Önce bir gemiyle geldiler. Misafirlerimizdi, onları sahilde hediyelerle karşıladık. Silahsızdık. Çünkü hiç ihtiyacımız olmadı. Kardeştik, severdik, paylaşırdık. Silahı onlar tanıttı. Tutarken yanlışlıkla elimizi kestik, kanımız aktı. Evlerimize buyur ettik. Yedirdik, içirdik, yatırdık, hizmet ettik. Topraklarımızı, dağlarımızı, sularımızı, ovalarımızı gezdirdik. Sevindiler. Sevindik!
Renkleri ne kadar beyazdı. Sonra gittiler. Memnun ederek uğurladık dostlarımızı.
Bir gün, tam sabah gün doğarken, ak tenli dostlarımız çok, çok olarak geldiler. Beklemiyorduk; çok erken gelmişlerdi. Demek sevmişlerdi bizi, toprağımızı, göğümüzü… Sevindik. Çoktular, silahlıydılar; üstelik silahlar ellerini de kesmiyordu. Ayakları karaya bastı ve sonra hiç olmayacak olan oldu. Şaşırmıştık. Acaba ne yapmıştık da beyaz dostlarımız bizi öldürüyordu.
Evet, beyaz adam, bu sefer gülen yüzlerimizi ağlatmaya, varlığımızı yağmalamaya, gençlerimizi köle yapmaya, karılarımıza tecavüz etmeye gelmişti! Şaşırdık! Neden?
Biz özgür göğün, geniş toprağın, mağrur dağların insanları barış, sevgi, dostluk bilirdik. Savaşı beyaz adam öğretti. Hiç hak etmedik öldürülmeyi, savaşı, köleliği…
Erkeklerimizi öldürdüler, çocuklarımızı diri diri ateşte yaktılar. Toprağımızı yağmaladılar. Karılarımıza, kızlarımıza tecavüz ettiler. Köle diye yurtlarına götürüldük. Sattılar bizi.
Tanrı’ya inanmamızı söylüyordu, elinde incil, siyah cüppeli, beyaz tenli papaz. Reisimiz sordu: ‘Tanrı size bunları yapmanızı mı söylüyor? Cennet dediğiniz yere sizler mi gireceksiniz? Öyleyse ben sizin olmadığınız yeri, cehennemi seçiyorum. Eğer bizleri değil de, sizleri, zulmünüzü onaylıyorsa tanrınız, böyle bir tanrıya inanmaktansa, inanmamayı yeğlerim!’
Hiç bitmedi beyaz adamın gelişi. Onlar geldikçe biz bittik; biz bittikçe onlar geldi.
Beyaz adamın yaptıklarını anlatacak kelime bulamıyorum. Bizim böyle kelimelerimiz yok; senin yaptıklarını en iyi anlatacak yine sensin, senin kelimelerin. Kara yüreğin, beyaz tenin gibi olabilirse bir gün, anlatırsın yaptıklarını!
TOSAHWI