı halk kitleleri, kendi şahlarını yaratmalıydılar. Bunu Hacı Bektaş Dergâhı’nın başındaki Kalender’in kişiliğinde buldular.
İşte bu dönemde Pîr Sultan Abdal da nefeslerinde, deyişlerinde ve düvazimamlarda Hacı Bektaş Veli ve evlatlarını, Dergâhını işleyerek, onları Ehl-i beytle, Muhammed Mustafa ve Haydar-ı Kerrar (Ali) ile eş-leştirerek, Hacı Bektaş Dergâhı’nın propagandasını yapmıştı.
Ankara, Kırşehir, Bozok (Yozgat), Tokat, Sivas, Erzincan, Maraş, Adana ve Tarsus, Kalender Şah ayaklanmasının sınırları içindeydi. Kazova’ya sancak dikildiği takdirde bütün güçlerin birleşmesi sağlana-caktı.
Sadrazam İbrahim Paşa, ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi. Anadolu beylerbeyi Behram Paşa ile Karaman Beylerbeyi Mahmud Paşa eyalet askerleriyle ona katılmıştı. Her iki Paşa’nın askeri birlikleri, Kazova’ya yönelen Kalender Şah’ın ardına düştü. Kazova’daki korkunç savaşta Kalender’in yoksul köylü Alevî savaşçıları Osmanlı ordusunu iki kez bozmuştu. Osmanlı Mahmud Paşa, Alaiye beyi Sinan Bey, Amasya beyi Koçi Bey, Anadolu Tımar Defterdarı Rum ve Karaman Defterdarı Kethudası Şeyh Mehmed öldürüldüler. Bu yenilgilerle birlikte Osmanlı ordusunun tüm ağırlıkları Kalender Şah birliklerinin eline geçti. Tarihyazıcı Solakzade’nin söylemiyle:
“Bütün torlaklar ağırlıklı silah, hayme ve çadırlar edindiler. Çıplak ve perişan iken giyinip kuşandılar. Övünülecek giysilerle donandılar.”
Kalender’in bu başarılarından sonra, Dulkadırlı boylarının çoğu ayaklanmaya katıldı. Bunların büyük bir kısmı Alevî değildi, fakat dirlik ve tımarları elinden alınmış kimselerdi. Bunlarla birlikte Kalender Şah kuvvetlerinin sayısı 40 bine yükselmişti.
Ayaklanma, giderek önünde durulmaz hale geliyordu. Bu durum karşısında Sadrazam İbrahim Paşa, Dulkadıroğulları’ndan (Kalender tarafına geçen) Başatı, Karacalu ve Dokuzboy beylerine gizlice dirliklerinin derhal geri verileceğini bildirdi. Ayrıca yolsuzlukların düzeltileceğini duyurdu. Vali Ferhat Paşa ile bazı sancak beyleri de “halka yanlış davranıyorlar” gerekçesiyle, ama aslında ayaklanmacıları ezemedikleri için idam edildiler. Dulkadır beyleri devletçe doyurulunca başkalarını da yanlarına çekmeye başladılar. Böylece Kalender Şah ayaklanmasına katılanlarda büyük çözülmeler baş gösterdi.
Sonuçta Osmanlı, savaşta yenemediği Kalender güçlerini içten parçalama taktiğiyle güçten düşürdü. Özellikle geceleri birçok insan ayrılıp evine dönüyordu. Öyle ki, Kalender Şah’ın yanında “3-4 bin Kalenderci kalmıştı.
Pîr Sultan Abdal’ın “dostların muhabbeti kaldırıp, geriye kaçışını”, vefasızlığı ve ihaneti anlatan şiirinden birkaç dörtlük ve arkasından da her ne pahasına olursa olsun kendisinin Pîr’inden dönmeyeceğini korkusuzca vurgulayan nefesini verelim.
Çıktım yücesine seyran eyledim Gönül eğlencesi küstü bulunmaz Dostlar bizden muhabbeti kaldırmış Hiçbir ikrarından ahdi bulunmaz
Zülüfleri top top olmuş cığalı Rakiplerin Hak’tan olsun zevali Bir günahkâr kulum doğdum doğalı Günahkâr kulunun dostu bulunmaz
Kanı benim ile lokma yiyenler Başı canı dost yoluna verenler Sen ölmeden ben ölürüm diyenler Dostlar da geriye kaçtı bulunmaz
Yine kırcılandı dağların başı Durmuyor akıyor gözümün yaşı Vefasız ardından gitse bir kişi
Hakikat ceminde desti bulunmaz
Koyun beni Hak aşkına yanayım
Dönen dönsün ben dönmezem Pîr’imden
Pîr’imden dönüp mahrum mu kalayım
Dönen dönsün ben dönmezem Pîr’imden
Benim Pîr’im gayet ulu kişidir
Yediler ulusu Kırklar eşidir
On İki İmamın server başıdır
Dönen dönsün ben dönmezem Pîr’imden
Kadılar müftüler fetva yazarsa
İşte kement işte boynum asarsa
İşte hançer işte kellem keserse
Dönen dönsün ben dönmezem Pîr’imden
Ulu mahşer olur divan kurulur
Suçlu suçsuz gelir anda derilir
Pîri olmayanlar anda dirilir
Dönen dönsün ben dönmezem Pîr’imden
Pîr Sultan’ım arşa çıkar ünümüz
O da bizim ulumuzdur Pîrimiz
Hakka teslim olsun garip canımız
Dönen dönsün ben dönmezem Pîr’imden
Kalender Çelebi, elinde kalan birkaç bin kişilik kuvvetle Kayseri Sarız üzerinden Nurhak Dağları’na çekildi. Adana ve Tarsus yöresindeki ayaklanmacılarla Bozok bölgesindeki Zünnunoğlu ve Atmaca kuvvetlerini birleştirmeyi amaçlıyordu. Nurhak Dağı, bu iki gücün ortasında bulunuyordu. Eğer İran’a gitmeyi amaçlamış olsaydı, güneye değil, Sivas-Erzincan hattı üzerine çekilirdi.
Kalender Şah’ın elindeki inançlı ama yetersiz kuvvet, Sadrazam İbrahim Paşa’nın “Mehmet Ağa ile Pervane adındaki iki eşkıya avcısı” tarafından tuzağa düşürüldü. Kalender Şah ve yardımcısı Veli Dündar öldürüldü.. Başları Padişah’a götürüldü. Kalender’in taraftarlarından pek azı kırımdan kurtulabildi.
Kalender Şah Ayaklanması’nın bastırılması üzerine, Kanuni Sultan Süleyman Sadrazam İbrahim Paşa’yı ödüllendirerek yıllık ödeneğini iki katına çıkardı. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi, Kanuni döneminde (1520-1566), Sadrazam İbrahim Paşa, sonu gelmez seferlerin masraflarını karşılamak için, hazinenin tüm giderlerini köylülerin sırtına yüklemiş, bu yükü kaldıramayan köylü isyan etmeye başlamıştı. Kanuni, vergi toplama işini bugünkü deyimle, özelleştirmişti. Bu önlemler de yetersiz kalmıştı. Zorunlu olarak çiftçilik yapmayı bırakanlar köyleri boşaltmışlar, dağlara kaçmışlardı.
Pîr Sultan’ın köyü olan Banaz’da da bir çok ailenin durumu böyleydi.
Kızılbaş Türkmenleri kötü yönetim ve aşağılanmaya karşı, sürekli kırsalda yaşamak zorunda bırakılırken, kent merkezlerinde yaşamak, Sünni ve gayrimüslimlerin imtiyazı haline getirilmişti. Türkmen’in Osmanlı’ya karşı isyandan başka çaresi yoktu. İşin esası böyle olmasına karşın, çıkar ilişkisi içinde bulunan saray çevresi konuyu “Alevî, Rafızi, Kızılbaş’ların devlete başkaldırısı” olarak kayıt altına almaktaydı. Bazı aydınların İstanbul’da oturdukları yerde Anado lu’da görülen karışıklıkların nedenini araştırmadan, hepsine Alevî halkın ayaklanması deyip çıkmakta, padişahı bu insanlar aleyhine gazaba getirmekteydi. Bu karışıklıkları yalnız “Kızılbaş” ayaklanması olarak kaydeden Osmanlı tarihçileri, gerçekleri bildirmeye yanaşmamıştı.
Sivas Rum Eyaleti’nde ve Osmanlı egemenliğindeki Türkmenler, yönetici sınıfının kendilerine uygun gördüğü yaklaşımdan mutsuz olmuş umut kesmişlerdi. Yönetici sınıfı kendini Osmanlı, Memalik-i Ali Osman olarak tanımlamakta, ‘Türkmen’ sözcüğünü hakaret “idrak-i bi-Türk” (idraksiz, aptal Türk) anlamında kullanarak, Türkmenleri her fırsatta aşağılamaktaydı. Ekonomik ve siyasal bunalımlar hoşnutsuzluğun başlıcalarındandı. Buna dinsel hoşnutsuzluk da katılmaktaydı.
Görülmektedir ki, Pîr Sultan, Anadolu’nun yaşadığı sıkıntıların ortasında vücut bulmuştu. Kendisinin de Anadolu Kızılbaş siyasetinin öncüleri arasında olduğunu söylemek abartı olmasa gerek. Pîr Sultan idam edilinceye kadar en az on Alevî halk hareketini yaşadı. Büyük kırımlar ve kanla bastırılmış onca ayaklanmaya, Çaldıran savaşı (1514) öncesi ve sonrasında, yüz binlerin öldürüldüğü Kızılbaş kırımlarına tanık oldu.