Zeynel Gül
Anadolu Aleviliğinin Özünü Bozmadan Yaşatan Toplum: Tahtacılar
Ege ve Akdeniz Bölgesindeki dağlık bölgelerde bir toplum yaşar. Güleç yüzleri, dostça yaklaşımları, değişik giysileri ile farklı bir toplum. Elinde, evinde ne varsa konuğu içindir. Kendisi kuru ekmek yese de misafiri için sofra donatır. Kendisi açık kalsa bile, dostunu giydirmeyi töre bilmiştir. Tahtacılar denir onlara. Dağ arkalarında yaşamak zorunda kaldıklarından dolayı orman işçiliği ile uğraşmışlardır asırlarca. Tahta biçip, meşe kömürü yaptıkları için, tarihe (Ağaçeri) olarak geçmişlerdir, Alevidirler ve geleneklerine çok bağlıdırlar.
Tahtacı sözlükte, ağaç kesen, tahta biçen anlamına gelmektedir.
Yapılan araştırmalara göre, bugün Maraş, Adana, içel, Antalya, Muğla, Denizli, Isparta, Burdur, Aydın, İzmir, Manisa, Balıkesir ve Çanakkale vilayetlerindeki geniş ormanlık bölgelerinde yaşarlar.
Eskiden göçebe olarak yaşıyorlardı. 1950’lerden sonra şehirlere de dağılarak yerleşik yaşama geçtiler. Eskiden hepsi orman işleri ile uğraşıyorlardı, bugün bu işçiliği bırakıyorlar. Yani kaçak orman işçiliğini bıraktılar ama, ormanlarda çalışanların çoğunluğunu yine Tahtacılar teşkil etmektedir.
Biz daha çocuk iken köyümüzde bu tahta biçme işi devam ediyordu. Orman kesmek yasak olduğu ve ormanlar korumaya alındığı için, bu işçiliği kaçak olarak yaparlardı. Ormana gidecek olanlar, sabaha yakın ağaç kesecekleri ormana varmış olurlardı. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte, kesilecek olan ağaca önce niyaz edilir (affı istenir) ve kesilip, yontulurdu. Ya da ormana gitmek için en kötü bir hava seçilirdi. Kış, yağmurlu havalar da orman bekçileri olmazdı genellikle.. Kesilen ağaçlar at ve eşeklere yüklenerek köye getirilir, “Gece ağacı” denilen bir tezgâh kurulur, el bıçkısı ile tahtalar biçilirdi.
Gece ağacı yapılacak günlerde, köyde hiçbir yabancının olmamasına dikkat edilir, tüm yollar gözetim altında tutulurdu. O gece tüm gençler yardım eder ve iş imece şeklinde bitirilirdi. Biçilen ağaçlar, yine aynı gizlilik içinde, önceden satışı için söz alınan yere at ve eşeklerle götürülür, satılırdı.
Orman bekçilerine, Jandarmaya ya da şehirdeki gece bekçilerine yakalandıkları da çok olurdu. Yükleri ile birlikte, hayvanlarının semerleri ellerinden alınarak mahkemeye çıkarılırlardı. Bu nedenle hapiste yatmayan Tahtacı bulmak oldukça zordur.
Kestikleri ağaca “Niyaz” ederler dedim. Sadece niyaz etmekle kalmaz, yaşlı kadınlar kesmek zorunda kalınan bu ağaçlar için ağıt yakarlar. Çünkü tahtası yapılacak olan ağacın bir kere çok düzgün, ikincisi, güçlü bir ağaç olması sonucu, ağaçları güçlü kuvvetli ve dürüst bir yiğide benzetirler, ağlarlardı…
Tahtacı ismine, yazılı kaynaklar da 16. yüzyıl da rastlanıyor ve bu topluluk günümüze kadar ciddi bir şekilde araştırılmamıştır. Cemaat-ı tahtacıyan adı Osmanlı arşiv ve vergi defterlerin de ilk defa 16. yüzyılda geçiyor. Bundan önce “Ağaçeri” olarak adı geçen Tahtacılar için bir kaç belge daha var. Hatta Faruk Sümer, Tahtacılarla, Ağaçerilerini Oğuz Boyundan gelen, aynı kavimden ama, ayrı topluluklar olduğunu iddia ediyor.
Babinger Tahtacıların Anadolu’nun yerli halkından ve “Dendrophoroi” tarikatının üyelerinden olduklarını ileri sürüyor.
Avusturya-Macaristan Konsolosu Tibor v. Pözl’ün Tahtacıların Osmanlıyı tanımadıklarını, bu nedenle bir çoğunun İran nüfusuna geçtiklerini iddia etmesini, Afyon -Sandıklıda o dönemler fahri konsolosluk yapan İran’lı Ali Rıza Bey’de doğrulamaktadır. Ali Rıza Bey, Silifke civarında oturan Çaylak aşiretinden 350 hanelik Tahtacıya İran pasaportu verildiğini kendisi söylüyor.
Yine Ali Rıza Bey’in bildirdiğine göre, 1884’de bir çok Tahtacı Osmanlı’ya askerlik yapmamak, Sünnilerle birarada yemek yememek için ya (Kıpti) Çingene tebasına geçmişler ya da İran pasaportu almışlardır…
Alevi örgütlenmesinin ortaya çıkması ile birlikte bazı yerel gözlemler, araştırmalar yapılmaya başlanmışsa da bunlar yeterli değildir. Yeterli değildir, çünkü böylesi bir araştırma yapabilmek için Tahtacıları çok iyi tanımak gerekir. Bir defa kendilerinden olmayan insanları cemlerine almamaları ya da almışlarsa, bunu muhabbet cemi şekline çevirmeleri, araştırmacıyı yanıltmaktadır… Tahtacı cemlerinde 12 erkân yapılır. Erkân, yaşanan bir olayın cemde tekrar anlatımıdır. Çok önemli bir konu olduğundan bunu da yabancılara gösteremezler. Sadece yabancılara değil, evli olmayanlara, çocuklara da göstermezler…
Tahtacılar, Alevi geleneklerine çok sıkı bağlıdırlar. Daha çocukları doğduğu zaman bu gelenekler yavaş yavaş uygulanmaya başlanır.
[Bebek]
· Kız çocuğu doğduğunda, helva yapılması,
· kırkını çıkardığında yapılan eğlence,
· altı aylık olunca “kına” eğlencesi,
· çocuğun dişleri çıkmaya başlayınca, dişin çıkışını ilk görenin çocuğa hediye almakla yükümlü olması,
· ardından “Diş hediği” yapılarak onun tüm köylüye dağıtılması (diş hediği; buğday, mısır, nohut vb. kuru tahıllar kaynatılarak yapılır)…
[Çocuk]
· Erkek çocuklar için de, kına hariç tüm bu gelenekler uygulanır, bir fark vardır; Erkek doğuran anne, çocuğunun kırkı çıkana kadar başına “Kreb” adını verdikleri, çeşitli renklerden oluşan bir bez bağlar.
· Erkek çocuk için yapılan “saç yülüme” adı altında, ilk traş oluşta yapılan bir gelenek daha vardır.
[Düğün]
· Düğünleri hepimizin bildiği şekilde yapılmasına rağmen, diğer Alevilerden ayrılan bazı farklılıkları vardır. Mesela: Düğün evine “Alemir” adını verdikleri kırmızı, san, yeşil, turuncu, mavi, beyaz renklerden oluşan bir bayrak asılır.
· Asılan bu “Alemir” adındaki bayrağın en üstüne bir ayna konur. Bir yansıma olarak, evlenen kişilerin ayna gibi açık ve net olacağına inanılır…
· Gerdek gecesi öncesi “Tura” dedikleri bir tören daha yapılır. Bu törende önce düğüne hizmet edenlere ve yakınlarına yemek verilir. Ardından semah dönülür, dede gelin ile damada nasihatte bulunur, onlara insan olabilmenin özelliklerini anlatır. Daha sonra orada bulunanlar, ellerine aldıkları bir başbağı bezinin bir ucunu düğümleyerek, topuz şekline getirir ve gelin bu topluluğun arasından geçerken, geline bunlarla vurulur. Şayet gelin çok pratik birisi ise, kendisine vurdurmadan aradan geçer gider. Bu adet damat için de aynı şekilde tekrarlanır… Bundan sonra evliler yalnız bırakılır.
· Gerdeğin ardından, damat tüfek atmak zorundadır. Bu tüfek sesi Tahtacılar için çok önemlidir. Bir kere gelin kızın kadınlığa geçtiğinin ilk anlatımıdır, ikincisi damadın da sağlıklı birisi olduğuna işarettir. Tüfeğin atılmaması, çok kötüye yorumlanır…
[Başbağı]
· Düğünden sonra geline “Başbağı” yapılır. Başbağı, geleneklerle dolu bir cem törenidir. Dede veya başbağını yapabilecek, yakından olan birinin önderliğinde yapılır. Böylelikle bir Alevi kapısı daha açılmış, canlara iki can daha katılmış olur.
· Bu tören cemleri, dediğimiz gibi, diğer cemlere benzemezler. Yeni evlilere bir öğreti olarak yapılır. Yeni evliler bundan sonra musahip olacakları emsallerinden başka bir aileyle musahiplik hazırlığına başlarlar. Onlara herkes, her konuda yardımcı olur.
[İkrar ve Cem]
· Tahtacılar Abdal Musa cemi tanımazlar. Cuma akşamı dedikleri, perşembe akşamı yapılan ve daha çok gençlerin öğretilmesine yönelik, başka bir cem yaparlar. Bu cemde kurban yoktur. Semah öğretilir, düvazimamlar öğretilir, yani bir cem için ne önemliyse bu “cuma akşamı” cemlerinde öğretilir…
· Yeni evli bir gelinin “ikrar”ının aldırılması zorunludur. Geline, bir Alevi kadınının nasıl olması gerektiği üzerine verilen bir eğitimdir bu. Ya da bir Alevi anası nasıl olur? Bu konuların ağır bastığı bir öğreti geleneğidir ve gelin ile damada eline, diline, beline sahip olacakları üzerine söz (ikrar) verdirilir…
· İkrar yemeğinde kurban kesilir. Fakat bu ailenin varlık durumuna bağlı olduğu için kurban, mutlaka kuzu olmaz, bir horoz da olabilir.
[Ölüm]
· Bir Tahtacı öldüğünde, herkes ölü evine gelerek, ölüden helallik diler. Kadınlar ağıtlar yakarlar, ölü olanın anılarını, onun yiğitliğini, dürüstlüğünü, dostluğunu anlatırlar. Zaten bu cenaze evine toplanış, aynı zamanda ölenin ne kadar topluma yakın olduğunun bir anlatımıdır da.
· Ağıtların ardından “ölü sazı” çalınır. Köydeki sazandar kim ise, yaşam ve ölüm üzerine deyişler söyler, ardından düvazimam okunur.
· Daha eskilerde ölüler saz eşliğinde mezara götürülürken, bugün [böyle değildir]…
· Saz çalındıktan sonra, orada çalınan saz, tam kırk gün bu ölü evini beklemek zorundadır… Kırk gün o sazı kimse oradan almaz ve kimse tellerine dokunmaz. Çünkü o saz, yas sazı olmuştur.
· Ayrıca yakını ölmüş birisi, dede köye geldiğinde mutlaka onun “Yas cemi”ni yaptırmak zorundadır. Buna yasını aldırma denir.
[Musahiplik]
· Musahip olacak olan gençler önce bir “Mürebbi babası ve anası” bularak, onları kendilerine önder yaparlar. Mürebbi, onları musahipliğe hazırlayacak olan öğretmendir aynı zamanda. Musahip olacakların herşeyi ile ilgilenir. Giyimleri, nasıl davranacakları, oturuş, duruş biçimlerine, konuşma üsluplarına kadar herşeyleriyle ilgilenerek, onları Aleviliğe hazırlar…
· Musahiplik ceminde bu mürebbi baba ile Ana yine en öndedir. Bir tek dede ile delilciye karışmıyorlar. Diğer tüm görevlilere karışma yetkileri var. Çünkü bu cemin, eksiksiz ve sağlıklı geçmesi, onların sorumluluğu altında sayılmış oluyor…
· Musahip cemi bittikten bir gün sonra, kesilen kurbanın kellesi ile bir cem daha yapılıyor ve musahiplik bitmiş oluyor. Yeni musahipler bundan böyle her ceme girmeye hak kazanmışlardır…
· Eğer musahipler isterlerse, aradan bir sene geçtikten sonra “Öz ayırma” cemi yaparak, özlerini ayırabiliyorlar. Bunun anlamı şu: Musahiplerden her hangi birisi bir suç işledi ve toplumdan düşkün oldu. Eğer öz ayrılmamışsa, iki tarafta düşkün olmaktadır, ama öz ayrılmış ise, suçsuz olan aile, musahiplerinin bu suçuna karşılık düşkün sayılmamaktadır…
[Dedelik]
· Tahtacıların dedeliği de oldukça zor. Şöyle: Kişilerin dede seçmesi serbest, herkes istediği dedeyi seçebilir. Diyelim iki çift musahip olacaklar ve dededen söz kesmişler. Eğer bu çiftler çok yoksullarsa bile dede, bunların masrafını üstelenerek onları musahip kılmak zorundadır.
· Dedeler para almazlar, görevlerini inançlarına bir bağlılık olarak yerine getirirler.
· Dede soyundan olan herkes dede olamaz, İmam Cafer’den ya da Hz. Ali’ den kaldığı söylenen hırka, değnek vb. nişanı taşımaya hak kazanmış olan kimse dedelik postuna oturma hakkına sahiptir. Bir örnek verelim: Dede soyundan geldiğini bildiğimiz beş kardeş var ve bunların da beşer tane erkek çocuğu olduğunu kabul edilim. Burada otuz kişilik bir dede soyu vardır. (Doğu kökenli dedeler bu gün bu durumda). Fakat bu otuz kişiden ancak bir kişi, yani o nişanı taşıyabilen dedelik yapabilir, diğerleri yapamaz…
[Ocak]
· Tahtacılar, Hacı Bektaş ocağını tanımazlar. Onlar İzmir Narlıdere’deki Yanyatır Ocağı ile Aydın Reşadiye’deki Şehepli ya da Emir-Oğulları ocaklarına bağlıdırlar.
· “İtikadımız İmam Cafer, Mezhebimiz Caferi”dir der Tahtacı dedeleri ve Ocaklarının İran Meşhed’deki İmam Rıza’ya bağlı olduğunu iddia ederler.
Buraya kadar saydıklarımız. Tahtacıların Alevi gelenekleri üzerine idi, bir de onların sosyal yanlarını inceliyelim:
Köyden şehre göç ve daha iyi bir yaşam beklentisi, bu insanları da oldukça etkiledi. Köyle şehir arasında yaşanan bir bölünme var bu gün. Birçok yakınımız, dostumuz, tanıdığımız şehirde yaşamasına rağmen, bir ölüm olayında, bir cem de, düğünde mutlaka köye gitmek zorunda. Bu ise, onlar için ikinci bir maddi külfet oluyor.
Çalıştıkları işyerlerin de çevrelerindeki insanlara karşı saygılı davranmaları nedeniyle, Sendika ve İşçi Temsilciliği gibi önemli yerlere geliyorlar ve demokrasi mücadelesi içinde yer alıyorlar.
Yeni yeni kurulmaya başlanan Alevi derneklerine pek fazla ilgi göstermiyorlar. Bunun nedenini sorduğumuzda ise:
“Gelişen örgütlenmeye kuşkuyla baktıklarını ve Aleviliğin bu dernekleşmelerden oldukça zarar göreceğini, Alevi inancına ters düşen bir çok insanın bu dernekler de yer aldığı için, uzak kalmanın daha sağlıklı olacağını”
dile getiriyorlar. Gelişmeleri çok yakından izledikleri konuşmalarından anlaşılıyor.
Yine de derneklere üye olan, bu dernekler içerisinde oldukça aktif olarak çalışan Tahtacı kökenli Alevi var. Oturup konuşuyoruz bunlarla,, hepsi dertleniyor bu derneklerden.
Alevilikle alay edildiğini iddia edenler var. Yurtdışındaki dedelere güvenmiyorlar. Görevlerini yerine getirmediklerini iddia ediyorlar.
Dernek ve örgüt yönetimlerindeki Alevilik inancına ters düşen kişilerden rahatsızlar. Kendilerine göre düşkün saydıkları insanlarla birlik olmak istemiyorlar. Bu olumsuz yaklaşım Türkiye’deki derneklerde de var.
Tahtacıların yerleşik hayata geçişleri henüz 120 seneyi geçmiyor. Köyümüzün yaşlıları, köyün kuruluşunu anlatırlardı. Çünkü hepsi biliyorlardı. Bu yerleşik köy yaşamına geçmiş olmalarına rağmen, Antalya, Burdur, Denizli yöresindeki birçok aşiret hala göçebe olarak ve orman işçiliği yaparak yaşamaktadır.
Hiçbir sosyal hakları olmadan, orman kesim bölgelerinde çadırlar içerisinde yaşayan bu toplumun sırtından birçok orman ağası türemiştir bugün.
Kesilen ağaç altında kalarak sakatlanan, ormandan yuvarlanan, kol ve bacakları kırılarak sakat kalan birçok insanla karşılaşırsınız. Devlete karşı oldukça öfkelidirler. “Bir vergi alırken, bir de sağlam kalan çocularımızı askere almak için vardır bizde devlet” diyeceklerdir daha ilk konuşmaya başladığınızda. (…)
[Nevruz]
Tahtacıların bazı gelenekleri de vardır. Örneğin Nevruz Bayramını her sene 21 Mart günü kutlarlar.
O gün tüm evler dolaşılarak, yemek için ne verilirse biraraya toplanır ve kazanlarla yemek vurulur. Ayrıca, yiyecek vermeyip de para verenlerin verdiği paralarla birkaç kurban alınır. Yiyecek toplama konusunda hiç bir zorlama yoktur, herkes gönlünden ne vermek isterse onu verir. Veremiyenler olduğu gibi hem yiyecek hem de para verenler de olur…
Güzel yemek yapan kadınlar yemeği hazırlarken, eğer kadınlar isterlerse, birkaç erkek de bu yemek işine yardım eder. Kazanlarla su taşıma, ağır yükleri kaldırma vs. konusunda..
Bunların dışında kalanlar köy mezarlığına giderek, taşları ve otları temizler, mezarlığın avlusu bozulmuşsa tamir edilir. Burada herkes birbirine yardımcı olur ve yemek vaktine kadar tüm işler bitirilir…
Köy meydanlığında kurulan sofralarda yemekler yenir. Tabi isteyen evine de götürebilir. Ayrıca yaşlı ve hasta olanlara, herhangi bir nedenle gelemiyenlere, öncelikle yemek gönderilir ve Nevruz Tahtacıların deyimiyle “Sultan Nevruz lokması” paylaşılmış olur. Artan yemekler de herkese taksim edilir…
Yemekten sonra gençler oyunlar oynar. Bu oyunlar, bir nevi sportif oyunlardır. Öyle düğün oyunu falan değil. Omuzlara basılarak, yükseklere çıkma denenir, arkadaşlarının sırtından aşarak takla, atılır, gruplar halinde ip çekilir vb..
Kızlar ise bazen kendi aralarında, bazen de köy meydanının bir köşesinde biraraya gelerek oyunlar oynar, türküler söyler. Bazı köylerde ateşler yakılarak, bu ateşin üzerinden atlanır.. Ayrıca o gün herkes yıkanmış ve en yeni elbisesini giymiştir…
Hıdırellez Bayramı
6 Mayıs günü köye en yakın olan (genellikle “dede” adı verdikleri, herhangi bir ulunun mezarı olarak bilinen) yerde tüm köylü toplanır, herkes kendi kurbanını keser ve önce ciğer ve böbrekler kavrularak yenir. Zaten bu toplantı yerinde her ailenin bir yurdu vardır. Genellikle yakın akrabalar birarada bulunur.
Yemekten önce dedenin mezarı ziyaret edilir ve kapısındaki sağ-sol taşlara, oradan geçerek içerideki köşe taşına niyaz edilir. “Ya Allah, ya Muhammed, ya Ali” diyerek edilen niyazın yanında, içlerinden dilek dileyen bu dileğini ister.
Öğle vakti toplu olarak yemekler yenir. Bu yemeğin ardından at koşusu ya da güreş tutulur. Atkoşusu bittikten sonra, gençler isterlerse içki içerler, saz çalar deyiş söylerler, semah dönerler. Yakın zamanlarda Hıdırellez bayramına yakın olan Sünni köylerdeki tanıdıklar da gelmektedir. Bu nedenle yaşlılar misafirlerle ilgilenirken, pusu bir yerde toplanan gençler orada semah dönerler..
Örneğin bizim köyün kutlama yeri olan “Dedetaşı” yüksek bir yayla olduğundan her tarafı açıktır. Bu yüzden köylüler Hıdırellez’den bir gün sonra “Çakmak Dede”sinden toplanarak orada cem yaparlar. Burada küskün, dargın olmaz. Herkes semah döner. Bu semah dönüş geç vakitlere kadar devam eder. Çakmak Dede’ye kesinlikle yabancı alınmaz. Tahtacı olduğu bilinmeyen, yani köyde akrabası ve tanıdığı bulunmayanların bile Alevi olduğu bilinse dahi alınmaz. Çakmak Dede’ye giderken, yol üstündeki “Yeni Dede”ye de niyaz edilir, aynı Çakmak Dede’ye niyaz edildiği gibi..
Bir başka gelenek de nişan törenlerinde yaşanır. Oğlan evinden kız evine nişan hediyesi götürülmeden önce, tüfekle nişan atma geleneği vardır. Çok uzağa dikilen bir tahtaya nişan atılır. Bu tahtayı vuran kimseye, gelinlik kızın kendi eliyle işlediği en güzel mendil hediye olarak verilir. Bu nişan tahta vurulasıya kadar devam eder.
Nişana katılan gençlere ayrıca yemek ziyafeti verilir, isterlerse içki de içerler, saz çalarlar…
Bir de misafirlere dolu verme geleneği vardır. Alevi olan her misafire dolu ikram etmek bir töredir. Genellikle Burdur, Denizli yöresindeki Çaylak aşiretinde zorunlu bir gelenektir…
Sünni birisinin eli tutulduğunda, o el yıkanmak zorundadır. Kırklama dedikleri bu yıkama toprakla ya da su ile olur. Elime “Boz eli” değdi derler. Sünni Türklere “Boz” adını takarlar.
Fakat Sünni Yörüklerle çok iyi geçinirler, Yörükleri severler. Yörükler de Tahtacılar gibi kapalı değildir. Tabii bu dostluk ne kadar samimi olsa bile, asla kız alınmaz ve kız verilmez Sünni bir kimseye…
Balıkesir Türkali köyü folklor çalışması 40 senedir devam ediyor. Edremit Tahtakuşlar köyünde Müze var. İzmir Bademler köyünde 40 senelik tiyatro var. Bu çalışmalar, Tahtacıların kültüre verdiği değerin göstergesi değil mi?
Düvaz-İmam söylenince
Kulak verip dinlemeli
İki gönül bir olunca
Kılavuzu neylemeli
İki gönül bir oturur
Anlar yol erkân götürür
Kalmış kulların yetişir
Ana niyaz eylemeli
Geldi niyaz indi Hakk’dan
Kulların işleri pinhan
Kormaz mısın ol Allah’tan
Olmuşunu söylemeli
Olmuşunu söyler isen
Aşk deryasın boylar isen
Bir eylicik eyler isen
Kötülüğü neylemeli
Evlilik eyiden çıkar
Kötülük kötüden çıkar
Teslim Abdal delil yakar
Ana niyaz eylemeli
Yazarın bu makalesi aynı başlık altında Alevilik Araştırmaları 1 (1998) 1: 175-182’de yayınlanmış çalışmasının yeniden gözden geçirilmiş halidir.