Değerli Rıza Aydın Can,
Cem- Semah ile ilgili kısa açıklamalarınız için teşekkür ederim.
Cem – Semah – Kırklar konusunda sizden öğrenebileceğim çok şeyin var olduğunu düşündüğüm için izninizle bir kaç soru daha sormak istiyorum.
1- Semahı ilk dönen kırklar kimlerdi? İsimleri belli midir? Gerçek hayatta vuku bulan bir olay mıdır, bazılarının söylediği gibi mitoloji midir?
2- Semahın uygulanması kırklara ilahi yol ile mi bildirilmişti? Kırkların kültürlerinin bir parçası mıydı?
3- Kırklardan bahsedilirken, Hz Muhammed (saa) neden kırklara dâhil edilmiyor? (Cem de 39 kişi var, 40. kisi olan Selman o an orda yoktur).
4- Kırklar ile semah dönen Hz Muhammed (saa) semahı ümmetine açıklamış mıdır?
5- Kırkların semah döndüğüne dair Ehlibeyt İmamlarından hadisler nakledilmiş midir?
6- Kırklar Hz Muhammed (saa)’in haberi dâhilinde ve rızası olarak mı toplanmışlardı? Hz Muhammed(saa)’in bu oluşumdan habersiz miydi?
7- Kırklara dâhil olmak bir ayrıcalık, fazilet sebebi midir?
Saygılarımla
Velayet Aytan
SEMAH HAKKINDA SORULARA KISA CEVAPLAR
Değerli muhabbet ehli.
Sayın Velayet Aytan Can’ın, semahlar bağlamında sorduğu sorular üzerine düşünüp bütün boyutlarıyla bu soruların çağrıştırdığı konuları yazmak isterdim, ancak iki gün sonra Maraş katliamını Maraş’ta anmak için Türkiye ye gideceğiz, hem de bugünler de Muharrem sohbetleri babında etkinliklerimiz var. Oradan oraya koşturup duruyoruz. Zaman dar. Bu yüzden dolayı, dostumuzun sorularını yanıtsız bırakmamak için, aceleden kısaca cevaplamaya çalışacağım.
Birinci sorunun başında sorduğu: “Semahı ilk dönen Kırklar kimlerdi” sorusu eksik yada yanlış bir sorudur. Kırklar Meclisinde ilk kez, ne zaman, kimlerin semah döndükleri konusunda ne bir bilgi vardır, nede bu bugüne kadarda bu tür sorular sorulmuştur. Semah, cemde yürütülen on iki hizmetten biridir, birlik cemleri olduğundan beri, bu cemlerde semahta dönülmüş olmalıdır. Burada konuştuğumuz –konuşulan konu, Hz. Muhammed’in ilk kez katıldığı, Kırklar Ceminde dönülen semahtır. Alevilik insanlığın en kadim anlayışlarından biridir, bu yüzden bu geleneğin, bu yolun ne zaman başladığını, nasıl o günlerden bu günlere geldiğini pek konuşmadık. Bu olguyu “Devriye” konusunu işleyen -anlatan nefeslere bakarak çözebiliriz belki. Örneğin bunun için, Şiri ile Edip Harabi’nin devriyelerinde anlattıklarına bakılabilir. Bu nefeslerden biri, “Daha Allah ile cihan yoğ iken / Biz anı var edip ilan eyledik” diye söze başlarken diğeri “Cihan var olmadan ketm-i âdemde / Hak ile birlikte yektaş idim ben” diyor. Bu nefseleri yazanlar, tarihlerini daha evrenin yaratılmasından önceye alıp oradan buyana getirirler. Şiri: “Bu cihan mülkünü devredip geldim / Kırklar meydanında erkâna girdim” diyor. Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Cemi, Kırkların İlk Cemi, Kırkların ilk toplantısı değildi zahir, ancak bu Muhammet için ilkti, Muhammed buna ilk defa katılıp tanık olacaktı. Bunu ben böyle anlıyorum. Burada murat edileninde bu olduğunu düşünüyorum. Duyduğum dinlediğim kadarıyla da bu konu hep böyle anlaşılmıştır. Kırklar Cemi, o günlerden bu günlere hep sürüp gelmiştir, işte bir gün, Hz. Muhammed’in o özel gününde, Hz. Muhammed’de Kırklar Cemine katılıp o cemde semah dönmüştür. Bu konularda, kesin, mutlak şeyler söylemek gibi bir tarzım olmadığı bilinir ama bu konun bundan başka bir izahını da duymadım ben.
Konu (Hz. Muhammed’in Kırlarının cemine konuk olması) Alevi inancında şöyle yer alır, yada şu vesile ile gündeme gelir. Peygamber’in Miraç’a gidip geliş süreci anlatılırken, Peygamber dünyaya dönünce, yolu Kırklar meclisine uğrar, oraya mihman olmak, onlarla tanışmak nasip olur, orda semah dönerler, işte konu bu vesile ile gündeme gelir. Bunun temel kaynaklarda nasıl anlatıldığına bakalım.
Bu konun, en yetkin anlatımı, BUYRUK diye bilinen “Menakıb-ül Esrar Behcet-ül Ahrar” adlı kitabın[1] “Kırklar Cemi” adını taşıyan birici bölümü ile Şah İsmail Hatayi başta olmak üzere, ulu ozanlarımızın nefeslerinde vardır. En yetkin anlatım yada ilk başvuracağımız yer buralar olduğu için, bizimde konuya buralarda nasıl anlatıldığına bakarak başlamamız doğru olur. Bizde oralardaki anlatıma bakıp, bunu anlamaya çalışarak koyu anlatmaya başlayacağız.
Önce sorunun şu şıkkını yanıtlayalım. Soruyu soran dostumuz sorusunda “Bu hayatta vuku bulan bir olay mıdır, bazılarının söylediği gibi mitoloji midir?” diyor. Buna şöyle bir cevap vermek uygun olur: Peygamberin, Burak adlı bir binite binip, Miraç’a çıkışı, Allah ile bin bir kelam danışıp, dönüşünü anlatan olgu ne ise, bu hangi kategoride değerlendiriliyorsa, buda aynen öyledir, öyle değerlendirilmelidir. Peygamber’in Miraç’a çıkışı, hayatta vuku bulmuş bir şey ise buda öyledir, yok öyle değil de bu bir mitoloji ise buda bir mitolojidir. O nasıl bir öngörüyse buda öyle bir öngörüdür, düşüncedir. Bunları böyle algılamak, böyle anlamak gerekir. Aslında bana kalırsa, benim kendi düşüncem şöyle, nasıl olduğu tanımlanamayan, Burak adlı bir binitle, arşı alaya çıkmak, göğün bir katında Allah ile görüşmek somut olarak yaşanıp, algılanmanın ötesinde, manevi olarak algılanan bir motifler olabilir, ama şehirde giderken, karşılaştığı, Kırkların Cemine katılmak mümkündür, sahici olarak olma ihtimali olabilecek bir şeydir.
Bu kaynakların ışığından bakınca, Alevi inancına göre bu yolculuğun şöyle anlatıldığı görülür. Peygamber Miraç’a giderken, yolunun üstünde bir Aslanın durduğunu görür, Aslan yolun üstünde kükremektedir, gaipten gelen bir nida (ses) Aslanın ağzına hatemini (yüzüğünü) vermesini söyler. Peygamber denileni uyup aslanın ağzına yüzüğünü verir, Aslan sakinleşir, Muhammed’de bu sayede yoluna devam eder. Göğün en yüksek katında dostuna ulaşıp onunla “doksan bin söz konuşur”[2]
“Muhammed, Miraçtan dönerken şehirde bir kubbe görür. Bu kubbe ilgisini çeker. Yürüyüp onun kapısına varır. İçerde birileri sohbet ediyordur. Hz. Muhabbet içeri girmek için kapıyı vurur. İçerden bir ses “kimsin, ne için geldin” diye sorar.
Hz Muhammed:
“Ben peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin yüzüne göreyim!” diye karşılık verir.
İçerden:
“Bizim aramıza Peygamber sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap” derler.
Bunun üzerine Muhammed kapıdan çekilir, tam gideceği zaman Tanrıdan bir ses bir nida gelir.
O ses “Ey Muhammed, o kapıya var” diye buyurur.
Tanrının bu buyruğu üzerine Muhammed, yeniden o kapıya varıp kapıyı çalar.
İçerden:
“Kim o” diye sorulur.
Hz. Muhammed:
“Ben peygamberim açın içeri gireyim, mübarek yüzlerinizi göreyim” der.
İçerden:
“Bizim aramıza peygamber sığmaz, ayrıca bize peygamber gerekli değil” derler.
“Tanrı’nın Elçisi, bu sözler üzerine geri döndü. Oradan uzaklaşacağı sırada Tanrı yeniden buyurdu:
“Ey Muhammed, geri dön. Nereye gidiyorsun? Var, o kapıyı arala” buyurdu.
İçerden:
“Kimsin?” diye bir ses geldiğinde:
“Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum. Yoksulların hizmetkârıyım. Sizi görmeye geldim. İçeri girmeme izin var mı?” diye karşılık verdi. Yeniden geri dönüp geldiğini bildirmedi.
O anda kapı açıldı.
İçerdekiler:
“Merhaba, hoş gelip uğur getirdin; gelişin kutlu olsun, ey kapılar açarı!” diye karşılayarak içeri çağırdılar.
O mecliste Kırklar oturmuş, aralarında söyleşiyorlardı.
Peygamber Hazretleri:
“Kutsal kapı, hayırlar kapısı açıldı. Bismillâhirrahmanirrahim” diyerek, önce sağ ayağını içeri atıp o kapıdan içeri girdi. Muhammed bakınca bunları yirmi ikisinin er, on yedisinin bacı olduğunu gördü[3].
“Muhammet peygamber geldi” diye gaipten bir ses geldi.
Muhammed’in içeri girmesi için, inananlar ayağa kalktılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz. Ali de o mecliste idi. Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin yanına oturdu. Ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı.
Hz. Muhammed’in aklına bir takım sorular belirdi. “Bunlar kimler? Tümü aynı düzeyde. Büyükleri hangisi, küçükleri hangisi?” diye düşündü. Soru sormayı gereksiz görüyordu ama dayanamadı:
“Sizler kimlersiniz? Size kimler derler?” diye sordu.
İçerdekiler:
“Biz Kırklar’ız” diye karşılık verdiler.
Hz. Muhammed:
“Peki, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim, ben anlayamadım” dedi.
Kırklar:
“Bizim ulumuzda uludur, küçüğümüzde uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır, birimize neşter vursan kırkımızdan kan akar” diye karşılık verdiler.
Hz. Muhammed:
“Ama biriniz eksik o biriniz ne oldu?” diye sordu.
Kırklar:
“O birimiz Selman’dır. Taşraya çıktı. Pars’a (İran’a) gitti. Ama niçin sordun? Selman da burada. Onu aramızda say” dediler.
Hz. Muhammed, Kırklardan bunu göstermelerini istedi. O zaman Hz. Ali kutsal kolunu uzattı. Kırklardan biri “Destur” diyerek Hz. Ali’ni koluna bir neşter (bıçak) vurdu. Hz. Ali’nin kolundan kan akmaya başladı. Bu sırada tüm Kırkların bileğinden kan akıyordu. O an pencereden bir damla kan gelip ortaya damladı. Bu kan, taşrada bulunan Selman’ın kanıydı. Sonra Kırklardan biri Hz. Ali’nin kolunu bağladı. Öbür Kırklar’ın da kanı durdu.
O sırada Pars’tan Selman-ı Farisî’nin geldiğini gördüler. ( Mu muhabbet cemlerinde, bura şöyle anlatılır: Selman keşgüllahdan geldi. “Hu” deyip içeri girdi. Kırklar ile beraber Muhammed’de ayağa durdu. Selman’ın keşgüllahından çıktı bir üzüm danesi) Selman bir üzüm tanesi getirdi. Kırklar bu üzümü getirip Hz. Muhammed’in önüne koydular:
“Ey yoksulların hizmetkârı, bir hizmet et de bu üzüm tanesini bize paylaştır[4]” dediler.
Hz. Muhammed duruma baktı. “Bunlar kırk kişi, üzüm tanesi bir tane. Ben bu üzümü nasıl böleyim?” diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail’e:
“Sevgilim (Muhammed) zorda (darda) kaldı. Tez yetiş, cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eylesin. Kırklara verip içsin” diye buyurdu.
Cebrail, cennetten, nurdan yapılmış bir tabak alıp, Tanrı’nın Elçisi’nin karşısına geldi. Tanrının selamını ileterek o tabağı Muhammed’in önüne koydu.
“Şerbet eyle ey Muhammed” dedi.
O sırada Kırklar, Hz. Muhammed üzümü ne yapacak diye seyrediyordu. Birden, Hz. Muhammed’in önünde nurdan tabağın belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Hz. Muhammed, tabağın içine bir damla su koydu. Sonra parmağı ile o üzüm tanesini o nurdan tabak içinde ezip şerbet eyledi. Tabağı Kırkların önüne koydu. Kırklar o şerbeti içtiler. Tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bir kez “Ya Allah” diyerek el ele verdiler. Üryan büryan semaha girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırkların semahı ilahi bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz. Muhammed’in başından mübarek imamesi düştü. İmame kırk parça oldu. Kırkların her biri bir parçasını aldı. O parçayı etek yapıp kuşandılar.
Hz. Muhammed pirlerini ve rehberlerini sordu.
Kırklar:
“Pirimiz Şah-ı Merdan Ali’dir; kuşkusuz, tartışmasız ve rehberimiz Cebrail Aleyhisselam’dır” dediler.[5]
Bunun üzerine Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin orada olduğunu anladı. Hz. Ali, Hz. Muhammed’in yanına doğru yürüdü. Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin geldiğini görünce, saygı ve sevgi ile eğilerek Hz. Ali’ye yer gösterdi. Kırklar da Hz. Muhammed’e katılarak, Hz. Ali karşısında saygı ile eğilerek, yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin parmağında nişan-ı mührü gördü.[6]
Buyruk’ta, Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Ceminde dönülen semah hakkında anlatılan bunlar. Konuyu Şah İsmail Hatayi de nefeslerinde aynen böyle anlatır. Bir ayrıntı yada farklılık varsa oda şudur, Hatayi nefesinde Muhammed semah dönerken Kırkların da “El çırptığını” söyler. “El çırpma” tabiri bizim yörede “çibik çalmak” diye söylenir, sanırım bu söz buğun “alkışlamak” denileş şeyle aynı olguyu anlatır. Bugünlerde semahta aman alkış tutmayın diyen arkadaşların bunu düşünmesi gerekir. Şimdi Hatayi’nin “Miraçlama” diye bilinen 29 beyitlik nefesinden ilgili bölümü buraya alarak, bunun nasıl anlatıldığına bakalım:
“Canım size kimler derler / Şahım bize kırklar derler
Cümleden ulu yolumuz / Eldedir kulhü varımız
Birimize neşter vursan / Bir yere akar kanımız
Cümledir ulu yolumuz / Eldedir küllü varımız
Madem size kırklar derler / Neden eksik biriniz
Selman Şeydullah’a gitti / Ondandır eksik birimiz
Selman Şeydullah’dan geldi / Hü deyip içeri girdi
Muhammed esridi coştu / Tacı başından da düştü
Ol şerbetten biri içti / Cümlesi oldu hayran
Mümün müslüm üryan büryan / Hep girdiler semaha
Cümleside el çırpuben / Dediler Allah Allah
Muhammed de bile girdi / Kırklar ile semaha[7].
Hz. Muhammed’in katıldığı, Kırklar Ceminde dönülen o semahla ilgili, temel kaynaklarda anlatılanlar öz olarak böyledir. Burada yeri gelmişken yada değinilmişken şunu da vurgulayalım hem Fuat Bozkurt’un hazırladığı Buyruğun ilerleyen sayfalarında, Hem de “Bisâti’nin kaleme aldığı Şeyh Sâfî Buyruğunda “Pirin kimdir” diye sorarlarsa, “Yoldur” de, deniyor.[8] Bisati Buyrugunda söyleniş biraz farklı “Eğer sorarlarsa pirin kimdir diye? Eyit kim pirim yoldur.”[9] Aslında geleneğin, yolun gereği olarak böyle denmek gerekir, yol uludur.
– Bu anlatımımla, ikinci sorunun cevabını da verdiğimizi düşünüyorum. 2. Soru şöyle sorulmuş: “ Semah uygulaması, Kırklara ilahi bir emirle mi gelmişti? Yoksa kültürlerinin bir parçası mıydı?”
Bir defa sorudaki şu yanlışı düzeltelim, semah bir uygulama değil, bu tabirin kendisi yanlış, semah cem ibadetinin bir bölümüdür, cemde yapılan on iki hizmetten biridir. Sorudaki bu söylemin hatasını düzelttikten sonra cevaben şunları diyebiliriz. Bence Kırkların eskiden buyana, yani Hz. Peygamber’in Kırlar Cemine gelip bunlardan haberdar olmasından çok önceden beri, Kırklar semah dönerlerdi. Muhammed’de Kırklar Cemine alınınca, onlarla bu güzelliği yaşadı diye biliriz. Bence bu onların kültürlerinin, dini anlayışlarının, ibadeti yapışlarının bir parçasıydı. Alevi inancında ibadetin standardı yoktur, ibadet tek bir standart tipe indirilmemiştir, buna da şiddetle karşı çıkılır. Aslında Mevlana’nın, Mesnevisinde anlattığı Hz. Musa ile çoban yada çocuk arasında geçen ibadetin şekli konusunda ki tartışmada buradan kaynaklanır. Mevlana’da ibadetin standartlaştırılmasına karşıdır.
Sorunun ikinci şıkkındaki, semah ilahi bir yol ile mi bildirilmiştir bölümüne gelince, Alevilikte ilahı emir kavramı pek yoktur. Her can, Hakkın bir görünümü olduğu için, her şey onların, cemal cemale oturup muhabbet etmesinden çıkar[10]. Bu yüzden her şey muhabbetten hâsıl olur derler. Bu tartışmanın sınırlarını aşar ama şunu söyleyeyim Alevilikte Hakkı kişinin dışında görmek yanlıştır. Hakk her canın içindedir, her canın içindeki bu güzellikle hemhal olması gerekir. “Şimdi Hakk’ı birlemişim özümde evvel iki bildiğime ağlarım” der bir ozanımız. Bu konuya dalarsak tartışmanın boyutu genişler. Ama şunu söyleyeyim, İsmet Zeki Eyüboğlu Hacı Bektaş’ı anlattığı kitabında şunu sorar. Her tarikat kurucusu sonunda Allah ile birleşir, onunla konuşur ama böyle bir şey Hacı Bektaş’ta yoktur, niye yoktur onu anlamadım der. Bence bu sorunun cevabı şudur, Anadolu Alevi’si Hakk’ı dışında aramaz,[11] araması bu felsefenin anlaşılamaması olur. “Hakk’tan ayrı görme yâri” diye türküler söyleyen, bu geleneğin insanları, uluları kendilerinden de Hakk’ı ayrı görmezler. Hakk insanın gönlündedir. Bu anlayış Hakk’ı arşı alada arama anlayışını da gereksiz hale getirir. Bu ayrı bir tartışmadır, Alevilikteki yol ayrımları bahsinin ikinci bölümünü yazarken -anırım- bu konuya da değineceğim.
Şimdi buradan diğer iki soruya, dördüncü soru ile beşinci soruya geçe biliriz, dördüncü soruda şöyle deniyor: “Kırklar ile semah dönen Hz Muhammed (saa) semahı ümmetine açıklamış mıdır?” diye soruluyor.
Hz. Muhammed’in Kırklar cemini görüp oradaki güzelliği yaşadıktan sonra, bunu ümmetine açıklayıp açıklamadığını bilmiyorum. Bundan sonraki Hz. Muhammed ile ilgili araştırmalarımda bu soruya yanıt olacak bir şey bulursam onu yazarım ama bu güne kadarki okuduklarımdan buna verilecek bir yanıt hatırlamıyorum; bu yüzden bugün bunu açıklamışta diyemem açıklamamışta diyemem; beklide Hz. Muhammet bunu açıklamıştır ama bu hadislere alınmamıştır. Ancak burada iki konuya dikkat çekmek isterim:
Birincisi, Buyrukta, Muhammed’e ilginç bir eleştiri var. Buna dikkat çekmek isterim. Buyrukta Muhammed’e Cebrail aracılığıyla Tanrının emrettiği “buyruğu halka söylemekten kaçındı”, şeklinde çok ağır bir eleştiride vardır. Bu alevi muhabbetlerinden içten içe söylenen şey, buraya da geçmiş, buna kısaca bakalım. Buyruktan olduğu gibi aktarıyorum.
“Bu sırada Cebrail geldi:
“Ey Muhammed; Tanrı, Ali’yi vasi etmeni buyurdu” dedi.
Hz. Muhammed bundan kaçınmak istedi. Bunun üzerine Cebrail yeniden geldi:
“Ey Muhammed, Tanrının buyruğunu yerine getirmekten niçin kaçınıyorsun?” diye sordu.
Hz. Muhammed:
“Ama minber yok” diye karşılık verdi.
Cebrail:
“Ey Muhammed, yüce Tanrı “Ali’yi vasiyet eyle” diye buyurdu” dedi.
Hz. Peygamber bundan kaçınmak istedi. Bunun üzerine Cebrail yeniden geldi. Hazretin ulu kapısına yükseldi. Şöyle dedi.
“Ey Muhammed, Tanrının buyruğunu yerine getirmekten niçin kaçınıyorsun?”
Peygamber (Tanrının selamı üstünde olsun):
“Peki ama, minber yok” diye karşılık verdi.
Cebrail:
“Tanrı deve palanlarından minber yapıp, üzerine çıkıp vasiyet etmeni buyurdu” dedi.
Bunun üzerine, Hz. Peygamber işaret etti. İnsanlar deve palanlarından minber düzdüler. Hz. Muhammed, o minberin üzerine çıktı. Önce güzel bir hutbe okudu. Sonra şunları söyledi.
“Ey insanlar, hakikat Şah-ı Merdan Ali hakkında geldi. Varın Hz. Ali’ye iradet getirin.”[12]
Bunlar idrak edenlerin anlayacağı gibi, bu kültürde söylenebilecek ağır eleştiridir. Hz. Muhammed, Kırklar cemine katıldıktan sonra, bunu ümmetine açıkladı mı açıklamadı mı bunu tam bilmiyorum. Ama bu konuda sorgulayabiliriz. Yukarda bunun nasıl yapıldığını bir örneği vardır. Ancak Hadislerin sağlıksızlığından dolayı, yanı Muhammed’in neleri söyleyip neleri söylemediklerini tam bilemediğimizden dolayı buna net bir cevap veremeyiz. Bunu aşağıdaki beşinci sorunun yanıtında anlatacağız ama burada da kısaca yazalım.
Dikkat çekmek istediğim ikinci konuda şudur: Hz. Peygamber, bu dünyadan göçerken, kendisinin istediği vasiyet yazdırma arzusu, engellendiği gibi, o bu dünyadan göçünce, onun hadisleri de toplanıp imha edilir. Sonrada Hz. Peygamberin hadislerini yazmak, hadislerinden söz etmek yasaklanır. Bunlar bugünün insanına garip gelecektir ama bu bir hakikattir. Özellikle Ömer ile Osman’ın halifeliği dönemlerinde, hadislerden bahsetmek, onları yazmak yâda toplamak kesinlikle yasaktır. Ben bu konuyu “İmam Ali’yı Anlamak” adlı yazımda kısmen yazmıştım, bunun için o yazıma bakılabilinir. Bu konuyu Abdülbaki Gölpınarlı “Tarih boyunca İslam mezhepleri ve Şiilik” adlı kitabın da, özellikle “HADİS YASAĞI” bölümünde anlatmaktadır, oradaki anlatımlar da bu konu anlamak isteyenin anlayacağı açıklıkta anlatılır[13]. Konu Prof. Dr. Talat Koçyiğit’in “Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlarınca” yayınlanan “Hadis Tarihi” adlı kitabında da utangaç bir şekilde olsa da vardır. Bunun için, Abdülbaki Gölpınarlı’nın yazdıklarını okuduktan sonra, bu kitabın -26 sayfasındaki- “HADİSLERİN YAZILMASI bölümüne bakılırsa konu kısmen anlaşılır. Bu kitap, gerçeği karartmak için ne kadar çabalasa da konu anlaşılıyor. Kitabın dikkatle okunması, eleştirel bir gözle anlatımın değerlendirilmesi gerçeği anlamamızı sağlıyor. Örneğin şöyle diyor, Halifeliği döneminde “Ebu Bekir’in 500 kadar hadisi bir kitapta topladığını fakat sonradan bazı sebeplerden dolayısıyla bu kitabı imha ettirdiğini belirten hadisler vardır” diyor.[14] Yani demem oki, bu günkü hadis kitaplarına asla güvenilemez. Yazımın konusu bu olmadığı için buraya dikkat çekip geçiyorum.
Beşinci soru şöyle diyor: 5- Kırkların semah döndüğüne dair Ehlibeyt İmamlarından hadisler nakledilmiş midir?
Bu sorunun cevabı yukarda ki soru ile ilintilidir. Burada hadisten bahsedildiği için kısaca bunu aydınlatmak gerekir. Peygamberin bu dünyadan göçtüğü zamanlarda yaşadığı şehirde 17 tane okuryazar var imiş. Ama Hz. Muhammed’in söylediklerinin iktidarların hoşuna gitmediğinden hadislerin yazılması önceleri yasaklanmış. Bu yasağın kalkıp, hadis toplanmaya başlandığı tarihin 717 yılından, yanı Peygamberin bu dünyadan göçüşünden 85 yıl sonra başladığı, bunlarında dönemin iktidarının hoşuna giden şeyler olduğu bilinen bir gerçektir. Bu yüzden hadislere dayanılarak bir tartışma yapmanın, buradan bir sonuca gitmenin doğru olama imkânı yoktur. Ayrıca Ehli Beyit imamlarının Semahlar konusunda bir şey deyip demediklerini bilmiyorum. Bu güne kadarki okuduklarımda böyle bir bilgi hatırlamıyorum. Belki vardı ben dikkat etmediğimden hatırlamıyorum. Bizler, “Bildiğimizin âlimi, bilmediğimizin talibi” olduğumuzu her dem söyledik, bunu yine söylüyoruz; her şeyi bilmemizin imkanı yoktur.
Altıncı soruda şöyle deniyor: “Kırklar Hz Muhammed (saa)’in haberi dâhilinde ve rızası olarak mı toplanmışlardı? Hz Muhammed(saa)’in bu oluşumdan habersiz miydi?”
Yukarda anlatılanlar bu soruyu açıklıyor bence. Yukarda Buyruktan aktardıklarımın ışığında, bu soruya şu karşılığı versem yanlış olmaz sanırım: Kırkların varlığından da, Kırklar Meclisinin Cem yaptığından da, Hz. Peygamberin önceden bir haberi yoktu, ben bu sonucunu çıkarıyorum; haberi olsa “size kimler derler, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim” diye sormazdı, zahir. Beklide bu konunun buraya alınmasıyla verilmek istenen mesajın özü budur; bu yol bu erkân, Hz. Peygamberin bu şekilde bundan haberinin olmasından önce kurulup o günlere gelmişti.
Gelelim üçüncü soruya, üçüncü soruda şöyle deniyor: “Kırklardan bahsedilirken, Hz Muhammed (saa) neden kırklara dâhil edilmiyor? (Cem de 39 kişi var, 40. kişi olan Selman o an orda yoktur).”
Bence beklide en önemli soru bu.
Kırklardan bahsedilirken, Hz. Muhammed Kırklara neden dahil edilmiyor? Dâhil olsa idi, meclis Kırk birler meclisi olacaktı. Yukarıdaki anlatımdan açıkça anlaşıldığı gibi, Hz Muhammed’in Kırklar Meclisine konuk olduğu o ana kadar o meclisten haberi yok. Haberi olduktan sonra o meclisinin cemlerine (Toplantılarına) gelmiş mi bunu bilmiyoruz. Belki burada, Hz. Muhammet, Kırklardan biri olabilir miydi bunu tartışmak gerekir. Aslında yukarda anlatılan iyi tahlil edilirse bunun cevabının içinde olduğu anlaşılır. Bunu sorgulamak ilginç olabilir.
Ama bunu nasıl tartışacağız.
Bilindiği gibi, Anadolu Alevileri, Hz. Muhammed’e Sünnilerin baktığı gibi bakmazlar, onu, onların gördüğü gibi görmezler. Sorunda büyük ölçüde buradan çıkıyor-kaynaklanıyor.
Aleviler Hz. Muhammed’e kırk yıl, yaşını yaşadıktan, bu süre içinde olgunlaştıktan, kamalata erdikten sonra, ona peygamberlik verildiğini söylerler. Kaygusuz Abdal “Dil – Guşâ”da şöyle diyor: “Ârifler her menzile ki geçer, her mertebeye ki irüşür. Gerek haberdâr ola, zira ki Hakk’ı bilmek arifliktür. Dahı Muhammed Mustafâ kırk yaşında kâmil oldu. Âdem yaratılandan ta bu deme değin ol sıfatlu adem gelmedi. Anun ârifliği haddi kırk yılda oldu.”[15] Sünni camia ise doğuştan, Muhammet’in yaratılışta, özel yaratıldığına, Muhammed’in kutlu doğduğuna inandığı için kutlu doğum haftaları düzenliyor.
Aleviler batini bir gözle bakıp, şöyle derler. Peygambere kırk yaşında Peygamberlik verilmiştir. Peygamberin, Hz. Hatice’den başka bir kadınla evlendiği, 7 yaşındaki bir çocuğa söz kesip, 9 –10 yaşlarında Hz Aişe ile evlendiği, oğulluğunun hanımını ondan boşatıp, onu eş olarak aldığı, düzinelerce cariyelerinin, eşlerinin olduğu, yanına topladığı insanlarla başka dinden, başka inanıştan insanlara saldırıp, onların mallarını, mülklerini ellerinden aldığı vb şeyler doğru değildir. Bizim peygamberimiz olan Muhammet Mustafa batinen böyle şeyler yapmaz -yapamaz, zahiren yapmış gibi görülmesi bizi bağlamaz. Ama Sünni ulama bütün bunları kabullenir.
Vel hâsılı kelam, şunu demek istiyorum. Sünni camianın anlattı vasıflarda, bir insanın – örneğin o vasıflarda bir dedenin cemde yeri olmaz. Bir an şöyle düşünelim. Diyelim ki, bir Alevi dedesi, beş altı tane kadın ile evlenmiş, bunun içinde 10 yaşında bir kız, oğulluğunun eski eşi de var. Yanında topladığı insanlarla, Musevilere, İsevilere saldırıp, onların mallarını mülklerini, eşlerini ganimet olarak almış, bu dedeyi ceme alıp cemi yönetme yetkisi verirler mi? Verirler derseniz ondan sonra konuşuruz. Ben şahsen kendi adıma şunu söylemek isterim, Mekke’deki kadim düşmanlarla Hudeybiye antlaşması yapılıp, o tehlike savuşturulunca, Hayber şehrinde yaşayan, Yahudilere saldırılıp, mallarının, mülklerinin, eşlerinin, kadınlarının ganimet olarak alınmasını, Anadolu Aleviliğinin ruhuyla, pratiğiyle uyuşmayacağını düşünüyorum. Bütün bu sebeplerden dolayı, bu üçüncü soru üzerinde çokça düşünülüp, üzerinde çokça konuşulması gereken bir sorudur. Şimdilik bu kadar söyleyebiliyorum. “Söz var, Hulk ,içinde, söz var halk içinde” kuralı gereği bu kadar söylemeyi yeterli buluyorum.
Bu yüzden “Neden Kırk Birler Meclisi olmamıştır”, neden Kırklar meclisinin içerisinde Hz. Muhammet yok, sorusu üzerinde çok düşünülüp, çok yazılması gereken bir sorudur. İsterseniz bunları Maraş Katliamı anmasından sonra sakin bir dönem olursa yazar konuşuruz.
Toparlarsak, Aleviler:
Nesimi’nin “Eğer sual eder isen sırrımdan / Cümlemizi var eyledi varından” dediği gibi, bütün bu cümle âlemin yoktan yokluktan değil, Hakk’ın kendi varından var edildiğine inanırlar. Bu yüzden bütün kevni mekâna bakınca Hakk’ı görürler. Yüzlerine aynayı tutunca da, özlerine bakınca da yine Hakkı görürler.[16]
Alın yazısına hayır ile şer’in Haktan geldiğine inanmazlar.[17]
Hakk’ın mekânının insanların gönül Kâbe’si olduğuna, Hakkın mekândan münezzeh değil mekânı olduğuna, insanların gönlünde olduğuna inanırlar. Bu yüzden insanı Kâbe bilirler.
Ölüme değil devriyeye inanırlar.[18]
Kadınlarla erkeklerin, yetmiş iki milletin, bütün insanların, bir birlerine eşit, bir can olduğuna, bunların insan olarak aynı değerde olduğuna inanırlar. Kadınla erkeği eşit kabul eden ender dini inanışlardan biridir.
Alevilerin insanı algılayışını kendine has orijinal bir inançtır. Onlara göre Haktan gelen can ten denilen bir kalıba, bir kafese girer, bu kalıp eskiyince can kafesten uçar Teni, kalını sırlarlar. Aslolan ten denilen bu kalıbın içindeki Haktan gelen manadır. Bu mananın dışındaki kalıbının farkı önemli değildir bu mana birbirine eşittir. Kaygusuz Abdal bu yüzden “Bu âdem dedikleri el ayak baş değil / Âdem manaya derler suret ile kaş değil” der. İşte özde olan bu mana, doğuludan batılıya, esmerinden sarışına, kadından erkeğe eşittir.
Aleviler bu manadan korkmaz onu sevdikleri için onunla hem hal olmak isterler. Bu yüzden Aleviler diğer inançlardan farklı olarak ne cennetin nimetlerine tamah ettikleri için ne de cehennemin azabından korktukları için bu inanca bağlanmazlar onlar sevdikleri için onunla hemhal olup birlik olmaya çalışırlar onların dilinde buna tevhit denir. Yunus “cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri / İsteyen ver sen onu bana seni gerek seni” derken bunu söyler.
Doğadaki her şeyi canlı kabul ederler, hayvanlar ağaçlar dile gelip konuşur efsanelerinde.
Kamil sözünün kuranın özü olduğuna inanırlar.
Hakkın insanın özünde, kalbinde olduğuna inanırlar. “Küfür her mezhepte küfür, küfür bizde iman olur”, “Küfür içinde iman vardır seçebilirsen gelberi” derken, Enel Hakk, ben Hakkım demenin her inanışta şirk sayılıp küfür kabul edildiğini, ama kendilerin buna iman ettiğini söylerler.
Alevi ibadete tek bir standart getirilmesine karşıdır.
Alevi gönüllere seslendiği için Gülbenkleri halkın anlayacağı dildedir. Alevi anlamadığı duaya âmin demez.
Anadolu Alevilerin, cem de saz çalması, demi lokma olarak dağıtması[19], semah dönmesi Sünnilikle asla uyuşmaz.
Alevi kalka makbul olunmadan Hakka makbul olunamayacağını söyler.
“Hacı Bektaş Veli geleneği iyilik yaparken inanç seçmez”[20], bir kişiye dost olması için yada bir kişinin saygın, değerli olması için onun inancını değiştirmesini istemez, Velayet Namede Hace Bektaş’ın keşişlerle dostluğu buna iyi bir örnektir. Bu yüzden bir ozanımız ”Ben insanın değerini bölemem, doğu batı gâvur Müslim bir bana” der.
Aleviler Ramazanda oruç tutmaz.[21]
Aleviler camiye gitmez.
Aleviler takkiye yapmaz, yalan söylemez.
Alevilikte tek eşlik esastır.
Aleviler dört dinin dördünü de, dört peygamberin dördünü de Hakk görürler ama kendilerini de Hakk bilirler. Hak Muhammet Ali demeleri İsa’ya, Musa’ya, Davut’a Hakk demelerini engellemez. Aşık Veysel: İncil’e bak, Tevrat’a bak, dört kitabının dördü de Hakk” diyor.
Bu şıklar böyle sıralana bilir. Böyle bir çalışma yapabiliriz, belki ilerde böyle bir çalışma yaparım. Ama bence bunlar yeterli. Bütün bu sebeplerden dolayı Anadolu Aleviliği, Sünniliğin hiçbir kurumuyla, hiç bir anlayışıyla anlaşamaz. Yolları ayrıdır, bunların adları da ayrı olmalıdır. Sünni mantığı ile Aleviliği yorumlamaya kalmanın da, onu o mantıkla anlamaya çalışmanın da gereği yoktur, çünkü Sünni mantıkla Alevilik anlaşılamaz.
Gelelim son, yedinci soruya, şöyle sormuşlar: “Kırklara dâhil olmak bir ayrıcalık, fazilet sebebi midir?”
Bence buna hem evet hem de hayır diye yanıt vermek gerekir. Evet, Kırklara dâhil olmak, kemalet’e ermek önemlidir. Ama Şah İsmail Hatayı, “Hayat merdivenlidir” der. Hacı Bektaş Çelebilerinden biri nefesinde “Kişi ayarından düşer mi düşer” diyor. Önemli olan burada, şunu anlamak gerekir ki kimseye bu doğuştan verilmez, kişi çalışarak, hizmet ederek, her mertebeye yükselir, her katara katılabilir.[22]
Son olarak. Şunu bilinmesini isterim. Sorular cevapsız kalsın istemedim. Niyetim gerçeğin bilinip anlaşılmasına hizmet etmektir. Bir şeyleri zorlayarak bir yerlere yamamayı doğru bulmuyorum. Konuyla ilgili yazılmasını düşündüğüm çok yan var, zaten bunlar yazdık yazıyoruz da, belki ilerde buradaki anlatılanları daha da geliştiririm. 13.12. 2010
Saygılarımla.
Ali Rıza Aydın.
SEMAH KONUSUNDA SORULAN EKSORULARA CEVABIM
Değerli muhabbet ehli,
Sayın Velayet Aytan Can, semahlar hakkında sorduğu sorulara verdiğim yanıtları yeterli bulmayıp yeni sorular sormuş. Sorularını okuyunca yazdıklarımın anlaşılmadığını anladım. Bir şeyi anlattığınızda karşıdaki bunu anlayamıyorsa kusurun sizin anlatımınızda olacağına inandığım için, o yazdıklarımı tekrar okudum. İyi ki de tekrar okumuşum, bazı eksiklerimi görüp düzelttim, ayrıca konunun daha iyi anlaşılması için devriye konusunda bir iki çift söz daha ekledim. Ekli dosyada bunu yeniden gönderiyorum.
Tamda dostumuzun sorusunda olduğu gibi, “Alevi inancında Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Cemi, her hangi bir Kırklar Cemi değildi, bizzat Kırkların Hazır bulunduğu bir cemdi” ama bu Kırkların ilk cemi değildi. Bunun böyle olduğunu anlamak için Devriye konusunu işleyen nefeslere bakmak yeterlidir. Benim Devriye konusunu anlattığım yazımı, oradaki nefesleri okuyunca bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Bakınız, Şiri ne diyor: “Anasırdan bir libasa büründüm / Nâr-ü bâd-ü hak-ü âbdan göründüm /Hayrul beşer ile dünyaya geldim / Âdem ile bir yaş idim ben”, “İsmail göründüm bir zaman ey can / İshak, Yakup, Yusuf oldum bir zaman / Eyüp geldim, çok çağırdım el’aman / Kurt yedi vücudum, kan yaş idim ben”, “Mübarek asayı Musa’ya verdim / Ruhulkudüs olup Meryem’e erdim / … Gâhî nebi, gâhî veli göründüm /Gahi uslu, gahi deli göründüm / Gahi Ahmet gahi Ali göründüm / Kimse bilmez sırrım kallaş idim ben”
Konuya böyle bakınca “… Hz. Muhammed’in katıldığı Kırklar Ceminden önce, yol erenlerin birden çok kereler kırkların toplanıp cem olduğunu söylemek pek ala mümkündür; hatta hatta bu bir zorunluluktur. Aleviler Guruhi-Nacıden buyana sürüp geldiklerine İsa’nın da Musa’nın da Davud’un da kendilerinden olduğunu kendilerinin de onların haklı davasında onlarla beraber olduğuna inanırlar. Şairin “Havva anan dünkü çocuk sayılır Anadolu’yum ben” dediği gibi Hz. Muhammed’in Kırklar Cemine mihman olması bu tarih açısından pek eski bir tarih sayılmaz. Bizler ortaokula gelip “Din derslerinde” Sünni hocaları dinleyene kadar İsa Peygamberin, Musa peygamber’in bizim dışımızda bize yabancı bir dinden olduklarını hiç mi hiç duymamıştık.[1] Bizim ana ocağından aldığımız dini terbiyeye göre, dört kitabın dördü de, dört peygamberin dördü de bizdendi, Haktı. Ama buna ek olarak biz “Eğer dört ırmağın gözün sorarsan Serçeşmeden gelir suyun durusu” diye inanıyorduk. Serçeşmeden akan bu duru su, onların yaşadığı zaman diliminde, o kültürel ortamlarda böyle akıp, bu tadı vermişti, zaman geliştikçe daha da gelişerek zamanımı –bu günlere kadar ulaşmıştı. Bu yüzden bu yoldu önemli olan bu yola yoldaş olmaktı. Zorunlu din derslerindeki hocalar, bu inancımızı zedeledi, bizden onlardan başka bir şey olduğumuzu böylece anladık. Bilinç farkı fark etmekle oluşur. Bizler yürüyen zaman içinde bu farkları fark ede ede bu günlere geldik. Bu yol bundan sonra bizleri nereye götürür bunu hep beraber yaşadıkça göreceğiz.
Bu sualleri soran değerli dostumuzun yaptığı gibi, Kırklar Ceminin gerçekten vuku bulup bulmadığından kuşkuya kapılmak, bu yolun erbabı din ehlinin işi değildir, bunu olsa olsa, bu yolun dilinde ham ervah denilen, henüz gönül gözü henüz açılmamış, gerçeği göremeyen kişiler düşünüp kuşkuya düşerler. Ancak Yunus’un “Tezcek gelir başa geçte değildir” dediği gibi bunların gönül gözünün açılması içinde zaman geçmiş sayılmaz, yol erenleri bunları irşad etmek için çalışacaklardır. İlk cevabımda yazdığım gibi, Miraç inancı ne ise buda biraz öyle bir inançtır, bunun laboratuarda ispatı yapılamaz; en azından bunu ben yapamam. … Okuyan canlar, Miraç olayına olduğu gibi, buna da inanıp inanmamakta serbesttirler, ancak annemin buna yürekten inanıp, itikatla bağlı olduğunu bildiğim gibi, itikatlı Alevilerin de buna inandıklarını biliyorum; önemli olanda bu. Ama ben ne sizi, nede başka birini bunlara inanmaya çağıramam, benim böyle bir görevim yok. Bu aşkın deryasına dalmak, iyi bir gavvâs olmayı gerektirir, yoksa bu deryadan çıkamaz boğulur gidersiniz. Ben bildiğimi, aklımın erdiği kadarıyla anladıklarımı sizlerle paylaşıyorum, aklımın erdiği kadarını söylüyorum ki, günah benden gitsin diye, gerisi okura kalmış.
Kırklar Cemi inancının Gadir-i Hum olayı ile doğrudan bir ilgisi yoktur. O konu buradan doğmaz. Ayrıca siz üzerinde durmamışınız ama hadislere güvenilip güvenilmeyeceği tezi burada da kendini hissettiriyor. Şöyle ki Gadir-i Hum[2] olayında yaşanılanlar ile ilgili Emevi geleneğinin bir tezahürü olan Sünnilerin, örneğin Diyanet İşleri Başkanlığının Gadir-i Hum’da dağıttıkları sözler bu konuda Alevilerin, Şiilerin kısaca söylersem Ehli Beyt’e meyledenlerin anlattıklarına hiç mi hiç uymaz; bakın karşılaştırın gerçekle yüzleşeceksiniz. Niye, çünkü Hadisler, Hz Peygamberin zamanında hatta O’nun bu dünyadan göçtüğü yıllarda toplanmamıştır, O’nun bu dünyadan göçüşünden –yaklaşık olarak- 85 yıl sonra, sağlıksız bir biçimde, toplayanların o günkü amaçlarına hizmet etmesi için toplanmaya başlanmıştır. Peygamberin yaşadığı kentte 17 kişinin okuryazar olduğu bilinen bir hakikattir. Kulaktan kulağa yayılan, bu sözleri, rivayetler olarak 85 yıl sonra toplamaya kalkarsanız sonuç böyle olur. Sünni geleneğini Gadir-i Hum ile ilgili yazdığı Peygamberin oradaki söylediği söylenen sözlere bir bakınız, aradaki farkın nerden doğduğunu birde sizler izah ediniz. Gerçeği göreceksiziz. Bu konuda bu kadar söz yeter.
Aşk ola. 26.12.2010. Adana
Ali Rıza Aydın
[1] Ozan Mahzuni Şerif bu yüzden dört dinli olduğunu söylerdi.
[2] Gadir-i Hum gününü bizim Nusayrı yada Aliallahiler diye tanımladığımız Arap Alevileri Alinin doğum günü olarak anlatıp bir bayram olarak kutlarlar, Anadolu Alevilerinde bu gelenek hiç olmamıştır bu günde yoktur.
[1] Bu kitap önceleri “İmam Cafer Sadık Buyruğu” diye basılmıştı, daha sonra Şeyh safi Buyruğu, yada BUYRUK adıyla basıldı. Kitap alevi camiasınca ne kadar bilinse de bunun adı ilk kez F. Köprülü’nün meşhur eseri Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” da geçer, bakınız sayfa 282, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
[2] Bakınız Buyruk sayfa 14. Buyruk diye yaptığım alıntıları Fuat Bozkurt’un hazırladığı buyruktan yapıyorum. Kapı yayınları 2009, dördüncü baskı.
[3] Hace Bektaş’ın hayatında, bu öykünün içinde Kadıncık Ana’nın yer aldığı gibi öncü, etkin bir kadın imgesi, başka dini hayat içerisinde var mıdır diye sormak gerekir. Örneğin, Hz. Peygamberin yaşadığı dönemde Kırklara girecek 17 kadın adı sayılabilir mi? İslam’ın önderleri arasına da, İslam meclislerinde öncü kadın var mıdır? Bence bu meclis imgeseldir.
[4] Dikkat edilirse “Ey yoksulların hizmetkarı” demekle onu diğer sıfatlarından azade kılmış oluyorlarlar.
[5] Buyrukların ilerleyen sayfalarında “Pirin kimdir sorusuna “Yoldur” diye cevap veriliyor. Bakınız Bisati Buyruğu sayfa 64, Faat Bozkurt’un hazırladığı Buyruk için 185. sayfa. Doğrusu piriniz kimdir sualine aynen böyle “Yoldur” diye cevap vermek gerekir. Yol herkesten uludur.
[6] Bu bölümü Fuat Bozkurt’un hazırladığı Buyruk adlı kitabın 13 ila 18. sayfalarında yer alan “Kırklar Cemi” adlı bölümden buraya aktardım. Halk içinde anlatılırken söylenen ama kitapta olmayan bazı cümleleri de ben ekledim, dikkatli okur bunu karşılaştırınca anlayacaktır. Anlarımı bölmemek için metin içinde bunları belirtmedim.
[7]Miraclama diye bilinen bu nefes birçok yerde yayınlandı, birçok kitapta vardır ben bir kaçını yazayım: İsmail Onarlı, Şah İsmail. Sayfa: 185. Mehmet Yaman, “Alevilikte Cem”, sayfa 64, Nejat Birdoğan, “Alevilerin Büyük Hükümdarı ŞAH İSMAİL HATAYİ”, sayfa 164. Nejat Birdoğan’ın kitabında beyit şöyle “El çaluban Allah Allah dediler Allah Allah” şeklinde geçiyor. Bizim yörede “El çırpmak” yada “El çaluban” tabiri yerine “Çibik çalmak” denir. Şimdilerde bu işleme alkış tutmak deniyor.
[8] Fuat Bozkurt’un buyruğu için 193. sayfaya bakınız, Bisati Buyruğunda sayfa 68
[9] Dr. Ahmet Taşkın’ın Latin Alfabesine aktardığı Bisati “Şeyh Sâfî Buyruğun da 68. sayfaya bakınız.
[10] Kaygusuz Abdal: “Bu âdem dedikleri el, ayak baş değil / Âdem manaya derler suret ile kaş değil” der.
[11] Kâtibi: “Hakkı dışında arama gezme ilden ile kardeş” der.
[12] Fuat Bozkurt BUYRUK, sayfa 21–22.
[13] Abdülbakı Gölpınarlı “Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik” sayfa 25–26 Der yayınları 1986, 2. baskı.
[14] Prof. Dr. Talât Koçyiğit Hadis Yasağı, sayfa 41, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2003.
[15] Kaygusuz Abdal, Dil- Guşa, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları sayfa119–120.
[16] M.S. 1050 yılında ölen, Şirazlı Baba Kûhi :
“ Gözlerimi açtım; beni kuşatan yüzünün nuru ile / Gözün gördüğü her şeyde yalnız Allah’ı gördüm / Bir mum gibi eridim ateşinde,/Parlayan alevlerde yalnız Allah’ı gördüm/ Açıkça kendimi gördüm kendimi gördüm” (İslâm Sûfîleri. R. A. Nicholson sayfa:51 aktaran “Kaygusuz Abdal” – İ. Z. Eyuboğlu. Sayfa:185 ). Ayrıca Hilmi Dede babanın dillerden düşmeyen nefesine de bakınız.
[17] Alevilerin ağılayış biçimi adlı yazımda konuyu incelemiştim
[18] Devriye kuramını anlatan bir yazım vardır, bu konuyu anlatan nefis nefesler vardır bakılabilinir.
[19] Bu konuda Fuat Bozkurt’un hazırladığı Buyruk kitabının MUSAHİP başlıklı bölüme sayfa 77-78. sayfalara, Cemal Bardakçı’nın 1921 yılında Çorumun bir köyünde katıldığı bir Cem erkanını anlattığı “Kızılbaşlık Nedir” adlı kitabın, “Muhabbet Meydanı, Kızılbaş Dolusu” adlı bölüme bakınız, sayfa 65. kitap 1945’te yayınlanmış.
[20] İsmet Zeki Eyuboğlu, Hacı Bektaş Veli, Sayfa 134, Özgür basım dağıtım, 1989,
[21] Kul Nesimi şöyle der: “Abdestimiz katlanmak / Namazımız sabretmek / Biz bir oruç tutarız / Ramazana benzemez”
[22]Yunus şöyle der: Çalış kazan ye yedir / Bir gönül ele geçir / Bin Kabe’den yeğrektir / Bir gönül ziyareti.